Vehhâbîliği kuran, Mehmed bin Abdülvehhâbdır. Binyüzonbir
1111 [m. 1699] de, Necdde, Hureymile kasabasında dünyâya gelmiş, 1206 [m. 1791]
de, Der’iyyede ölmüşdür. Önceleri, seyâhat ve ticâret için, Basra, Bağdâd,
Îrân, Hind ve Şâm taraflarına gitmiş, 1125
de Basrada, ingiliz câsûslarından, Hempherin tuzağına düşerek, ingilizlerin
(İslâmiyyeti imhâ) etmek çalışmalarına
âlet olmuşdur. (İngiliz câsûsunun i’tirâfları) kitâbımızda,
Vehhâbîliğin kuruluşu uzun anlatılmakdadır. Eline geçirdiği, Ahmed ibni Teymiyyenin, Ehl-i sünnete uymıyan
kitâblarını okumuş, (Şeyh-i Necdî) diye meşhûr olmuşdur. Düşünceleri,
ingiliz paraları ve ingiliz silâhları karşılığında, köylüler ve Der’iyye
ehâlîsi ile reîsleri Muhammed bin Sü’ûd tarafından desteklendi. Sapık din adamı
Ahmed ibni Teymiyyenin fikrleri ile Hempherin yalanlarının karışımına (Vehhâbîlik) denir. (Mir’ât-ül-Haremeyn)
kitâbının basıldığı 1306 [m. 1888] senesinde Necd emîri, Abdüllah
bin Faysal idi.
Aşağıdaki bilgilerin çoğu (Mir’ât-ül-Haremeyn)den
alınmışdır:
Mehmedin babası Abdülvehhâb, iyi bir müslimân idi. Bu ve
Medînedeki âlimler, Abdülvehhâb oğlunun sözlerinden, yeni bir yol tutacağını
anlamış, herkese, bununla konuşmamasını nasîhat etmişlerdi. Fekat, [1150] de,
Vehhâbîliği i’lân etdi. Yazdığı kitâblarda ve hele bunların en meşhûru olan (Kitâb-üt-tevhîd)de ve torunu Abdürrahmân bin
Hasenin buna yapdığı (Feth-ul-mecîd) adındaki
şerhde, ikiyüzelliden fazla, bozuk inanışları vardır. Bunlardan ba’zısı (Üsûlül-erbe’a) ikinci sahîfesinde yazılıdır.
Bozuk inanışlarının temeli, üç mes’eledir:
1 -
Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır diyor. Bir farzı yapmıyan, meselâ farz olduğuna
inandığı hâlde, bir nemâz kılmıyan kâfir olur diyor. Bunu öldürmeli,
mallarını taksîm etmelidir diyorlar. Bunlar (Feth-ul-mecîd)in
17, 48, 93, 111, 273, 337 ve 348. ci sahîfelerinde yazılıdır.
2
-
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”
rûhlarından şefâ’at istiyen, bunların mezârını ziyâret edip, bunları vesîle
ederek düâ eden kâfir olur diyorlar. (Feth-ul-mecîd)
kitâbının beşyüzüçüncü sahîfesinde diyor ki, (Resûlullah hayâtda
iken, düâ etmesini istemek câizdir. Hattâ, diri olan her sâlih kimseden, düâ
etmesi istenir. Nitekim, hazret-i Ömer, Mekkeye ömre yapmağa gideceği zemân,
Resûlullah, (Yâ Ömer, bizi düândan unutma!) dedi.
Dirilerin, cenâzeye ve kabrde olanlara da düâ etmeleri câizdir. Fekat, kabrde
olandan düâ istemek câiz değildir. Allahü teâlâ, işitmiyenlerden düâ istemenin
şirk olduğunu bildirdi. Ölüler ve gâib olan, uzakda olan diriler, işitmez ve
cevâb vermezler. Bunların fâide ve zararları olmaz. Eshâbdan ve onlardan sonra
gelenlerden hiçbiri, Resûlullahın kabrinden birşey istemedi. Peygamber öldükden
sonra, ondan birşey istemek câiz olsaydı, Ömer “radıyallahü anh” yağmur
yağmasını Ondan isterdi. Hâlbuki, kabrine gelip, Ondan düâ, yardım istemedi.
Diri ve hâzır olan hazret-i Abbâsdan düâ istedi). Yetmişinci [70] sahîfesinde
diyor ki, (Ölüden ve yanında bulunmıyanlardan bir şey istemek, onu Allaha şerîk
yapmak olur).
Vehhâbîlerin bu sözlerini, yine kendi kitâbları yalanlıyor. (Feth-ul-mecîd)in ikiyüzbirinci sahîfesinde,
(Buhârîde, Abdüllah ibni Mes’ûd diyor ki, yidiğimiz ta’âmın tesbîh sesini
işitirdik. Ebû Zer diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, avucuna
taş parçaları aldı. Bunların tesbîh sesleri işitildi. Resûlullahın hutbe
okurken dayandığı odunun inlemesi haberi sahîhdir) diyor. Demek ki,
Resûlullahdan başka mü’minler de, herkesin işitemiyeceği sesleri işitirmiş. Bu
taşlar hazret-i Ebû Bekrin elinde iken de tesbîhlerinin
işitildiği, aynı haberin sonunda bildirilmekdedir. Hazret-i Ömerin, Medînede hutbe
okurken, Îrânda harb eden ordu kumandanı Sâriyeyi görerek, (Sâriye, dağdaki
düşmandan korun!) dediğini ve Sâriyenin işiterek, dağı ele geçirdiğini bütün
kitâblar bildirmekdedir. Puta tapanlar için
gelmiş
olan âyet-i kerîmelerle, bu sözlerini isbâta kalkışıyorlar. Hâlbuki, mü’minler
[ya’nî Ehl-i sünnet], Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Evliyâya
“aleyhirrahme” ibâdet etmez. Allahü teâlânın sevgili kulları olduğuna ve Allahü
teâlânın, bunların hâtırı ve hurmeti ile, kullarına merhamet edeceğine inanır.
Zararı, fâideyi yaratan, ancak Odur. Ondan başka ibâdete kimsenin hakkı yokdur,
der. Kabr ziyâretine gidip, kabrdeki zât vâsıtası ile Allahü teâlâya düâ eder.
(İbni Âbidîn) nikâh sözleşmesinin son
sahîfesinde diyor ki, (Allah ve Resûlullah şâhid olsunlar diyerek evlenmek câiz
değildir. Hattâ böyle söylemek küfr olur diyenler vardır. Resûlullah gaybı bilir
demek olur. Allahdan başkası için gaybı bilir diyen kâfir olur dediler.
Hâlbuki, (Tâtârhâniyye)de, (Hucce)de ve (Multekıt)de
küfr olmaz diyor. Çünki, Allahü teâlâ herşeyi Resûlünün rûhuna bildirir.
Peygamberler, başkaları için gayb olan birçok şeyi bilirler. Cin sûresinin yirmialtıncı âyetinin meâli, (Allahü teâlâ, gaybdan bildiği şeylerden ba’zılarını yalnız
Peygamberlerden dilediğine bildirir) ise de, akâid kitâblarında, Evliyânın kerâmetlerinden biri,
gaybların çoğunu bilmeleri olduğu yazılıdır. Mu’tezile fırkası [ve onların
izinde olanlar], bu âyet-i kerîmeye dayanarak, Evliyâ gaybı bilemez diyorlar.
Bunlara cevâb olarak deriz ki, bu âyet-i kerîme, gaybın vâsıtasız olarak ve
yalnız vahy getiren meleğe bildirilmesini haber veriyor. Peygamberlere ve Evliyâya
diğer melekler vâsıtası ile veyâ başka vâsıta ile bildirilmekdedir. (Sell-ül-hisâm-il-Hindî li-nusrat-i seyyidinâ
Hâlid-in-nakşibendî) ismindeki kitâbımda Evliyânın kerâmetleri uzun
yazılıdır. Lutfen oradan okuyunuz!) (Tefsîr-i
Mazherî)de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki, (Allahü
teâlâ, Evliyâsına vâsıtasız da bildirir. Hazret-i Ömere Sâriyeyi gösterdi
“radıyallahü teâlâ anhümâ”. Mûsâ aleyhisselâmın annesine, oğlunu denize
koymasını, yine geriye göndereceğini ve Peygamber yapacağını bildirdiğini haber
veriyor. Havârîlere vahy gibi bildirdiğini ve hazret-i Meryeme, (Hurma kütüğünü salla; tâze hurma olacak. Onları yi!) dediğini haber veriyor. Bunlar Peygamber değildi. Velî idiler). Fârisî (Usûl-ül-erbe’a fî-terdîd-il vehhâbîyye) kitâbında geniş bildirilmişdir. Bu
kitâb 1395 [m. 1975] de, İstanbulda tekrâr basdırılmışdır. Bu kitâbdan bir
kısmı terceme edilerek, (Kıyâmet ve Âhıret) ve
(Fâideli Bilgiler) kitâblarına ilâve
edilmişdir.
(Hadîka) ikinci cild,
yüzyirmialtıncı sahîfede diyor ki: Resûlullah ile ve Eshâb-ı kirâm ile ve
Tâbi’în ile, bunlar öldükden sonra da, Allahü teâlâya tevessül etmek, ya’nî
bunların hurmeti için, dilekde bulunmak câizdir ve meşrû’dur. Tevessül etmek,
şefâ’atini istemek demekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun câiz olduğunu
bildirdi. Mu’tezile fırkası ise inanmadı. Tevessül edenin düâsının kabûl
olması, tevessül olunanın kerâmeti olur. Ya’nî, öldükden sonra kerâmet
göstermesi olur. Bid’at sâhibi, sapık olanlar buna inanmadı. İmâm-ı Münâvî (Câmi’us-sagîr) şerhinde, bu câhillere cevâb
vermekdedir. İmâm-ı Sübkî buyuruyor ki, (Resûlullah ile tevessül etmek, ya’nî
istigâse etmek, ondan şefâ’at istemekdir. Bu ise güzel bir şeydir. Önceki ve
sonraki islâm âlimlerinden hiçbiri buna karşı birşey dememişdir. Yalnız İbni
Teymiyye bunu inkâr etdi. Böylece doğru yoldan
ayrıldı. Kendinden önce gelen âlimlerden hiçbirinin söylemediği bir bid’at
çıkardı. Bu bid’ati ile müslimânların diline düşdü). Resûlullahın ismi
ile kasem ederek, ya’nî Resûlullah hakkı için diyerek, Allahü teâlâdan birşey
istemenin câiz olduğunu, İbni Abdüsselâm uzun bildirmekdedir. Resûlullahın
vârisi olan Evliyâ ile de kasem câiz olduğunu, Ma’rûf-i Kerhî bildirmekde ve (Kuşeyrî) risâlesi yazmakdadır. Yüzellibirinci
[151] sahîfesinde diyor ki, herhangi bir müctehidin câiz olur dediği birşeyi
yapana mâni’ olmamalıdır. Çünki, dört mezhebden birini taklîd etmek câizdir.
Bunun için, kabr ziyâret edenlere, Evliyânın mezârları ile teberrük edenlere,
hastası iyi olmak için veyâ gâibi bulunmak
için bunlara nezr yapanlara mâni’ olmamalıdır. Adak yaparken, Evliyâya adak demek
mecâz olup, türbeye hizmet edenlere adak demekdir. Fakîre zekât verirken ödünc
verdiğini söylemek gibidir ki, böy-
le
söylemenin câiz olduğu bildirilmişdir. Burada söze değil, ma’nâya bakılır.
Bunun gibi, fakîre verilen hediyye, sadaka olur. Zengine verilen sadaka da
hediyye olur. [(VEKÂLET)e bakınız!].
İbni Hacer-i Hiytemî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Evliyânın kabrlerine nezr
yapılırken, onun çocuklarına veyâ talebesine yâhud orada bulunan fakîrlere sadaka
olması gibi başka bir (Kurbet), ya’nî,
başka bir hayr niyyet edilirse, bu nezrin sahîh olacağına fetvâ vermişdir.
Böyle nezrlerin, niyyet edilen kimselere verilmesi lâzımdır. Şimdi türbelere
yapılan nezrlerin hepsinde böyle niyyet edilmekdedir. Velîye nezr sözünden bunu
anlamak lâzımdır. Geçmiş Evliyâya dil uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden
islâmiyyete uymıyan ma’nâlar çıkarmak, öldükden sonra da kerâmet
gösterdiklerine inanmamak ve ölünce velîlikleri biter sanmak ve onların
kabrleri ile bereketlenenlere mâni’ olmak, müslimânlara sû’i zan, zulm etmek,
mallarını gasb etmek gibi ve hased, iftirâ ve yalan söylemek ve gıybet etmek
gibi harâmdır. (Hadîka)dan terceme temâm
oldu.
(Hadîka)da, yüzseksenikinci
sahîfede diyor ki, (Buhârînin, Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” haber verdiği
hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, kulum farzları
yapmakla bana yaklaşdığı gibi başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri
yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle
herşeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca,
onu korurum buyurdu) denilmekdedir. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki,
farzlarla birlikde nâfile ibâdetleri yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır.
Bunların düâları kabûl olur. Sa’îd bin İsmâ’îl Ebû Osmân Hayrî Nîşâpûrî
“rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, bu hadîs-i şerîf, onun görmek,
işitmek, gitmek, tutmak gibi her çeşid istediklerini, hemen ihsân ederim
demekdir). Üçüncü kısmda sonsöz sonuna bakınız! (İşlerinizde
sıkışdığınız zemân, kabrde olanlardan yardım isteyiniz!) hadîs-i
şerîfi de, Allahü teâlânın, sevdiği kullarına, ölü iken de bu kuvveti vermiş
olduğunu göstermekdedir.
İmâm-ı Birgivî, (Etfâl-ül-müslimîn)
risâlesinde, (Bir mü’minin kabrini
ziyâret ederken, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hurmetine, buna azâb yapma denirse, Allahü teâlâ, kıyâmete kadar azâbını
durdurur) hadîs-i
şerîfini yazmakdadır.
Kabrdeki meyyitde his bulunduğunu bildiren çok hadîs-i şerîf
vardır. Eshâb-ı kirâm ve Tâbi’în-i ızâm (Kabr-i
se’âdet)i ziyâret ve istigâse ederdi. Bunun için çok kitâb
yazılmışdır. (Hısn-ül-hasîn)de düâ
âdâbını anlatırken (Düânın kabûl olması için, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” ve sâlih kulları vesîle etmelidir. (Buhârî)deki
hadîs-i şerîfde böyle bildirildi) buyurmakdadır.
Alî Râmîtenî hazretleri buyurdu ki, (Günâh işlememiş bir dil
ile düâ ediniz ki, kabûl olsun!). Ya’nî,
Hudâ dostlarının huzûrunda tevâzu’ eyleyiniz, yalvarınız da, sizin için düâ etsinler.
İstigâse, ya’nî bir Velîye tevessül de, bu demekdir.
Abdülvehhâb oğlunun, Ehl-i sünneti, puta ve mezâra tapan
kâfirler gibi bilmesi ve Ehl-i sünneti öldürmeğe ve mallarını almağa halâl
demesi, nasslara [ya’nî âyetlere, hadîslere] yanlış ma’nâ verdiği içindir. (Buhârî)deki hadîs-i şerîfde Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kâfirler, kâfirler
için gelmiş olan âyet-i kerîmeleri, müslimânlara yükletirler) buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Müslimân ismini taşıyanlardan
en çok korkduğum kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yerinden değişdirenlerdir) buyurdu.
Bu hadîs-i şerîfler, böyle zındıkların meydâna çıkacağını ve bunların dalâletde
olduklarını haber vermekdedir.
Mezârları ziyâret ile tevessül eden kâfir olsaydı,
Peygamberimiz ile de tevessül edilmezdi. Hâlbuki, O, dünyâya gelmeden önce ve
dünyâda diri iken ve vefâtından sonra, hep tevessül edilmişdir. (Şevâhid-ül-hak) yüzelliüçüncü [153] sahîfede
yazılı, İbni Mâce hadîsinde, Peygamberimiz (Allahümme
innî es’elüke bihakkıssâ’ilîne aleyke), ya’nî (Yâ Rabbî! Senden isteyip de, verdiğin kimselerin hâtırı
için, senden istiyorum!) derdi ve böyle düâ ediniz buyururdu.
Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” annesi Fâtımayı “radıyallahü anhâ” kendi
mubârek elleri ile mezâra koyunca (İgfir li ümmî
Fâtımate binti Esed ve vessi’aleyhâ medhaleha bi-hakkı Ne-
biyyike vel Enbiyâ-illezîne min kablî inneke erhamürrâhimîn) buyurduğunu, Taberânî ve
İbni Hibbân ve Hâkim ve Süyûtî bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden
Osmân bin Huneyf bildiriyor ki, iyi olması için düâ istiyen bir a’mâya, abdest
alıp, iki rek’at nemâz kılmasını, sonra (Allahümme
innî es’elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ
Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî hâcetî-hâzihî, li takdıye-li,
Allahümme şeffi’hü fiyye) okumasını emr etmişdir. Bu düâ, (Merâkıl-felâh) ve bunun Tahtâvî hâşiyesi ve
türkçe tercemesi olan (Ni’met-i islâm) kitâblarında,
(Hâcet nemâzı) sonunda ve (Şifâ üs-sikam) ve (Nûr-ül-islâm)da
ve (Dürerüsseniyye)de de yazılıdır.
Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, bu düâyı hep okurdu. Hâkimin
bildirdiği sahîh hadîsde buyuruldu ki, Âdem “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm” Cennetden çıkarılınca, çok düâ etdi. Tevbesi kabûl olmadı. Nihâyet
(Yâ Rabbî! Oğlum Muhammed hurmeti için, bu babaya merhamet et) deyince, düâsı
kabûl oldu ve (Yâ Âdem! Muhammed aleyhisselâmın ismi
ile, herne isteseydin kabûl ederdim, Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım) buyuruldu.
Bu hadîs-i kudsî, (Mevâhib) ve (Envâr)ın başında da yazılıdır. Böyle olduğunu,
Âlûsînin (Gâliyye) kitâbı da,
yüzdokuzuncu sahîfesinde uzun bildirmekdedir. Bu düâlarda bulunan (hak) kelimesi, hurmet, kıymet demekdir.
Sevdiklerine verdiği kıymetli dereceler hâtırı için istemekdir. Çünki, hiçbir
mahlûkun, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâda hakkı yokdur.
Süâl: O zemân, Muhammed
“aleyhisselâm” dünyâda yokdu. Üçyüzonüç bin sene sonra dünyâyı teşrîf edecekdi.
Âdem “aleyhisselâm”, Onu nereden bildi?
Cevâb: Âdem “aleyhisselâm”,
Cennetde iken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde (Lâ
ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı gördü. Onun, Allahü
teâlânın en sevgili kulu olduğunu, bundan anlamışdı. Bunlar, oralarda islâm
harfleri ile yazılı idi. Demek ki, o
harfler, insan yapısı değildir. Dünyâ ve Âdem yokken, o harfler vardı. Bütün kitâblar
ve sahîfeler, islâm harfleri ile gönderilmişdir.
Bu düâlar gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdikleri ile
tevessül etmek, ya’nî onları araya koyarak, onların hâtırı ve hurmeti ile Ondan
istemek câizdir.
