Kur’ân-ı kerîm okudukdan, düâ etdikden ve ders ve va’zlardan
sonra (Sübhâne rabbike) âyet-i kerîmesini
okumak, islâm memleketlerinde yapılagelen bir sünnetdir.
Ba’zı kimseler, bu âyet-i kerîmeyi
değişdirerek, Sübhâne rabbinâ şeklinde okumak dahâ iyidir diyor. Meselâ,
Çarşamba kazâsı müftîsi Hasen Hulûsî efendi, (Mecma’ul
âdâb) kitâbının son sahîfesinde böyle söylüyor. Bunun gibi,
Rükn-ül-islâm Muhammed bin Ebû Bekrin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, meşhûr (Şir’at-ül-islâm) kitâbını şerh eden, Ya’kûb bin
Seyyid Alî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, düâ faslına yapdığı ilâvelerde ve (Mecma’ul fetâvâ)da diyor ki, (Düâlardan sonra,
Sübhâne rabbinâ demek, Sübhâne rabbike demekden dahâ yerinde olur. Çünki,
maksad, âyet okumak değil, düâ ve senâdır) yazmakdadır. Muhammed Es’ad
efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-i
yektâ), doksanüçüncü sahîfesi, son satırında bildirdiği gibi, Yeni
Şehrli şeyh-ül-islâm Abdüllah-ı Rûmî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Behcet-ül-fetâvâ) kitâbında da, böyle demekde ve
bunu, (Hidâye) kitâbının sâhibi olan,
Burhâneddînin (Tecnîs) ismindeki fetvâ
kitâbından terceme etdiğini söylemekdedir. Diğer tarafdan:
1
-
Müfessirlerin baş tâcı Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tefsîrinde diyor ki,
Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kıyâmet günü, bol bol sevâba kavuşmak
istiyen, her toplantı sonunda, Sübhâne rabbike âyetini sonuna kadar okusun!).
Bu haber, tefsîrlerin çoğunda, meselâ Hüseyn Vâ’ız-ı Kâşifînin fârisî (Mevâhib-i aliyye) tefsîrinde ve bunun türkçe
tercemesi olan (Mevâkib) tefsîrinde
yazılıdır.
2
- Sa’îd bin
Mensûrun ve ibni Ebî Şeybenin ve hâfız [hadîs âlimi] Ebû Ya’lânın “rahmetullahi
aleyhim ecma’în” bildirdikleri bir hadîs-i şerîfde, Ebû Sa’îd-i Hudrî
“radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” nemâzda,
selâm vereceği zemân, Sübhâne rabbike âyetini okurdu).
3 - Hadîs ilmi mütehassısı meşhûr Taberânî diyor
ki, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” buyurdu ki, (Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” nemâzda, selâm vermeden evvel, Sübhâne rabbike
âyet-i kerîmesini okurdu).
4 - Yine imâm-ı Taberânî “rahmetullahi teâlâ
aleyh” diyor ki, Abdüllah ibni Zeyd bin Erkam,
babasından işiterek diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, (Bir kimse nemâz sonunda, üç def’a
Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini okursa, yetişir mikdârda sevâba kavuşur).
5
- Hatîb-i
Bağdâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” kitâbında bildiriyor ki, Ebû Sa’îd-i Hudrî
“radıyallahü anh” buyurdu ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
nemâzdan selâm verince, Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini okurdu).
6
- Hadîs
âlimlerinin büyüklerinden, hâfız Ebû Ya’lâ “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (El müsned) ismindeki kitâbında diyor ki, (Ebû
Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” nemâzdan selâm verince, üç def’a Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini
okurdu).
7
- İbni
Hibbân, Ebû Şa’bîden alarak diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Kıyâmet günü büyük ölçeklerle, bol
sevâb kazanmak istiyen kimse, bir meclisden kalkınca Sübhâne rabbike âyet-i
kerîmesini okusun!).
