İmâm-ı Rabbânî
Müceddid-i elf-i sânî “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”, bu mektûbu molla Ârif Hutenî Bedahşîye yazmışdır. (Lâ ilâhe illallah)
kelimesinin üstünlüklerini ve tenzîh makâmını ve (îmân-ı
gayb)ı bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına
selâm olsun! Mevlânâ Muhammed Ârif Hutenî! Önce, bâtıl, bozuk ilâhları yok
etmek, sonra hak olan ma’bûdü bilmek lâzımdır. Nasıl olduğu bilinen ve
ölçülebilen herşey yok edilmeli, nasıl olduğu bilinmiyen bir Allaha îmân
etmelidir. Bu yok bilmeği ve îmân etmeği en iyi anlatan kelime, (Lâ ilâhe illallah) güzel kelimesidir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Zikrin
en kıymetlisi, Lâ ilâhe illallah demekdir) buyurdu. Bir hadîs-i
şerîfde, Rabbinden şöyle nakl etdi: (Yedi kat
göklerin ve bunlarda bulunanların ve yedi kat yerin hepsi, Lâ ilâhe illallah
kelimesi ile ölçülse, bu kelimenin sevâbı dahâ çok olur) buyuruldu.
Nasıl dahâ çok olmaz ki, bu kelimenin bir kısmı, Allahü teâlâdan başka herşeyi,
yerleri gökleri, Arşı, Kürsîyi, Levh ve Kalemi, bütün Âlemi ve âdemi hep yok
etmekde, diğer kısmı da, yerlerin, göklerin, tek yaratıcısı, hak olan ma’bûdün
var olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâdan başka herşey, ister âfâkda
[insanın dışında], ister enfüsde [insanın içinde] olsunlar, hepsi
anlaşılabilen, ölçülebilen şeylerdir. Âfâk ve enfüs aynalarında görülen herşey
de böyledir. Hepsinin yok bilinmesi lâzımdır. Bildiğimiz, öğrendiğimiz,
hâtırımıza, hayâlimize gelen, duygu organlarımıza etki eden herşey de böyledir.
Hep-
si
hâdis, mahlûkdurlar. Çünki, insanın bildiği, his etdiği herşey, kendi eseri,
yapdığı şeydir. Bizim, Allahü teâlâyı tenzîh etmemiz, birşeye benzemez dememiz,
benzetmek olur. Bizim anladığımız büyüklük, küçüklükdür. Tesavvufculara
“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” olan keşfler, tecellîler, müşâhedeler,
hep Allahdan başka şeylerdir. Allahü teâlâ (Verâ-ül-verâ)dır.
Ya’nî, ötelerin ötesidir. Bunların hiçbirine benzemez. İbrâhîm aleyhisselâm,
kâfirlere, (Niçin kendi yapdığınız putlara
tapıyorsunuz? Sizleri ve yapdığınız işleri Allahü teâlâ yaratdı!) dedi. Bunu Kur’ân-ı
kerîm haber veriyor. İster elimizle yapmış olalım, ister aklımız ve
hayâlimizle meydâna getirelim, yapdığımız şeylerin hepsi, Allahü teâlânın
mahlûklarıdır. Hiçbirinin tapınmak için değerleri yokdur. Tapınılmağa hakkı
olan, yalnız Allahü teâlâdır. O, bildiğimiz, düşünerek bulduğumuz şeylerin
hiçbirine benzemez ve nasıl olduğu anlaşılamaz. Akl ve vehm Ona yaklaşamaz.