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cild,
beşyüzyirmidördüncü sahîfede buyuruyor ki, (Resûlullahı vesîle kılarak Allahü
teâlâya düâ etmek güzel olur. Önce ve sonra gelen âlimlerden hiçbiri buna karşı
birşey demedi. Yalnız İbni Teymiyye bunu kabûl etmedi. Hiç kimsenin
söylemediğini söyliyerek ortaya bir bid’at çıkarmış oldu. Böyle olduğunu,
İmâm-ı Sübkî güzel açıklamakdadır).
Ahmed bin Seyyid Zeynî Dahlân “rahmetullahi teâlâ aleyh”,
Mekkenin müftîsi ve reîs-ül-ulemâsı ve Şâfi’î şeyh-ul-hutebâsı idi. Birçok
eserleri olup, (Hülâsat-ül-kelâm fî beyân-i
umerâ-il beled-il-harâm), (Firredd-i alel-vehhâbiyyet-i-etbâ-ı mezheb-i İbni
Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitâblarında
bunların içyüzlerini açıklamakda, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet-i kerîme
ve hadîs-i şerîflerle göstermekdedir. (Hülâsat-ül-kelâm)da,
şöyle demekdedir:
Resûlullahı hayâtda iken de, vefâtından sonra da, vesîle
ederek düâ etmek sahîhdir ve câizdir. Bunun gibi, Evliyâyı ve Sâlihleri vesîle
ederek düâ etmek câiz olduğunu hadîs-i şerîfler göstermekdedir. [(Feth-ul-mecîd) kitâbının 167, 170, 191, 208,
248, 353, 414, 416, 482, 486 ve 504. cü sahîfelerindeki yazılar müslimânlara
iftirâdır.] Hazret-i Ömerin yağmur düâsına çıkarken hazret-i Abbâsı götürmesi,
Resûlullahdan başkası ile de tevessül olunabileceğini göstermek için idi.
[Yağmur düâsının nasıl yapılacağı (İslâm ahlâkı) kitâbımızda
yazılıdır.] Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki: Te’sîri veren, yaratan, îcâd
eden, fâide ve zarar veren, yok eden ancak Allahü teâlâdır. Onun şerîki yokdur.
Peygamberler ve bütün diriler ve ölüler, te’sîr, fâide ve zarar yaratamazlar.
Hiçbir şeye te’sîr yapamazlar. Yalnız, Allahü teâlânın sevgili kulları
oldukları için, onlarla bereketleniriz. Onlar da, dirilerin te’sîr etdiğine,
ölülerin te’sîr etmediğine inanıyorlar. [(Feth-ul-mecîd)
kitâbının 70, 77, 98, 104, 239, 248, 323, 503 ve 504. cü
sahîfelerinde, (Meyyitden ve gâ-
ib
olan diriden birşey istiyen müşrik olur. İnsandan kudreti yetişen şeyler
istenir. Yalnız Allahın kudretinde olan şeyleri insandan istemek câiz değildir)
diyor. Yetmişinci [70] sahîfesinde, (Diri, kendinden istenilen şey için düâ
eder. Allah da kabûl edip, o şeyi yaratır. Ölüden ve gâib olandan istemek,
kudreti içinde olmıyanı istemekdir. Bu ise, şirk olur) diyor. Yüzotuzaltıncı
[136] sahîfesinde (Sâlih kimselerin kabrleri ile teberrük etmek, Lât, Menât
putlarına tapınmak gibi şirkdir) diyor. İkiyüzsekizinci [208] sahîfede
(İhtiyâcını ölüden istemek, ölüden istigâse etmek şirkdir. Ölüden kendisine
şefâ’at etmesini istemek câhillikdir. O, Allahın izni olmadan kimseye şefâ’at
edemez. Ondan istigâse etmek, şefâ’at etmesini istemek, şefâ’at etmesine izn
verilmesi için sebeb yapılmamışdır. Şefâ’ate sebeb îmândır. İstigâse eden ise
müşrikdir. İzn verilmesine mâni’ olmakdadır) diyor. Hâlbuki bu kitâb, kendi
kendini yalanlamakdadır. Çünki, ikiyüzüncü [200] sahîfesinde, (Gökler Allahdan
korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’ânda, yerlerin ve göklerin
tesbîh etdikleri bildirildi. Resûlullahın avucuna aldığı taş parçalarının
tesbîh etdiklerini ve mesciddeki Hannâne denilen direğin inlediğini ve yemeğin
tesbîh etdiğini Eshâb işitdiler) diyor. [Dağlarda, taşlarda, direkde his ve
idrak olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyâda his olmaz demeleri,
şaşılacak şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle
kendileri müşrik oluyorlar. Çünki bu söz, diriler duyar ve te’sîr eder, ölüler
duymaz ve te’sîr etmez demekdir. Allahdan başkasının te’sîr etdiğine inanmak
olur. Böyle inananlara kendileri müşrik diyor. Hâlbuki, ölü de, diri de birer
sebebdir. Te’sîr eden, yaratan yalnız Allahü teâlâdır.] (Âlûsî tefsîri)nde yazılı olan, İmâm-ı a’zamın,
Resûlullahı vesîle yaparak düâ etmeği yasak etdiği doğru değildir. Çünki,
İmâm-ı a’zamdan böyle bir haberi hiçbir âlim bildirmemişdir. Vesîle edileceğini
bildirmişlerdir. Tevessül, teşeffü’, istigâse ve teveccüh, hep aynı şey
demekdir. Hepsi câizdir. (Buhârî) hadîsinde,
(Kıyâmet günü insanlar, önce Âdem aleyhisselâma
istigâse edeceklerdir) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden
Bilâl bin Hâris “radıyallahü anh” Resûlullahın kabri yanına gelip, (Yâ
Resûlallah! Ümmetin için yağmur düâsı yap) dedi. Yağmur yağdı. Putlar, bize
şefâ’at edecekdir diyen kâfirler, putlara tapınıyorlardı. Şefâ’at istiyen
mü’minler ise, Peygamberlere ve Evliyâya tapınmaz. (Feth-ul-mecîd) kitâbının ikiyüzdokuzuncu [209] sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmde, (Ancak Onun izn vermesi ile şefâ’at olunur) ve (Ancak râzı olunan kimselere şefâ’at olunur) buyuruldu. Şefâ’at istiyen kimse, kendine
şefâ’at etmesi için Peygambere izn verileceğini nereden biliyor? Sonra râzı
olunmuşlardan olduğunu nerden anlıyor da şefâ’at istiyor?). Bu sözleri, hem
hadîs-i şerîflere uygun değildir. Hem de kendisini yalanlamakdadır. Çünki, aynı
kitâbın ikiyüzsekizinci sahîfesinde, (Şefâ’at
olunmağa sebeb îmândır) demekdedir. Ezândan sonra okunması emr
olunan düâda, Allahü teâlânın, Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem”
fazîle ve vesîle derecelerini va’d etdiği bildirilmekdedir. Bu düâyı okuyanlara
ve salevât getirenlere ve kabrini ziyâret edenlere şefâ’at edeceğini bildirdi.
Bunlar gibi, dahâ nice hadîs-i şerîfler, dilediğine şefâ’at etmek için
kendisine izn verilmiş olduğunu göstermekdedir. (Büyük
günâhı olanlara şefâ’at edeceğim) hadîs-i şerîfi, îmânı olan herkese
şefâ’at etmesine izn verileceğini bildiriyor. (Şevâhid-ül-hak)
yüzotuzuncu [130] sahîfesindeki kırk hadîsden onüçüncüsünde, (Kıyâmet günü şefâ’at edeceğim. Yâ Rabbî! Kalbinde hardal
zerresi kadar îmân olanları Cennete koy diyeceğim. Bunlar Cennete girecekler.
Sonra, kalbinde az birşey olanlara, Cennete giriniz diyeceğim) buyuruldu.
Bu hadîs-i şerîfi (Buhârî) bildiriyor. (İstigâse) tevessül demekdir. Ya’nî vesîle etmek,
yardımını, düâsını istemek demekdir. Ondan şefâ’at istemek, Onu vesîle ederek,
Allahü teâlâdan son nefesde îmânla gitmeği düâ etmek demekdir. (Feth-ul-mecîd) kitâbının birçok yerinde, meselâ
üçyüzyirmiüçüncü [323] sahîfesinde, (Gâib kimseden ve ölülerden istigâse etmek,
fâide istemek şirkdir. Allah, müşriklerle harb etmeği emr ediyor) diyor.
Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ
Muhammed, seni ve-
sîle ederek Rabbine teveccüh ediyorum) derdi. Vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în” bu düâyı okurlardı. Taberânînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Çölde yalnız
kalan kimse, birşey gayb ederse, ey Allahın kulları, bana yardım ediniz desin!
Çünki, Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır) buyuruldu.
İbni Hacer-i Mekkî, (Îzâh-ul-menâsik) hâşiyesinde,
bu düâ çok tecribe edilmişdir buyurdu. Ebû Dâvüdün ve başkalarının
bildirdikleri hadîs-i şerîfde, Resûlullah, seferde iken akşam olunca, (Ey Rabbimin yeri! Senin şerrinden Allaha sığınırım) buyurdu.
İhvân-ül-müslimîn denilen mezhebsizlerin reîslerinden Seyyid
Kutb da, Zümer sûresinin üçüncü âyetini tefsîr ederken, (Tevhîd ve ihlâs
sâhibi, Allahdan başka kimseden birşey istemez. Hiçbir mahlûka i’timâd etmez.
İnsanlar, islâmiyyetin bildirdiği tevhîdden ayrıldı. Bugün bütün memleketlerde
Evliyâya ibâdet ediliyor. İslâmiyyetden evvelki arabların meleklere, heykellere
tapındıkları gibi, onlardan şefâ’at istiyorlar. Allahın bildirdiği tevhîdde, ihlâsda, Allah ile kul arasında vâsıta ve
şefâ’at etmek yokdur) diyor. Bu yazıları ile vehhâbî olduğunu i’lân
ediyor.
[Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlara, (Sıfât-i zâtiyye)ye ve (Sıfât-i sübûtiyye)ye (Ülûhiyyet
sıfatları) denir. Bir mahlûka ibâdet etmek, taş, ağaç, güneş,
yıldız, inek, insan, heykel, resm gibi bir mahlûkda, (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanarak, ona itâ’at etmek,
yalvarmak demekdir. Böyle inanmağa (Şirk) ve
inanan kimseye (Müşrik) denir. Bu
şeylere (Şerîk), (Ma’bûd), (Put) denir.
Şimdi hıristiyânların çoğu, Budistler, Berehmenler ve mecûsîler müşrîkdir.
Müslimânlar hiçbir Velîde ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanmaz. Peygamberlerin,
Velîlerin, Allahın sevgili kulları olduklarını bilirler. Ziyâret edenleri, düâ
istiyenleri, Allahü teâlânın, kendilerine haber verdiğine inanırlar. Şefâ’at
etmeleri için, bunlara yalvarırlar.]
3 - Mezârlar üzerine türbe yapmak ve
türbelerde nemâz kılmak ve orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin
rûhlarına sadaka adamak, câiz değil imiş!... Haremeyn
ehâlîsi şimdiye kadar kubbelere, dıvarlara tapınıyor imiş. (Ehl-i sünnet) olan ve (Şî’î) olan müslimânlar bunun için müşrik
oluyormuş. Bunları öldürmek, mallarını yağma etmek halâl imiş. Kesdikleri leş
olurmuş.
Türbelerde nemâz kılmanın câiz olduğu, (Kıyâmet ve âhıret) kitâbımızın üçüncü kısmı olan
(Müslimâna nasîhat)ın ondördüncü
maddesinde uzun yazılıdır. Türbe, oda demekdir. Türbe yasak olsaydı, Eshâb-ı
kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, Resûlullah efendimizi ve hazret-i Ebû
Bekri ve hazret-i Ömeri oda içine defn etmezlerdi. Türbe, ölüye tapınmak için yapılmaz.
Ona sevgi ve saygı göstermek ve okumağa, düâ etmeğe gelenleri yağmurdan,
güneşden korumak için yapılmakdadır. (Mecma’ul-enhür),
ikinci cildin beşyüzelliikinci sahîfesinde diyor ki, (Muhammed bin
Hanefiyye, Abdüllah bin Abbâsı defn edince, kabri üzerine çadır kurdu.
Ziyâretciler, üç gün bu çadırda okudular). Eshâb-ı kirâmın yolunda olan, türbe
yıkmaz, türbe yapar.
(Keşf-ün-nûr)da diyor ki, (Âlimlerin,
Velîlerin kabrleri üzerine türbe yapmak, onları câhillerin hakâretlerinden
korumak içindir. (Câmi’ul-fetâvâ)da ve (Tenvîr)de, kabr üzerine kubbe yapmak mekrûh
değildir diyor. Câhillerin Evliyâyı yaratıcı sanmalarından korkduğumuz için,
türbeleri yıkıyoruz sözü küfrdür. Fir’avn da böyle söylemişdi. Fesâd çıkarıyor
diyerek, Mûsâ aleyhisselâmı öldürmeğe kalkmışdı. Allahü teâlâ Evliyâsını
seviyor. Onların istediklerini yaratıyor. Onlar ise, Allahü teâlâya ve Evliyâ
ve bütün müslimânlara sû’i zan ediyorlar. Müslimânlara sû’i zan etmek harâmdır.
Velî, diri iken de, ölü iken de birşey yaratmaz. Allahü teâlânın yaratmasına
sebeb olur. Evliyânın rûhları, kabrdeki bedenleri ile alâkalıdır. (Künûz)da yazılı, Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Öldükden sonra
da, hayâtda olduğum gibi bilirim), anlarım buyuruldu). Diri veyâ ölü
olan bir Velîden feyz almak, fâidelenmek için, onu sevmek ve hurmet etmek
lâzımdır. Câhil halk, ölüyü toprak altında, hareketsiz görünce, onu kendinden
aşağı sanır. Türbeyi, Sandukayı da her-
kesin
saygı ile ziyâret etdiğini görünce, o da saygılı olur. Ya’nî türbe ölü için
değil, dirilerin, saygılı olup, Velîden istifâde edebilmeleri için
yapılmakdadır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, kabr üzerine, süs için,
övünmek için türbe yapmak harâmdır. Unutulmamak için olursa mekrûhdur. Meyyiti
hırsızdan, hayvandan korumak için ise, mekrûh olmaz. Önceden yapılmış türbeye
defn etmek câizdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” oğlu İbrâhîmin
kabrini bir karış yüksek yapdı ve sıvatdı. Bir gün İbrâhîmin kabri yanından
geçerken, bir yerini açılmış görünce, burasını
kapatdığı (Hülâsa)da yazılıdır. İslâm
âlimlerinin hiçbiri, türbeleri
puta benzetmemiş, en aşırı yazanı, harâm olacağını bildirmişdir. Türbe
ziyâret ederek, Evliyâya tevessül eden müslimânlara, hiçbir âlim sû’î zan
etmemiş, kötülememişdir. (Feth-ul-mecîd) kitâbının
ikiyüzkırkikinci sahîfesinde, (İbni Hacer-i Mekkî, (Zevâcir)
kitâbında, kabrler üzerine kubbeler yapmak büyük günâhdır. Müslimân
meliklerinin, vâlîlerinin, bu kubbeleri yıkmaları vâcibdir. Önce imâm-ı
Şâfi’înin kubbesini yıkmalıdır diyor) yazmakdadır. Hâlbuki, İbni Hacer-i Mekkî
“rahmetullahi aleyh” (Zevâcir) kitâbında,
(Kabrler üzerine kubbe yapmak büyük günâhdır) demiyor. (Umûmî, ya’nî herkesin
gömüldüğü ve vakf kabristânlardaki türbeleri yıkmalıdır. Çünki, yer kaplıyarak,
müslimânların gömülmelerine mâni’ olurlar) buyuruyor. Yoksa, türbe yapmağa,
türbe ziyâretine harâmdır, küfrdür demiyor. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i
şerîflerin ma’nâlarını değişdirmekden hayâ etmiyenlerin, Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarındaki bilgileri de,
değişdirerek, yazarak müslimânları aldatmağa kalkışdıklarının açık bir vesîkası
da, İbni Hacer-i Mekkî hazretlerine yapdıkları bu iftirâdır.
İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh” hazretleri (Fetâvâ-i fıkhiyye)nin yüzyirmibeşinci
sahîfesinde buyuruyor ki, (Peygamberlerin türbelerinde nemâz kılmak sahîhdir.
Mekrûh dahî değildir. Peygamberler, mezârlarında diridirler. Fekat, onların
hayâtları, her bakımdan bizim hayâtımız gibi değildir. Yimeleri, içmeleri,
ibâdet yapmaları lâzım değildir. Meleklerin hayâtına benzer. Lezzet almak için
ibâdet yaparlar. Çünki, kabr hayâtında cenâb-ı Hakkı müşâhedeleri,
dünyâdakinden dahâ mükemmeldir).
Sudândaki islâm âlimlerinden Tâhir Muhammed Süleymân Mâlikî (Zahîretül-fıkhil-kübrâ) kitâbında diyor ki,
(Şeyh Advî, kabrler üzerine türbe yapmak, dört şart ile câiz olur dedi. Kabr
yeri, meyyitin mülkü olmalıdır. Türbede fesâd, bid’at yapılmamalıdır. Türbeler,
zevk ve tefâhur vâsıtası olmamalıdır. Kabrdeki Velîye alâmet niyyeti ile
yapılmalıdır. İbni Teymiyyenin sapık sözlerinin kıymeti yokdur.).
Ehl-i sünnet âlimleri, Vehhâbîleri red için, çok kitâb
yazdı. Bunlardan kırk adedinin ismleri aşağıdadır:
1
- Medîne-i
münevverenin Şâfi’î ulemâsından Muhammed ibni Süleymânın “rahmetullahi aleyh”
çok kıymetli (Fetvâ) kitâbıdır.
2
- Mekke-i
mükerreme Reîs-ül-ulemâsı Ahmed Zeynî Dahlân-ı Şâfi’înin (Eddürerüsseniyye) kitâbı, İstanbulda Belediyye
kütübhânesinde, [1079] numarada mevcûddur. İstanbulda, ofset yolu ile tekrâr
basdırılmışdır.
3
- Mustafâ
Kırîmînin “rahmetullahi aleyh” (Risâlet-üs-sünniyyîn
firreddi alel-mübtedî’în) kitâbı, Belediyye kütübhânesinde, [992]
numarada mevcûddur.
4
- (Müncid) kitâbında, (Hâlidî) kelimesinde yazılı
olan Dâvüd bin Süleymân Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Minhat-ül-vehbiyye) kitâbı, Belediyye kütübhânesinde,
[292] numarada mevcûddur. İstanbulda tekrâr basdırılmışdır.
5
- Muhammed
Ebû Zühre, (Târîh-ul-mezâhib-il-islâmiyye)de,
vehhâbîleri ve bunların bid’at ehli olduklarını uzun bildirmekdedir.
6
- Allâme
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-ül-muhtâr)
hâşiyesinde, üçüncü cild, üçyüzdokuzuncu sahîfede buyuruyor ki:
(Zemânımızdaki mezhebsizler kendilerine müslimân deyip, kendi i’tikâdlarına
inanmıyanlara müşrik,
ya’nî kâfir diyor. Bunun için, Ehl-i sünneti ve
âlimlerini öldürmek sevâbdır diyorlar. 1233 [m. 1818] de, Ehl-i sünnet bunlara
zafer bulup, kahr ve perîşân oldular). Yukarıdaki yazının fotokopisi, (Kitâb-ül-eymân) kitâbı ile İstanbulda neşr
olunmuşdur.