Bu çeşidli hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” bu âyet-i kerîmeyi okurken ve ümmetine tavsıye
buyururken, Kur’ân-ı kerîmdeki şeklini
değişdirmemiş, hep (Sübhâne rabbike) demişdir. (Sübhâne rabbinâ) dediği
işitilmemişdir. O hâlde, bu âyet-i kerîmeyi (Sübhâne rabbinâ) şekline sokmak, Kur’ân-ı kerîme el uzatmak olduğu gibi, sünnet-i seniyyeye de tecâvüz etmek, çok çirkin bir
hareket olur. İslâm âlimleri hadîs-i şerîflere bakarak, ibâdetlerden ve
toplantılardan sonra, (Sübhâne rabbike) âyet-i
celîlesini okumağı âdet buyurmuş ve kitâblarında bildirmişlerdir.
Meselâ, allâme Muhammed
Alâüddîn-i Haskefî (Dürr-ül-muhtâr)
kitâbında, (Nemâzdan sonra, düâyı Sübhâne rabbike âyet-i
kerîmesini
okuyarak temâmlamalıdır) demekdedir. Şernblâlî hazretleri, molla Hüsrevin (Dürer)i hâşiyesinde buyuruyor ki, (Nemâzdan ve
düâdan sonra hazret-i Alînin “radıyallahü anh” bildirdiği üzere, (Sübhâne rabbike) âyet-i kerîmesini okumalıdır). (Merâkıl-felâh)da böyle yazmakdadır. (Dürr-ül-muhtâr) sâhibinin, kitâbının başında
(ilm deryâsı, zemânının bir dânesi, asrının süsü) diye medh etdiği ve İbni
Âbidîn hazretlerinin, şerhinde, çok övdüğü, şeyh-ül-islâm Hayreddîn Remlînin
fetvâları, İstanbulda, Süleymâniyye kütübhânesi,
Yeni câmi’ kısmında vardır. (Fetâvâ-i Hayriyye) denilen bu kitâbın
beşinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Nemâzda, düâların hepsinde müfred
olarak [ya’nî rabbike diyerek] okumak, yalnız kunût düâsında cem’ [ya’nî
rabbinâ şeklinde] okumak sünnetdir). Dört
mezhebin inceliklerini iyi bilen, ârif-i billah, seyyid Abdülhakîm efendi,
birçok derslerinde, Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini, değişdirmeden okumak
lâzım olduğunu beyân buyururdu.
Görülüyor ki, hadîs-i şerîfler, fıkh kitâbları ve fetvâlar,
bu âyet-i kerîmenin değişdirilmeden okunmasını istemekdedir. Yalnız, (Tecnîs) kitâbı ve bundan alınmış birkaç kitâbda,
bu âyet-i kerîmenin şekli bozulmakdadır. Hâlbuki, âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîflerde açıkca bildirilen şeylerde, ictihâd edilemiyeceği ve bunların
değişdirilemiyeceği dört mezheb kitâblarında da bildirilmekdedir. Nass bulunan
yerde ictihâda izn yokdur denilmekdedir. (Tecnîs) kitâbı
da, baş tarafında (Bu kitâb, büyüklerin söylemeyip, sonra gelenlerin çıkardığı
mes’eleleri bildirmekdedir) diyerek, kendinden önce gelenlerin bu âyet-i
kerîmeyi değişdirmeğe cesâret etmemiş olduklarını anlatmakdadır. Mezhebimizin
reîsi, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi
teâlâ aleyh” (Mezhebim, hadîs-i şerîflere yapışmakdır) buyurduğu için, hadîs-i
şerîfi bozan bir fetvâya nasıl uyulabilir? Evet, (Tecnîs)
kitâbının sâhibi çok büyükdür ve tercîh sâhiblerindendir. Fekat bu
mes’ele, bir tercîh, imâmların sözleri arasından birini seçmek mes’elesi
değildir. (Tecnîs) kitâbının, (Bu âyet-i
kerîme, nemâzda selâmdan önce, Kur’ân olarak değil, düâ olarak okunduğu için,
Sübhâne rabbinâ demek dahâ uygun olur) sözü, hadîs-i şerîflere uymamakla
berâber, şeyh-ül-islâm Hayreddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”in fetvâsı,
bunun aksini emr etmekdedir. Bu fetvâ, (Tecnîs)in
sözü bilinerek, ona cevâb olarak, sonradan verilmişdir. (Tecnîs)de, nemâzın son teşehhüdündeki düâları anlatan
bir sahîfeye yakın yazıyı okuyan âlimler, bu yazıların edeb, belâgat, me’ânî,
mantık ve fıkh ilmlerinin kâ’idelerine uymadığını da görerek, bu satırların,
büyük âlim Burhâneddîn-i Mergınânî hazretlerinin kaleminden çıkmadığı, câhiller
tarafından sokulduğu düşüncesi de hâsıl olmuşdur. Hattâ bu satırları terceme ve
kabûl eden (Behce) kitâbının sâhibi, bu
hatâları görerek, tercemesini değişdirip, yeniden düzeltmek zorunda kaldığı,
her iki kitâbı okuyanlara, açıkça görünmekdedir. (Behce)nin
sâhibi, ne yazık ki, burada ma’nâyı da değişdirerek, (Yalnız nemâzda selâmdan
önce) sözünü (her düâda) diye terceme etmek sûretiyle (Tecnîs)e iftirâ eylemişdir. (Dürr-i yektâ) şerhi, (Mecma’ul-âdâb)
gibi toplama kitâblar da, bu fetvâ tercemesine uyarak, milleti
yanlış yola sürüklemiş, sünnetden ayırmışdır, bid’at ateşini körüklemişlerdir.