Keşf ve şühûd, Onun büyüklüğü önünde yıkılıp kalır. Böyle bî-çûn ve bîçigûne
olan [ya’nî hiçbirşeye benzemiyen ve akl ile anlaşılamıyan] yüce yaratıcıya,
gayb yolu ile inanmakdan başka çâre yokdur. Çünki, görerek, düşünerek anlamağa
kalkışarak inanmak, Ona inanmak olmaz. Kendi yapdığımız
şeye îmân etmek olur. Bu şey de, Onun mahlûkudur. Bunu, Ona şerîk, ortak yapmış
oluruz. Belki de, Ondan başkasına îmân etmiş oluruz. Böyle felâkete düşmekden
Allahü teâlâya sığınırız. Gayba îmân edebilmek için, vehmin, hayâlin
yetişemediği bir yaratana inanmak lâzımdır. Ondan hiçbirşeyin hayâlde yeri
olmamalıdır. Bu ma’nâ vehm ve hayâlin dışında olan yakınlık mertebesinde ele
geçer. Çünki, uzaklaşdıkca, vehm ile anlaşılması kolaylaşır ve hayâlde yer
bulabilir. Bu ni’met, ancak Peygamberlere
mahsûsdur. Gayb yolu ile îmân etmek, ancak bu büyüklere nasîb olmuşdur
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bunlara uyup, izlerinde gidenlerden de,
dilediklerine ihsân ederler. Bütün mü’minlerin gayb yolu ile olan îmânları,
vehmin karışmasından kurtulamaz. Çünki
câhillere göre, (verâ-ül-verâ), uzaklık demekdir. Böyle anlayışda, vehm
de işe karışır. O büyüklere göre ise “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”,
(verâ-ül-verâ) yakınlıkdadır. Böyle anlayışda, vehm işe karışamaz. Dünyâ
durdukca ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkca, gayba inanmakdan başka çâre yokdur.
Çünki, burada görerek hâsıl olan îmân, bozukdur. Âhıret hayâtı başlayıp, vehm
ve hayâlin kuvveti kalmayınca, görerek hâsıl olan (Îmân-ı
şühûdî) kıymetli olur. Vehm ve hayâl tarafından bu îmâna bozuk şeyler karışdırılamaz. Sanırım ki,
Resûlullah Muhammed aleyhisselâm, dünyâda Allahü teâlâyı görmekle
şereflendiği için, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” îmânı, şühûdîdir demek
güzel olur. Vehmden ve hayâlden hâsıl olan bozuk şeyler, o îmâna
karışamamışdır. Çünki, başka mü’minlere Cennetde ihsân edilecek olan ni’met, o
yüce Peygambere “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” bu dünyâda nasîb oldu.
Bu, Allahü teâlânın çok büyük bir ni’metidir. Allahü teâlâ, ni’metlerini
dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, pek çok ni’met ihsân edicidir.
Şunu iyi anlamalıdır ki, halîlullah İbrâhîm aleyhisselâm,
Allahdan başka şeylere tapınmanın yanlış olduğunu pek güzel bildirdi.
Müşrikliğe yol açacak kapılardan hepsini iyice kapadı. Bunun için,
Peygamberlerin imâmı oldu. Hepsinden ileride oldu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü
vettehıyyât”. Çünki, dünyâ hayâtında olan ilerlemenin en yüksek noktası, Allahdan
başka tapınılacak hiçbirşey bulunmadığını iyi anlamakdır. Çünki, (Lâ ilâhe illallah) güzel
kelimesinin ikinci parçasının bildirdiği, (İbâdet olunmağa hakkı olan, yalnız
Allahü teâlâdır) sözünün tam ma’nâsı, ancak âhıretde anlaşılacakdır. Böyle olmakla
berâber, Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, bu
dünyâda, Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için, bu sözün tam ma’nâsından
çok şeylere de, bu dünyâda kavuşmuşdur. Denilebilir ki, bu ma’nâdan, bu dünyâda
mümkin olanı, o yüce Peygamberin gelmesi ile bildirilmişdir. Yine, diyebiliriz
ki, zât-ı ilâhînin tecellîsi, bu dünyâda, ancak o yüce Peygambere nasîb oldu.
Başkalarına, âhıretde nasîb olacağı bildirildi. Doğru yolda bulunanlara ve
Muhammed Mustafânın izinde olanlara selâm olsun “aleyhi ve alâ Âlihî
minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”!