7
- Zebid
müftîsi, Seyyid Abdürrahmân “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki: Ehl-i sünnetden
ayrılanları red ve bozuk olduklarını bildirmek için, şu hadîs-i şerîfi okumak
yetişir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Arabistânın şark tarafından bir kimseler çıkar. Kur’ân-ı
kerîmi okurlar. Fekat, Kur’ân-ı kerîm, bunların buğazlarından aşağıya gitmez.
Ok yaydan çıkar gibi islâmiyyetden çıkarlar. Yüzleri de hep traşlıdır). Çoğunun
en mühim vazîfelerinden biri, başı traş etmekdir. Yanaklarını traş edip, yalnız
çeneleri üzerinde sivri sakal bırakırlar. Bu hadîs-i şerîf, doğru yoldan
çıkdıklarını göstermekdedir.
8
-
Zâhid-ül-Kevserînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Esseyf-üs-sakîl)
kitâbında ve (Makâlât)ında,
İbni Teymiyyenin ve İbni Kayyımın fikrleri îzâh ve red edilmekdedir.
9
- Doksanaltıncı şeyh-ul-islâm seyyid Muhammed Atâullah efendinin
“rahmetullahi teâlâ
aleyh” (Vehhâbîlere reddiyye) kitâbı
meşhûrdur.
10
- (Müslimâna
nasîhat) kitâbı türkcedir. (Feth-ul-mecîd)
kitâbından parçalar alınarak, herbirine, islâm âlimlerinin
kitâblarından cevâblar verilmişdir. İlk baskısı, [m. 1970] de İstanbulda
yapılmışdır. İngilizce tercemesi de basdırılmışdır.
11
- Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Şevâhid-ül-hak) kitâbı, İbni Teymiyyeyi kuvvetli
vesîkalarla çürütmekdedir. Bu kitâbdaki kıymetli yazılardan bir kısmı [m. 1972]
de basılan (Eshâb-ı kirâm) kitâbının
sonunda, (Yûsüf-i Nebhânî) maddesinde
yazılmışdır.
12
- Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Es-sihâm-üs-sâibe) kitâbı da, mezhebsizleri,
âyet-i kerîmelerle isbât ederek red etmekdedir.
13
- Ahmed Dahlân (Hulâsat-ül-kelâm)
ve (El-fütûhât-ül-islâmiyye) kitâblarında,
mezhebsizlerin iftirâlarına vesîkalarla cevâb vermişdir. Birinci kitâbın ikinci
kısmı Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset yolu ile basdırılmışdır.
14
- İmâm-ı Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Şifâ-üs-sikâm) kitâbında, Resûlullahı ve
Evliyâyı ziyâretin ve rûhlarından istigâse etmenin câiz olduğunu isbât
etmekdedir. Mısrda Bulak Matba’asında, 1318 [m. 1900] de basılmışdır.
İstanbulda, ofset yolu ile çeşidli baskıları yapılmışdır.
15
- Abdülvehhâb oğlu Mehmedin kardeşi şeyh
Süleymân, Ehl-i sünnet âlimlerinden idi. Kardeşi Mehmedin yeni bir çığır
açdığını anlayınca, onun kitâblarına reddiyyeler yazdı. Bunlardan (Savâik-ul ilâhiyye fir-redd-i alel-vehhâbiyye) kitâbı
1306 da basılmış ve 1395 [m. 1975] de İstanbulda ofset ile tekrâr basdırılmışdır.
16
- Haleb kâdîsı, Şâfi’î âlimlerinden Muhammed bin
Alî Zemlikânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürret-ül-madıyye
firreddi-alâ-ibni Teymiyye) kitâbında, Peygamberlerin kabrlerinden
istigâse etmenin câiz olduğunu isbât etmekdedir.
17
- Rumeli Kâdî-askeri Ehî-zâde Abdülhalîm bin
Muhammed “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Fî-isbât-il-kerâmâti-lil-Evliyâ hâlelhayât ve ba’delmemât) kitâbında,
Evliyânın öldükden sonra da kerâmet sâhibi olduklarını isbât etmekdedir.
Kendisi, binonüç 1013 [m. 1590] senesinde vefât etmişdir.
18
- Hasen Cân Fârûkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”
(El-akâidüssahîha fî terdîd-il-vehhâbiyye) kitâbı,
arabî olarak, Hindistândaki vehhâbîlerin islâmiyyeti içerden yıkdıklarını isbât
etmekdedir. İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından m. 1994 de ofset baskısı
yapılmışdır.
19
- Büyük âlim ve Veliyyi kâmil seyyid Abdülhakîm
efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh, (Keşkül) kitâbındaki
yazısını şöyle bitirmekdedir: Keşf ve şühûd sâhibi olan milyonlarca âşık,
Fahr-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” ziyâret ederek, Allahü teâlânın
sonsuz ni’metlerine kavuşmuşlardır. İmâm-ül-eimme ve sirâc-
ül-ümme Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit hazretleri ziyâret
ederken, (Ey Seyyidler seyyidi! Senin için geldim. Benden râzı olmanı ricâ
ediyorum. Sana sığınarak korunuyorum!) diyerek başladığı kasîdesi meşhûrdur.
20
- (Sebîl-ün-necât) kitâbı
arabî olarak Hindistândaki vehhâbîlerin bozuk ve sapık inanışlarını
bildirmekde, bunlara vesîkalarla cevâb vermekdedir. İlk olarak 1394 [m. 1974]
de Hindistânda basılmış, İstanbulda ofset yolu ile neşr olunmuşdur.
21
- (El-mesâil-ül-müntehabe)
kitâbı arabî olup, Hindistândaki vehhâbîlerin gençler arasına
yaymağa çalışdıkları inanışları yazmakda, bunları vesîkalarla çürütmekdedir.
İlk olarak 1391 [m. 1971] senesinde Pâkistânda basılmış, sonra İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi) tarafından ofset yolu ile neşr
olunmuşdur.
22
- (El-habl-ül-metîn)
arabî olup, dört mezhebden birini taklîd etmek lâzım olduğunu ve
kerâmeti ve Evliyânın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” rûhlarından istifâde
etmeği bildirmekdedir. İlk olarak Pâkistânda basılmış, İstanbulda ofset baskısı
yapılmışdır.
23
- (Fetâvâ-yül-haremeyn)
kitâbını Hindistânın büyük âlimlerinden Ahmed Rızâ hân Berilevî
“rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. Hindistândaki vehhâbîlere ve bütün
mezhebsizlere vesîkalarla cevâb vermekdedir. Hindistânda Lüknov şehrinde
bulunan (Nudvet-ül’ulemâ) ismindeki
teşkilâtın da islâmiyyete zararlı bir kuruluş olduğunu uzun yazmakdadır. Kitâb
arabî olup, 1317 [m. 1898] senesinde yazılmış, sonra Pâkistânda basılmış,
İstanbulda 1397 [m. 1977] de ofset baskısı yapılmışdır.
24
- (El-medâric-üs-seniyye
firreddi alel-vehhâbiyye-yi Hindiyye) kitâbı, arabî ve urdu dilleri
ile Karaşide yazılmışdır. Hindistândaki vehhâbîlere cevâb vermekdedir.
İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından m. 1994 de basdırılmışdır.
25
- (Tarîk-un-necât) kitâbını
Muhammed Hasen Cân Fârûkî yazmış, m. 1931 de Sind Haydarâbâd şehrinde basılmış,
İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından m. 1994 de ofset baskısı yapılmışdır.
Arabî ve urdu dillerindedir.
26
- Mekke-i mükerreme âlimlerinden Sun’ullah-i
Halebî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Seyfullah alâ
men kezzebe alâ Evliyâillah) kitâbında, Evliyânın “kaddesallahü
teâlâ esrârehümül’azîz” öldükden sonra da kerâmetlere mazhar olduklarını isbât
etmekdedir. Bu kitâbını, hicretin binyüzonyedi [1117] senesinde yazmışdır.
Kerâmetin ve tevessülün câiz olduğu (Fetâvâyı
Hayriyye)de Kerâhet kısmında da yazılıdır.
27
- Şâh Ahmed Sa’îd-i Dehlevî hazretleri (Tahkîk-ul-hakkıl-mübîn) kitâbında, Hindistândaki
vehhâbîlerin kırk bozuk sözüne vesîkalarla cevâb vermekdedir. Kırkıncı
cevâbında buyuruyor ki, Abdül’Azîz-i Dehlevî, Fâtiha tefsîrinde: (Birisinden
yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına
mazhar olduğu düşünülmezse, harâmdır. Eğer yalnız, Allahü teâlâya güvenilip, o
kulun Allahın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın herşeyi sebeb ile
yaratdığı, o kulun da bir sebeb olduğu düşünülürse, câiz olur. Peygamberler ve
Evliyâ da, böyle düşünerek başkasından yardım istemişlerdir. Böyle düşünerek
birisinden yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur) diyor. (Abese) sûresinin tefsîrinde, (Ölüyü yakmak, rûhu
yersiz bırakmak olur. Ölüyü toprağa gömmek
ise, rûh için bir yer belli etmek olur. Bunun içindir ki, gömülmüş olan
Velîlerden ve başka Sâlihlerden fâidelenilmekdedir. Ölülere yardım etmek de
mümkin olmakdadır. Yakılan ölüler için bunlar düşünülemez) diyor. Abdülhak-ı
Dehlevî hazretleri de (Mişkât) tercemesinde
buyuruyor ki, (Peygamberler ve Evliyâ öldükden sonra, bunlardan yardım
istemeğe, meşâyıh-ı ızâm ve fıkh âlimlerinin çoğu câizdir dedi. Keşf ve kemâl
sâhibleri, bunun doğru olduğunu bildirdi. Bunlardan çoğu rûhlardan feyz alarak
yükseldiler. Böyle yükselenlere (Üveysî) dediler.
İmâm-ı Şâfi’î buyuruyor ki, imâm-ı Mûsâ Kâzımın kabri, düâmın kabûl olması için
bana tiryâk gibidir. Bunu çok tecribe etdim. İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki, diri
iken tevessül olunan,
feyz alınan kimseye, öldükden sonra da tevessül olunarak
feyz alınır. Meşâyıh-ı kirâmın büyüklerinden biri diyor ki, diri iken tesarruf
yapdıkları gibi, öldükden sonra da tesarruf, yardım yapan dört büyük Velî
gördüm. Bunlardan ikisi, Ma’rûf-i Kerhî ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir.
Batı âlimlerinin ve Evliyânın büyüklerinden olan Ahmed bin Zerrûk diyor ki,
Ebül’Abbâs-ı Hadremî hazretleri bana sordu ki, diri olan Velî mi, yoksa ölü
olan mı dahâ çok yardım eder? Herkes, diri olan diyor. Ben ise, ölü olan dahâ
çok yardım eder diyorum dedim. Doğru söyliyorsun. Çünki, diri iken, kullar
arasındadır. Öldükden sonra ise, Hakkın huzûrundadır buyurdu. Ahmed bin Ukbe
Ebül’Abbâs Hadremî, Evliyânın büyüklerindendir. (Câmi’u
kerâmât-il-Evliyâ)da Demirdaş isminde hâl tercemesi yazılıdır. İnsan
ölürken rûhunun ölmediğini âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler açıkca
bildiriyor. Rûhun şu’ûr sâhibi olduğu, ziyâret edenleri ve onların yapdıklarını
anladıkları da bildiriliyor. Kâmillerin, Velîlerin “kaddesallahü teâlâ
esrârehümül’azîz” rûhları, diri iken olduğu gibi, öldükden sonra da, yüksek
mertebededirler. Allahü teâlâya ma’nevî olarak yakındırlar. Evliyâda, dünyâda
da, öldükden sonra da kerâmet vardır. Kerâmet sâhibi olan, rûhlardır. Rûh ise,
insanın ölmesi ile ölmez. Kerâmeti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır.
Herşey Onun kudreti ile olmakdadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti
karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçdir. Bunun için, Allahü teâlânın,
dostlarından biri vâsıtası ile, bir kuluna ihsânda bulunması şaşılacak birşey
değildir. Diri olanlar vâsıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes, her
zemân görmekdedir. İnsan diri iken de, ölü
iken de birşey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta, sebeb olmakdadır).
Mevlâna Abdülhakîm-i Siyâlkütî hazretleri, (Zâd-ül-lebîb) kitâbında, Abdülhak-ı Dehlevînin (Eşi’at-ül-leme’ât)ından alarak buyuruyor ki:
(Çok kimse, kabr ehlinden istifâde edildiğine inanmıyor. Kabr ziyâreti, ölülere
okumak, onlara düâ etmek için yapılır diyorlar. Tesavvuf büyükleri ve fıkh
âlimlerinden çoğu ise, kabrdekilerden yardım görüldüğünü bildirdiler. Keşf
sâhibi olan Evliyâ da, bunu sözbirliği ile bildirdiler. Hattâ, bunlardan çoğu,
rûhlardan feyz alarak olgunlaşdıklarını haber vermişlerdir. Bunlara (Üveysî) demişlerdir). Siyâlkütî hazretleri,
bundan sonra buyuruyor ki: (Ölü yardım yapamaz diyenlerin, ne demek
istediklerini anlıyamıyorum. Düâ eden, Allahü teâlâdan istemekdedir. Düâsının
kabûl olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vâsıta yapmakdadır. Yâ Rabbî! Kendisine bol bol ihsânda
bulunduğun bu sevgili kulunun hâtırı ve hürmeti için bana da ver
demekdedir. Yâhud, Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna
seslenerek, (Ey Allahın Velîsi, bana şefâ’at et! Benim için düâ et! Allahü
teâlânın dileğimi ihsân etmesi için vâsıta ol!) demekdedir. Dileği veren ve
kendisinden istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Velî, yalnız vesîledir,
sebebdir. O da fânîdir. Yok olacakdır. Hiçbirşey yapamaz. Tesarrufa, gücü,
kuvveti yokdur. Böyle söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı, Allahdan başkasına
güvenmek olsaydı, diriden de düâ istemek, birşey istemek yasak olurdu. Diriden
düâ istemek, birşey istemek, dînimizde yasak edilmemişdir. Hattâ müstehab
olduğu bildirilmişdir. Her zemân yapılmışdır. Buna inanmıyanlar, öldükden sonra
kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbât etmeleri lâzımdır. Evet,
Evliyânın bir kısmı öldükden sonra, âlem-i kudse yükseltilir. Huzûr-i ilâhîde
herşeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Düâları
duymazlar. Birşeye vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâda olan, diri olan Evliyâ
arasında da böyle meczûblar bulunur. Bir kimse, kerâmete hiç inanmıyor ise, hiç
ehemmiyyeti yokdur. Sözlerini isbât edemez. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve
asrlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkarmakdadır. Bir câhil, bir
ahmak, dileğini Allahü teâlânın kudretinden beklemeyip, Velî yaratır, yapar
derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, cezâ da
yapmalıdır. Bunu ileri sürerek, islâm âlimlerine, âriflere dil uzatılamaz.
Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kabr ziyâret ederken, mevtâya
selâm verirdi. Mevtâdan birşey istemeği yasak etmedi. Ziyâret edenin ve ziyâret
olunanın hâllerine göre, kimine düâ edilir, kiminden yardım
istenir.
Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kabrde diri olduklarını
her müslimân biliyor. Buna karşı kimse birşey diyemiyor. Fekat, Evliyânın
kabrde yardım yapacaklarına, onlardan yardım istenmesine inanmıyanları işitiyoruz).
Abdülhak-ı Dehlevî, (Cezb-ül-kulûb)
kitâbında buyuruyor ki: (İbni Ebî Şeybe haber verdi: Hazret-i Ömer
zemânında Medînede kaht oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevîye gelip, yâ Resûlallah!
Ümmetin için yağmur düâsı yap! Helâk olacağız dedi. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” rü’yâsında görünüp, Ömere git! Yağmur geleceğini müjdele buyurdu.
İbni Cevzî diyor ki, Medînede kaht oldu. Hazret-i Âişeye gelip, yalvardılar.
Resûlullahın türbesinin tavanını deliniz buyurdu. Öyle yapdılar. Çok yağmur
yağdı. Kabr-i şerîf ıslandı). Bu iki haber,
Eshâb-ı kirâm zemânında kabrden yardım istenildiğini gösteriyor. Hattâ,
müctehid olan hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” kabrden yardım istenilmesini emr
buyurmuşdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, kabrinden yardım
istiyene yağmur yağacağını müjdelemişdir. Bunun için, Resûlullahın kabrinden
yardım istemeğe inanmamak, Eshâb-ı kirâmın icmâ’ını inkâr etmek olur. (Hısn-ül-hasîn)de bildirildiği gibi, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hayvanı kaçan
kimse: Ey Allahın kulları! Bana yardım ediniz! Allahü teâlâ da, size merhamet
eylesin desin!) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Korkulu olan yerde, üç kerre: Ey Allahın kulları! Bana
yardım ediniz demeli) buyuruldu. Bu düâ çok tecribe edilmişdir. Bir
hadîs-i şerîfde, (Birşeyden zarar gören, abdest
alıp iki rek’at nemâz kılsın! Sonra; Yâ Rabbî! Senden istiyorum. Senin âlemlere
rahmet olan Peygamberin Muhammed aleyhisselâmı vesîle kılarak sana
yalvarıyorum. Yâ Muhammed! Dileğimi kabûl etmesi için Rabbime seni vesîle ediyorum.
Yâ Rabbî! Onu bana şefâ’atcı et desin) buyuruldu. Her müslimân nemâz
kılarken, (Esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü!) diyerek
Resûlullaha seslenmekdedir. İnanmıyanlara cevâb olarak yalnız bu yetişir. Hem
de, (Râbıta) yapmanın câiz olduğunu
isbât etmekdedir. Evliyâya “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” râbıta yapmak,
iyi göremiyen yaşlı kimsenin gözlük kullanmasına benzer. (Vesîle arayınız!) âyet-i kerîmesi, Allahü teâlâdan feyz alabilmek için
büyük âlim aramak lâzım olduğunu göstermekdedir.
(Tavâli’ ul-envâr) kitâbında diyor ki,
(Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ziyâret ederken, dünyâ
düşüncelerini kalbinden çıkarmalı. Yalnız Resûlullahdan yardım beklemeli. Dünyâ
düşünceleri yardım gelmesine mâni’ olur. Kabrde diri olduğunu, ziyâret edenleri
tanıdığını, dilenilenleri vermeğe Allahü teâlâdan izn verilmiş olduğunu, Allahü
teâlâya ancak Onun vâsıtası ile kavuşulacağını düşünmelidir).