(Tecnîs) sâhibi,
bu âyetin nemâz içinde düâ sonunda okunmasını söyliyerek, mühim bir sünnetin yapılmasına sebeb olmak şerefini ve sevâbını
kazanmış ise de, âyet-i kerîmeyi değişdirmek hatâsına düşmüşdür. Bu hatâsı,
onun yüksek derecesini sarsmaz. Çünki, mezheb imâmlarımız, büyük müctehidler ve
hattâ Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” bile ictihâdlarında yanılmış, bu
yanılmaları kusûr sayılmamışdı. O hâlde, (Tecnîs) sâhibinin,
hadîs-i şerîflere muhâlif sözünün hatâ olduğunu söylemek ve bu sözüne uymamak
lâzımdır. Böyle söylemek, onu küçültmek olmaz.
Şunu da söyliyelim ki, (Rabbike), senin Rabbin demekdir.
Âlemlerin, her şeyin üstünü olan Muhammed “aleyhisselâm”ın Rabbi demekdir.
Ya’nî, (Ey, kıymet-
li,
şerefli Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Seni bu kemâle ve şerefe ve
bu izzete kavuşduran Rabbin) demekdir. (Rabbinâ) ise, bizim Rabbimiz diyerek,
kendimizi Onun yerine koymak olup, güneş yerine yıldızları koymak demekdir.
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberini,
insanların hepsinden dahâ yüksek tutarak, hepsi yerine Onu söylemişdir. Onun
şerefini bu âyet-i kerîme ile de anlatmışdır. Bu kelimeyi değişdirmek, Onun
şerefine dokunmak olur. O şerefi Ondan alıp, kendimize vermek olur.
(Rabb-il-izzeti) ya’nî izzet, kıymet sâhibinin Rabbi,
(Rabbike)nin bedelidir. Allahü teâlâ, izzeti, şerefi, sevgili Peygamberine
bedel yapmışdır. Bu şerefi, Onun Peygamberinden ayırarak, kendisine almak,
değişdirmek, bir pırlantayı taşa atıp parçalamak gibi oluyor. Kur’ân-ı kerîmin belâgati altüst oluyor.
(Sübhâne rabbike) demek, (Bütün insanların
üstünde, aklların ermediği kemâlâtın, üstünlüklerin sâhibi olan senin gibi bir
Peygamberi yaratan, yetişdiren Rabbin, her aybdan münezzehdir) demekdir.
Hâlbuki, (Sübhâne rabbinâ) demek, (Biz günâhı çok, âsî kulların yaratanı,
yetişdireni her aybdan münezzehdir) demekdir. Allahü teâlâyı tenzîh etmekde,
senâ etmekde günâhkâr kulları araya sokmanın, ne kadar yersiz olduğu, ilmi ve
aklı olan kimse için, pek meydândadır. O hâlde (Sübhâne rabbike) makâmı,
(Sübhâne rabbinâ) makâmından, edeb, fesâhat ilmleri bakımından, katkat dahâ
yüksekdir. Ya’nî (Sübhâne rabbike) demek,
(Sübhâne rabbinâ) demekden, tenzîhe ve senâya dahâ ziyâde uygundur. Âyet-i
kerîmede Allahü teâlâ, kendi kendini medh ve senâ ediyor. İnsan, bundan dahâ
iyi senâ yapabilir mi?