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, (Müsned)
kitâbında, Abdüllah ibni Ömerden haber veriyor ki, (Kabr-i se’âdeti
ziyâret eden, kıble tarafından yaklaşır. Kıbleye arkasını döner. Yüzünü kabre
döner. Sonra, (Esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü ve
rahmetullahi ve berekâtüh) der). Ayakda ziyâret etmenin, oturarak
ziyâretden efdal olduğunu, İbni Hacer-i Mekkî bildiriyor. Hanefî fıkh âlimlerinden,
Rüknüddîn Ebû Bekr Muhammed Kirmânî buyuruyor ki, (Ziyâret ederken, nemâzda
olduğu gibi, sağ el sol elin üstüne konur). Şebekeden dört zrâ’ [iki metre]
kadar uzakda durmak müstehabdır. (Tahkîk-ul-hakkıl
mübîn) kitâbından terceme temâm oldu. Şemsüddîn Muhammed Kirmânî
başka olup, 786 [m. 1384] de vefât etmişdir.
28 - (Feth-ul-mecîd) kitâbının,
66, 107 ve 386. cı sahîfelerinde, her zemân ictihâd yapılmalıdır diyor. 387 ve
390. cı sahîfelerinde, mezheb taklîd edenlerin, mezheblerinin delîllerini bilmeleri
lâzımdır. Bilmezlerse, müşrik olurlar diyor. 432. ci sahîfesinde, câhiller
ictihâd yapamaz diyerek, kendi kendini yalanlıyor. 78, 167, 183, 503 ve 504. cü
sahîfelerinde, meyyitden şefâ’at istiyen müşrik olur diyor. Ölüden kerâmet
olarak fâide beklemek şirkdir diyor. 115, 140, 173, 179 ve 220. ci
sahîfelerinde, müslimânlar Evliyâya tapınıyorlar diyor. 133, 134, 136, 139,
140, 484 ve 485. ci sahîfelerinde, kabrden bereket, fâide beklemek şirkdir
diyor. 143, 146, 191 ve
503.
cü sahîfelerde, meyyitden düâ istemek şirkdir diyor. 169, 179, 416 ve 503. cü
sahîfelerde meyyitde his yokdur, birşey duymaz diyor. 222, 223, 234, 247, 274
ve 486. cı sahîfelerde, Evliyâ kabrini ziyâret edip, fâidelenmek şirk olur
diyor. 181 ve 211. ci sahîfelerinde, şefâ’at istemek, Allaha şerîk yapmakdır
diyor. 258, 259 ve 260. cı sahîfelerde selâm vermek için Resûlullahın (Hucre-i se’âdet)i yanına gelmek yasakdır diyor.
486. cı sahîfede, Eshâb “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullahın
kabrine arka çevirip düâ ederdi diyor.
Bu iftirâlara, Ehl-i sünnet âlimleri, onlardan yüzlerce sene
önce cevâblar vermişlerdir. Bu cevâblar
arasında, Kâdî Iyâd
hazretlerinin (Şifâ)sı,
hadîs âlimi Abdül’azîm-i
Münzirînin (Ettergîb vet-terhîb)i,
Veliyyüddîn-i Tebrîzînin (Mişkat-ül-Mesâbîh)i,
imâm-ı Kastalânînin (Mevâhib-ül-ledünniyye)si,
imâm-ı Süyûtînin (Câmi’us-sagîr)i,
Abdül-Vehhâb-i Şa’rânînin (Elyevâkît-vel-cevâhir)i,
imâm-ı Semhûdînin (Hulâsât-ül-vefâ)sı,
Abdülganî Nablüsînin (Cem’ul-esrâr)ı,
seyyid Ahmed Dahlânın (Takrîb-ül-üsûl)i,
Fahrüddîn-i Râzînin (Metâlib)i, İbni
Hacer-i Mekkînin (Tuhfet-üz-züvvâr)ı,
İbni Hacer-i Askalânînin (Feth-ul-bârî)si,
Şihâbüddîn Haffâcînin (Şerh-ı şifâ)sı,
Allâme Halîl Mâlikînin (Mensek)i,
Muhammed Zerkânî Mâlikînin (Şerh-ul-mevâhib)i,
imâm-ı Münâvînin (Şerh-i şemâil)i,
Mustâfa Şattî Hanbelînin (Nükûl-üş-şer’ıyye
firreddi alelvehhâbiyye)si, Abdüllah Yâfi’înin (Neşr-ul-mehâsin)i, seyyid Mürtedâ Hanefînin (Şerh-ul-ihyâ)sı, Yûsüf Nebhânînin (Se’âdet-i dâreyn)i, imâm-ı Kastalânînin (Mesâlik-ül-hunefâ)sı, imâm-ı Ahmedin (Kitâb-üz-zühd)ü, Ebû Muhammed Halîlin (Hilye-tül-Evliyâ)sı, İbni Cevzînin (Safvet-üs-safve)si, Lâlkâinin (Kerâmet-ül Evliyâ)sı, İbni Hacer-i Mekkînin (Fetâvâ-i hadîsiyye)si, yine onun (El-cevher-ülmünzam)ı, allâme Ebû Abdüllah
Mâlikînin ve Kilâ’înin (Misbâh-uz-zulâm) kitâbları,
Nûreddîn Alî Şâfi’înin (Bugyet-ül-ahkâm)ı,
Yûsüf Nebhânînin (Huccet-ullahi alel-âlemîn)i,
Tâhir Sünbül efendinin (El-intisâr
lil-Evliyâ-il-ebrâr)ı, Nûreddîn Alî Semhûdînin (Cevâhir-ül-akdeyn)i, Hasen Advî Mısrînin (Nefehât-i Şâziliyye)si, Abdülvehhâb-i Şa’rânînin
(Ecvibet-ül-merdıyye)si, yine onun (Bahr-ül-mevrûd)u, Mustafâ Bekrînin (Ber’ül-eskâm)ı, yine onun (Lem’u-berk-ıl-makâmât)ı, Abdülganî Nablüsînin (Keşf-ün-nûr)u, Ahmed Zerrûk Mâlikînin (Şerh-i Hızb-il bahr)i, allâme seyyid Alevînin (Cilâ-üz-zulâm firreddi alen Necdillezîedallel-avâm)ı
ve Fadl-ı Resûl Bedâyînin (Seyf-ül-Cebbâr)ı
ve Eyyûb Sabri pâşanın 1296 [m. 1878] İstanbul baskılı türkçe (Târîh-i Vehhâbiyyân) kitâbı ilm adamları
arasında şöhret bulmuşlardır .
Bir mezâr ziyâret edilince, kabrdekinin rûhu, gelenin
rûhuna, ayna gibi aks eder. Gelenin rûhu, dahâ üstün ise, kalbi sıkılır,
râhatsız olur, zarar eder. Bunun için, islâmiyyetin başlangıcında, kabr
ziyâreti yasak edilmişdi. Sonradan, müslimânlar da ölünce, bunları ziyârete
müsâ’ade olundu. (Kabrimi ziyâret eden, beni diri
iken ziyâret etmiş gibi olur) hadîsi, Hucre-i se’âdeti ziyâret
ederek fâidelenmeği emr buyurmakdadır. Onu diri iken ziyâret eden, çok
fâidelenerek ayrılırdı. Mubârek kabrini ziyâret edenlerin de, böyle
ayrılacaklarını, bu hadîs-i şerîf bildiriyor.
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî,
Muhyiddîn-i Arabî, Takıyyüddîn-i Alî Sübkî, Ahmed ibni Hacer-i Mekkî ve
Abdülganî Nablüsî “rahimehümullah”, Evliyânın kabrlerini ziyâret edip, onlara
tevessül ederek, Allahü teâlâdan afv ve merhamet istemek câiz olduğunu
vesîkalarla isbât etmişlerdir. Yûsüf Nebhânî hazretleri (Şevâhid-ül-hak) kitâbında, o yüksek âlimlerin
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarından uzun yazılar ve vesîkalar
alarak Hindistândaki vehhâbîleri rezîl etmekdedir. Bu arabî kitâbdan elli
sahîfesi, (Ulemâ-ül-müslimîn) kitâbında
1393 [m. 1972] de basdırılmışdır. Bir kısmının türkceye tercemesi de (Fâideli Bilgiler) kitâbının (Doğru Söze İnan, Bölücüye Aldanma) kısmına
eklenmişdir. Okuyan akllı gençler, kimlerin dalâlet yolunda, olduklarını
anlarlar.
(Reşehât) kitâbında Alâüddîn-i
Attâr “kuddise sirruh” hazretleri buyuruyor ki, (Evliyânın “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” mezârlarını ziyâret eden, kabr
deki
zâtın büyüklüğünü ne kadar anlamış ise ve o Velîye ne düşünce ile teveccüh
etmiş, ya’nî kalbini Ona bağlamış ise, Ondan o kadar feyz alabilir. Kabr
ziyâretinin fâidesi çok olmakla berâber, Evliyânın rûhlarına teveccüh edebilen
kimse için, uzaklık zarar vermez. Behâüddîn-i Buhârî, Hak teâlâya [teveccüh
edebilenlerin doğruca Ona] teveccüh etmelerini emr buyururdu. Evliyânın
kabrlerini ziyâret, Hak teâlâya teveccüh için olmalıdır. O Velînin rûhunu,
Hakka tam teveccüh edebilmek için vesîle yapmalıdır. İnsanlara tevâdu’ ederken,
Hakka teveccüh etmek lâzımdır. Çünki, insanlara tevâzu’, Allah için olursa,
makbûl olur).
Doğrudan doğruya Allahü teâlâya teveccüh ederek, her ân
nâzil olan feyz-i ilâhîden nasîb alabilmek için, kalbin gafletden uyanık, dünyâ
düşüncelerinden ârî olması lâzımdır. Böyle olmıyan ve küfr, bid’at ve günâh
zulmetleri ile kararmış olan kalbler, Allahü teâlâya teveccüh edemez. Feyz-i
ilâhîye kavuşamaz. Bunların, (Lâyese’unî...) hadîs-i
şerîfine uyarak, Allahü teâlânın feyzlerine kavuşmuş olan kâmil ve mükemmil,
ya’nî Resûlullahın vârisi olan hakîkî rehber bularak, yanında edeble
oturmaları, onun kalbine gelen ilâhî feyzlerden almağa çalışmaları lâzımdır.
Hakîkî rehber bulunmadığı zemânda, kendinden haberi olmıyan ve îmân ve küfrü
birbirinden ayıramıyan tarîkatcılara, taklîdci şeyhlere aldanmamalıdır.
Abdüllah-ı Dehlevî hazretleri sekizinci mektûbunda, (Bu
fakîrin rûhâniyyetine teveccüh ediniz! Yâhud, mirzâ Mazher-i Cân-ı Cânânın
mezârına gidip, onun rûhâniyyetine teveccüh ediniz! Ona teveccüh edince, Allahü
teâlânın feyzlerine kavuşulur. O, zemânımızdaki binlerce diriden dahâ
fâidelidir) buyurmakdadır. (Makâmat-i Mazheriyye) 58.
sahîfesinde buyuruyor ki, (Evliyâ mezârlarını ziyâret ederek, feyz vermeleri
için yalvar! Fâtiha ve Salevât okuyup, sevâblarını mubârek rûhlarına
göndererek, onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için vesîle yap ki, zâhir
ve bâtın se’âdetlerine bu vesîle ile kavuşulur. Fekat, kalbi tasfiye etmeden,
Evliyâ kalblerinden feyz almak güçdür. Bunun için, hâce Behâüddîn “kaddesallahü
teâlâ sirrehül’azîz” evvelâ, Evliyânın kalblerinden feyz almağı nasîb etmesini
Allahü teâlâdan istemek, dahâ iyidir, demişdir).
Vehhâbîler ve bunların aldatdıkları ba’zı din adamları,
mevlid okumağa günâh diyor. Böyle inanmaları ve söylemeleri ile, kendileri
büyük günâha giriyorlar. Ahmed Sa’îd-i Fârûkî hazretleri, bunlara vesîkalarla
cevâb olarak bir kitâb yazdığı gibi, (Mektûbât-i
Ahmediyye)sinin otuzyedinci mektûbunda ve Yûsüf-i Nebhânî
“kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Huccet-ullahi
alel’âlemîn fî mu’cizât’i Seyyid-il-Mürselîn) kitâbının ikiyüzotuzüçüncü sahîfesinden başlıyarak ve (El-besâir li-münkirit-tevessül-i bi’ehl-il-mekâbir) kitâbının sonunda ve (En-ni’met-ül kübrâ alel-âlem fî-mevlid-i seyyid-i veled-i
Âdem) kitâbında mevlid okumanın meşrû ve çok sevâb olduğunu isbât
etmekdedirler. Bu üç kitâb ve aşağıdaki dört kitâb, İstanbulda basdırılmışdır.
Mevlid okutmağa mâni’ olmamalı, tegannî ile okumağa ve kadınların erkeklere
görünerek dinlemelerine mâni’ olmalıdır.
29
- Şâm âlimlerinden Ebû Hâmid bin Merzûkun
“kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (Ette’akkub-ül-müfîd)
kitâbında ve iki cild (El-berâet-ül-eş’ariyyîn)
kitâbından özetlenen (Et-tevessül-ü bin
Nebî ve bis-Sâlihîn) kitâbında İbni Teymiyyeye ve İbni Kayyıma ve
Abdülvehhâb oğluna cevâb verilmekdedir.
30
- Bağdâd âlimlerinden Cemîl Sıdkî efendinin (El-fecr-üs-sâdık fir-redd-i alel-münkiri-t-tevessül-i
vel-havârik) kitâbı vehhâbîleri rezîl etmekdedir.
31
- Tayland âlimlerinden Mustafâ bin İbrâhîm
Siyâmî hazretlerinin (Nûrul-yakîn) kitâbı,
1345 de basılmış, 1396 [m. 1976] da İstanbulda ofset yolu ile tekrâr
basdırılmışdır. Taylanddaki vehhâbîlere vesîkalarla cevâb vermekdedir.
32
-Hindistân âlimlerinden Muhammed Abdürrahmân
Silhetî (Seyf-ül ebrâr-il-meslûl...) kitâbında
hindistândaki vehhâbîlerin sapık olduklarını bildiriyor.
33 - Hindistân
âlimlerinden müftî Mahmûd Sâhib (Reddi vehhâbî-yi
Hindî) kitâbında vehhâbîlere cevâb vermekde, Ehl-i sünnet yolunu
bildirmekdedir.
34 - Hindistânın Kerala eyâletinde Calicut şehrinde (Fârûk Collège) profesörlerinden mevlânâ Muhammed
Kutty “rahmetullahi teâlâ aleyh” Maleyalam dilindeki üç cild, (Kitâb-üs-sünnî) kitâbında vehhâbîlere cevâb
vermişdir.
35 - Dârendeli Muhammed
Hilmi Efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mîzân-üş-şerî’a
Burhân-üt-tarîka) kitâbında, ba’zı kimselerin tesavvuf âlimlerine
yapdıkları hücûmları yazmakda, çok kıymetli cevâblar vermekdedir. Kitâb türkçe
ve yazmadır. İstanbulda Gümüşhâneli Ziyâüddîn efendiden, sonra Sivâsda Hâcı
Ahmed efendiden
feyz almışdır. Ahmed efendi, küçük Âşık efendinin, bu da Hâlid-i Bağdâdînin
halîfesidir. 1334 [m. 1916] de, Mer’aşda vefât etmişdir. Halîfeleri,
bilhâssa oğulları Bahrî ve Abdurrahmân ve dâmâdı Vehbî ve bu kitâbın kâtibi
Berberzâde Muhammed Nef’î efendiler, milleti irşâda devâm etmişlerdir.
36
-
Afrikadaki Mali hükûmetinin Koutiala şehrindeki (Medreset-ül-irfân)
kolejinin müdîri Mâlik Beh, (El-hakâik-ul-islâmiyye)
kitâbında,vehhâbîlerin, çok zararlı bölücülük yapdıklarını
bildirmekde, bunlara nasîhat vermekdedir.
37
- Suriyede Hamâda Sultân Câmi’i hatîb ve müderrisi allâme Muhammed
Hâmid, (Lüzûm-ü ittibâ’ı mezâhib-il-eimme) kitâbında, hanefî
mezhebini uzun anlatmakda ve dört mezhebden birine tâbi’ olmanın vâcib olduğunu
isbât etmekdedir. Kitâb 1388 [m. 1968] de yazılmış, 1984 de, İstanbulda (Miftâh-ul-felâh) kitâbının sonunda ofset baskısı
yapılmışdır.
38
- Ahmed
Hamevî hanefînin (Nefehât-ül-kurb vel-ittisâl
bi-isbât-it-tesarrufi li-Evliyâ-illâhi teâlâ vel-kerâmeti ba’del-intikal) kitâbı
meşhûrdur.
39
- Afrikada
Gana devleti âlimlerinden Medrese-i vataniyye müdîri Ahmed Bâbe, (Seyf-ül-Hak) kitâbında, vehhâbîlere, vesîkalarla
cevâb vermekdedir.
40
-
İngilizler, islâmiyyeti imhâ etmek, içerden yıkmak için, misyoner teşkilâtı kurdular.
Bu misyonerler, kitâblar yazarak, islâmiyyete ve islâm âlimlerine âdî, alçak yazılarla
saldırdılar. Kitâblarının üzerine, satın aldıkları din adamlarının ismlerini koyarak,
islâm memleketlerine, parasız yaydılar. Ehl-i sünnet âlimleri, bu alçak
iftirâlara cevâblar yazarak, ingiliz siyâsetini hezîmete uğratdılar. Bu
cevâblardan, (Misbâh-ul- enâm ve cilâ-ül-zulâm) kitâbını
Habîb Alevî bin Alevî Haddâd yazmışdır. 1216 da yazılmış, 1325 de İstanbulda
basılmışdır. Kenârında Ahmed bin Zeynî Dahlânın (Cevâzüt-tevessül)
kitâbı vardır. 1416 [m. 1995] de, Hakîkat kitâbevi tarafından ikinci
baskısı yapılarak, bütün dünyâya gönderilmekdedir.
[(1381) de İstanbuldan hacca giden bir müslimân, Hucre-i
se’âdet önünde (Yâ Resûlallah, günâhım çok. Bana şefâ’at eyle!) diye düâ
ederken, Afrikalı bir vehhâbî gelip, (O ölüdür, birşey duymaz) gibi şeyler
söyler, yakasından çeker. Bu sünnî müslimân da, Bekara
sûresinde, (Allah
yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz! Onlar diridir. Fekat, siz bunu
anlamıyorsunuz) meâlindeki, yüzellidördüncü âyet-i kerîmeyi okur. İnsanların en
üstününe sen nasıl ölüdür diyorsun der.]
İlk olarak 1205 [m. 1791] de, Vehhâbîler ile Mekkeliler
arasında ihtilâf oldu.
Bu senelerde, Osmânlı devleti, hâricî düşmanlarla muhârebede
idi. Dâhilde de karışıklık vardı. [Şöyle ki, Fransa ile senelerden beri dost
iken, Napolyon Bonapart, 1213 [1799] de Mısra ellibin askerle saldırdı.
Denizden ve karadan muhârebelerle [1216] da, Mısr düşmandan temizlendi. [1221]
de, Rusya, hudûdumuza saldırıp, harb i’lân edildi. İngiliz donanması
Çanakkaleden girip, Yedikuleye kadar geldi. Başda pâdişâh üçüncü Selîm hân
olmak üzere, bütün me’mûr, asker ve halk, büyük gayretle üç günde, sâhillere
binden fazla top yerleşdirip, donanmayı, harb olmadan, kaçırdı. Rusya sulh
istedi ise de, [1224] de tekrâr hücûm ederek Tunayı geçdi. Uzun muhârebelerden
sonra, [1227] de Bükreş Muahedesi yapıldı. Dâhilde ise, yeryer dinsizler
türeyip, halka zulm ediyor ve devleti dinlemiyorlardı. O zemân, halîfe olan
üçüncü Selîm hân, bir yandan ta’lîmli asker yetişdiriyor, bir yandan da, top
fabrikası yapdırıp çalışdırıyordu. Ta’lîmli yeni askeri gören yeni-çeri
lerden,
Karadeniz buğazı tabyalarında bulunanlar, Kabakcı Mustafâ kumandasında ısyân
etdi. Pâdişâh, müslimân kanı dökülmesini istemedi. Bütün ilerlemeler durdu.
Selîm hânı şehîd etdiler. İkinci Mahmûd hân-ı Adlî, evvelâ dinsizleri terbiye
ve itâ’ate getirdi. [1227] de Rusya ile sulh yapdı.]
[1226] da Mısr
vâlîsine fermân buyurularak,
Mehmed Alî pâşa,
müslimânlar arasındaki bölücülüğü önlemek için, oğlu Tosun pâşayı Hicâza
gönderdi ise de, sulh ve sükûnu temîn edemedi. Madde başından buraya kadar
yazılanların çoğunu (Hülâsat-ül-Kelâm) ve
(Mir’ât-ül-Haremeyn) kitâblarından
aldım. Kendimin bir fikri katılmamışdır. Bu yazıların vesîkalarını arzû eden,
mezkûr iki kitâbı ve (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının
(Müslimâna nasîhat) kısmını mütâle’a
buyursun!
Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevvere, Osmânlılar
tarafından adâlet ve hurmet ile idâre edilip, milyonlar sarf edilerek, mukaddes
makâmlar ta’mîr ve tezyîn edildi. Haremeynin mubârek ehâlîsi, râhat ve refâh
içinde yaşadı. Bu se’âdet zemânı, birinci cihân harbine kadar devâm etdi.
Birinci cihân harbi [1332 (m. 1914)-1336 (m. 1918)]
sonunda, islâm ittihâdını parçalamak arzûsuna kavuşan düşmanlar, Mekke emîri olan
şerîf Hüseyn bin Alîyi ve ileri gelenleri, Hicâzdan çıkardılar. Bütün dünyâya
da, kaçdı diye bildirdiler. Necdde yaşıyan Abdül’azîz bin Sü’ûd, 1344 [m. 1926]
senesinde Mekkeye gelerek yeni bir hükûmet kurdu.
Osmânlılar devrinde, vehhâbîlik ingiliz câsûsları ve
paraları vâsıtası ile, Hindistâna ve Afrikaya yayıldı. Bağdâdda, şî’îlik
yerleşdiği gibi, Mısr din adamları da vehhâbîliğe kaymağa başladı. Çok okumuş,
çok kitâblar yazmış olan Mısrlı Muhammed Abduh, masonların, islâmiyyeti yok
etmek için girişdikleri savaşda, en te’sîrli silâhları olan (İslâm
memleketlerine asrîlik, modern ismi altında, dinsizlik sokmak) propagandalarına
aldanarak, Ehl-i sünnet vel-cemâ’ati temâmen bırakdı. Âyet-i kerîmelere ve
hadîs-i şerîflere kendi aklı ile, garblılaşmağa uyacak ma’nâlar vererek,
Selef-i sâlihînin yolundan ayrıldı. Kitâblarının bir kısmı, o yolda olanlar tarafından
türkçeye çevrilmiş, büyük islâm âlimi(!) Abdühün eserleri diye, gençliğin önüne
sürülmüşdür. Abdühün ve Cemâleddîn-i Efgânînin mason oldukları, kitâbımızın
sonundaki, Abdüh kelimesinde yazılıdır. Muhammed Arabînin Mekkede basılan (İfâdet-ül-ahyâr) kitâbında ve şeyh-ul-islâm
Mustafâ Sabri efendinin (Mevkıf-ül-akl vel-ilm
vel-âlem) kitâbında ve Câmi’ul-ezher medresesi yüksek ilm kurulu
üyesi Yûsüf-i Decvînin [1966] da Mısrda çıkan (Câmi’ul-ezher
Mecellesi)ndeki yazılarında, bunların islâmiyyete uymıyan fikrleri,
kuvvetli delîllerle red edilmekdedir. Vaktiyle ibni Teymiyye de, ilminin
çokluğuna aldanarak, dalâlete düşmüşdü. Fekat bu kadar taşkınlık yapmamışdı.
Hakîkî din adamının, Ehl-i sünnet âlimlerinin ve mezheb
imâmlarımızın verdikleri ma’nâları ve çıkardıkları hükmleri yazması ve onları
değişdirmeden söylemesi, milletin ve gençliğin kafasında, Ehl-i sünnet
âlimlerinin ismlerini ve büyüklüklerini yerleşdirmesi lâzımdır. Seyyid Kutb
denilen kimse de, eğer islâm âlimlerinin tefsîrlerini, meselâ, tefsîrde ve
fıkhda ihtisâs kazanmış ve tesavvufda (Ma’rifet-ullah)
ile şereflenmiş olan, Ehl-i sünnetin gözbebeği Senâullah-i Dehlevî
hazretlerinin (Tefsîr-i Mazherî)sini
okumuş olsaydı, islâm âlimlerinin yüceliğini anlar, haddini bilerek, derme
çatma yazılarını tefsîr diye ortaya koymağa belki sıkılırdı. (Berîka)da, dil âfetlerinin ellincisinde, (Tefsîr
yazanın onbeş ilmde mâhir olması lâzımdır) diyor. Bunları bilmiyenlerin hadîs
ve tefsîr okumağa kalkışması, mi’de hastasının, kuvvetlenmek için, baklava,
börek yimesine benzer. Hâlbuki, bu hastanın, önce perhîz yapması, sonra,
kuvvetli yimeğe başlaması lâzımdır. İşte, bizim gibi, ana ilmleri okumayanlar,
din öğrenmek için, Kur’ân tercemesi, tefsîr, hadîs okumağa kalkışırsak, bunları
kavrayamayız. Yanlış anlıyarak, dînimizi, îmânımızı da gayb ederiz. Ana
yuvasından almış olduğu ve senelerce, titizlikle sakladığı kıymetli îmânını
gayb eden birkaç ilerici kimse ile karşılaşdım. Bunların irtidâdına sebeb olan,
zihnlerindeki şübhenin nasıl meydâna geldiğini sordum. Elmalı tefsîrini
okuyunca, böyle olduğunu an-
ladım
dediler. Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, (Makâmât)ın
yüzüncü sahîfesinde, bir halîfesinin tefsîr yazmasına mâni’ olduğunu
yazmakdadır. Görülüyor ki, uydurma, anlamadan yazılan tefsîrleri ve tercemeleri
bir yana bırakalım, meşhûr tefsîrler bile, ehlinden
başkasına zararlı oluyor. Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini anlıyabilmek için, seksen
din bilgisini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu ilmleri bilmeden tefsîr, hadîs
okumağa kalkışan, îmânını gayb edebilir. (Berîka) kitâbının
binikiyüzdoksanyedinci sahîfesinde, (Tefsîr kitâblarına tâbi’ olmamız emr
olunmadı. Fıkh âlimlerine tâbi’ olmamız emr olundu) buyurmakdadır. İkinci
kısmda, 46. cı ve üçüncü kısmda, 22. ci maddelere bakınız! (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde diyor ki,
(Kelâm ve fıkh âlimlerimiz, tefsîrden, hadîsden anladıklarını, bizim gibi din
câhillerine, açık, kolay öğretmek için, binlerce (Fıkh)
ve (İlm-i hâl) kitâbı
yazmışlardır. İslâmiyyeti doğru öğrenmek için, o fıkh ve ilm-i hâl kitâblarını
okumakdan başka çâre yokdur).
Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim,
veliy-yi-kâmil, seyyid Abdülhakîm efendi “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Hanefî
mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkh kitâbı, İbni Âbidînin (Dürr-ül-muhtâr hâşiyesi)dir. Şâfi’îde (Tuhfet-ül-muhtâc) kitâbıdır. En mükemmel, en
kıymetli tesavvuf kitâbı, İmâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ı
ve en kıymetli ilmihâl de, Kâdî-zâdenin (Birgivî
va#sıyyetnâmesi) şerhidir. (Dürr-ül-muhtâr)
kitâbı, Şemsüddîn Timûrtâşînin (Tenvîr-ül-ebsâr)
kitâbının şerhidir.)
Pâkistândaki vehhâbîlerden bir kısmı,
müslimânları aldatmak için (Biz Ehl-i sünnetiz. Hanbelî mezhebindeniz) diyorlar. Hâlbuki,
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından işlerine gelenleri alıyorlar, işlerine
gelmiyenleri, inanışlarına uymıyanları örtbas ediyorlar. Ehl-i sünnet
âlimlerinin âyet-i kerîmelere vermiş oldukları doğru ma’nâları değişdiriyorlar.
Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerîmelere, kendi anlayışlarına, düşünüşlerine
göre ma’nâ vermedi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” âyetlerden anlayıp
bildirdiklerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Bu öğrendikleri ma’nâları
kitâblarına yazdılar. Bunlar ise, Resûlullahdan gelen bu ma’nâları
beğenmiyorlar. Kendi kafaları ile, âyet-i kerîmelere ma’nâlar veriyorlar. Bu
yazılarını, Ehl-i sünnet bilgisi olarak tanıtıyorlar. Din bilgilerinden, fen ve
ahlâk bilgilerinden ve mantık kurallarından haberleri olmadığı için, Kur’ân-ı
kerîmin ulvî ve kudsî inceliklerini anlıyamıyorlar. Bunları anlayıp haber veren
hadîs-i şerîflere, mevdû’dur, uydurmadır diyorlar. Hadîs-i şerîfleri, kendi
anladıklarından üstün tutan Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmiyor, müslimânları
bunlardan uzaklaşdırıp, dinde reform dedikleri, uydurma yola sokmağa
uğraşıyorlar. İslâm âlimleri, vehhâbî imâmların arkasında nemâz kılınmıyacağını
bildiren fetvâlar verdiler. Bu fetvâlardan biri, (Hulâsat-ül-kelâm)
kitâbının sonunda mevcûddur.
Muhammed Zihnî efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Ni’met-i islâm) kitâbı, nikâh kısmı,
otuzdokuzuncu sahîfesinde diyor ki: (Nikâh ile alması harâm olan yirmibeş kadından
birisi de (Veseniyye), ya’nî puta tapan
kadınlardır. Güneşe ve yıldızlara ve resmlere, heykellere tapınanlar ve (Mu’attala) ve (Bâtıniyye)
ve (İbâhiyye)den olanlar ve (Zındık)lar, ya’nî koyu müslimân görünüp, küfre
sebeb olan şeyleri îmânın şartı diyenler, hep puta tapanlardandır (Fetâvâ-i Hindiyye). Bâtıniyye ki, bunlara (İsmâ’îliyye) ve (İbâhiyye)
de denir. Bunlar, son zemânlarda, (Vehhâbî)
ismini almışlardır ve din ismi altında müslimânlara hıyânet,
düşmanlık eden dinsizlerdir). (Vesen), kendisinde
(Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanılan,
bunun için ta’zîm edilen resm veyâ heykeldir. Bu yazı, vehhâbîler arasına
zındıkların karışmış olduğunu, bunların ise kâfir olduklarını gösteriyor.
Memleketimizde din bilgisi az olan kimseler, İbni
Teymiyyenin, Mehmed Abdühün, Mevdûdînin, Seyyid Kutbun, Nobel mükâfâtı almış
olan Abdüsselâmın, Ahmed Didadın ve Hamîdullahın kitâblarından yapılan
tercemeleri okuyarak zehrleniyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmi
ve hadîs-i şerîfleri anlıyamadıklarını sanıyorlar. Bu kitâblardaki yaldızlı,
nefs-i emmâreyi harekete getiren taşkın yazıların sâhiblerini, Ehl-i sünnet
âlimlerinden, hattâ Eshâb-ı kirâmdan “aley-
himürrıdvân”
dahâ yüksek görüyorlar. İslâmiyyetde, bu büyük yarayı açan, bilhâssa İbni Hazm,
İbni Kayyım-i Cevziyye ve felesof
İbnür-Rüşddür. Her üçü de, İbni Teymiyye gibi âlimdir ve yüzlerle kitâbları
vardır. Ehl-i sünnet âlimleri, bunlara değerli cevâblar yazmış,
yanlışlarını ortaya koymuşlardır. Fekat ilmi az olanlar ve Ehl-i sünnet
âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış olanlar, onların kitâblarına aldanmakda,
doğru yoldan çıkmakdadır.
Bunlara aldananlar, kendilerini haklı göstermek ve
başkalarını da aldatabilmek için, (Osmânlı âlimleri, siyâsî düşmanlığı, dinde
ayrılığa çevirdiler) diyorlar. Bu sözleri iki yönden bozukdur: Adı geçen
mezhebsizler vehhâbî değildir. Vehhâbîlik ortaya çıkar çıkmaz, Ehl-i sünnet
âlimleri, emr-i ma’rûfa başladı. Bunların yanlış yolda olduğunu yazdılar. Doğru
yola çağırdılar. Bunların yaldızlı kitâblarına aldanan câhiller barbarlığa
başladı. İslâm şehrlerine saldırdı. Osmânlı devleti, bundan sonra işe karışdı.
Ehl-i sünnet âlimleri, kitâblarını yazarken vehhâbîlik yokdu ki, âlimler için,
dîni siyâsete karışdırdılar denilebilsin. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîlik
ortaya çıkmasından yüzlerce sene önce, müslimânlar arasında bir fitne zuhûr
edeceğini firâset ile anlamış gibi, sapık fikrleri yazmışlar ve âyet-i
kerîmelerle çürütmüşlerdi. Sayıları pekçok olan bu kıymetli kitâblardan, büyük
âlim Celâleddîn-i Süyûtînin (Tenvîr-ül-halek fî
imkân-ı rü’yetin-Nebî cihâren vel-melek) ve (Tenbîh-ul-gabî bitebriet-i İbni-il-Arabî) kitâbları
ile Abdülganî Nablüsînin (Keşf-ün-nûr an
eshâb-il-kubûr) kitâbları meşhûrdur. Bu üç arabî kitâb, (El-minha-tül-vehbiyye) kitâbının ikinci
baskısına eklenerek Hakîkat Kitâbevi tarafından neşr edilmişdir. Bunları
okuyanlar, sapıkların, islâmiyyeti yıkmak yolunda olduklarını iyi anlarlar. (Redd-ül-muhtâr), üçüncü cild,
ikiyüzdoksanaltıncı ve üçyüzdokuzuncu
sahîfelerinde diyor ki, (Ma’nâları açık ve kat’î olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i
şerîflere, te’vîl etse dahî, yanlış ma’nâ vererek ve ma’nâları açıkca
anlaşılmıyanları te’vîl etmeden yanlış ma’nâ vererek dinden çıkana, ya’nî îmânı
bozuk olana (Mülhid) denir. Mülhid,
kendini müslimân sanır. Hiçbir dinde olmayıp da, dinsiz düşüncelerini
müslimânlık imiş gibi, fâsid, bozuk delîller ile isbâta kalkışarak,
müslimânların îmânlarını bozmak istiyene (Zındık) denir).
Mülhid ve zındık, müslimân görünerek, islâmiyyeti yıkmağa çalışmakdadır.
Vehhâbîler gibi, açıkca anlaşılamıyan delîlleri te’vîl ederek Ehl-i sünnetden
ayrılan da, mülhid veyâ bid’at sâhibi olur.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
için, devlet düşmanlığını din düşmanlığı şekline sokdular demek, islâm
âlimlerini tanımamak, hattâ müslimânlığı lekelemek olur. Dîni dünyâya âlet
etmek, islâmiyyetin en çok kötülediği bir suçdur. Her memleketdeki islâm
âlimlerini böyle ağır suçlamak, islâmiyyeti kötülemeğe, yıkmağa kalkışmak olur.
Ehl-i sünnet âlimleri, hiçbir zemân siyâsete karışmamış, hiçbir müslimânı
kötülememişdir.
Mülhidlere, zındıklara aldananlardan, Anadoluda hatîb hoca
denilen biri, kitâbında, (Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i şerîfler sayılıdır.
İnsanların önüne çıkan hâdiseler ise sonsuzdur denilerek, kıyâs ile birçok şey
ilâve edilmişdir. Bu yanlışdır. Kıyâs ve ictihâd yokdur) diyor. Böylece,
yüzbinlerle Ehl-i sünnet âlimine iftirâ ediyor. Çünki, kıyâs ve ictihâd, bu
hocanın sandığı gibi, kitâba, hadîs-i şerîflere birşey eklemek değil, Kur’ân-ı
kerîmin ve hadîs-i şerîflerin, derin örtülü ma’nâlarını meydâna çıkarmakdır.
Eshâb-ı kirâmın da kıyâs yapdıkları, onların da ayrı mezhebleri bulunduğu
aşağıda bildirilmekdedir. (Beydâvî) tefsîrinde
kıyâs ve icmâ’ın, Âl-i İmrân sûresinin 108. ci âyetinde emr edildiği yazılıdır.
Başka bir sahîfede, (Dinde gizli birşey yokdur, herşey
söylenmişdir) diyor. Bir sahîfe sonra da (Kitâb ile sünnetin bildirmediği
herşey mubâhdır) diyerek herşeyin bildirilmediğini söylüyor. Yazıları birbirini
tutmuyor. Diğer bir sahîfede, (Kıyâs ile, din artdırılıyor, şiddetlendiriliyor.
Birçok mubâhlar harâm ediliyor) diyerek iftirâ ediyor. Bunun cevâbı, birinci
kısm, yirmialtıncı maddede yazılıdır.
Bu din adamı, yine, (Kıyâs yüzünden, islâm dîninde hiçbir
mes’elede ittifâk kal-
mamış,
ihtilâflar çoğalmış) diyor. Hâlbuki, zarûrî olarak ve icmâ’ ile bilinen
inanılacak şeylerde, i’tikâd mes’elelerinde kıyâs yokdur. Böyle bilgilerde
ictihâd edip yanılan kâfir olur. Zarûrî olarak ve icmâ’ ile bildirilmemiş olan
îmân bilgilerinde ictihâd edip de yanılan, kâfir olmaz ise de, bid’at sâhibi
olur. Sapık müslimân olur. Yapılacak işlerin, Kitâb ve sünnetde açık
bildirilenlerinde de kıyâs olmaz. Buralarda ayrılık yapan, bu hoca gibi Ehl-i
sünnetden ayrılanlardır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında insanlar
üçe ayrıldı: İnanmayıp Resûlullaha karşı gelenler (Kâfir)
oldu. İnanmayıp inanmış gibi görünenlere (Münâfık)
denildi. İnananlara (Eshâb) denildi.
Eshâb-ı kirâmın inanışları hep aynı idi. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde
açıkca bildirilmiş işleri yapmakda da, birbirlerine uygun idiler. Kur’ân-ı
kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş birşeye inanmağı dînimiz emr
etmemişdir. Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara
inanılır.
Açıkca emr veyâ yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir.