(Sübhâne rabbike) deyince, Peygamber
efendimiz hâtırımıza gelir ki, se’âdet-i ebediyyemize sebeb olan Zât-ı
risâletpenâhîyi hâtırlıyarak, Onun tevassut ve şefâ’atine sığınarak yapılan
senâ ve düâ, kendimizi hâtırlıyarak yapılandan, elbette dahâ lâyık olur. Bunun
içindir ki, her nemâzda, (Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü) diyerek, Onu
hâtırlamamız, kalbimizi Ona bağlamamız emr olundu.
Hülâsa, tesbîh, senâ ve düâ için, bu âyet-i kerîmeyi değişdirmek
câiz olsaydı, Peygamberimiz (Sübhâne rabbinâ) derdi. Hâlbuki böyle hiç
okumamışdır.
(Behcet-ül-fetâvâ) gibi kitâblar, fetvâ
kitâbları değil, fetvâları nakl eden, ulaşdıran mecmû’alardır. Bunları yazanlar
müftî değil, birer nâkıl ve toplayıcıdır. Fetvâ verenin, ya’nî müftî ismi
verilecek zâtın, müctehid olması, fetvâ denilen sözlerin de, müctehidlerin
ağzından ve kaleminden çıkmış olması lâzımdır.
Âlimlerin kitâblarından, ilmden haberi olmayıp da, yalnız
kulakdan, gazetelerden birşeyler duyan kimseler, (Sübhâne rabbinâ) demekle,
düâya kendimizi de katmış oluyoruz diyor. Bu sözleri ile, ilmden hiçbir şeyleri
olmadığını anlatıyorlar. Çünki, (Sübhâne) kelimesi, fi’l değildir. Mef’ûl-i
mutlakdır. Bunun fi’li, söyliyene göre, üsebbihu veyâ nüsebbihudur ki, dinliyen
çok ise, fi’l kendiliğinden cem’ olur ve düâya hepsi dâhil olur. (Rabbike) ile
(Rabbinâ)nın her ikisi de, buna te’sîr etmez. Bu ikisi arasındaki fark, tenzîh
ve senânın kuvvetine te’sîr eder.
Düâ niyyeti ile Kur’ân-ı kerîm
hiç değişdirilebilir mi? Âlimlerimiz buyuruyor ki, düâ kelimeleri tevkîfîdir.
Ya’nî değişdirilmesi câiz değildir. Hattâ
birgün, Resûl “aleyhisselâm”, Eshâb-ı kirâmdan Berâ’ bin Âzib “radıyallahü
anhüm ecma’în” hazretlerine bir düâ öğretdi. Berâ’ “radıyallahü anh”, düâyı
tekrâr ederken, (Nebiyyike) yerine, (Resûlike) okuyunca, Resûlullah, (Hayır, Resûlike deme, Nebiyyike diyerek oku!) buyurdu.
Böylece, değişdirilmesini red eyledi. Herhangi bir düâyı değişdirmek câiz
olmayınca, Kur’ân-ı kerîmi değişdirmek hiç câiz
olur mu?
(Hadîka)da dil âfetlerini
anlatırken buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmdeki
düâları okurken değişdirmek, Kur’ân-ı kerîmi
kasden değişdirmek olur). (Kitâb-üt-tibyân fî
âdâb-i hamelet-il-Kur’ân)da, (Âlimlerimiz sözbirliği ile bildiriyor
ki, Kur’ân-ı ke-
rîmde
bulunmıyan bir harfi ekliyen veyâ bir harfini değişdiren kâfir olur)
buyurulmakdadır. (Hazînet-ül-esrâr)da da
böyle yazılıdır.
Âyet-i kerîme, düâ niyyeti ile okunurken de, değişdirilmez.
Müslimânlar, bu mes’elede (Tecnîs)e,
(Behcet-ül-fetâvâ)ya ve (Mecmâ’ul-âdâb) kitâbına ve bunlardan alınan
yazılara ve sözlere değil, hadîs-i şerîflere ve fıkh kitâblarına ve
şeyh-ul-islâm Remlî hazretlerinin fetvâsına ve takvâ ehli Sôfiyye-i aliyye
büyüklerinin sözlerine uymalıdır. Fıkh kitâblarını fetvâlara tercîh etmek
usûldendir. (Tecnîs)e uymağı gerekdiren
hiçbir şer’î lüzûm da yokdur.