Böyle işleri yapıp yapmamakda, açıkca bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü
teâlâ, derin âlimlere emr etmekdedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere (Müctehid) denir. Bu benzetmek işine, (İctihâd) denir. Bir müctehidin ictihâd ederek
elde etdiği bilgilerin hepsine, o müctehidin (Mezheb)i
denir. Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyyet
bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zemânlarının fen bilgilerinde ve tesavvuf ma’rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu
bilgilerinin hepsini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek
cemâlini görmekle ve kalblere işliyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle, az
zemânda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veyâ çok farklı idi.
Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin
ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden yalnız dördü kitâblara geçip, dünyânın her
yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin îmânları,
Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ortak olan îmânıdır. Bunun
için, dördüne de (Ehl-i sünnet) denir.
Îmânları arasında esasda ayrılık yokdur. Birbirlerini din kardeşi bilirler.
Birbirlerini severler. Birbirlerine uymıyan işlerini de, zarûret olunca,
birbirlerini taklîd ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı
olmalarını istemişdir. Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından müslimânlara
rahmet olduğunu, Peygamberimiz haber vermişdir. Çünki, dört mezheb arasındaki
ufak tefek başkalıklar, müslimânların işlerini kolaylaşdırmakdadır. Her
müslimân, vücûd yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayâtına göre,
kendisine dahâ kolay gelen mezhebi seçer. İbâdetlerini ve her işini, bu
mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerîmde ve
hadîs-i şerîflerde, herşey açıkca bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl
olmazdı. Kıyâmete kadar, dünyânın her yerinde, her müslimânın tek bir nizâm,
tek bir emr altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslimânların hâlleri, yaşamaları
güç olurdu.
Eshâb-ı kirâmın hepsi öldükden sonra, yeni müslimân
olanlardan bir kısmının îmânları bozuldu. Eshâb-ı kirâmın doğru îmânından
ayrıldılar. (Dalâlet fırkaları) meydâna
geldi. Bu bozuk fırkalara, (Bid’at fırkaları) veyâ
(Mezhebsiz) denir. Bunlar, ma’nâları
açıkca anlaşılamıyan nassları te’vîl ederek yanıldıkları için kâfir değildirler.
Fekat, islâmiyyete zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile
ve Ehl-i sünnet ile çekişdiler. Harb etdiler. Çok müslimân kanı döküldü.
Müslimânların yükselmelerini,
ilerlemelerini baltaladılar. Mezhebsiz bid’at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru
mezhebi ile karışdırmamalıdır. Dört mezheb, birbirlerinin doğru yolda
olduklarını söyler ve birbirlerini severler. Mezhebsiz fırkalar ise,
müslimânları parçalamakdadırlar. Bugün, dört mezhebden başka Ehl-i sünnet
yokdur. Bu dört mezhebin birleşdirilemiyeceğini, bir mezheb hâline
getirilemiyeceğini, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü
teâlâ, mezheblerin birleşdirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece,
islâm dînini kolaylaşdırıyor. Âl-i İmrân sûresinde,
yüzüncü âyetinde meâlen,
(Ey îmân edenler! Allahın dînine
sarılınız. Birbirinizden ayrılmayınız!) buyurulmuşdur. Tefsîr sâhibleri, meselâ
Ebüssü’ûd efendi
“rahmetullahi
teâlâ aleyh”, burada, (Ehl-i kitâbın yapdıkları gibi, parçalanıp doğru îmândan
ayrılmayın! Câhiliyye zemânında birbirleriniz ile döğüşdüğünüz gibi
bölünmeyiniz!) dediler. Doğru îmânda birleşmemiz, fırkalara bölünmememiz emr
olundu. Doğru yolun, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin
bildirdiği îmân olduğunu, Peygamberimiz haber verdi. O hâlde, bütün müslimânların,
ehl-i sünnet olmaları, ehl-i sünnet mezhebinde birleşerek, kardeş olmaları,
sevişmeleri lâzımdır. Müslimânların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerîmeye
uymamış olur. Bu yolda birleşir, kardeşler olduğumuzu bilip sevişirsek,
dünyânın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyâda râhata, huzûra, âhıretde
de sonsuz se’âdete kavuşuruz. Düşmanlarımızın ve câhillerin ve sömürücülerin,
kendi alçak çıkarları için söyledikleri yalanlara aldanıp, bölünmemeğe çok
dikkat etmeliyiz! Bu husûsda fazla bilgi almak için fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbını okuyunuz.
Bir sahîfesinde, (Eshâbım
gökdeki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz!) sözü
hadîs değildir, sakat bir sözdür diyor. Hâlbuki, imâm-ı Münâvî “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, (Künuz-üd-dekâık) kitâbı
ve İmdâdın (Tahtâvî) hâşiyesi,
otuzaltıncı sahîfesinde bu hadîs-i şerîfi de yazmakda ve imâm-ı Beyhekî
rivâyeti olduğunu bildirmekdedirler. Bunun sahîh olduğunu ve Dârimî, İbni Adî
ve başkalarının haber verdiklerini (Savâ’ık-ul-muhrika)
da bildiriyor. Üç sahîfe sonra da, bu konuda bilgi verilmişdir. Bu
adam, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü anlıyamadığından, bu hadîs-i şerîfe,
uydurmadır diyor.
(Ümmetimin ihtilâfı rahmetdir) sözü de hadîs değildir
diyor. Hâlbuki, imâm-ı Münâvî bu hadîs-i şerîfi de yazıyor ve İbni Nasr ve
Deylemî rivâyeti olduğunu bildiriyor. İbni Âbidîn önsözde buyuruyor ki: (Ümmetimin ihtilâfı rahmetdir) hadîsi meşhûrdur.
Bunu, Beyhekînin rivâyet etdiği (Mekâsıd-ı hasene)de
yazılıdır. İbni Hâcib de (Muhtasar)da
sahîh olduğunu yazmakdadır. Nasr-ul-mukaddesinin (Hucce)
kitâbında ve Beyhekînin (Risâlet-ül-eş’ariyye)sinde
sahîh hadîs olarak bildirildiğini, imâm-ı Süyûtî yazmakdadır. Halîmî ve kâdî
Hüseyn ve İmâm-ül-Haremeyn de sahîh olarak bildirmişlerdir “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în”. (Mevâhib-i ledünniyye) birinci
cild, dördüncü kısmda da uzun yazılıdır. Halîfe Ömer bin Abdül’Azîz, (Eshâb-ı
kirâm ihtilâf etmeselerdi, dinde ruhsat, kolaylık olmazdı) buyurdu. Halîfe
Hârûn-ür-Reşîd, İmâm-ı Mâlike, (Senin kitâblarını çoğaltıp, her yere
göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emr edeceğim) deyince: (Yâ Halîfe!
Böyle yapma! Âlimlerin ihtilâfı Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet
üzeredir. Her müslimân, dilediği âlime uyar) buyurdu. (Berîka) yüzonuncu sahîfede, bu hadîsin (Câmi’us-sagîr)de bulunduğunu bildirmekdedir. (Hadîka) birinci cild, ikiyüzkırkdördüncü [244]
ve ikinci cild, yüzdördüncü [104] sahîfelerinde, bu hadîs-i şerîfi açıklamakda
ve Nasr-ul-mukaddesî ve Halîmî ve Beyhekî
ve İmâm-ül-Haremeynin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haber verdiklerini bildirmekdedir.
(Mîzân)ın 45. ci sahîfesinde de
yazılıdır. Zevallı hoca, îmân için olan hadîs-i şerîfleri, mezhebler için zan
etmiş.
(Fetâvâ-i
Hindiyye)de diyor ki: (Nevâzil) kitâbında,
(Yalnız hadîs-i şerîf okuyup, fıkh öğrenmiyen kimse, dinde müfsiddir)
buyuruldu. Ebû Âsım “rahmetullahi aleyh” de, böyle buyurmuşdur. (Tâtârhâniyye) fetvâsında da yazılıdır.
Kitâbın bir yerinde, (Eshâb-ı kirâmın, Kitâb ve sünnete
uymıyan sözleri alınmaz, red olunur) diyor. Eshâb-ı kirâmı, Kitâb ve sünnete
uymıyan şeyler söyliyecek sanıyor. O din büyüklerini, kendi gibi zan ediyor.
Bilmiyor ki, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, Kitâb ve sünnete
uymıyan birşey söylememişdir. Zâten, Kitâbı ve sünneti, ya’nî Kur’ân-ı kerîmi
ve hadîs-i şerîfleri toplıyan, sonra gelenlere ulaşdıran, Eshâb-ı kirâmdır. Üsûl âlimlerinden, ya’nî en
büyük islâm âlimlerinden ba’zısı buyuruyor ki, (Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” Peygamber olduğunu isbât edecek hiçbir şâhidi bulunmasaydı,
yalnız Eshâbını görmek, Peygamber olduğunu bildirmeğe yetişirdi. Çünki,
Eshâbının herbiri, her ilmde, islâmiyyet bil-
gilerinde,
siyâsî, aklî ilmlerde [ya’nî, lise ve üniversitelerde okutulan bilgilerde],
zâhirî ve bâtınî ilmlerin hepsinde birer deryâ
idi. Hâlbuki, hiçbiri bir kitâb okumamış, bir mu’allim görmemişdi. Bütün bu
bilgileri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile birkaç def’a berâber
bulunmakla şereflenerek edinmişlerdi). Onların birbirine uymıyan
sözleri, Kitâb ve sünnetde açıkca bildirilmiyen işlerdedir.
Bir sahîfede (Müctehidlerin ve kıyâscıların, sahîh
hadîslerin hepsine vukûfsuzluk yüzünden, yapdıkları ictihâd ve kıyâs...)
diyerek büsbütün câhil olduğunu ortaya koyuyor. Müctehidin ne demek olduğunu
bilmediği, buradan da anlaşılıyor.
Bir sahîfede (Müctehidlerin, kitâb ve sünnete muhâlif
ictihâdlarına uyulmaz) diyerek, Kitâb ve sünnete muhâlif ictihâd var sanıyor.
Bu yalan sözlerle, kendinin Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmediğini, mezhebsiz
olduğunu i’lân ediyor. Hindistânda, vehhâbîlere satılmış olanlardan, Ebülkâsım
Benârisî, dahâ çok para almak için (Eccerhualâ Ebî Hanîfe) kitâbını yazarak, bu
yüce imâma saldırıyor. Ehl-i sünnet âlimleri, buna cevâblar yazarak rezîl
ediyorlar. Bu alçak iftirâ ve hücûmlardan ba’zısı ve verilen cevâblar, (Üsûlül-erbe’a) yüzonüçüncü sahîfesinde
yazılıdır.
Kitâbının bir yerinde, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve imâm-ı
Mâlikin “radıyallahü anhümâ” sözlerini de yanlış yazıyor. Bu iki din imâmına
iftirâ ediyor. Bunların, hadîs-i şerîflere uymıyan söz söylemiyeceklerini bilmiyor.
Derin din âlimi, yüzlerce Evliyâ yetişdiren, büyük tesavvuf rehberi, Abdüllah-i
Dehlevî “kuddise sirruh” yazmış olduğu (Makâmat-ı
Mazheriyye) risâlesinde tesavvuf yolunu anlatdıkdan sonra, üstâdı
olan Mazher-i Cân-ı Cânânın “kuddise sirruh” hayâtından, kerâmetlerinden ve
mektûblarından ba’zılarını bildirmekdedir. Fârisî olup, İstanbulda da
basılmışdır. Onsekiz fasldır. Onsekizinci faslda, yirmiüç mektûb vardır.
Onaltıncı mektûbda, Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh” buyuruyor ki:
Yavrum! Hadîs-i şerîflere nasıl uyulur? Bunu bildirmek için,
Muhammed Hayât “rahmetullahi aleyh” bir kitâb yazmışdır. Bu kitâbda diyor ki:
Hüseyn bin Yahyâ Buhârî Zendevistî, (Ravdat-ül-ulemâ)
kitâbında buyuruyor ki, İmâm-ı a’zam, talebesine (Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîfini ve Eshâb-ı kirâmın sözünü
görünce, benim ictihâdımı bırakınız, onlara uyunuz!) buyurdu. Bir kerre de
(Sahîh hadîsler benim mezhebimdir) buyurdu. Hadîs ilminde âlim, mütehassıs
olan, nâsih ve mensûh hadîsleri ayırabilen, kuvvetli ve za’îf hadîsleri
anlayabilen bir kimse, sahîh hadîslere uyarsa, Hanefî mezhebinden çıkmaz.
Mezheb reîsinin sözünü yapmış olur. Hattâ, böyle bir âlim, sahîh hadîslere
uymazsa, İmâm-ı a’zamın sözünü dinlememiş olur. Herkes bilir ki, hadîs-i
şerîflerin hepsini birlikde bilen, işiten, hiçbir âlim yokdur. Nitekim, İmâm-ı
a’zam (Hadîs-i şerîfi görünce, benim sözümü bırakınız!) buyurdu. Hattâ, bu
ümmetin en âlimleri olan ve ömrlerini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” hizmetinde geçirmiş olan Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” hiçbiri de,
bütün hadîs-i şerîfleri işitmiş değildi. Hadîs-i şerîfe uymak, her mü’mine
vâcibdir. Mezheb imâmlarından, belirli birine uymak vâcib değildir. Her
müslimân, [dört mezhebden] dilediği mezhebe uymakda serbestdir. Ehl-i sünnet
âlimlerinin, mezheb imâmlarımızın bildirdiği hadîs-i şerîflere ve bunlardan
anladıkları ma’nâlara uymamız lâzımdır. (Fetâvâ-yı
Hindiyye), beşinci cild, 377. ci sahîfede diyor ki, (Fıkh
öğrenmeyip, hadîs öğrenen, dinde iflâs eder [ya’nî dîni gider]. İlmi, emîn
olan, sâlih kimselerden öğrenmelidir). Bunların kitâblarını okumalıdır.
Bu mezhebsiz din adamı, kitâbının bir sahîfesinde, (Cenâb-ı
Hak ve Resûlü, hiç kimseye, ümmetden birinin mezhebi ile mezheblenmeği ve dinde
onu taklîd etmeği emr etmemişdir) diyerek, Kur’ân-ı kerîme de iftirâ ediyor.
Çünki, Mâide sûresi, otuzbeşinci âyetinde
meâlen, (Allahü teâlâya yaklaşmak için, vesîle
arayınız!) buyuruldu. Enbiyâ sûresinde, (Bilmediklerinizi,
bilenlerden sorup öğreniniz!) meâlinde
âyet-i kerîme vardır. Dört mezheb imâmları hakkındaki hadîs-i şerîfler, (Fâideli Bilgiler) adındaki kitâbımızda uzun
bildirilmişdir. Mezheb imâmlarımız
“rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”, en büyük din
âlimleridir. (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir)
hadîs-i şerîfi, (Buhârî)de
yazılıdır. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yolu, akl ile, hayâl
ile, rü’yâ ile anlaşılmaz. Din âlimlerinden öğrenilir. Din imâmlarından
herhangi birine uymak, Peygamberimize uymak olur. Ehî Çelebî (Hediyye) kitâbında diyor ki, (Ebû Hanîfenin
kıyâsı doğru değildir diyen kâfir olur). Bu kitâbı, (Hakîkat
Kitâbevi) basdırmışdır.
İbni Teymiyye ile İbni Kayyımı çok öven Âlûsî bile, (Gâliyye) kitâbında bakınız ne diyor: (İlm
öğrenmek ve öğretmek, ibâdetlerin en üstünlerindendir. Abdüllah ibni Abbâs;
âlimlerin, âlim olmıyan mü’minlerden yediyüz derece dahâ üstün olduğunu
bildirdi. Hadîs-i şerîfde, (Âlimler, Peygamberlerin
vârisleridir) buyuruldu. Peygamberlik rütbesinin üstünde hiçbir
rütbe olmadığına göre, bu rütbeye vâris olmanın şerefinden dahâ üstün bir şeref
olamaz. İslâm âlimlerinin çoğu, bu yüksek rütbeye kavuşdu. Fıkh ve hadîs
âlimleri ve en başda müctehidlerin dört imâmı, bunların en üstünleridir.
Bunlar, ahkâm-ı islâmiyyenin kapalı emrlerini, yasaklarını açığa çıkardı. İlmin
temelini kurdular. Din bilgilerini, kısmlara, sınıflara ayırdılar. Onların yüce
kıymetlerinden birkaçını bilmekle şerefleniyoruz. Bunların en önde olanı, büyük
imâm, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir. Onun yüksekliğini bildiren hadîs-i
şerîfler elimizde mevcûddur. Buhârî ve Müslimde yazılıdır. Kırkbeş sene, beş
vakt nemâzı bir abdestle kıldığını, Abdüllah ibni Mubârek “rahmetullahi teâlâ
aleyh” bildirmekdedir. Hasen bin Ammâre, yüce İmâmı gasl ederken: (Otuz sene
hep oruc tutdun. Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!) demişdir. İlmi ile tam amel
eden, onun gibi bir âlim görülmedi. Ondan dahâ üstün âlim bulunmadı. Allahü
teâlâ, bizleri, bu yüce âlimlere uymakla şereflendirsin! Resûlullahın sözlerini
bizlere ulaşdıran, bu müctehidlerdir. Bugün
de, Onların dört mezhebinden birine muhtâc olmıyan, onlardan birine
uymakdan kurtulabilecek kimse yokdur. İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri
Cennete gidecekdir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır) buyuruldu.
Bu ayrılık, üsûlde, îmânda olan ayrılıkdır. Dört mezhebin ayrılığı değildir.
Çünki, hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin ayrılması rahmetdir) buyuruldu. Bir
hadîs-i şerîfde de, (Kitâb-ullahda ve benim
sünnetimde bulamadıklarınızı, Eshâbımın sözlerinden alınız! Eshâbım, gökdeki
yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz. Eshâbımın
birbirlerinden ayrılıkları rahmetdir) buyuruldu).
Şâh Veliyyullah-i Dehlevînin (El-insâf)
ve (İkd-ül-ceyyid) kitâbları,
1327 [m. 1908] senesinde, Mısrda ve sonra (Hakîkat
Kitâbevi) tarafından İstanbulda basdırılmışdır. İstanbulda
Süleymâniyye kütübhânesinde, İzmirli kısmında mevcûddurlar. Birincisinde diyor
ki, (Eshâb-ı kirâm zemânında da mezhebler vardı. Herbirinin mezhebi başka idi.
Tâbi’în, Eshâb-ı kirâmın mezheblerini aldılar. Hârûn-ür-Reşîd, imâm-ı Mâlike
dedi ki, (Senin (Muvattâ) kitâbını
Kâ’beye asacağım. Bütün müslimânların bu kitâba uymalarını emr edeceğim. Her
yerde tek bir mezheb olsun). İmâm-ı Mâlik de, (Böyle yapma! Eshâb-ı kirâm, fıkh
bilgilerinde mezheblere ayrıldılar) dedi. Bunu, imâm-ı Süyûtî haber
vermekdedir). İkinci kitâbında diyor ki, (Dört mezhebden birine uymakda büyük
fâideler vardır. Bunlardan ayrılmanın zararları çokdur. Bunu çeşidli yollarla
isbât ederim. Bugün dört mezhebden başka doğru mezheb yokdur. İmâmiyye ve
Zeydiyye fırkaları bid’at üzeredirler. Dört mezhebden ayrılmak, Sivâd-i
a’zamdan ayrılmakdır. İbni Hazmın, taklîd harâmdır, Resûlullahdan başkasına
uymak halâl değildir sözü, müctehidlerin birbirlerine uymamaları içindir.
Hadîs-i şerîfleri ayıramıyanların, bunları mezheb imâmlarından sorup, onlara
uymaları lâzımdır. Resûlullahın zemânından beri, bilmiyenler, hep bilenlere
sormuşlardır).
Başka bir sahîfede, büsbütün sapıtarak (Mezheb imâmlarına
uymak, onu Peygamber menziline çıkarmak olur. Bu ise küfrdür) diyor. Bütün
mü’minleri ve hocalarına uyanları kâfir yapıyor. (Mezhebler, ikinci asr
sonlarında meydâna çıkdı. Eshâb ve Tâbi’în hangi mezhebde idiler?) diyor.
Fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbında ve
arabî
(Hadîka) kitâbı altıyüzdoksanaltıncı sahîfesinde
diyor ki, (Dört mezhebden başkasına uymak câiz değildir. Bu sözümüz, Eshâb-ı
kirâmın ve Tâbi’înin mezheblerini küçümsemek değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın
ve başkalarının mezheblerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhebleri de bilseydik,
onlara uymamız da câiz olurdu. Çünki, hepsinin mezhebleri doğru idi. Dört
mezheb, tam bilindiği ve kitâbları her yere yayılmış olduğu için, her
müslimânın yalnız bunlardan birine uyması lâzımdır. Dört mezhebin
kolaylıklarını araşdırıp, bunları bir araya toplayarak, yeni bir kolaylıklar
mezhebi uydurmağa (Telfîk-ı mezâhib) denir.
Câiz değildir).
Mezheb imâmı demek, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” Kur’ân-ı kerîmden çıkardığı ma’nâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan
işiterek toplayan, kitâba geçiren büyük âlim demekdir. Resûlullahın, Kur’ân-ı
kerîmin hepsini Eshâbına tefsîr etdiğini, (Hadîka),
dil âfetlerini anlatırken yazmakdadır. Resûlullahın Kur’ân-ı kerîme
verdiği ma’nâları, açıklamalarını anlamak istiyen, bir mezheb imâmının
kitâblarını okur, bunlara uyar. Bu kitâbları okuyup, bunlara uyan kimse, o
mezhebden olur. Bu ise, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Kur’ân-ı
kerîme uymak demekdir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, Resûlullahdan
“sallallahü aleyhi ve sellem” işitdiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine
uymağa, ya’nî dört mezhebden birinde olmalarına lüzûm yokdu. Onların herbiri
bütün bilgileri asl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da
öğreniyorlardı. Hepsi, mezheb imâmlarından dahâ çok âlim ve dahâ yüksek
müctehid idiler. Mezheb sâhibi idiler.
Bir sahîfede, (İctihâdlar fikr ve kanâ’atdır. Elimizdeki
kitâblar, mezheb kitâblarıdır, din kitâbı değildir. Türkiyede, türkce din
kitâbı olmadığından, bu kitâbı yazdım) diyor. Kendini müctehid sanıyor. Ömer
Rıza Doğrulun, bu kitâba bir önsöz yazarak, ballandıra ballandıra medh etdiğini
gördük. Bu önsözde diyor ki: (Asrın ihtiyâclarını, kıyâs yolu ile dinden değil,
medeniyyetin terakkî hamlelerinden beklemek gerekdir. Kıyâs, Kitâb ve sünnet
ile alâkası olmıyan, dînin asl kaynaklarına dayanmıyan, fekat herşeyi dîne
dayamak istiyen müctehidlerin îcâdıdır...) Bu sözleri, kendisinin de, ehl-i
sünnet olmadığını, dîni, kıyâsı ve ictihâdı anlamamış olduğunu göstermekdedir.
Din âlimlerine dil uzatanlar, bunların bilgilerine erişemiyenlerdir. (Redd-ül-muhtâr) birinci cild, üçyüzdoksanaltıncı
sahîfede (Dörtyüz [400] hicrî senesinden sonra kıyâs yapacak âlim yetişmedi)
diyor. (Mîzân-ül-kübrâ)nın birinci cüz’,
kırkikinci sahîfesinde, (Dört mezheb imâmından sonra, hiçbir âlim, mutlak
müctehid olduğunu söylemedi. Mezhebde müctehidler yetişdi. Evet, Kur’ân-ı
kerîmdeki bilgiler, hükmler sonsuzdur. Fekat, kıyâmete kadar, bütün insanlara
lâzım olacak ahkâmı, dört imâm anlamış, kitâblara yazılmışdır. Şimdi, bir
kimse, Kitâbdan ve sünnetden ahkâm çıkarabilirim derse, dört mezhebden birinde
bulunmıyan yeni bir hükm çıkarmasını isteriz. Bunu yapamaz!) diyor.
Bunlar (El-Besâir
li-münkir-it-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir) ve (Et Tevessül-ü bin-Nebî ve bis-Sâlihîn) ve (Üsûl-ül-erbe’a) kitâblarında dahâ uzun
yazılıdır. Bu üç kitâbı, (Hakîkat Kitâbevi) ofset
yolu ile basdırmışdır. Birinci kitâbda, Muhammed bin Abdülvehhâbın (Keşf-üş-şübühât) kitâbından parçalar yazılarak,
hepsine cevâblar verilmişdir. Bu kitâb arabîdir. (Et-Tevessül-ü
bin Nebî) kitâbı, Ebû Hâmid bin Merzûkînin “rahmetullahi teâlâ
aleyh” Şâmda basılmış olan (Berâet-ül-eş’ariyyîn) kitâbının
kısaltılmışıdır.
Seyyid Ahmed Tahtâvînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinin Zebâyıh kısmında
diyor ki, (Bugün her müslimânın dört mezhebden birinde bulunması vâcibdir. Dört
mezhebden birinde bulunmıyan kimse, (Ehl-i sünnet)den
ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmıyan da sapık veyâ kâfir olur). Vehhâbîliği
temelinden çürüten (El-Besâir) ve (El-müstened) ve (Seyfül-ebrâr)
kitâbları da böyle yazıyor ve bunu (İhyâ-ül-ulûm)dan
aldıklarını bildiriyor. Son iki kitâb da, Hindistânda yazılmış, (Hakîkat Kitâbevi) tarafından ikinci baskıları
yapılmışdır.
Biz, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlayacak kadar
bilgili değiliz. Biz,
Kur’ân-ı kerîmi, anlamak ve anladığımıza göre amel etmek
için değil, kelâm-ı ilâhîden bereketlenmek,
fâidelenmek için okuyoruz. Biz mukallidler, tefsîr ilmini bilmediğimiz için,
ahkâm-ı islâmiyyeyi, din imâmlarımızın kitâblarından öğreniyoruz. Mezheb
imâmlarımız, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, Tâbi’înden ve Eshâb-ı kirâmdan
öğrenerek, bizim kolay anlıyabileceğimiz şeklde, kitâblarına yazmışlardır. (Nahl) ve (Enbiyâ) sûrelerinde, meâl-i şerîfleri, (Âlimlerden
sorup öğreniniz!) olan âyet-i kerîmeler vardır. Hadîs-i şerîfde, (Her asr,
önceki asrdan dahâ bozuk olur. Böylece kıyâmete kadar hep bozulur) buyuruldu.
Bu hadîs-i şerîf, (Hadîka)da, dil
âfetlerinde yazılıdır. İnsanların en iyilerinin yazdıkları kitâbları
beğenmeyip, bozuk asrların bozuk adamlarına aldanmakdan Allahü teâlâya
sığınırız!
Yûsüf-i Nebhânî, hicrî ondördüncü asrın büyük
âlimlerindendir. Uzun seneler Medînede kalıp vehhâbîliği yakından incelemek
imkânını buldu. Topladığı bilgileri yaymak için, çok kıymetli kırkyedi kitâb
yazdı. (El-Feth-ul-kebîr) kitâbında
ondörtbindörtyüzelli hadîs harf sırasına göre dizilmişdir. Üç cild hâlinde
basılmışdır. (Câmi’u kerâmât-il-Evliyâ) kitâbı
iki cild olup, kerâmetin hak olduğunu isbât etmekdedir. 1329 [m. 1911] de
Mısrda basılmışdır. Kırkyedi kitâbının hepsi basılmışdır. Çok mühim olan (Şevâhid-ül-hak) kitâbı Mısrda üçüncü def’a
olarak, binüçyüzseksenbeş [1385] hicrî
ve [1965] mîlâdî
senesinde basılmışdır. Kitâb
(Câmi’ulezher) profesörlerinden, allâme
şeyh Alî Muhammed Beblâvî Mâlikî ve allâme şeyh Abdürrahmân Şerbînî ve şeyh
Ahmed Hüseyn Şâfi’î ve şeyh Ahmed Besyânî Hanbelî ve ârif allâme Süleymân
Şübrâvî Şâfi’î ve şeyh Abdülkerîm Râfi’î ve ayrıca Mısr Başmüftîsi allâme Bekrî
Muhammed Sadefî Hanefî ve müderris allâme Muhammed Abdülhayy Ketânî İdrîsî Fâsî
ve allâme seyyid Ahmed beğ Şâfi’î ve fâdıl allâme şeyh Sa’îd-i Mûcî Şâfi’î ve
allâme şeyh Muhammed Halebî Şâfi’î ve dahâ birçok Ehl-i sünnet âlimleri
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Şevâhid-ül-hak)
kitâbını beğenmişler, uzun yazıları ile övmüşlerdir.
(Şevâhid-ül-hak) kitâbında, Ebul’ Abbâs
Ahmed ibni Teymiyyenin bid’atlerini savunan üç kitâbdan parçalar almakda,
bunları, âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle çürütmekdedir. Bu üç bozuk
kitâb, İbni Kayyım-ı Cevziyyenin (İgâset-ül-lehfân)
ve İbni Abdil-Hâdînin (Firreddi ales-Sübkî)
ve Nu’mân Âlûsî Bağdâdînin (Cilâ-ül-ayneyn
fî muhâkemet-il-Ahmedeyn) ismi ile İbni Hacer-i Mekkîye
“rahmetullahi teâlâ aleyh” karşı yazdığı kitâblardır.
(Şevâhid-ül-hak)da, Ehl-i sünnet
âlimlerinden alarak diyor ki, (İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki,
hicretin dördüncü asrından sonra, dünyâda, ictihâd edebilecek âlim hiç kalmadı.
Şimdi bütün müslimânların, bilinen dört mezhebden birine uymaları lâzımdır.
Çünki, şimdi, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi anlayıp bunlardan ahkâm çıkaracak
ilm sâhibi hiç yokdur. Mezheb imâmını taklîd ederek, Kur’ân-ı kerîme ve
Resûlullahın sünnetine “sallallahü aleyhi ve sellem” uyulmuş olur. İmâm-ı
Münâvî, İbni Hacer-i Hiytemîden nakl ederek buyuruyor ki, Celâleddîn-i Süyûtî
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gibi
bir âlim müctehid olduğunu söyleyince, zemânındaki âlimler, buna yazılı
birşey sordular: Önceki âlimler buna iki ayrı cevâb vermişlerdir. İctihâdın en
aşağı derecesinde olan, bunlardan birini seçebilir. Sen de seçip bize yaz
dediler. İşim çok, bunu yapacak vaktim yok diyerek, birini seçmeğe cesâret
edemedi. İbni Hacer buyuruyor ki, en aşağı derecedeki ictihâd işi böyle güç
olunca, mutlak müctehid olmanın imkânsızlığını anlamalıdır.
Şimdi ba’zı câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Bid’at
sâhibi olan kimseleri âlim sanıp, taklîd ederek, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i
şerîflerden hükm çıkarmağa kalkışıyorlar. Mezheb imâmlarından birini taklîd
etmeğe ihtiyâcımız yok diyorlar. Hattâ mezheb imâmlarının ictihâd buyurdukları,
anladıkları bilgileri beğenmiyor,
bunlar
zemânımıza uymaz diyorlar. Bunlar, kendilerini beğenmiş câhillerdir. Kur’ân-ı
kerîme uyduklarını sanıyorlar. Hâlbuki, nefslerine ve şeytâna uymakdadırlar.
Herkesi de Kur’ândan ve (Buhârî)den
ma’nâ çıkarmağa kışkırtıyorlar. Bu ahmaklara aldanmamalıdır. Her müslimân, (Ehl-i sünnet) i’tikâdında olmalı ve dört
mezhebden birine uymalıdır. Dört mezhebin kolay taraflarını araşdırıp,
birbirine karışdırmağa (Telfîk) denir.
Nefse ve şeytâna uyarak, telfîk yapmak yasakdır. [İhtiyâc olduğu zemân, bir iş
için câiz olur.] Din adamı geçinen câhil kimse ile müctehid olan âlimler
arasındaki fark, yer ile gök arası gibidir. Hattâ şeytân ile melek arasındaki
fark gibidir. Fekat, gâfil, ahmak ve nefslerine bağlı olduklarından,
kendilerini âlim, kâmil sanıyorlar. Böyle kimselere zındık denir. Bu zındıkları
şeytân aldatmış olduğundan, müctehidleri taklîd etmek istemiyorlar. Anlıyamıyor
ki, Nass ile açık bildirilmiş şeylerde ictihâd yapılmaz. Bu söz, hiçbir şeyde
ictihâd yapılmaz demek değildir. İctihâdda en ileri giden Ebû Hanîfe
hazretleri, za’îf hadîs ile bildirilen şey üzerinde bile ictihâd yapmazdı.
Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru ile karşılaşdıkları zemân, bunun cevâbını,
önce Kur’ân-ı kerîmde ararlardı. Kur’ân-ı kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i
şerîflerde ararlardı. Hadîs-i şerîflerde bulamazlarsa, (İcmâ’-ı ümmet)de ararlardı. İcmâ’da da
bulamayınca, bu soruya benzeyen başka sorunun, Kitâb, sünnet ve icmâ’da bulunan
cevâbına (Kıyâs) ederek, benzeterek,
ictihâd edip cevâbını bulurlardı. Bin seneden beri bütün müslimânlar, âlimler,
sâlihler, Velîler, hep bu dört mezhebden birine uydular. Hiçbiri, kendinin
müctehid olduğunu iddi’â etmedi. Yeni türeyen mezhebsiz bir zındıkın sözüne
aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin hiçbiri, Kur’ân-ı kerîmden
ve hadîs-i şerîflerden kıl kadar ayrılmamışdır. Hepsi, müslimânlara, Kitâb ile
sünneti açıklamışlardır. İslâm âlimleri, müslimânların dört mezhebden birini
taklîd etmelerini emr ediyor. Böylece, kâfir olmak veyâ bid’at sâhibi olmak
gibi, iki tehlükeden kurtulmalarını istiyorlar. Çünki, bir câhil, bir mezheb
imâmını “rahmetullahi teâlâ aleyh” taklîd etmezse, delîlsiz kalarak yoldan
çıkar.
Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, (Tuhfet-üs-sâlikîn)
kitâbında, İmâm-ı Gazâlîden alarak buyuruyor ki, (Üç kimse, Kur’ân-ı
kerîmin ma’nâsını anlıyamaz: Birincisi, arabîyi iyi bilmiyen ve tefsîr okumamış
olan câhil. İkincisi, büyük bir günâha devâm eden fâsık. Üçüncüsü, i’tikâd
bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için, hak sözü kabûl
etmiyen bid’at sâhibi. [Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılmak büyük günâhdır.
Bunun için bid’at sâhibi olan Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz. Çünki
bid’atin zulmeti kalbi karartır.]) Görülüyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinde
olmıyan, arabîyi çok bilse de, Kur’ân-ı kerîmi doğru anlıyamaz. Yanlış
anladıklarını yazarak, herkesi felâkete sürükler.
Zemânımıza, asrımıza uygun tefsîr lâzımdır sözü de doğru
değildir. Tefsîr âlimleri, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve
Eshâbından gelen haberleri yazarak tefsîr yapdılar. Bunların tefsîrleri her
asra uygundur ve kâfîdir. Kur’ân-ı kerîmin emrleri, her asrdaki her insan için
aynıdır. Önceki asrlar için başka, sonraki asrlar için başka ma’nâsı yokdur.
Kur’ân-ı kerîme inanan ve uymak istiyen bir müslimân, her aradığını, mevcûd
tefsîrlerde bulur. İslâmiyyete uymıyan bir zındık, bozuk isteklerini, bu
tefsîrlerde elbet bulamaz. Aklımıza ve asrın isteklerine uygun tefsîr yapmak
câiz değildir. Câhil, ahmak kimseler, kısa aklları ile yeni tefsîr yaparız
diyorlar. Tefsîr yapabilmek için çok şart vardır. Bu şartların başında, (Zemânların en iyisi, benim zemânımdır. Ondan sonra
hayrlısı, benim asrımdan sonra gelen asrdır. Sonra da, ondan sonra gelen
asrdır) hadîs-i şerîfi ile medh olunan asrlarda bulunmak lâzımdır.
[Tefsîr âliminin, nâsih ve mensûh olan âyet-i kerîmeleri de bilmesi lâzımdır.
Kur’ân-ı kerîmde yüzdokuz adet nesh edici âyet bulunduğu, (Hadîka)nın üçyüzellibeşinci sahîfesinde
yazılıdır.] Şimdi, kendi görüşleri ile tefsîr kitâbı yapanlarda bu şartların
hiçbiri yokdur. Fikrleri bozuyor, Ehl-i sünnet âlimlerine karşı geliyorlar.
Ehl-i sünnet olduklarını bildirerek, bozuk inanışlarını her yere yayıyorlar.
Ehl-i
sünnet
olan din adamları bunları okuyunca, bozuk olduklarını hemen anlıyor. Zındık
olduklarını, ehl-i sünnet olmadıklarını müslimânlara anlatıyorlar. Fekat
câhiller, iğriyi doğrudan ayıramayıp aldanmakdadırlar). (Şevâhid-ül-hak)dan terceme temâm oldu. (Hadîka)da, el âfetlerini anlatırken bildirilen (Ümmetim, kötü din adamlarından çok zarar görecekdir) hadîs-i
şerîfi, Vehhâbîleri haber vermekdedir.
(Mîzân-ül-kübrâ), sahîfe ellibir başında
ve altmış sonunda buyuruyor ki, sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı kerîmi
açıklamakdadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de,
mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacakdır.
Sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler olmasaydı, sular, tahâret, nemâzların kaç rek’at
oldukları, rükü’ ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze nemâzlarının
nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukûk
bilgilerini, hiçbir âlim, Kur’ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin
Husayna birisi, (Bize yalnız Kur’ândan söyle!) deyince: Ey ahmak! Kur’ân-ı
kerîmde, nemâzların kaç rek’at olduğunu bulabilir misin dedi. Hazret-i Ömere,
farzların seferde kaç rek’at kılınacağını Kur’ân-ı kerîmde bulamadık
dediklerinde, (Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz,
Kur’ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O,
seferde, dört rek’at farzları iki rek’at kılardı. Biz de, öyle yaparız)
buyurdu. Kırkyedinci [47] sahîfesinde diyor ki, (Din imâmlarının hiçbir sözü,
islâmiyyetin dışında değildir. Çünki herbiri, hem hakîkatde, hem de ahkâm-ı
islâmiyyede âlimdirler).
İbni Âbidîn, (Fetâvâ-ı
Hâmidiyye)yi kısaltarak, (Ukûd-üd-dürriyye)
ismini vermiş, bunun sonunda, bir mezhebe tâbi’ olmanın lâzım
olduğunu uzun yazmışdır.
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, abdestin farzlarını anlatırken buyuruyor ki, (Bir kişinin haber verdiği
hadîsleri veyâ kıyâs ile anlaşılan bilgileri kabûl etmiyen, beğenmiyen kâfir
olmaz ise de, doğru yoldan sapmış olur. Bid’at ehli olur. Cehenneme girmesi
muhakkak olur. Kıyâs ile zâhir olan hükmü kabûl edip de yapmıyan, fâsık olur.
Vâcibi terk etmiş olur. Te’vîl etdiği için, ya’nî zannî delîlden bir başka
ma’nâ çıkardığı için o hükmü yapmıyan fâsık da olmaz).
(Vehhâbîler şimdi yumuşadılar. Eskiden müslimânların
mallarına, canlarına saldırıyorlardı. Şimdi böyle vahşet yapmıyorlar. Hattâ,
Ehl-i sünnet olduklarını söylüyorlar)
diyenler işitiliyor. Evet, açık Nassları değişdirmiyenleri için bu söz
doğrudur. Bunlar her müslimân ile kardeşdirler. Fekat, şimdi bütün
dünyâdaki müslimânların dinlerine, îmânlarına saldırıyorlar. Eskiden
müslimânların dünyâlarını yok ediyorlardı. Şimdi, âhıretlerine, ebedî
hayâtlarına saldırıyorlar. Müslimânları ebedî felâkete sürüklemek için bütün
kuvvetleri ile çalışıyorlar. Medîne-i münevveredeki medresenin müdîri, Abdül’Azîz Bâzın (Tahkîk ve îzâh) bozuk kitâbının türkçesini
hâcılara dağıtarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını yok etmeğe çalışıyorlar.
5.8.1990 târîhli Türkiye gazetesi, bu bozuk kitâba vesîkalarla cevâb vermiş,
müslimânları büyük tehlükeden kurtarmışdır. (Râbitatül’âlemil-islâmî)
isminde bir merkez kurdular. Her islâm memleketinde bunun
şu’belerini açdılar. Dinleri ve ilmleri çürük olan din adamlarını bol para ile
satın alarak, bunları mezhebsizliği yaymak için kullanıyorlar. Her memleketdeki
din adamlarına ve din talebesine onların dillerinde bozuk kitâbları parasız
olarak dağıtıyorlar. Bu yolda her sene, milyonlarla altın sarf ediyorlar.
İngiliz siyâseti ile elli seneden beri kitâbsız, câhil bırakılmış olan dünyâ
müslimânları, bunlara aldanıyorlar. Hak olan ve hadîs-i şerîfler ile medh ve
senâ edilmiş olan Ehl-i sünnet mezhebi böylece unutuluyor, yok oluyor. Hak
gidip, her yere bâtıl yerleşiyor. Müslimânlar için, hattâ bütün insanlar için
bundan dahâ kötü, bundan dahâ zararlı bir felâket, bir musîbet olamaz.
Ba’zı kimseler, vehhâbîler için (Bunların birkaç yanlış
inanışları varsa da, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden böyle
anlıyorlar. Belki bid’at ehli oluyorlar ise de, bid’at ehlinin bu ümmetden
oldukları hadîs-i şerîflerde bildirildi. Bunlar da müslimândır. Ehl-i kıbledir.
Müslimânları sevmemiz, vehhâbîleri de kardeş bilmemiz lâ-
zım
değil mi?) diyorlar. Böyle düşünmek elbet doğrudur. Fekat bid’at sâhiblerini
sevmek, onlara nasîhat vermekle olur. Yukarıda ismlerini bildirdiğimiz kırk
kitâbı insâf ile okuyan ve anlıyan kimsenin bu sözümüzde hiç tereddüdü ve
şübhesi kalmaz. Meselâ Hindistânın büyük âlimlerinden Ahmed Rızâ hân Berîlevî (Fetâvel-Haremeyn) kitâbında diyor ki,
(Taberânînin ve başkalarının bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibine hurmet eden kimse, islâmiyyeti yıkmağa
yardım etmiş olur) buyuruldu). Dînimiz bid’at sâhiblerini sevmemeği,
onları aşağılamağı emr etmekdedir. Onlara saygı göstermek harâmdır. İslâm
âlimleri kitâblarında, meselâ (Şerh-i mekâsıd) kitâbında
(Bid’at sâhiblerini sevmemek, onları aşağı tutmak, onları red etmek lâzımdır)
demişlerdir. Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, (Mektûbât-i
Ma’sûmiyye) kitâbının ikinci cildi, yüzonuncu mektûbunda, (Bid’at
sâhibinin meclisinde bulunma! Gâfil din adamlarından, yaltakcı hâfızlardan ve
câhil tekke şeyhlerinden kendini koru! İslâmiyyete uymakda gevşek davranan
[meselâ, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan, karısını, kızını açık gezdiren,
çalgı, içki kullanan mezhebsiz, sapık olan] din adamlarına yaklaşma! Onların
sözlerini işitme! Hattâ onların bulunduğu şehrden uzak ol ki, zemânla kalbin
onlara kaymasın! Onlara uymamalıdır. Onlar din adamı değil, din hırsızlarıdır.
Şeytânın tuzaklarıdır. Onların yaldızlı, acıklı sözlerine aldanmamalı,
arslandan kaçar gibi, yanlarından kaçmalıdır) buyurmakdadır. Bid’at yayıldığı
ve zararının çoğaldığı zemân, bunu red etmek, bunun kötülüğünü müslimânlara duyurmak
farzdır. Hattâ, farzların mühimlerinden olduğunda icmâ’-i ümmet vardır. Selef-i
sâlihîn ve bunların halefleri hep böyle yapdılar. Bu farzı terk eden, icmâ’dan
ayrılmış olur. Hadîs-i şerîfde, (Fitne veyâ bid’at
yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zemânda, hakkı bilen, bilgisini müslimânlara
duyursun!Hakkı, ya’nî doğru yolu bildiği hâlde, müslimânlara duyurmayanlara,
Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar la’net eylesin! Allahü teâlâ, bu
kimsenin farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez) buyuruldu.
Bu hadîs-i şerîf, (Es-savâ’ik-ul-muhrika) kitâbının
başında yazılıdır ve Hatîb-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (El-Câmi’)inde bulunduğu bildirilmekdedir.
[Bid’at ehli, bid’at sâhibi demek, bid’atini yaymak için, ya’nî müslimânların
îmânlarını, ibâdetlerini bozmak için uğraşan bid’at sâhibi demekdir. Bunlara aldanarak bid’at işliyeni sevmemek değil, ona
acımak, nasîhat vermek lâzımdır.] [Bugün, bütün dünyâdaki müslimânlar,
üç fırkaya ayrılmışdır. Birinci fırka, Eshâb-ı kirâmın yolunda olan hakîkî müslimânlardır.
Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) ve (Fırka-i
nâciyye) Cehennemden kurtulan fırka denir. İkinci fırka, Eshâb-ı
kirâma düşman olanlardır. Bunlara (Şî’î) ve
(Fırka-i dâlle) sapık fırka denir.
Üçüncüsü, sünnîlere ve şî’îlere düşman olan bid’at sâhibleridir. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denir.
Çünki bunlar, ilk olarak Arabistânın Necd şehrinde meydâna çıkmışdır. Bunlara (Fırka-i mel’ûne) de denilmekdedir. Çünki,
müslimânlara kâfir demekdedirler. Böyle diyene, Resûlullah, la’net etmişdir.
Müslimânları bu üç fırkaya parçalayan, yehûdîlerle ingilizlerdir.]
(Edille-i şer’ıyye) dörtdür. Birincisi,
Kur’ân-ı kerîmdir. İkincisi, hadîs-i şerîflerdir. Bu iki delîlin herbiri
(Kat-î) veyâ (Zannî) olur. İbni Âbidîn, bâgîleri anlatırken diyor ki, (Hâricî
denilen kimseler, zannî ya’nî şübheli olan [birkaç ma’nâ çıkarılabilen]
delîlleri [ya’nî âyetleri ve hadîsleri] yanlış (te’vîl)
ediyorlar. Ya’nî ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan âyet-i kerîmelere ve
mütevâtir olan hadîs-i şerîflere, açık ve meşhûr olmıyan yanlış ma’nâlarını veriyorlar. Hazret-i Alînin
askerinden ayrılarak, ona karşı harb edenler böyle idi. (Hâkim ancak Allahdır.
Hazret-i Alî, iki hakemin hükmüne uyarak, hilâfeti Mu’âviyeye bırakmakla
büyük günâh işledi. Büyük günâh işleyen kâfir olur) dediler. Onunla harb
etmelerine bu yanlış te’vîlleri sebeb oldu. Kendileri gibi inanmıyanlara kâfir
dediler. Bunlara (Hâricî) denir. 1150
[m. 1737] senesinde Necdde ortaya çıkan Abdülvehhâb oğlu Muhammede tâbi’
olanlar da, yalnız kendilerinin müslimân olduklarını söylüyorlar. Kendileri
gibi inanmıyanlara müşrik diyorlar. Onları öldürmek, mallarını, kadınlarını
ganîmet almak halâldir diyorlar. Bunlara (Vehhâbî) ve
(Necdî) denilmekdedir.
Vehhâbîliği ingilizler hâzırladığı ve yaydığı gibi, Hicâzı
Osmânlılardan alarak Süûdî devletini kuran da, ingilizlerdir. (Müncid)de diyor ki, (İngiliz câsûsu Lavrence,
1914 de vehhâbî emîri Faysala yardım ederek, Osmânlı devletinden ayrılmasına
sebeb oldu). Şübheli [ya’nî açıkca anlaşılamıyan] delîlleri yanlış te’vîl
ederek, Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılanlara, fıkh âlimleri kâfir demediler. (Bâgî), (âsî), (bid’at ehli) olduklarını söylediler. Türkçede sapık
denilmekdedir. Kat’î, [açık olarak] anlaşılan tek bir ma’nâsı olan
delîllere inanmıyan ise kâfir olur. Âlemin yok olacağına, ölülerin tekrâr
dirileceklerine inanmamak böyledir. Alî ilâhdır, Cebrâîl vahy getirirken
yanıldı diyen de kâfir olur. Çünki bu sözler, ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan
delîlleri yanlış te’vîl ederek, ictihâd ile anlaşılan ma’nâlar değildir.
Hazret-i Âişeyi kazf eden ve babası hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü anh”
sahâbî olduğuna inanmıyan da kâfir olur. Çünki ikisi de, Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bildirilen delîli
inkârdır. Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömeri seb eden ve
halîfeliklerine inanmıyanın te’vîli varsa, kâfir olmaz. Müslimânların
mallarına, canlarına saldırmak gibi, kat’î açık olan harâmlara, te’vîl yaparak,
halâl diyen kâfir olur. [Vehhâbîler böyledir.] Kitâbdan ve sünnetden, ma’nâsı
açıkca anlaşılamıyan bir delîli te’vîl ederek söyleseydi, kendince islâmiyyete
uymuş olup, kâfir olmazdı).İbni Âbidînin kelâmı temâm oldu.
Görülüyor ki, müslimân olduğunu söyleyip, ibâdetlerini
yapan, ya’nî (Ehl-i kıble) denilen bir
kimsenin, Ehl-i sünnete uymıyan bir inanışı, ma’nâsı açık olan kat-î bir delîli
inkâr olursa, te’vîl ile olsa da, olmasa da küfr olur. Buna (Mülhid) denir. Bu inanışı, açık olmayıp, şübheli
olan bir delîlin muhtelif ma’nâlarından açık ve meşhûr olanını inkâr olursa ve
te’vîli varsa, küfr olmaz. Bid’at olur. Te’vîlden haberi olmayıp, bid’at sâhibi
olan âlimleri taklîd ile veyâ nefsine uyarak, dünyâ çıkarları için ise, yine
küfr olur.
İster Ehl-i sünnet olsun, ister bid’at sâhibi olsun, dînini
dünyâ çıkarlarına âlet eden, ya’nî dünyâlığa kavuşmak için dîninden veren
câhillere (Yobaz) denir. Hiçbir dîne
inanmadığı hâlde, müslimânları aldatarak îmânlarını yok etmek, islâmiyyeti
içerden yıkmak için, müslimân görünüp küfre sebeb olan şeyleri isbât etmek için
delîlleri yanlış te’vîl edene (Zındık) ve
(Fen yobazı) denir. Bid’at sâhiblerine
ve mülhidlere ve bunların yolunda olan câhil taklîdcilere (Mezhebsiz) denir. Mezhebsizler ve îmân
hırsızları olan zındıklar, (Dinde reformcu) olarak
ortaya çıkmakdadırlar.
İcmâ’ delîl değildir diyen kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur.
Hâricîler, şî’îler, vehhâbîler böyledir. Bunların icmâ’a muhâlif sözleri küfr
olmaz. Fekat, küfre sebeb olan diğer inanışlarından dolayı kâfir olurlar.
İbnî Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” vitr nemâzını
anlatırken diyor ki, (Vitr nemâzının aslını, ya’nî ibâdet olduğunu inkâr eden
kâfir olur. Eğer delîlini te’vîl ederek veyâ delîlinde şübhe ederek inkâr
ederse, kâfir olmaz. [Bid’at ehlinden olur.] Bütün vâcibler ve sünnetler de
böyledir. Çünki, vitr nemâzı dinde zarûrî olarak bilinen bir ibâdetdir ve böyle
olduğu (İcmâ’-ı ümmet) ile sâbitdir. İcmâ’-ı
ümmet ile bildirilmiş olan zarûrî ibâdete te’vîlsiz olarak inanmamak, hanefî
âlimlerine göre, küfr olur. Dinden olduğu zarûrî olarak bilinmek demek, dinden
olduğunu câhillerin de bildiği din bilgileri demekdir. Beş vakt nemâzın farz
olduğuna inanmak böyledir. Yalnız âlimlerin bildiği din bilgilerini inkâr eden,
kâfir olmaz. Ceddenin [büyük annenin] mîrâsın altıda birini alacağını inkâr
etmek böyledir).
İbni Melek, (Menâr) şerhinde
diyor ki, (İcmâ’) birleşmek demekdir.
Bir asrda bulunan müctehidlerin bir işin hükmünde birleşmeleridir. Bu iş, söz
veyâ fi’l olabilir. İctihâd lâzım olmıyan şeylerde, bir asrda bulunan
müslimânların hepsinin birleşmeleri lâzım olur. Birleşmek, aynı sözü söylemek
veyâ aynı işi yapmakdır. Bir asrda bulunan müctehidlerin bir kısmı söyler veyâ
yapar, diğerleri işitince susarlar, red etmezlerse, hanefî mezhebinde, yine icmâ’ olur. Şâfi’îde, buna icmâ’ denmez.
İctihâd işlerinde icmâ’ sâhibi olmak için, müctehid olmak lâzımdır.
Kur’ân-ı kerîmin ve nemâz rek’atlarının ve zekât mikdârının ve ekmeği ödünc
almanın ve
hamâma
gitmenin bizlere nakl edilmesi gibi, ictihâda lüzûm olmıyan şeylerin icmâ’ında
müctehid olmak lâzım değildir. Bu gibi şeylerde, müctehid olmıyanların
icmâ’ları da mu’teberdir. Fekat, bid’at sâhibi ve fâsık olmamaları lâzımdır.
[Bunun için, şî’îlerin ve vehhâbîlerin kitâblarında yazılı bozuk şeyler icmâ’
olamaz. Halâl, harâm ve farzlar için delîl olamaz.] Eshâb-ı kirâmdan ve Ehl-i
beyt evlâdlarından olmaları da şart değildir. Medîne ehâlisinden olmaları da
şart değildir. Âlimlerin çoğuna göre, selefin ihtilâf etdiği bir mes’elede,
sonra gelen âlimlerin icmâ’ yapmaları câizdir. Bir müctehid hilâf ederse, icmâ’
hâsıl olmaz. Haber-i vâhid ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfde ve müctehidin
kıyâs etmesi ile bulunan hükmde icmâ’ olur. Âyet-i kerîmeden ve meşhûr olan
hadîsden açıkca anlaşılan hükmde icmâ’ olmaz. Bunların kendileri zâten
delîldir. Selef-i sâlihînin, ya’nî Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în”, bizlere, her asrın icmâ’ı ile gelmiş olan icmâ’ları mütevâtir hadîs
gibidir. Ya’nî, Eshâb-ı kirâmın böyle icmâ’larını öğrenmemiz ve amel etmemiz
lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğu, nemâzın ve orucun, zekâtın farz
oldukları böyledir. Bir sâlih kimsenin
bildirdiği icmâ’ları ise, haber-i vâhid ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfler
gibidir. Bunlar ile yalnız amel etmek vâcib olup, ilm [ve îmân] vâcib değildir.
Öğle nemâzından evvel dört rek’at sünnet kılmak böyledir.
İcmâ’ın dereceleri vardır. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în”, açıkca ve her asrın icmâ’ı ile haber verilmiş olan
icmâ’ları, âyet-i kerîme ve mütevâtir olan hadîs-i şerîf gibi kuvvetlidir.
İnkâr eden kâfir olur. Eshâb-ı kirâmdan ba’zısının icmâ’ edip, diğerlerinin
sükût etdikleri icmâ’ da, kat’î delîl ise de, inkâr eden kâfir olmaz. İcmâ’ın üçüncü derecesi, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf
etmedikleri bir hükmde, sonraki asrların icmâ’larıdır. Bunlar, meşhûr
olan haber gibidir. Bundan sonra, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf etdikleri bir hükmde,
sonra gelenlerde hâsıl olan icmâ’ olup, haber-i vâhid ile bildirilen hadîs-i
şerîf gibidir. Bununla amel vâcib olup, îmân vâcib değildir. Bir asrda bulunan
(Kıyâs), birşeyi başka şeye
benzetmek demekdir. Fıkhda, hükmü nassdan anlaşılamıyan birşeyin hükmünü, bu
şeye benziyen başka şeyin hükmünden anlamak demekdir. Kıyâsın delîl olduğu
aklen ve naklen bilinmekdedir. (Ey ilm sâhibleri! İ’tibâr
ediniz!) âyet-i kerîmesi, (Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyâs ediniz!) demekdir. Çünki, i’tibâr, benzetmek demekdir.
Mu’âz “radıyallahü teâlâ anh”, Yemene gidince, ictihâd edeceğini bildirdiği
zemân, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” râzı olup hamd etmesi,
kıyâsın huccet olduğunu göstermekdedir. Kıyâsın şartları, rüknü, hükmü ve def’i
vardır. Müctehidin bunları hâiz olması lâzımdır. (Menâr)
şerhinden terceme temâm oldu.
Se’âdet istersen eğer, ey
civân,
sarıl islâmiyyete, yavrum her zemân.
Farz ve vâcib, sünnetü
mendûbunu,
emr-i bilma’rûfunu, mecmû’unu.
Dâimâ icrâ edip, terk
eyleme,
bu küçükdür, bu büyükdür söyleme.
Hem mekrûh ve harâmdan
kaçınmak gerek,
hele kul hakkına çok dikkat gerek.
Ehl-i sünnet olandan öğren
hemân,
âmil ol ilminle, fevtetme
zemân.