(Bezzâziyye)de ve (Hindiyye) beşinci cüz’de diyor ki, (Kalbim gâfil
diyerek, düâyı terk etmemelidir. Kalbine geleni düâ etmek, ezberlediği düâyı
okumakdan efdaldir. Yalnız, nemâzda okunacak düâları ezberlemelidir. Sünnet olan ibâdetleri yapmak, düâ etmekden efdaldir.
Vâ’ız, imâm, cemâ’ate öğretmek için, mesnûn olan düâları, sesle okur. Cemâ’at
de, sessiz tekrâr eder. Cemâ’at öğrenince, imâm da sessiz okumalıdır. Sesle
okuması bid’at olur. Ramezânda ve başka
zemânlarda cemâ’at ile hatm düâsı yapmak mekrûhdur.
Fekat, böyle yapanları men’ etmemelidir.) Üçüncü kısm, 59. cu maddeye bakınız!
Kâdî zâde, (Ferâid) kitâbında,
(Esmâ’ül-hüsnâ)yı anlatırken diyor ki,
düâ ibâdet demekdir. Bunun için nemâza düâ denilir. İslâmiyyetde düâ, Allahü
teâlâya yalvararak murâdını istemekdir.
Allahü teâlâ, düâ eden müslimânı çok sever. Düâ etmeyene gadab eder. Düâ
mü’minin silâhıdır. Dînin temel direklerinden biridir. Yerleri, gökleri
aydınlatan nûrdur. Düâ, gelmiş olan derdleri, belâları giderir. Gelmemiş
olanların da gelmelerine mâni’ olur. (Bana hâlis
kalb ile düâ ediniz! Böyle düâları kabûl ederim)
meâlindeki âyet-i kerîmeden
anlaşılıyor ki, düâ etmek, nemâz, oruc gibi ibâdetdir. (Bana ibâdet yapmak istemiyenleri, zelîl ve hakîr yapar,
Cehenneme atarım) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Allahü teâlâ, herşeyi sebeb
ile yaratmakda, ni’metlerini sebeblerin arkasından
göndermekdedir. Zararları, derdleri def’ için ve fâideli şeyleri vermek için
de, düâ etmeği sebeb yapmışdır. Peygamberler “aleyhimüssalevât”, hep düâ
etdiler. Ümmetlerine düâ etmelerini emr etdiler. Düâ etmenin de şartları
vardır. Önce, günâhlarına pişmân olup, tevbe etmeli, istiğfâr okumalı, sadaka
vermeli, îmânını Ehl-i sünnet âlimlerinin
bildirdiklerine uygun olarak düzeltmeli, düânın kabûl olacağına inanmalı,
güvenmeli, iki dizi üzerine kıbleye karşı oturup, önce hamd ve salevât okumalı.
Düâyı üçden fazla söylemeli. Harâm şeyleri ve
hâsıl olmuş şeyleri istememeli. Kabûl olmadı diyerek, ümmîdi kesmemeli, kabûl
oluncaya kadar, uzun zemân tekrâr etmelidir. Harâm
yimemeli, harâm içmemeli, harâm şeyleri söylememelidir. (Makâmât-ı mazheriyye)de, 98. ci sahîfede diyor
ki, (Düânın kabûl olması için, ekl-i halâl ve sıdk-ı makâl ve ihlâs ile yapmak
şartdır). (Tezkiret-ül-Evliyâ)da diyor
ki, (Talebesinden bir kısmı sefere çıkarken, Ebül Hasen-i Harkânîye
“rahmetullahi aleyh” gelip, yol uzundur ve çok korkuludur. Bize bir düâ öğret!
Önümüze haydutlar çıkarsa onu okuyup kurtulalım dediler. Önünüze bir belâ
çıkarsa, yâ Ebel-Hasen deyiniz buyurdu. Hocalarının bu cevâbı, çoğunun hoşuna
gitmedi. Yolda, karşılarına eşkıyâ çıkdı. İçlerinden
biri, yâ Ebel-Hasen dedi. O ve eşyâsı ve hayvanı görünmez oldu. Diğerlerinin mallarını
haydutlar götürdüler. Eşkıyâ gidince, ona, sen nasıl kurtuldun dediler. Yâ
Ebel-Hasen dedim. Yanıma gelmediler dedi. Geri döndüler. Biz yâ Allah dedik.
Rabbimize yalvardık, soyulduk. Bu, yâ Ebel-Hasen dedi kurtuldu. Bunun sebebini
bildirmesi için, hocalarına yalvardılar. Siz Allahü teâlâyı, harâm giren, harâm
çıkan bir ağızla, çağırdınız. Bu ise, Ebül-Hasen ile tevessül eyledi. Allahü
teâlâ, bunun sesini Ebül-Hasene duyurdu. Ebül-Hasen de, bunun halâs olması için
düâ etdi. Düâsı kabûl oldu buyurdu). [Mâide sûresinin yirmiyedinci âyetinde
meâlen, (Allahü teâlâ, ancak takvâ sâhiblerinin
[ibâdetlerini, düâlarını] kabûl eder) buyuruldu.
Hadîs-i kuds îde de, (Bir kulum bana yaklaşırsa,
ona sesleri duyurur ve saklı şeyleri gösteririm) buyuruldu. Birinci
kısm, 41. maddenin sonuna, ikinci kısmda 54. cü maddeye bakınız! Ma’nâları
bilinmiyen şeyleri söylememelidir. Âdil hükûmet memûrlarının, mazlûmların,
sıkıntıda olanların, sâlihlerin, müsâfirin, oruclunun iftâr vaktindeki düâsı,
anasına babasına itâat ve hizmet edenlerin ve ana babasının ve hocasının ve
müslimânın arkasından yapılan düâ ve sabr eden hastanın düâsı ve mubârek
zemânlarda ve mubârek yerlerde ve nemâzlardan sonra ve Peygamberimizin ve
Evliyânın kabrleri yanında, onları vesîle ederek yapılan düâlar çabuk kabûl
olunur.
Hiç usandırma ili, il usandırmaz seni,
hîleli iş yapma hem, kes dolandırmaz
seni!
din düşmanından bir su, içme kandırmaz seni,
korkma kâfirden âteş, olsa yandırmaz seni!
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!
Her zarar, insana bil, kendi nefsinden gelir,
yüz karası âdeme, sû’-i
fehminden gelir
şeref-ü şân mekâna hep mekininden gelir,
istikâmet insâna, elbet dîninden gelir.
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!
Herşey geçer âlemde, bir hâlde yokdur sükûn!
bil ki değmez teessüf etmeğe dünyây-ı dûn!
İstikâmet zarardan, seni hep eyler masûn.
Hak eder sâdıkların hasmını elbet zebûn.
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!
Birini
tezlîl için, zulmle etme iştigâl,
arkadaş kazanmağa, olur mâni’ sû’-i hâl,
yüz suyu dökme sakın, hem de etme kîl-ü kal,
müstekîm ol, hep çalış, verir elbet Zülcelâl.
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!
İster ise hıfz eder, hep Allahü lem yezel,
ırzına mü’minlerin, düşman
verse de halel,
tâ ezelden söylenir, halk dilinde bu mesel:
celb eder mükâfâtı, insâna elbet amel.
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!
At
riyâyı, tezyin et, ihlâsla ef’âlini,
boş buğazlık eyleme, fikr et önce kâlini!
ne dürlü saklayayım, desen de ahvâlini,
Hak
teâlâ a’lemdir, bilir bütün hâlini.
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!
Magrûr olmaz mal ile, mülk ile, ehl-i hired,
insanın işi döner, herşeye vardır bir had,
ölüm vakti gelince, kimseden gelmez meded,
nefsine uyma sakın, hâk
olur birgün cesed.
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!
Sonsuz cihânı düşün, zıllı âbâd eyleme,
Ehl-i sünnet kitâbı, oku inâd eyleme,
fırsat eldeyken uyan, ömrü berbâd eyleme,
yakmağa sürükliyen fi’li mu’tâd eyleme!
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!
Hâline şeytân güler, görünce bu gafleti,
kendine gel azîzim, güldürme ol şirreti,
hâin olma, cihâna, ver keremle şöhreti,
herşeyin üstündedir, hüsn-ü hulkun rif’ati.
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni!