Zekât vermek, hicretin ikinci senesinde Ramezân ayında farz oldu. Zekâtın farzı
birdir. Her müslimânın tam mülkü olan nisâb mikdârındaki (Zekât malı)nın, belli zemânda, belli mikdârını,
zekât niyyeti ile ayırıp, emr edilen müslimânlara vermekdir. Tam mülk, halâl
yoldan gelip, kullanması mümkin ve halâl olan öz malı demekdir. Vakf malı,
kimsenin mülkü değildir. Gasb, sirkat, rüşvet, kumar, alkollü içki satışının
semeni ve fâsid olarak satın aldığı mal gibi, harâm
malı kendi halâl malı ile veyâ çeşidli kimselerden
aldığı harâm malları birbirleri ile
karışdırmamış ise, bu harâm mallar, mülkü olmaz.
Kullanması, nafaka yapması halâl olmaz. Bunlarla câmi’ ve başka hayrlar
yapamaz. Bunların zekâtını vermesi farz olmaz.
Ya’nî, zekât nisâbının hesâbına katılmazlar. Sâhibleri veyâ vârisleri belli
ise, kendilerine geri vermesi farzdır. Belli değil
ise, hepsini sadaka olarak fakîrlere dağıtır ise de, sonra sâhibi çıkıp,
tazmînini isterse, tazmîn eder. Sâhiblerini buluncıya kadar dayanamayıp
bozulacak malı, kendi kullanıp, sonra tazmîn etmesi, ya’nî benzerini, benzeri
yoksa kıymetini ödemesi câiz olur. Birinci kısm, kırkikinci maddeye ve 303. cü
sahîfeye bakınız! Ticâret şirketinde ortak olanın, hissesi nisâb mikdârı ise,
kendi hissesinin zekâtını hesâb ederek vermesi lâzımdır. İbni Âbidîn, Bey’ ve
şirâyı anlatırken diyor ki, (Din adamlarının, evkafdan alacakları erzâkı,
teslîm almadan önce satmaları câiz değildir.
Çünki bunlar, hak edilmiş ücret iseler de, hak edilen mal, kabz edilmeden önce
mülk olmaz. Düşmandan alınan ganîmet, dâr-ül-islâma getirilince, askerin hakkı
olur. Fekat, taksîm edilmeden önce, mülk olmaz). Bunun için me’mûrların ve işçilerin alacakları ma’âş ve ücretler,
ellerine geçmeden önce mülkleri olmaz. Ma’âş, ücret ele geçmeden önce, bunlar
nisâb hesâbına katılmaz. Ya’nî zekâtları verilmez. Bunlardan kesilen
yardım sandığı, sigorta paraları ve tasarruf bonoları zekât hesâbına katılmaz.
Senelerce sonra birikmiş olarak ele alınınca, yalnız alınan para, o senenin
zekât nisâbının hesâbına katılır. Satış karşılığı alınan bonolar, böyle
değildir. Bunlar ve hisse ve tahvîl senedleri, her sene zekât hesâbına katılır.
Hanefî mezhebinin âlimleri dediler ki, (Mükellef) olan, ya’nî âkıl, bâliğ [cünüb olup
gusl abdesti almağa başlıyan bir yaşa gelmiş] olan ve hür olan müslimân erkek
ve kadının, şartları bulununca, zekât vermeleri farzdır.
Zekât vermek, malı müslimân fakîre temlîk etmekle olur. Ya’nî, malı fakîrin
eline vermek lâzımdır. Fakîr ve âkıl olan yetîme velîsi yemek yidirse, zekât
yerine geçmez. Yemeği yetîmin eline verse veyâ velîsi bu yetîmi giydirse zekât
olur. Âkıl olmıyan fakîr yetîmle birlikde yemek yiseler zekât vermiş olur. Velî
olmak, yetîme babası tarafından veyâ hâkim tarafından vasî ta’yîn edilmekle
olur. Bu kimse, yetîme verilecek hediyyeleri almak ve ona vermek hakkına mâlik
olduğu için, kendi zekâtı ile de, elbise ve yiyecek ve başka lüzûmlu şeyler
satın alıp ona verebilir. Hâkim emri ile fakîr akrabaya verilen nafakanın da
böyle olduğu (Bezzâziyye)de yazılıdır.
Başka fakîrlere, zekât malını değişdirmeden vermesi lâzımdır. İmâm-ı Nesefî
“rahmetullahi aleyh” (Zahîre)de diyor ki,
(Bir zengin, ta’âm satın alıp fakîrlere yidirse, zekât vermiş olmıyacağı (Ziyâdât)da yazılıdır). (Bezzâziyye) ve (Fetâvâ-i Hindiyye)de diyor ki, (Kurban etini, koyunlarının zekâtı niyyeti ile fakîre
verse, zekât olmaz). (Îzâh)da
diyor ki, (Çocuğa, deliye verilecek zekât, babasına veyâ velîsi olan akrabâsına
veyâ vasîsine verilir).
Dört mezhebde de dört dürlü (Zekât
malı) vardır:
1
- Senenin
ekseri zemânında, çayırda parasız otlayan dört ayaklı hayvanlar.
2
- Altın ile
gümüş.
(Dürr-ül-müntekâ)nın sâhibi “rahmetullahi
teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Altın ile gümüşün oniki ayârdan ziyâdesi, para
olarak kullanılsın, kadınların süsü gibi, halâl olarak kullanılsın, erkeklerin
altın yüzük takması gibi, harâm olarak kulla-
nılsın,
ev, yiyecek, kefen satın almak için saklanılsın, kılınc [ve altın diş] gibi
ihtiyâc eşyâsı olsalar da, zekât nisâbının hesâbına katılacaklardır). Görülüyor
ki, erkeklerin altın yüzük takması harâmdır.
İkinci kısm, 41. ci maddenin sondan ikinci sahîfesine bakınız!
3 - Ticâret için alınıp, ticâret için saklanılan (Ticâret eşyâsı).
İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, zekâtın sebebini ve
şartını bildirirken, buyuruyor ki, (Eşyânın
ticâret niyyeti ile satın alınması lâzımdır. Uşr vermesi lâzım gelen
topraklardan hâsıl olan ve mîrâs olarak ele geçen veyâ hediyye, vasıyyet
gibi kabûl edince mülk olan şeylerde, ticârete niyyet edilse de, bunlar ticâret
malı olmaz. Çünki, ticâret niyyeti, alış verişde olur. Meselâ, tarlasından
buğday alıp uşrunu veren veyâ mîrâsdan eline urûz geçen kimse, satmak niyyeti
ile saklasa, nisâb mikdârından fazla olsa ve bir seneden fazla kalsa,
zekâtlarını vermek îcâb etmez). Ticâret niyyeti ile [ya’nî satmak için] satın
aldığı buğdayı tarlasına ekse veyâ ticâret için aldığı hayvanı, kumaşı kendi
kullanmağa niyyet etse, ticâret malı olmakdan çıkarlar. Sonra bunları satmağa
niyyet ederse, ticâret malı olmazlar. Bunları satınca veyâ kirâya verince,
eline geçen mal ticâret malı olur. Kullanmak için satın aldığı malı, aldıkdan
sonra ve mîrâs olarak eline geçen urûzu veyâ hediyye, vasıyyet, sadaka gibi
kendinin kabûl etmesi ile mâlik olduğu malı alırken veyâ tarlasından aldığı
buğdayı satmağa niyyet etse, ticâret malı olmazlar. Bunları satsa ve satarken
semenleri olan urûzu ticâretde kullanmağı niyyet etse, bu bedelleri ticâret
malı olurlar. Çünki ticâret bir işdir.
Yalnız niyyet ile olmaz. Başlamak da lâzımdır. Ticâreti terk etmek ise,
yalnız niyyet ile olur. Herşeyi terk etmek, yalnız niyyet ile olur. Bunun gibi,
insan yalnız niyyet etmekle müsâfir olmaz ve orucu bozulmaz. Kâfir, müslimân
olmaz ve hayvan sâime olmaz. Bunların tersi ise, yalnız niyyet etmekle olur.
Altın ve gümüş eşyâ ve kâğıd paralar, her ne sûretle ele geçerse geçsin, zekât
malı olurlar.
4 - Yağmur suyu veyâ nehr, dere suyu ile sulanan, harâclı olmıyan bütün
topraklardan [uşrlu toprak olmasa bile] ve vakf toprakdan çıkan şeyler.
Bunların zekâtına (Uşr) denir. Uşr
vermek, Kur’ân-ı kerîmde, En’âm sûresinin
yüzkırkbirinci âyetinde emr edilmiş, onda birinin verilmesi de hadîs-i şerîfde
bildirilmişdir. Uşr, mahsûlün onda biridir. (Harâc)
ise, beşde bir, dörtde bir, üçde bir, yarıya kadar olabilir. Bir
toprakdan, yâ uşr veyâ harâc vermek lâzımdır. Kul borcu olan, borcunu düşmez.
Uşrunu tâm verir.
Zekâtın farzı birdir. Bu da,
niyyet etmekdir. Niyyet kalb ile olur. Malın zekâtını ayırırken veyâ müslimân
fakîre verirken (Allah rızâsı için, zekât vereceğim) diye niyyet edip de fakîre
veyâ zekâtını fakîrlere vermek için vekîl etdiği kimseye verirken borç veyâ
hediyye veriyorum dese, câiz olur. Söze bakılmaz. Zekât ve sadaka diye birlikde
niyyet ederse, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre, zekât olur. İmâm-ı Muhammede göre
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, sadaka olur. Zekâtını vermemiş olur. Vasıyyet
etmemiş meyyitin, bırakdığı maldan zekât borcu verilmez. Çünki, niyyet etmesi
lâzım idi. Vârisleri, kendi mallarından ödeyebilirler. [Bu takdîrde, zekâtın
iskâtı yapılmış olur.] Zekâtı ayırırken ve fakîre verirken niyyet etmeyip,
verdikden çok sonra niyyet ederse, mal, fakîrde bulunduğu müddetce, câiz olur.
Vekîline verirken niyyet etmesi yetişir. Vekîlinin fakîre verirken, ayrıca
niyyet etmesi lâzım değildir. Zekâtını müslimân fakîre vermesi için, zimmîyi
de, ya’nî başka dinde olan vatandaşı da vekîl etmesi câiz olur. Hâlbuki, hac
için, zimmîyi vekîl göndermek câiz değildir.
Çünki, zekât için yalnız zenginin niyyet etmesi lâzımdır. Hac için, vekîlin de
niyyet etmesi lâzımdır. Vekîline verirken sadaka, keffâret, hediyye dese,
vekîli fakîre bu niyyet ile vermeden önce, zengin zekât için niyyet etse câiz
olur.
İki zenginin de vekîli olan kimse, bunların zekâtlarını,
haberleri olmadan karışdırır, sonra fakîre verirse, zekât verilmiş olmaz. Vekîl
sadaka vermiş olur. Ve-
kîl,
zekâtları öder. İbni Âbidîn, onbirinci sahîfede, bunu açıklarken buyuruyor ki,
(Zekâtları karışdırınca, kendi mülkü olur. Fakîre, kendi malını vermiş olur).
Zenginlerin izni ile karışdırmış ise veyâ
karışdırdıkdan sonra ve fakîrlere vermeden önce izn almış ise, câiz olur.
Fakîrlerin vekîli olan kimse, aldığı zekâtları, habersiz karışdırıp, sonra
fakîrlere dağıtması câizdir. Zenginlerin vekîlinin de, bunlardan iznsiz
karışdırdıkdan sonra vermesi câiz olur da denildi. Bir zengin, bir kimseye
benim için, şu kadar altın zekât ver dese
[veyâ başka memleketde bulunan bir kimseye mektûbla bildirse], bu kimse de emr olunan
bu altınları, kendi kâğıd parası ile satın alıp, fakîrlere verse, câiz olur.
İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu kimse, sonra parasını
zenginden isteyebilir. İmâm-ı Muhammed “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki,
(Sonra sana öderim dedi ise, istiyebilir. Öderim demedi ise, isteyemez). Vekîl
elindeki zekâtı, zenginin emr etmediği fakîrlere verse, sonra zengin kabûl
ederse, câiz olur denildi. Benim için fakîre sadaka ver diyen kimse, sonra sana
öderim demedi ise, ödemez. Zengin, kendi vekîline, fakîrlere dağıtması için
istediği kadar zekât verebilir. Fakîrlerin vekîli, her fakîr için, nisâb
mikdârından fazla zekât alamaz. Zekâtın, fakîr vekîlinin eline girmesi, fakîrin
eline girmesi demekdir. Fakîr bu mala mâlik olur. Vakf hayvanlarının ve vakf ticâret
malının zekâtı verilmez.
ALTIN, GÜMÜŞ ve TİCÂRET MALI ZEKÂTI - Canlı, cansız her mal,
meselâ yerden, denizden çıkarılmış tuzlar, oksidler, naft, ya’nî petrol ve
benzerleri, ticâret yapmak için, ya’nî satmak için satın alındıkları zemân, (Ticâret eşyâsı) olurlar. Altın ile gümüş her ne
niyyet ile olursa olsun, hep ticâret eşyâsıdır.
Ödünc alma karşılığı olan borclar ve zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme zemânı gelmiş olan
müeccel [taksîdli] kul borcları, nisâb hesâbına katılmaz. Ya’nî bunlar, altın
ve gümüşden ve ticâret eşyâsından elde mevcûd olanların ve alacakların
kıymetinden çıkarıldıkdan sonra, kalanlar, nisâb mikdârı olursa, bir sene sonra
zekâtlarını vermek farz olur. Zekât farz oldukdan sonra yapılan borclar özr olmaz,
bunların zekâtı verilir. Geçmiş senelerin ödenmemiş zekâtları kul borcu
sayılır. Müeccel olan, ya’nî zekât farz oldukdan
sonra, belli zemânda ödenecek olan eski borcların, meselâ talâk vaktine müeccel
mehrin nisâb hesâbına katılacaklarını, ya’nî zekâtlarının verileceğini bildiren
kitâblar İbni Âbidînde yazılı ise de, bunların nisâba katılmamasının sahîh
olduğu (Dürr-ül-muhtâr), (Hindiyye),
(Dürr-ül-müntekâ), (Dâmâd) ve (Cevhere)de
yazılıdır. Hac, nezr ve keffâret için saklanan paraların zekâtı verilir. Çünki,
kul borcu değildirler. Elinde nisâb mikdârı altını veyâ gümüşü olan, yıl sonuna
doğru birkaç teneke arpa ödünç alsa, yıl sonunda bu arpa da elinde bulunsa,
zekât vermesi lâzım olmaz. Çünki borc, önce zekât malından ödenir. Zekât
hesâbına katılmıyan arpadan ödenmesi düşünülemez.
Alacaklara gelince, İmâm-ı a’zama göre, üç dürlü alacak
vardır:
1
- (Deyn-i kavî), ödünc verilen zekât malı ve zekât
malının satışı karşılığı alınacak olan (Semen)dir. Nisâb hesâbına katılır. Alınacak para
veyâ bunun ile yanında bulunanın toplamı nisâb mikdârı oldukdan bir sene
sonra, eline geçen her mikdârın kırkda birini hemen vermesi farz olur. İki sene sonra eline geçenin iki yıllık, üç
sene sonra geçenin üç yıllık zekâtını verir. Meselâ, üçyüz dirhem gümüş alacağı
olan, üç sene sonra, ikiyüz dirhem alırsa, bunun, üç yıl için, beşer dirhemden,
onbeş dirhem zekâtını verir. Almadan önce
zekâtını vermesi lâzım olmaz. Kirâcı, mal sâhibinin izni ile, kirâ
karşılığı ta’mîr yaparsa, bu masrafı mal sâhibine ödünc vermiş olur. (İbni Âbidîn).
2
- (Deyn-i mütevassıt), ticâret malı olmıyan zekât
hayvanlarının ve köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâc maddelerinin satışları
karşılığı ve binâların kirâ alacaklarıdır. Nisâb hesâbına katılır. Nisâba mâlik
oldukdan bir sene sonra, eline nisâb mikdârı veyâ dahâ çok geçince, her sene
için, aldığının kırkda biri hemen verilir.
3
- (Deyn-i za’îf), mîrâs, mehr mallarıdır. Nisâb
hesâbına katılır. Nisâb mikdârı teslîm aldıkdan bir yıl sonra yalnız o yılın
zekâtı verilir. Elinde nisâb mikdârı mal da varsa, deynden aldığını, buna
katıp, elindekinin bir yılı temâm olunca, aldığının zekâtını da birlikde verir.
Bunun için ayrıca bir yıl beklemez. Kavî ve vasat deynleri de bir sene geçmeden
önce alınca, böylece elindeki nisâba katarak zekâtlarını birlikde verir. İki
imâma göre “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, her alacak, nisâb mikdârı ise, alınan
mikdâr az ise de, bir yıl geçmişse, zekâtı verilir.
Gayb olmuş, denize düşmüş, gasb olunmuş, gömüldüğü yer
unutulmuş mal ve inkâr olunan alacaklar, tam mülk olmadıkları için, nisâb
hesâbına katılmaz ve ele geçerlerse, önceki senelerin zekâtları verilmez.
Senedli veyâ iki şâhidli olan veyâ i’tirâf olunan alacaklar,
iflâs edende ve fakîrde de olsa, nisâba katılır. Ele geçince, geçmiş yılların
zekâtı da verilir.
İHTİYÂC EŞYÂSI - İnsanı ölümden koruyan
şeylerdir. Bunların birincisi nafakadır. Nafaka da üçdür: Yiyecek, giyecek ve
evdir. Yiyecek deyince, mutfak eşyâsı da anlaşılır. Ev demek, ev eşyâsı da
demekdir. Binek hayvanı veyâ arabası, silâhları, hizmetcisi ve san’at âletleri ve
lüzûmlu kitâbları da ihtiyâc eşyâsı sayılır.
Hacca gitmek için de, yine bu ihtiyâc eşyâsından fazla
parası, malı olması lâzımdır. Nafaka,
kendinin ve bakması vâcib olanların nafakasıdır.
Bunların ihtiyâcdan fazla olanı ve din ve meslek kitâblarından başka
kitâbların hepsi, hac parası için satılır ve kurban, fıtra nisâbına katılır.
Fekat, ticâret niyyeti olmadıkça, zekât nisâbına katılmaz. Hacca gitmek için,
oturduğu evden fazla evi satılır. Fekat, bir evin fazla odaları satılmaz.
Oturduğu evini satıp, kirâ ile ev tutmak lâzım değildir. Hac vakti gelmeden
önce, ihtiyâc eşyâsı satın almak câizdir. Hac farz
oldukdan sonra, bunları alarak hac parasını yimek câiz
değildir. Önce hacca gitmesi lâzımdır. İbni Âbidîn haccı anlatırken
buyuruyor ki, (Bir senelik yiyecek veyâ parası nafaka sayılır. Dahâ fazlasını
satıp hacca gidilir. Tüccârın, esnafın, san’at sâhiblerinin, çiftcinin kendi
memleketlerinde âdet olan sermâyeleri, hac için ihtiyâc eşyâsıdır. Kendinin ve
bakması kendine vâcib olanların nafakası,
bulunduğu şehrin âdetine ve arkadaşlarına göre hesâb edilir. İyi, temiz ve
güzel yimek, giyinmek lâzımdır. İsrâf da etmemelidir. Kul hakkı, Allahü
teâlânın hakkından önce ödenir. Hacca gitmek için ödünc almamalıdır. Ödemesi
muhakkak ise alınabilir).
İhtiyâc eşyâsını almak için ve cenâze masrafının yapılması
için ayırdığı para nisâb hesâbına katılır. Yalnız bu parası bulunan kimse,
nisâb mikdârı olduğu günden bir sene sonra, yine nisâb mikdârından az olmazsa,
elinde kalan bu paranın zekâtını verir. Çünki,
zekât, fıtra ve kurban için, ihtiyâc eşyâsına mâlik olmak şart değildir. Bu
eşyâdan elde bulunanı nisâba katılmaz.
Altın ile gümüşün ağırlığı ve ticâret eşyâsının mal oluş
kıymeti, nisâb mikdârı oldukdan i’tibâren, bir hicrî sene, ya’nî arabî sene
[354 gün] elde kalırsa, yıl sonunda elde bulunanın kırkda birini, zekât niyyeti
ile ayırıp, müslimân fakîrlere vermek farzdır.
Acele edip, hemen vermek vâcibdir. Özrsüz
gecikdirmek mekrûh olur. Verirken dört mezhebde
de niyyet etmek ve zekât olduğunu söylemek lâzım değildir.
Altının nisâbı yirmi miskaldir. Miskal, ağırlık ölçü
birimidir. Ağırlık, uzunluk, hacm, zemân ve kıymet [para] ölçü birimleri, şer’î
birimler ve urfî birimler olarak, ikiye ayrılır: Şer’î birimler, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
zemânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde ismleri geçen birimlerdir.
Bunlardan ba’zılarının mikdârları ne kadar olduğunu dört mezheb imâmları
farklı bildirmişlerdir. Urfî birimler, kullanılması âdet olan veyâ hükûmetlerin
kabûl etdikleri birimlerdir. Meselâ, hanefîdeki
miskal ile şâfi’îdeki ve mâlikîdeki miskal birbirinden farklı olduğu gibi,
çeşidli urfî miskaller mevcûddur. Hanefî mezhebinde,
bir miskal, yirmi kırâtdır. Bir kırât-ı şer’î, kabuksuz, uçları kesilmiş, kuru
beş arpadır. [Ec-
zâhânedeki
hassâs terâzî ile yapdığım tecribelerle] böyle beş arpanın yirmidört santigram
[0,24 gr.] ağırlığında olduğu görüldü. Böylece, bir şer’î miskal, yüz arpa, mâlikîde bir miskalin yetmiş iki arpa olduğu
(Zahîre)de yazılıdır. Bir miskal, mâlikîde
üçbuçuk [3,456] gram ve hanefîde, dört gram ve
seksen santigram [4,80 gr.] ağırlığında olmakdadır. O hâlde, altının nisâbı,
[96] gramdır. Osmânlı devletinde son kabûl edilen urfî miskal 24 kırât ve bir
kırât da [20] santigram idi. Buna göre, urfî miskal
Gümüşün nisâbı, ikiyüz dirhem-i şer’îdir. Bir dirhem-i
şer’î, ondört kırât-ı şer’îdir. Yetmiş arpadır. Mâlikîde
ellibeş arpa olup, [2,64] gramdır. Hanefîde, on
dirhemin ağırlığı, yedi miskalin ağırlığına müsâvî olmakdadır. Bir miskalden,
onda üçü çıkarılınca, bir dirhem olur. Bir dirheme, yedide üçü ilâve edilince
bir miskal olur. Bir dirhem-i şer’î, 0,24x14=3,36 üç gram ve otuzaltı santi
gramdır. [3,36 gram.] O hâlde, Hanefîde gümüşün
nisâbı, 2800 kırât veyâ altıyüzyetmişiki [672] gramdır. Bir mecidiye, beş
miskaldir. Ya’nî yüz kırât-ı şer’î, ya’nî yirmidört gram olduğundan, yirmisekiz
mecidiyesi olana zekât farz olur. Yirmi miskal
altın ile ikiyüz dirhem gümüş, ortak bir nisâb mikdârını gösterdikleri için,
değerlerinin birbirine eşit olması lâzımdır. Buna göre, islâmiyyetde bir miskal
altın, on dirhem gümüş kıymetinde oluyor. Bu da, yedi miskal ağırlığında
gümüşdür. Bir gram altın, yedi gram gümüş değerinde olur. Buna göre
islâmiyyetde, para olarak kullanılan altının kıymeti, aynı ağırlıkdaki gümüş
paranın kıymetinin yedi katıdır. Bugün gümüş, para olarak kullanılmıyor. Gümüş
eşyânın değeri çok düşükdür. Bunun için, kâğıd paraların ve ticâret eşyâsının
nisâbını hesâb etmek için, gümüşün değeri kullanılamaz. İbni Âbidîn
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, mal zekâtı kısmında diyor ki, (Kırât-ı urfî dört
arpadır. Dirhem-i şer’î, yetmiş arpa, dirhem-i urfî, onaltı kırât, ya’nî 64
arpa ağırlığında olduğundan, dirhem-i urfî dahâ küçükdür). [O hâlde, eskiden
kullanılan bu dirhem-i urfî, takrîben üç gramdır. Osmânlıların son zemânlarında
kullanılmış olan bir kırât, dört buğday vezninde olup, yirmi santigram, [0,20
gram] idi ve bir dirhem=16 kırât=[3,20] gram idi.
(El-mukaddemet-ül-hadremiyye)de diyor ki, (Şâfi’î mezhebinde bir miskal, 24 kırât
ağırlığındadır. Bir dirhem-i şer’î, 16,8 kırât ağırlığında olur). (Misbâh-un-necât) ve (Envâr)de
diyor ki, (Şâfi’îde, bir miskal [72] arpadır.
Bir miskal, bir dirhemden, dirhemin yedide üçü kadar fazladır. Ticâret
eşyâsının kıymeti kendi semeni ile, ya’nî alış fiyâtı ile hesâb edilir). Bir
miskal [24] kırât, bu da 72 arpa olunca, şâfi’îde
bir kırât üç arpa ağırlığında olur ki, bu da, 14,4 santi-gramdır. Bir miskal,
takrîben üçbuçuk [3,45] gram, yirmi miskal,
altmışdokuz [69] gram olur ki, yaklaşık olarak dokuzbuçuk altındır. Şâfi’î ve Hanbelî
mezheblerinde de bir dirhem, bir miskalden onda üçü noksan olduğundan, bir
dirhem, 16,8 kırât, ya’nî iki gram ve kırkiki santigram [2,42 gr.] olur.
Gümüşün nisâbı da dörtyüzseksendört [484] gram olmakdadır. Mâlikî mezhebinde, bir miskal [72] arpa, bir dirhem
ise [55] arpa olduğu (Cevâhir-üz-zekiyye)de
yazılıdır. Şâfi’î mezhebinde, bir malın zekâtı,
başka cins maldan verilemez. Meselâ altın yerine gümüş ve buğday yerine arpa
verilemez. Şâfi’îlerin Hanefî
mezhebini taklîd ederek, mal yerine nakd vermeleri ve yedi sınıfın hepsine değil de, diledikleri bir veyâ birkaç
sınıfa vermeleri câiz ola-
cağı,
(Kimyâ-i se’âdet)de ve İbni Hacer-i
Mekkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Fetâvâ-i
fıkhiyye)sinde yazılıdır.
(Dürr-ül-muhtâr) ikinci cild, otuzuncu
sahîfede diyor ki, (Zekât nisâbı gümüş ile hesâb edileceği zemân, dirhem-i
şer’î kullanılır. Her şehrde kullanılmakda olan urfî dirhem de, kullanılabilir
diyenler oldu). İbni Âbidîn bu satırları açıklarken buyuruyor ki, (Her şehrde
kullanılmakda olan dirhem üzerinden hesâb olunur diyen âlimler diyor ki, fekat
kullanılan dirhemlerin ağırlığı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
zemânında kullanılan üç çeşid dirhemin en hafîfinden dahâ az olmaması lâzımdır.
En hafîf dirhem, yarım miskal, ya’nî on kırat ağırlığında idi. Böyle değilse,
nisâbın, ondört kırât olan dirhem-i şer’î ile hesâb edilmesi lâzımdır. Hanefî âlimlerinin çoğu, bu şer’î dirhemi
söylemekdedir. Eskilerin de, yenilerin de kitâblarından bu dirhem
anlaşılmakdadır). Görülüyor ki, bir memleketde eskiden kullanılmış olup
sonradan bırakılmış olan veyâ yeni kullanılanı, dirhem-i şer’îden hafîf olan
dirhemlerle zekât hesâb edilemez. Bunun için, gümüşe göre nisâbı, eski İstanbul
veyâ Mısr dirhemleri ile hesâb etmek câiz değildir.
Üç gram ve otuzaltı santigram [3,36 gr.] ağırlığında olan dirhem-i şer’î ile
hesâb yapmak lâzımdır.
Âlimlerin çoğuna göre, altın ile gümüş her ne hâl ve şeklde
olursa olsun ve her ne niyyet ile saklanırsa saklansın, zekâtı verilir. Şâfi’înin sahîh kavlinde ve Hanbelî
mezhebinde, kadınların zînet olarak kullandıkları altının ve gümüşün
zekâtı verilmez.
Altın ve gümüş, saf iken yumuşak olduklarından, para ve süs
olarak kullanılamaz. Bakır veyâ başka
ma’denle karışık halîta [alaşım, alliage, legierung] hâlinde kullanılırlar. Altın
ve gümüşü yarıdan [% 50 den] çok olan, ya’nî ayârı onikiden yukarı olan altın
ve gümüşlere, saf gibi bakılır. Bunların ayâr farkları düşünülemez. Altını ve
gümüşü yarı veyâ dahâ az olan halîtalar ise, ticâret eşyâsı gibidir. [Kânûnî
sultân Süleymân “rahmetullahi teâlâ aleyh”
zemânında, gümüş nisâbı 840 akça olduğu, Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi
teâlâ aleyh” fetvâsında yazılıdır. Demek ki bir akça, 0,24 dirhem, ya’nî seksen
santigram [0,8 gr.] gümüş imiş. Abdurrahmân Şeref beğ, 1309 [m. 1892] baskılı (Târîh-i devlet-i Osmâniyye) kitâbında diyor ki,
(Sultân Süleymân zemânında, bir dirhem gümüşden üç akçe basılırdı. 1100 [m.
1688] senesinden sonra, gümüş mikdârı altı def’a azaldı. 1308 [m. 1891] târîhli
(Osmânlı takvîmi)nde, (Bir parça üç
akçadır. Bir akça üç fülûsdur) yazılıdır.]
Ticâret eşyâsının kıymeti, ya’nî nisâb hesâb edildiği
vaktdeki alış fiyâtı, alış verişde kullanılan altın veyâ gümüş paradan hangisi
ile nisâb mikdârı oluyorsa, onun ile hesâb edilir.
İkisi ile de nisâb mikdârı oluyorsa, fakîrlere dahâ fâideli olanı ile hesâb
edilir. Para olarak kullanılmayan altın ve gümüş ile hesâb edilmez.
Hükûmet tarafından damgalı altın veyâ gümüş
paralardan kıymeti en az olanı ile hesâb edilir. Hangisi ile hesâb edildi ise,
yine onun ile zekât farz olduğu gündeki, ya’nî nisâb
üzerinden bir sene geçdikden sonraki piyasaya göre, yeniden hesâb edilen
kıymetinin, ya’nî alış fiyâtının veyâ eşyânın kendisinin kırkda biri verilir.
Altın ile gümüşün para olarak kullanılmadığı yerlerde, başka metal veyâ kâğıd
paralar, şimdi altın karşılığıdır. Böyle paralarla satın alınmış olan ticâret
eşyâsının ve kâğıd paraların, fıtra ve kurbanın nisâbları, Şeyhayne
“rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” uyarak, damgalı altın paralardan kıymeti en az
olanı ile hesâb edilir. Gümüş ile hesâb edilmez. (Keşf-i
rümûz)da diyor ki, (Eşyânın kıymetleri altın ve gümüş ile
anlaşılır).
Ticâret için olmıyan, ya’nî satılık olmıyan evlerin,
apartmanların, san’at âletlerinin, motör, tezgâh, kamyon ve gemilerin ve ne
kadar çok olursa olsun evde kullanılan eşyânın zekâtı verilmez. San’at
sâhibleri, sanâyı’cılar, i’mâlâtcılar, ham ve işlenmiş, ma’mûl eşyânın zekâtını verirler. Demirbaş eşyânın zekâtı verilmez.
Ticâret eşyâsından evde kullanılmak için ve ticâret olunan gıdâdan bir
senelik ev ihti-
yâcı
için ayrılmış olanların da verilmez. Ya’nî
bütün bunlar ve ödenecek borçlar, nisâb hesâbına katılmaz. Bütün bu
eşyâyı ve yiyecek, içecek ve giyecek ve barınacak ev gibi lüzûmlu nafakayı
satın almak için sakladığı altın, gümüş ve kâğıd paranın hepsi nisâb hesâbına
katılır. Ya’nî zekâtları verilir.
İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: Ticâret
eşyâsının altın ve gümüş üzerinden
kıymetleri, nisâb mikdârını bulmaz ise ve yanında altın veyâ gümüş de varsa, eşyânın
kıymeti altın veyâ gümüş kıymetine eklenerek, nisâb temâmlanır. Meselâ, yüz
dirhem gümüş kıymetinde, satılık buğdayı ile, yine yüz dirhem kıymetinde beş
miskal altını bulunursa, zekât verecekdir. Çünki, altının ve buğdayın gümüş
üzerinden kıymetleri ikiyüz dirhem olup, nisâbı doldurmakdadır.
Yalnız altını olan, zekâtını, altın olarak verir. Gümüş
olarak kıymeti verilmez. Gümüşün zekâtı da, altın olarak verilemez. Yalnız
altını veyâ gümüşü veyâ kâğıd parası olup da, ticâret eşyâsı bulunmıyan kimse,
bunların zekâtı olarak, başka mal veremez. Şernblâlînin (Merâkıl-felâh) kitâbında, (Altın ve gümüş
yerine, bunların kıymeti kadar (Urûz) [Altın ve gümüşden başka, canlı veyâ
cansız, her çeşid mal] vermek sahîh olur) buyuruyor ise de, o sahîfe temâm
okunursa, altın, gümüş yerine ticâret
yapdığı maldan verileceği anlaşılmakdadır. Nitekim, (Tahtâvî)
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu kitâbı açıklarken, (Urûz
ticâret malı demekdir) diyor. Bütün fıkh kitâblarında da, açıkca bildirildiği
gibi, altın veyâ gümüş ile birlikde, ticâret eşyâsı da bulunan bir tüccâr,
herbiri ayrı ayrı nisâb mikdârında olsalar dahî, altın ve gümüş zekâtı olarak
da, ticâret malından verebilir.
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, koyunların zekâtını
anlatırken buyuruyor ki: Zekât ve uşr ve harâc ve fıtra ve nezr ve keffâret
olarak verilecek mallar yerine bunların kıymetlerini de vermek câizdir. Ya’nî,
bunların kendileri mevcûd olduğu hâlde, aynı değerde
olan, kendi cinslerinden veyâ başka cinsden zekât malı veyâ altın, gümüş para da
verilebilir. [Kâğıd para verilmiyeceği aşağıda bildirilecekdir.] Hayvanın
kıymeti, verileceği gündeki piyasaya göre hesâb edilir. Orta dört koyun yerine,
semiz üç koyun verilebilir. Fekat, ağırlık ve hacm ile ölçülen mal yerine kendi
cinslerinden kıymetleri verilemez. Başka cinsden kıymetleri verilebilir. Altın
ve gümüşün zekâtı ağırlıkları ile, ya’nî dartarak verilir. Ticâret için olan
hubûbatın ise, hacmları ile, ya’nî ölçek ile verilir. Böyle fâiz olabilen
[ya’nî vezn veyâ hacm ile ölçülen] malların kendi cinsinden, kıymetleri
verilmez. Meselâ, beş dirhem bakırlı gümüş yerine, aynı kıymetde, dört dirhem saf gümüş verilemez. Beş dirhem hâlis
yerine, beş dirhem âdî, ya’nî ayârı düşük verilir. Fekat bu sûretde,
bile bile vermek mekrûh olur. Beş kile âdî
buğday yerine, aynı kıymetde olan dört kile hâlis buğday verilemez. Bir kile
dahâ vermek lâzım olur. Fekat bunlardan herhangi birinin zekâtı olarak başka
cinsden ticâret malı verilirken, o memleketlerdeki alış kıymeti hesâb edilerek
verilir. Meselâ, ikiyüz dirhem ağırlığında olan bir gümüş ibrik, san’at,
işçilik bakımından üçyüz dirhem kıymetinde olsa, bunun zekâtı beş dirhem gümüş
verilir. Beş dirhem gümüş kıymetinde altın verilemez. Yedi buçuk dirhem gümüş
kıymetinde altın vermek lâzımdır. Hem altını, hem gümüşü olup, her biri ayrı
ayrı nisâb mikdârı ise, zekâtları ayrı ayrı dartı ile verilir ise de, yalnız bu
takdîrde, ya’nî hem altını, hem gümüşü bulunan bir kimse, nisâb mikdârı
oldukları zemân dahî, fukâraya fâideli olmak, ya’nî geçer akça verilmiş olmak
şartı ile, kıymeti hesâb edilerek, ikisinden birini vermek de câiz olur. Hem
altını, hem de gümüşü olup, birisi veyâ her biri, nisâb mikdârından az ise, bu
vakt, herhangi birinin, diğeri üzerinden kıymeti alınarak birisinin nisâbı
doldurulabilir ise, öteki yerine de, bu verilir. Yine fukâraya fâideli olan
hesâb edilmeli ve verilmelidir. [Birinci kısm, 83. cü maddeye bakınız!] Yüz
dirhem ağırlığında gümüş bir ibriğin işçilik kıymeti ikiyüz dirhem olsa, zekâtı
lâzım gelmez. Zîrâ zekât, ağırlık ile hesâb edilir. Yüzelli dirhem gümüşü ile,
kırk dirhem kıymetinde, beş miskal altını olan, zekât verecekdir. Çünki,
altının gümüşe ilâvesi nisâ-
bı
doldurmuyor ise de, gümüşün altına ilâvesinde nisâbı hâsıl olmakdadır.
Doksanbeş dirhem gümüşü ile, bir miskal altını olsa ve bir miskal altın
kıymeti, beş dirhem gümüş ise, altın nisâbını doldurduğu için zekât verir.
Bir kimse, zekât niyyeti ile kırkda bir ayırmadan veyâ
verirken niyyet etmeden, fakîrlere milyonlarla lira dağıtsa, zekât vermiş
olmaz. Çünki, ayırırken veyâ kendi vekîline veyâ fakîre veyâ fakîrin vekîline
verirken niyyet etmesi farzdır.
Eldeki para ve ticâret malı nisâb mikdârı oldukdan sonra,
bir sene temâm olmadan, azalıp nisâbdan aşağı düşse veyâ dahâ çoğalırsa, zekâta
te’sîri olmaz. Ya’nî, sene sonunda, nisâb mikdârından az olmaz ise, mevcûdun
zekâtı verilir. Sene sonunda elinde bulunan paradan, yiyecek, giyecek, ev satın
almak, kirâ vermek gibi lüzûmlu paraları düşmez. Bütün paranın zekâtını verip
kalanı bunlara harc eder. Hanefîde ve Şâfi’îde, sene sonu gelmeden önce, nisâb telef olur
veyâ telef ederse, ya’nî elinde zekât malı nisâb mikdârı kalmazsa, evvelki
nisâb sayılmaz olur. Yeniden nisâba mâlik olursa, yeniden bir sene dahâ
bekleyip, sene sonunda da, nisâb elinde kalırsa, bu elindekinin kırkda birini,
niyyet ile, ayırıp, verir. Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinde, nisâb helâk olursa, yine
böyledir. Fekat, zekâtdan kaçmak için, kendi telef ederse, evvelki nisâb
değişmez. Bir sene geçdikden birkaç gün sonra, eline çok para, mal gelse, bunun
zekâtı hemen verilmez. Bir sene sonra,
elinde bu da kalırsa, verilir. Alacak başkadır, ele geçen başkadır. (Câmi’ur-rümûz) kitâbı, seksenaltıncı sahîfede
buyuruyor ki, (Nisâba mâlik oldukdan sonra, bir sene temâm olmadan önce satın
alınan ticâret eşyâsı ve tevellüd ederek veyâ hediyye, mîrâs, vasıyyet
sûretleri ile ele geçen (Sâime) hayvan ve altın, gümüş, hattâ sene sonuna yakın
iken de ele geçseler, kendi cinsinden nisâblara eklenerek hepsinin zekâtı
birlikde verilir. Buradan anlaşılıyor ki, sene temâm oldukdan sonra ele
geçenler nisâba eklenmez. Ya’nî o senenin zekâtına sokulmayıp, ondan sonra
gelen senenin zekâtına bırakılır. Yine anlaşılıyor ki, nisâbı olmıyanların
eline geçerlerse, bunların, o sene zekâtları verilmez).
KÂĞID PARA ZEKÂTI - Kâğıd paraların zekâtını
da vermek lâzımdır. Şî’îler altın ve gümüşden başka paraların zekâtı verilmez,
diyorlar. Nûr-i Osmâniyye kütübhânesi, [1968] numaralı (Tâtârhâniyye) kitâbının sâhibi “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, doksanbeşinci sahîfede diyor ki, (Gümüş para gibi kullanılan
Fülûs, ya’nî bakır paraların kıymeti, ikiyüz dirhem gümüş veyâ yirmi miskal
altın olduğu zemân, bu paranın zekâtını vermek lâzımdır. Ticâret niyyeti ile
kullanması şart değildir ve kıymeti, ya’nî değeri kadar altın verilir).
[(Miftâh-üsse’âde) kitâbının
sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” arabî olarak diyor ki, (Fülûs denilen bakır
paraların gümüş para ile hesâb edilen kıymetleri ikiyüz dirhem gümüş olursa, bu
fülûsların değerlerinin kırkda biri kadar gümüş parayı zekât olarak vermek
lâzım olur). Bundan anlaşılıyor ki, şimdi kâğıd liraların zekâtını altın lira
olarak vermek lâzımdır. Kâğıd olarak verilemez.
(Dürr-ül-müntekâ) kitâbının sâhibi
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, Sarf bahsi sonunda diyor ki, (Fülûs, geçer akça
olduğu zemân, gümüş para gibidir. Geçmez ise, başka mallar gibidir. Sayısı veyâ
ağırlığı belli olan, meselâ bir dirhem ağırlığında fülûs ile mal satın almak
câizdir. Bir dirhem ağırlığında fülûs ödemesi lâzım olur. Fülûs, aslında para
değildir. Gümüş dirhem parçalarının yerini tutmak için basılmış ma’den
parçaları olup, ucuz şeyleri satın almak için kullanılır.)]
Kâğıd paraların nisâbları, çarşıda
kullanılan en ucuz altın para ile hesâb edilir. Çünki kâğıd paralar, altın
karşılığı senedlerdir ve kendi kıymetleri azdır. Altın karşılığı olan i’tibârî
kıymetleri hükûmetler tarafından konmuşdur. Her zemân değişmekdedir. Karşılıkları
kadar altın liraların kırkda biri veyâ bunun ağırlığı kadar her çeşid altın
verilmelidir. Fakîre altını teslîm etdikden sonra, ona kolaylık olmak için,
altınları piyasadaki kıymetine göre ondan satın alıp, ona kâğıd para
verilebilir. Nakdeynden, ya’nî altından ve gümüşden başka ticâret eşyâsını
böyle satın alıp,
kendisinin
kullanması mekrûh olduğu (Buhârî)de yazılıdır. Kâğıd olarak verilen
zekâtlar sahîh olmaz. Tekrâr vermek lâzımdır. Sonradan fakîr olan, az altın ile
devr yaparak kazâ eder. Asrlardan beri müslimânlar, zekâtlarını altın, gümüş
olarak vermişdir. Hiçbir din âlimi, fülûs denilen paraların ve borç senedinin
zekât olarak verileceğini söylememişdir. 5 Mayıs 1338 [1922] târîhli fetvâ
denilen yazı doğru değildir. Şâfi’îde câiz
olmadığı (İkdül-ceyyid)de yazılıdır.
[Birinci kısm, 54. ncü maddenin sonuna bakınız!]
(İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, sarf, ya’nî sarraflık satışını anlatırken diyor ki, (Fülûs, ya’nî bakır
paralar, geçer akçe ise, üzerindeki değere göre para olur. Üzerindeki değer
geçer değilse, kıymetsiz mal olur). Onüçüncü sahîfesinde diyor ki, (Ödenecek
senedlerin iki dürlü değeri vardır: Üzerinde yazılı olan değeri olup, sened
sâhibinin, kendinde bulunmıyan malını göstermekdedir. Kâğıdın kendi değeri ise
pek azdır). İnsanın malı, kendinde bulunuyorsa, bu mala (Ayn) denir. Kendinde bulunmıyorsa, (Deyn) denir. Kâğıd liraların üzerlerinde yazılı
olan değerler, deyn olan zekât malını göstermekdedir. (Dürr-ül-muhtâr), onikinci sahîfede diyor ki,
(Ayn veyâ geri alınacak deyn olan malın zekâtını deyn olan maldan vermek câiz değildir. Ayn olan maldan vermek lâzımdır).
Meselâ fakîrden alacağı olan ikiyüz dirhemin beş dirhemini zekât niyyeti ile
ona bağışlayıp kalanı alsa, câiz olmaz. Ancak beş dirhemin zekâtı verilmiş
olur.
(Kâğıd paralar, birkaç kişi arasında yapılan âdî senede
benzetilemez. Bunlar her yerde geçer. Altın
gibidirler) demek doğru değildir. Çünki, (İbni
Âbidîn) yemîn bahsinde diyor ki, İmâm-ı Ebû Yûsüf, Hârûn
Reşîd için yazdığı, (Harâc ve Uşr) kitâbında
buyuruyor ki, (Halîfenin, toprak sâhiblerinden, harâc ve uşr olarak, altın,
gümüş yerine, başka geçer akça, meselâ sütûka denilen parayı alması harâmdır. Çünki bunlar, herkesin kabûl etdiği damgalı
para ise de, altın değil, bakır paradır. Altın, gümüş olmayan parayı zekât ve
harâc olarak alması harâmdır).
Kâğıd paraların zekâtını, altın olarak vermek takvâ
değildir. İbâdetlerde takvâ, bunların bir mezhebin imâmlarının hepsine, hattâ
her mezhebe uygun olmasına çalışmak demekdir. Fakîr, kâğıd paraya râzı oluyor
ve onunla ihtiyâclarını gideriyor denirse, fakîrin râzı olması değil, Allahü
teâlânın râzı olması ve kabûl etmesi lâzımdır. Meselâ, (İbni Âbidîn) onikinci sahîfede diyor ki: (Bir
zenginin, bir fakîrden alacağı olsa, fakîre borç senedini verip, sana, alacağım
kadar zekât vermeğe niyyet etdim. Sen de kabûl et ve borcuna karşılık tut,
ödeşmiş olalım dese, fakîr de kabûl etdim dese, islâmiyyet, bunu kabûl etmiyor
ve zengin, zekâtını vermiş olmuyor. Çünki, zekât, lâf ile, borc senedi vermek
ile, râzı olmak ile edâ edilmiş olmuyor. Mal teslîm etmek ile oluyor. Bu
zenginin, zekâtını fakîre vermesi, fakîrin de, aldıkdan sonra, tekrâr zengine
geri vererek borcunu ödemesi lâzımdır. Şâfi’î
ve Hanbelî mezheblerinde de böyledir. Fakîrin,
bu parayı geri vereceğine güvenemiyorsa, güvendiği birini fakîre göstererek,
zekâtını almak ve borcunu ödemek için, bunu vekîl yap der. Zekâtı bu vekîle
verir. Vekîl de, zengine geri vererek,
fakîrin borcunu öder). Böyle olduğu (Dürr-i yektâ) ve
(Mîzân-ı kübrâ) kitâblarında da yazılıdır.
(İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ
aleyh” yine aynı sahîfede buyuruyor ki: (Zengin bir kimse, ayn olan, ya’nî
elinde bulunan malının [veyâ elinde bulunan kâğıd paraların karşılığı deyn olan
altınların] zekâtını fakîre vermek için, başka birinde bulunan alacağının
senedlerini [veyâ bankadan veyâ sarrafdan altın alacak kadar kâğıd parayı] o
fakîre verip, senedlerde yazılı malı, borçludan almasını [veyâ o kâğıd
paralarla bankadan, sarrafdan altın almasını] fakîre emr etse, fakîr o malı,
borçludan aldığı zemân [ya’nî kâğıd para verip altın alınca] zenginin zekâtı
ayn olarak verilmiş olur. Malı [altını] fakîr teslîm almadıkca, yalnız senedi
[kâğıd parayı] vermekle, zekât verilmiş olmaz. Çünki, fakîr, o malı [altını]
aldığı zemân, borc senedi [ya’nî kâğıd para], mal [altın] olup, aynın [ve
deynin] zekâtı, ayn
olarak verilmiş
oluyor). Görülüyor ki, kâğıd para zekâtını, altın olarak vermek veyâ kâğıd
olarak verilince, bunu fakîrin bankadan veyâ sarrafdan altına çevirmesi ve kâğıd
para verirken, bunu altına çevirmesi için, fakîre emr etmek, muhakkak lâzımdır.
Verilen kâğıd parayı, fakîr altına çevirmezse, zengin zekât vermiş olmaz. Zîrâ
altına çevirmek, ya’nî deyn olan malın zekâtını ayn olarak vermek, zenginin
vazîfesidir.
Hülâsa: Ticâret eşyâsı
bulunmıyanlar, kâğıd paralarının zekâtını altın olarak vermelidir. Verilecek
kâğıd parayı altına çevirmek, altın bulmak her zemân kolaydır. Zîrâ, altının
lira olması şart değildir. Dartarak, bileyzik, yüzük veyâ herhangi bir şekldeki
altın verilebilir. Bunlar da, her yerde, kuyumcularda bulunur. Bulunduğu yerde
hiç altın bulunmıyan bir zengin, ticâret eşyâsı da yoksa, altın bulunan bir
şehrdeki bir müslimânı vekîl edip, buna kâğıd para gönderir. Bu vekîl de, kâğıd
paraları altına çevirip, fakîre altın verir. Doğrudan doğruya, fakîri de vekîl
edebilir. Fakîr, zenginden veyâ vekîlinden uzak yerde ise ve fakîrin bulunduğu
yerde altın yoksa, fakîrin ta’yîn edeceği vekîline de altın teslîm olunabilir. Hattâ zengin, zekâtı olan altını, fakîrin emri
ile, fakîrin alacaklısına teslîm ederek, fakîri borcdan kurtarabilir.
Burada, alacaklı zekâtı almakda, fakîrin vekîli olmakdadır. Fekat, fakîrin
rızâsı, ya’nî önceden vekîl etmesi şartdır.
Zekât, kâğıd para olarak verilemez demek, zekâtı kâğıd para
olarak vermemelidir demek değildir. Kâğıd para, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun
verilmelidir demekdir. Herhangi bir zekât malının zekâtını kâğıd para ile,
ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olarak vermek için, fakîrdeki alacağını, ona, o kadar
zekât vermeğe niyyet ederek ödeşmek istiyen bir zenginin yapacağı gibi yapmak
lâzımdır. Bu da, (Eşbâh) ve (Redd-ül-muhtâr)da ve (Hindiyye)
6. cı cildi sonunda şöyle anlatılmakdadır: (Dağıtmak istediği,
nisâbdan az kâğıd paranın değerinde altını zevcesinden veyâ başkasından ödünc
alır. Sâlih bir fakîr bulur. Buna emîn değilse, sana ve bir kaç tanıdığıma
kâğıd para olarak zekât vereceğim. Dînimiz, zekâtın altın olarak verilmesini
emr ediyor. Altınları kâğıd paraya çevirmekde
kolaylık olmak için, (Zekâtını almak ve dilediği
gibi tasarruf etmek üzere, şunu vekîl yapmanı istiyorum.
Böylece, benim ahkâm-ı islâmiyyeye uymamı sağlamış olacaksın. Bunun için de,
sevâb kazanacaksın!) der. Zenginin güvendiği bir kimse vekîl yapılır. Zengin olan da vekîl yapılabilir.
Altınları, bu fakîrin yanında olmayarak bu vekîle, zekât niyyeti ile
verir. Böylece zekât fakîre verilmiş olur. Vekîl, altınları teslîm alıp, birkaç dakîka sonra, bunları, kâğıd para
karşılığı zengine satar. Aldığı kâğıd paraları da, zengine hediyye eder. Zengin
de, bu kâğıd paraları, o fakîre ve başka fakîrlere [Kur’ân-ı
kerîm kurslarına ve dîne hizmet eden, cihâd yapan müslimânlara]
dağıtır). Zenginlere verirse, sevâbı az olur. Kimseye vermezse veyâ câiz
olmıyan kimselere ve nemâz kılmıyanlara verirse, zekâtın azâbından kurtulursa
da, sevâblarına kavuşamaz. Altınları alınca götürmiyeceğine emîn olduğu bir
fakîr bulursa, zekâtını doğruca bu fakîre verir. Fakîr altınları aldıkdan
birkaç dakîka sonra, bunları, zekâtı vermiş olan zengine satar. Aldığı kâğıd
paraları zengine hediyye eder. Hatta, altınları satmayıp, doğruca bunları hediyye
eder. Zengin de bu değerde kâğıd parayı, yukarıda bildirdiğimiz yerlere
dağıtır. Altınları, ödünc almış olduğu kimseye geri verir. Nisâbdan çok zekât
vermesi îcâb ediyorsa, bu işi tekrâr yapar. Zekâtı altın olarak dağıtmak, dahâ
sevâbdır. Altın ile verileceği, herkese gösterilmiş, öğretilmiş olur. Zekâtı
fakîre veyâ vekîline, önce altın olarak verip sonra bunu kâğıd paraya çevirmek,
(Hîle-i şer’ıyye) olur. Zekâtı ahkâm-ı
islâmiyyeye uygun verebilmek için, bunu yapmak lâzımdır ve çok sevâbdır. Hîle-i
şer’ıyye yapmanın câiz olduğu ve fakîrin aldığı zekâtı, sadakayı zengine
hediyye etmesinin câiz olduğu üçüncü kısm, 15. ci ve 63. cü maddeleri sonunda
bildirilmişdir. Farz oldukdan sonra zekât
vermemek için, (Hîle-i bâtıla) yapmak harâm olur. Farz
olmadan önce yapılan hîle, imâm-ı Muhammede göre mekrûh,
imâm-ı Ebû Yûsüfe göre câiz olur. Fetvâ imâm-ı Muhammede göredir. Üçüncü kısm,
15.
ci
maddenin son sahîfesine bakınız!
Bekara sûresinin ikiyüzyetmişbeşinci âyetinde meâlen, (Allah, fâiz ile elde edilenleri yok eder.
İzlerini bile bırakmaz. Zekâtları verilen
malları artdırır) buyuruldu. Allahü teâlânın bu va’dini
bilmiyen veyâ inanmıyan, zekât vermekden kaçıyor. Fakîrlerin ve devletin bu
hakkını ödememek için, hîle-i bâtıla yapanlar oluyor. Bu bâtıl hîlelerden
birisi, zekât nisâbına mâlik olmamak için, ev, dükkân, arsa, tarla satın
alarak, paralarını ellerinden çıkarıyorlar. Satın aldıklarını kirâya
veriyorlar. Böylece, zekât vermeleri farz
olmıyor ise de, fakîr olan akrabâlarına nafaka vermeleri farz oluyor. Bunu zâten hiç bilmiyorlar. Hem, nafaka
vermek farzını yapmıyorlar, hem de, sıla-i rahm
sevâbından mahrûm kalıyorlar. Hem de, ticâretde, sanâyı’de, bütün milletin
kalkınmasında kullanılacak paraları taşa, toprağa bağlamış oluyorlar. Bundan başka,
Allahü teâlânın zekât verenlere va’d etmiş olduğu bereketden, zenginlikden
mahrûm kalıyorlar.
(İbni Âbidîn) ve
(Mevkûfât) ve birçok kitâbların
sâhibleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yemînin çeşidlerini anlatırken diyor
ki, (Bir kimse filâna olan şu kadar gümüş borcumu, bugün ödeyeceğim diye yemîn
etse, gümüş yerine, züyûf veyâ bakırı yarıdan fazla olan gümüş verse, yemîni
yapmış olur. Eğer fülûs denilen, bronzdan, kalaydan, bakırdan geçer akça [veyâ
kâğıd para] verse yâhud alacaklı, yemîn eden borçlusuna, alacağını hediyye
etse, bağışlasa, yemînini yapmış olmaz. Çünki, bakır para, gümüş değildir.
Borçlunun, parayı teslîm etmesi lâzımdır. Alacaklının sözü ile olmaz). Züyûf, gümüşü az para demek ise de, bakırı yarıdan çok
değildir. Fülûs, altından ve gümüşden başka, ma’denî para demekdir.
Görülüyor ki, yemîn bahsinde, züyûf da, gümüş kabûl olunduğu hâlde, fülûs,
ya’nî bakırdan geçer akça [ya’nî kâğıd para], yine kabûl edilmiyor, câiz
olmuyor.
Mezhebsizler, câhiller, (Kâğıd para, iki kişi arasında yapılan
senede benzetilemez. Günün geçer akçasıdır. Umûm-ı belvâ hâlini almışdır. Bugün
için bunu vermek zarûrîdir) diyorlar. Bunlara aldanmamalıdır. Umûm-ı belvâ ve
zarûret olmak ve ruhsat, izn vermek, bizim gibi avâmın sözü ile olamaz. Burada
konuşmak, müctehidlerin hakkı ve salâhiyyetidir. Bugün, yeryüzünde mutlak
müctehid yokdur. Bunun için hiçbir müslimânın dört mezhebin dışına çıkması câiz değildir. Müctehidlerin, bugünkü şartları dahî
içine alan fetvâları yukarıda bildirilmişdir. İbni Âbidîn, hutbeyi dinlemeği
anlatırken buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve
müctehidler zemânında başlıyan ve devâm eden âdetler, halâle delîl olurlar.
Sonradan âdet olan şeyler, delîl-i şer’î olamaz). [Ho-parlör ile ezân okumanın
câiz olmadığı buradan da anlaşılmakdadır.]
Dünyânın en büyük islâm devleti olan Osmânlılarda, kâğıd
para, ilk olarak, 1256 [m. 1840] senesinde kullanıldı. Sonra, vaz geçildi.
İkinci olarak 1268 [m. 1851] de, üçüncü olarak 1279 [m. 1862] da kullanılıp,
yine vaz geçildi. Dördüncü olarak 1294 [m. 1877] de Osmânlı bankası hesâbına
çıkarıldı. Bunlar, ara sıra değişdirilerek, bugüne kadar kullanılmakdadır. Bu
uzun zemân içinde yazılan kitâbların ve verilen fetvâların hiçbirinde, zekâtın
kâğıd para olarak verileceği bildirilmemiş ve söylenmemişdir. Herkes zekâtını
altın ve gümüş olarak vermişdir. Zekâtın fülûs olarak verilmesinin, Şâfi’î mezhebinde de câiz olmadığı, (İkd-ül-ceyyid)in kırkdördüncü sahîfesinde
yazılıdır.
Her müslimân mâlik olduğu zekât malının mikdârını, her zemân
düşünmeli, nisâb mikdârı olduğu günü, bir yere yazmalıdır. Bu günden sonra, bir
yıl temâm olmadan önce, nisâb helâk olursa, ya’nî elinde, ihtiyâcından fazla
hiç malı kalmazsa, başlangıç olarak yazdığı günün kıymeti kalmaz. Bir yıl temâm
olmadan önce, eline yine nisâb mikdârı mal geçerse, bu günü yeniden yazması ve
bundan bir sene sonra, nisâb helâk olmadan elinde kalırsa, o zemân zekât
vermesi farz olur. Nisâb, yıl sonunda da helâk
olursa, ya’nî farz oldukdan sonra helâk olursa,
yine böyledir. Zekât afv olur ve eline nisâb mikdârı mal gelirse, yeniden bir
sene beklemesi lâzım gelir. Çünki, zekât farz
olur olmaz, Hanefîde hemen vermesi lâzım değil-
dir.
Vermeden ölürse, bırakdığı maldan verilmez.
Şâfi’î ve Mâlikî
mezheblerinde, zekât farz olunca, hemen ayırıp
vermek farzdır [Mîzân-ı Şa’rânî]. Nisâb yıl ortasında helâk olmaz, fekat
azalırsa, yıl sonunda tekrâr nisâb mikdârı olursa, zekât farz olur ve yıl sonunda, mâlik olduğu mikdârının
kırkda birini verir. Sene arasında azalan nisâb, sene sonunda nisâb mikdârına
yükselmezse, zekât farz olmaz. Malı, bundan
sonra nisâb mikdârı olursa, o günden sonra, tekrâr bir yıl beklemek lâzım
gelir. Zekât farz oldukdan sonra, nisâb helâk
olmayıp, kendi harc eder, telef ederse veyâ borçlu olursa, zekât afv olmaz.
Malı ödünc veyâ âriyet verip geri alamazsa, helâk olur. Telef etmiş olmaz.
Zekât vermemek için, farz oldukdan sonra malı
helâk etmek, söz birliği ile mekrûhdur. Farz olmadan önce, farz
olmaması için çâre aramak da, imâm-ı Muhammede göre mekrûhdur.
[Üçüncü kısm, onbeşinci maddeye bakınız!].
Harâm yoldan gelmiş olan zekât malını, kendi halâl
zekât malı ile karışdırmamış ise, bunu nisâba katmaz. Çünki, kendi mülkü
değildir. Sâhiblerine veyâ sâhiblerinin vârislerine geri vermesi, sâhibleri
bilinmiyorsa, fakîrlere sadaka vermesi farzdır.
Karışdırmış ise, eğer birbirinden ayırabilirse, yine böyledir. Birbirinden
ayıramaz ise, sâhiblerini biliyorsa, kendi halâl zekât malı ile öder.
Sâhiblerini buluncıya kadar, bu zekât malını saklar. Bunun ve tam mülkü
olmadığı için, karışımın zekâtlarını vermez. Bundan başka, nisâb mikdârı zekât
malı da varsa, bu nisâb ile berâber karışımın da zekâtını verir. Ödedikden
sonra da, habîs malın hepsine zekât farz olur ve
kullanması câiz olarak, karışık malı tam mülkü olur ve nisâb mikdârına katar.
Birine verince, onun alması câiz olur. Fekat, (Mülk-i
habîs) olur. Sâhiblerinin o malda hakları kalmaz. Habîs karışımdan
birine verince, onun alması câiz olur. Fekat, habîs malları tazmîn etmedikçe,
kendisi kullanamaz. Başkasına veremez. Fakîrlere sadaka da veremez. Zekât
nisâbına katamaz. Tazmîn, benzerlerini, benzerleri yoksa, aldığı gündeki
kıymetlerini sâhiblerine ödemekdir. Karışımdan değil, kendinin halâl zekât
malından tazmîn etmesi lâzımdır. Zekât vermemek için, habîs karışım edinmek,
zekât vermemekden dahâ büyük günâhdır. Sâhibleri bilinmiyorsa karışmamış olanı,
karışmış ise, bu habîs malın hepsini fakîrlere sadaka verir. Çünki, her
parçasında harâm mal mevcûddur. Çeşidli
kimselerden alınmış olan harâm mallar birbirleri
ile karışdırılırsa, yine hepsi kendi habîs mülkü olur. Fekat hepsini
sâhiblerine, sâhibleri bilinmiyorsa fakîrlere vermesi vâcib
olur. Sadaka verilmesi vâcib olan malın zekâtı
verilmez. (Fâsid bey’) ile alınan malı
ve parayı, kendi parası ile karışdırmasa da, mülk-i habîs olur. (Bezzâziyye)de diyor ki, (Sadaka vermesi lâzım
olan habîs karışımı sadaka verirken, halâl
malının zekâtı niyyeti ile verse, hem zekât, hem de sadaka vermiş olur).
Görülüyor ki, halâl malın zekâtını harâm
maldan vermek câizdir.
TOPRAK MAHSÛLLERİNİN ZEKÂTI - Uşr vermek de farzdır. Toprakdan alınan mahsûlün zekâtına (Uşr) denir. Borcu olanın da uşr vermesi
lâzımdır.
İmâm-ı a’zam buyuruyor ki: (Her sebze ve meyve, az olsun,
çok olsun, mahsûl toprakdan alındığı zemân, onda birini, veyâ kıymeti kadar
altın veyâ gümüşü, müslimân fakîrlere vermek farzdır).
Hayvan gücü ile veyâ dolap, motör ile sulanan yerdeki mahsûl elde edilince,
yirmide biri verilir. İster onda bir, ister yirmide bir olsun, hayvan, tohum,
âlet, gübre, ilâç ve işçi masraflarını düşmeden evvel, vermek lâzımdır. Bir
sâ’dan az mahsûlün uşru verilmez. Toprağın sâhibi çocuk, deli, köle olsa da,
uşru verilir. Uşru vermiyenden hükûmet zorla alır. Ne kadar olursa olsun, ev
bağçesindeki meyve ve sebzeler için ve odun
ve ot ve saman için uşr verilmez. Balın [fennî te’sîsât ve masraflar yapılsa
dahî], pamuğun, çayın, tütünün, dağdaki ağaç meyvelerinin [meselâ zeytinlerin,
üzümlerin] onda biri, uşr verilir. Zift, petrol ve tuz için uşr yokdur. [Birkaç
sahîfe ileride Beyt-ül-mâlın dört hazînesinden ikincisine bakınız!] Uşru
verilmiyen mahsûlü yimek harâmdır. Yidikden
sonra da, vermek lâzımdır.
(İbni Âbidîn) buyuruyor ki: (Meyvenin
ve ekinin uşru, İmâm-ı a’zama ve imâm-ı Züfere göre, bitki üzerinde meydâna
geldikleri ve çürümekden emîn oldukları zemân farz
olur. Toplanacak hâle gelmese de, fâidelenecek, yinecek hâle gelince uşrunu
vermek farz olur. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre
olgunlaşınca, toplamadan önce farz olur. İmâm-ı
Muhammede göre ise, hasâddan sonra, ya’nî hepsini toplayınca farz olur. Hasâddan önce, yerinden koparıp yimesi veyâ
başkasına yidirmesi câizdir. Fekat, İmâm-ı a’zama göre, bunun uşrunu da sonra
verir. İki imâma göre, bunun uşrunu vermesi lâzım olmaz. Fekat, mahsûlün beş
vesk olması için, bu da hesâba katılır. Olgunlaşdıkdan sonra koparmış ise, imâm-ı
Muhammede göre, yine uşrunu vermek lâzım olmaz. Hepsini topladıkdan sonra telef
olanın ve çalınanın uşrunu vermek lâzım olmaz). Fakîr olanlar, uşrlarını iki
imâma göre hesâb edip verir. Zenginler, İmâm-ı a’zama göre vermelidir.
(İmâd-ül-islâm) kitâbı,
ikiyüzyirmibeşinci sahîfede diyor ki, (Çift sürmekle hâsıl olsun, bağdan hâsıl
olsun, mahsûlün onda birini fakîr müslimâna vermeden önce yimek harâmdır. Eğer ölçü ile çıkarıp, ölçü ile yidikden
sonra, yidiğinin de uşrunu hesâb edip verirse, önce yimiş olduğu halâl olur.
On kile buğday alan, bir kilesini müslimân fakîre vermezse,
yalnız o bir kilesi değil, on kilenin hepsi harâm
olur. Sâhibinin rızâsı yok iken, onun yerini ekip mahsûl alan kimseye, elde
etdiği mahsûlden yalnız masrafı, sermâyesi kadarı halâl olup, fazlası harâm olur. Fazlasını fakîrlere sadaka vermesi
lâzımdır).
İmâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammede göre uşr vermek için,
toprakdan çıkan mahsûlün, bir sene dayanıklı olması ve mikdârının beş veskden
çok olması lâzımdır. Vesk, bir deve yükü demek olup, altmış sâ’ alan bir hacm
ölçeğidir. Altmış sâ’, ikiyüzelli litre olur. Buna göre, iki imâm, uşr için
binikiyüzelli litre nisâb olduğunu bildirmekdedir. Fekat fetvâ İmâm-ı a’zamın
ictihâdına göre verilmişdir.
İbni Âbidîn, üçüncü cild ikiyüzellidördüncü sahîfede diyor
ki, (Bir şehr halkı kendiliğinden müslimân olur veyâ müslimânlar, şehri zor ile
alıp, erâzînin beşde biri ayrılıp, geri kalan askere veyâ başka müslimânlara
verilirse, böyle yerler, alanların mülkü olur. Mahsûlünden uşr vermeleri farz olur. Zor ile alınıp da, kâfirlere bırakılan veyâ
sulh ile alınıp, kâfirlerin olan toprakdan uşr alınmaz, (Harâc) alınır. [Harâc ile uşrun masrafları,
ya’nî kullanıldıkları yerler başkadır.] Basradan başka Irâk, Suriye ve Mısr
topraklarından harâc alınır). İkinci cild, elliikinci sahîfede buyuruyor ki,
(Harâclı toprağı, sâhibi, mü’mine dahî vakf ederse veyâ satarsa, mahsûlden yine
harâc verilir). (Mecmû’a-i cedîde)de
diyor ki, (Bir zimmî, mülkünü vakf edip, kirâlarının müslimân fakîrlerine
verilmesini şart etmesi câiz olur). Şerhin üçüncü cild, ikiyüzellibeşinci
sahîfesinde, (Kâfir ölünce vârisleri yine harâc verir. Vâris kalmazsa,
beyt-ül-mâlın olup, harâc sâkıt olur, ya’nî verilmez. Hükûmet, bu mîrî toprağı
satar veyâ vakf ederse, harâc vermez, mahsûlden uşr verir). Anadolu
topraklarının çoğu, bu yoldan, uşrlu olmuşdur. İkinci cild, ellinci sahîfede de
böyle yazmakdadır. İkinci cild, kırkdokuzuncu sahîfede buyuruyor ki, (Bir
kimse, kendi uşrlu toprağını vakf ederse, bu toprağı işleten, uşr verir).
Ellibeşinci sahîfede diyor ki, (Beyt-ül-mâl toprağını, hükûmet kirâya verirse,
her sene alınan kirâ harâc yerine geçer. Ayrıca uşr da alınmaz. Çünki, harâc
alınan yerden uşr alınmaz). Bir kimse, uşrlu toprağını kirâya verirse, mahsûlün
uşrunu, İmâm-ı a’zama göre, mal sâhibi verir. Kirâ ücreti yüksek olan yerlerde,
böyle fetvâ verilir. İki imâma göre, kirâcı verir. Kirâ az olan yerlerde, böyle
fetvâ verilir. Beyt-ül-mâlın toprağını, devlet reîsinden başka kimse satamaz.
Harâclı toprak sâhibi müslimân olsa veyâ bu toprağı vakf etse, yine harâcı
verilir. Uşrlu bir toprağı, zimmî, ya’nî gayr-i müslim satın alsa, bu toprak
harâclı olur. Üçüncü cild, ikiyüzaltmışbeşinci sahîfede buyuruyor ki, (Devlet
reîsi harâcı, toprağın sâhibi müslimâna bağışlarsa, beyt-ül-mâldan hakkı varsa,
kendi kullanır. Yoksa, hakkı olana verir. Uşru bağışlarsa, câiz olmaz.
Hükûmetin kaldırması ile uşr afv olmaz. Top-
rak
sâhibinin, uşrunu, beyt-ül-mâldan hakkı olanlara vermesi lâzım olur).
İkinci cildde buyuruyor ki: (Harâclı, uşrlu olmıyan yerler,
meselâ dağlardaki, ormanlardaki mahsûller, uşrlu sayılır). Uşrunu vermediği
bilinen toprak sâhiblerinin gönderdiği hediyyenin onda birini ayırıp, fakîre
verdikden sonra, yimek iyi olur.
Beyt-ül-mâlın, ya’nî mîrî toprakların kullanılmasını
gösteren eski (Erâzî kanûnu)nun çeşidli
şerhleri arasında, mülkiyye mektebi mecelle muallimi, Âtıf beğin [1319] baskılı
kitâbı başında diyor ki:
Bir memleket harb ile alınırsa, toprağın beşde
biri beyt-ül-mâlın olur. Geri kalan üç dürlü olabilir:
1
- Askere
veyâ başka müslimânlara taksîm edilir. Bunların mülkü olur. Böyle toprakdan,
her sene uşr alınır.
2
- Toprak
kâfirlerin elinde bırakılır. Böyle toprakdan harâc alınır.
3
- Devlet
reîsi toprağı kimseye vermeyip, beyt-ül-mâla verir. Böyle toprağa mîrî toprak
da denir. Uşrlu veyâ harâclı toprağın sâhibi ölüp, hiç vârisi kalmazsa, bu
toprak beyt-ül-mâlın olur. Mîrî toprak olur. Sultânın tesbît edeceği bedel ile
satılır veyâ kirâya verilir. Semeni ve ücreti harâc olur. Ya’nî, beyt-ül-mâlın
üçüncü kısmına konur. Yâhud, her sene kirâ
olarak mahsûlün yüzdesi alınmak üzere, tapu ile, müslim ve gayr-i müslim vatandaşlara
kirâya verilir. Kirâları askerin ve subayların olurdu. Kirâ almak hakkı bulunan
askere (Timarcı), subaylara (Za’îm) denirdi. Askerin toprağına (Timar), subay toprağına (Ze’âmet), general toprağına (Hâs) denirdi. Müftî-üssekaleyn Ebüssü’ûd efendi,
Nûr-i Osmâniyye kütübhânesinde bulunan fetvâlarında buyuruyor ki, (Beyt-ül-mâla
âid mîrî toprakları tapu ile kirâlayanların, her sene timarcılara mahsûlün onda
birini vermelerini sultânlar emr etmişlerdir. Bu verilenlere uşr denilmekde ise
de, uşr değildir, kirâ ücretidir). Son zemânlarda mîrî erâzînin çoğu, devlet
tarafından vakf edilmiş veyâ millete satılmış, her iki şeklde de, uşrlu
olmuşdu. Böylece, Anadolu ve Rumelideki toprakların hemen hepsi, milletin mülkü
olup, uşrlu olmuşdu. Görülüyor ki, tarladan uşr veyâ harâcdan birini vermek
lâzımdır. Ba’zıları, Anadolu toprağı, uşrlu toprak değildir, diyor. Hâlbuki,
şimdi memleketimizde mîrî toprak yokdur. Herkesin tarlası, bostanı, kendi
mülküdür, yâhud kirâcıdır. Mahsûlün uşrunu vermeleri farzdır.
Osmânlılar zemânında beş dürlü toprak vardı:
1 - Milletin mülkü olan topraklar olup, pek azı
harâclı, pek çoğu uşrlu idi. Mülk olan toprak dört dürlüdür: Birincisi, köy,
şehr içindeki arsalar veyâ köy yanında olup, yarım dönümü geçmiyen yerlerdir.
Bunlar, mîrî toprak iken, halîfenin izni ile millete satılmış yerlerdir. Yâhud
uşrlu veyâ harâclı yerlerdir. İkincisi, halîfenin izni ile millete satılan mîrî
tarla, çayırlardır. Buraların mahsûlünden
uşr verilir. Üçüncüsü uşrlu, dördüncüsü harâclı topraklardır.
Bu dört nev’ toprağı, sâhibi satabilir. Vasıyyet edebilir.
Vârislerine, ferâiz bilgisine göre taksîm olunur. Hâlbuki mîrî toprakları kirâ
verip tapu ile kullanan kimseler ölürse, bu toprakları vârisleri taksîm
edemezler ve satamazlar. Satılmasını, parasından borcunun ödenmesini vasıyyet
edemez. Vârislerinin malı olmaz. Bu topraklar kurban nisâbına katılmaz.
Satılamaz. Yalnız, timâr sâhibinin izni ile, para karşılığı, başkasına devr
olunabilir. Mîrî toprağı kirâlayan kimse, her şey ekebilir veyâ kirâ ile
başkasına ekdirir. Üç sene boş bırakılan toprak başkasına verilir. Kirâcı, mîrî
toprağa ağaç, asma iznsiz dikemez. İznsiz, binâ da yapamaz. Meyyit gömülmez.
Mîrî toprak, tapu ile kirâlamış olanın mülkü olmaz. Bu kimseler kirâcıdırlar.
Bu kimse vefât edince, toprağın, vârisine kirâya verilmesi âdet olmuşdur.
Kendisine kirâya verilmesi, vârisin şer’î hakkı olmayıp, devletce yapılan bir
ihsândır [Üçüncü kısmda, altmışdördüncü madde sonuna bakınız!]
2
-
Beyt-ül-mâlın toprakları, ya’nî mîrî topraklar. Memleketin çoğu böyle
olup,
kirâya verilirdi. Sonraları çoğu millete satıldı. Uşrlu oldu.
3
- Vakf
topraklar olup, mahsûlü uşrlu idi.
4
- Umûma
terk edilen meydânlar, çayır ve benzerleri.
5
-
Beyt-ül-mâlın ve hiç kimsenin olmıyan dağlar gibi, ormanlar gibi yerler olup,
buraları işletip mahsûl alan müslimân, uşr verir.
HAYVAN ZEKÂTI - (Mevkûfât)
kitâbında
buyuruyor ki: (Yılın yarıdan fazlasında parasız çayırda otlıyan hayvanlar,
üretmek için, [sütü için] olursa, bunlara (Sâime) hayvan
denir. Sâime hayvan sayısı, nisâb mikdârı oldukdan bir yıl sonra, zekâtı
verilir. Yün için, yük taşımak için, binmek için olursa, sâime denilmez ve
zekât lâzım olmaz). Deve, sığır gibi başka cinsden sâime hayvanlar,
birbirlerine ve diğer ticâret eşyâsına eklenmezler.
DEVE ZEKÂTI - Dört devenin zekâtı
verilmez. Devenin nisâbı beşdir. Beş deve, ikiyüz dirhem gümüş karşılığı
oluyor. Beş devesi olan, bir koyun verir. Bir koyun, beş dirhem [onyedi gram] gümüş
demek oluyor. Dokuza kadar bir koyun verilir. Ondan ondörde kadar devesi olan,
iki koyun verir. Onbeşden ondokuza kadar üç koyun, yirmiden yirmidörde kadar
dört koyun verilir. Yirmibeşden otuzbeşe kadar deve için, iki yaşına girmiş bir
yavru dişi deve verilir. Otuzaltıdan kırkbeşe kadar, üç yaşına girmiş dişi deve yavrusu verilir. Kırkaltıdan altmışa
kadar, yük vurulabilecek, dört yaşına girmiş dişi deve verilir.
Altmışbirden yetmişbeşe kadar için, beş yaşında, yetmişaltıdan doksana kadar
için iki aded üç yaşındaki, doksanbirden yüzyirmiye kadar için, iki aded dört
yaşında deve verilir. Yüzyirmiden fazla olan her beş deve için, ayrıca birer
koyun verilir. Fekat, yüzkırkbeş olunca, koyunlar yerine, iki yaşında bir dişi
deve verilir. Yüzelli deve için, üç aded dört yaşında deve verilir. Sonra her
beş deve için, birer koyun da verilir. Fekat, yüzyetmişbeşden yüzseksenbeşe
kadar devesi olan, koyunlar yerine, bir aded iki yaşında dişi deve verir.
Yüzseksenaltı deveden yüzdoksanbeşe kadar deve için, üç aded dört yaşında deve
ile bir aded üç yaşında deve verilir. Yüzdoksanaltıdan ikiyüze kadar, dört aded
dört yaşında deve verilir. Zekât olarak erkek deve verilmez. Verecek dişi
devesi olmıyan, erkek devenin değerini, altın veyâ gümüş olarak verir. Bir
yaşını doldurmayan deve yavrusunun zekâtı verilmez. İkiyüzden çok devesi olan,
her elli deve için, yüzelli ile ikiyüz arasındaki işlemi yeniden yapar.
SIĞIR ZEKÂTI - Sığırın nisâbı otuzdur.
Otuzdan az sığırı olan, bunların zekâtını vermez. Otuz sığır için bir aded, bir
yaşını aşmış erkek veyâ dişi buzağı verilir. Otuzdokuza kadar hep böyledir.
Kırkdan ellidokuza kadar sığırı olan, bir aded, iki yaşını bitirmiş, erkek veyâ
dişi dana verir. Altmışdan altmışdokuza kadar sığır için, iki buzağı verilir.
Yetmiş sığır için, bir dana ile bir buzağı verilir. Yetmişden sonra, her on
için, böyle hesâb edilir. Her otuz için bir buzağı, her kırk için bir dana
artmakdadır. Seksen olunca, iki dana artmakdadır. Manda zekâtı, sığır gibidir.
KOYUN ZEKÂTI - Koyunun nisâbı kırkdır.
Kırkdan az koyunu olan zekâtını vermez. Kırkdan yüzyirmiye kadar koyunu olan,
yalnız bir koyun verir. Yüzyirmibirden ikiyüze kadar koyun için, iki koyun
verilir. İkiyüzbirden dörtyüze kadar üç koyun verilir. Dörtyüz için dört koyun,
sonra her yüz için bir koyun artar. Koyun, keçi, erkek, dişi zekâtları hep
böyledir. Bir yaşını doldurmayan kuzuların zekâtı verilmez. Fekat, koyunu da
varsa, yavrular da hesâba katılır. Deve ve sığır yavruları da böyledir. Kuzu,
hiçbir zemân zekât olarak verilmez.
AT ZEKÂTI - Erkek ve dişi bir arada
ve çayırda, üretmek için beslenirse zekât lâzım olur. Binmek ve yük için ise,
lâzım olmaz. Yalnız erkek atı olanın [aygırın] zekâtı olmaz. Çünki üremez. Ticâret niyyeti ile beslenirse, ticâret malı
zekâtı verilir. Ticâret için olmıyan katır ve merkeb çok olsa da,
zekâtları verilmez.
Atın nisâbı yokdur. Her at için bir miskal altın verilir.
İsterse, atların kıymeti-
ni
hesâblar. Kıymetleri altın nisâbını dolduruyorsa, kırkda biri kadar altın
verir. Deve, sığır ve koyun zekâtı olarak, değerleri kadar altın da
verilebilir.
ZEKÂT KİMLERE VERİLİR? - Zekât, yalnız aşağıda
yazılı, yedi sınıfda bulunan müslimânlara verilir. Sekizinci sınıf, (Müellefet-ül-kulûb) idi. Ya’nî, azılı kâfirlerin
şerlerini def’ için bunlara zekât verilirdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”
zemânında buna lüzûm kalmadı.
1
- (Fakîr): Nafakasından fazla, fekat nisâb
mikdârından az malı olana fakîr denir. Ma’âşı kaç lira olursa olsun, evini
idârede güçlük çeken her fakîr me’mûr, îmânı var ise, zekât alabilir ve kurban
kesmesi, fıtra vermesi lâzım olmaz. [Birinci kısm seksenbirinci maddeye
bakınız!].
2
- (Miskîn): Bir günlük nafakasından fazla birşeyi
olmıyan müslimâna miskîn denir. Din adamı olarak tanıtılan Hamîdullah (İslâma
giriş) kitâbında, miskîn, gayr-i müslim vatandaş demekdir diyor. Bu fikri
yanlışdır. Dinde reform yapmakdır. Müslimân olmıyana zekât vermek câiz değildir.
3
- (Âmil): Ya’nî Sâime hayvanların ve toprak
mahsûllerinin zekâtlarını toplayan (Sâ’î) ile,
şehr dışında durup rastladığı tüccârdan ticâret malı zekâtını toplıyan (Âşir), zengin dahî olsalar, işleri karşılığı
zekât verilir.
4
- (Mükâteb): Ya’nî efendisinden kendisini satın
alıp, borcunu ödeyince, âzâd olacak köle.
5
- (Münkatı’): Cihâd ve hac yolunda olup, muhtâc
kalanlar. (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki,
din bilgilerini öğrenmekde ve öğretmekde olanlar da, zengin olsalar bile,
çalışıp kazanmağa vaktleri olmadığı için
zekât alabilirler. İbni Âbidîn bunu açıklarken buyuruyor ki, (Câmi-ul-fetâvâ)da bildirilen hadîs-i şerîfde, (İlm öğrenmekde olanın kırk yıllık nafakası olsa da, buna
zekât vermek câizdir) buyuruldu.
6
- (Medyûn): Borcu olan ve ödeyemeyen müslimânlar.
7
- (İbnüs-sebîl): Kendi memleketinde zengin ise de,
bulunduğu yerde yanında mal kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp
muhtâc kalan.
Bunların hepsine veyâ birine vermelidir. Zekât parası ile
meyyite kefen alınmaz. Meyyitin borcu ödenmez. Câmi’, cihâd, hac yapılmaz.
Zimmîye, ya’nî gayr-i müslim vatandaşa zekât verilmez. Zimmîye fıtra, adak,
sadaka, hediyye verilebilir. Zenginin kölesine ve zenginin küçük oğluna da
verilmez. Zenginin büyük çocuğu veyâ zevcesi veyâ babası veyâ yetîm kalan küçük
çocuğu fakîr iseler bunlara, başkaları zekât verebilir. Küçük çocuk akllı ise,
ya’nî parayı başka şeyden ayırabiliyor ve aldatılarak elinden alınamıyor ise,
buna verilir. Böyle âkıl değilse, babasına veyâ vasîsine yâhud akrabâsından
veyâ yabancıdan çocuğa bakan kimseye vermek lâzım olur. Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” ve amcalarının evlâdlarından, kıyâmete kadar
geleceklere zekât verilmez. Çünki, her mühârebede, düşmandan alınan ganîmetin
beşde biri bunların hakkıdır. Ahmed Tahâvî, (Emâlî)
kitâbının şerhinde diyor ki, (İmâm-ı a’zam buyurdu ki, bunlara
ganîmet hakları verilmediği için, zekât ve sadaka vermek câizdir). Câiz olduğu (Dürr-i Yektâ)da da yazılıdır.
Anaya, babaya ve dedelerin, ninelerin hiçbirine ve kendi
çocuklarına ve torunlara zekât verilmez. Bunlara, sadaka-i fıtr, adak ve
keffâret gibi vâcib olan sadakalar da verilmez.
Fakîr iseler, nâfile sadaka verilebilir. Zevceye de zekât verilmez. İmâm-ı
a’zam buyurdu ki, kadın da, fakîr olan zevcine zekât veremez. İmâmeyn ise,
fakîr zevcine zekât verir dediler. Fakîr olan gelinine, dâmâdına, kayın
vâlideye, kayın pedere ve üvey çocuğuna zekât verilir. Zimmîye sadaka ve
hediyye verilir.
Zekât verilebileceğini soruşdurup anlıyarak, zekâtını
verdikden sonra, bunun zengin veyâ zimmî
olan kâfir veyâ ana, baba, evlâd veyâ kendi zevcesi olduğu an-
laşılsa, zararı olmaz. Ya’nî kabûl olur. (Nehr-ül-Fâik)da diyor ki, (Zekât verilecek olan kimse,
fakîrler arasında bulunuyor ve onlar gibi ise yâhud fakîr olduğunu söyleyip,
zekât istemiş ise, bu kimsenin zekât almağa hakkı olup olmadığını araşdırmağa
lüzûm yokdur. Buna zekât verince, soruşdurarak, araşdırarak vermiş sayılır).
Abdülkâdir Gazzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Eşbâh hâşiyesi)nde diyor ki, (Debbûsînin (Mültekıt)de bildirdiği gibi, vasîsi bulunduğu
yetîme, zekât olarak giyecek ve yiyecek vermek câizdir. Çünki, yetîm onun
ıyâli, evlâdı gibidir). Vasîsinin, zekât malı ile yetîme lüzûmlu şeyleri alıp
buna vermek hakkı vardır. Yetîm, alış verişi anlıyacak kadar akllı ise,
giyeceği ve yiyeceği, çocuğun eline vermek lâzımdır.
Fakîrin, hiç olmazsa, bir günlük ihtiyâcını karşılayacak
kadar vermek müstehabdır. Borcu olmıyan ve
çoluk çocuğu bulunmıyan fakîre, nisâb mikdârı veyâ malını nisâb mikdârına
temâmlıyacak kadar zekât vermek mekrûhdur. Çoluk
çocuğu olan fakîre, bunların herbirine bölünce, nisâb mikdârı düşmiyecek kadar,
çok zekât vermek câizdir. Zekâtı, fakîr olan kardeşe ve hala, amca, dayı ve
teyze gibi yakın akrabâya vermek dahâ sevâbdır. Yakınları muhtâc iken,
başkalarına verirse, sevâbı olmaz [İmdâd]. Zî-rahm
mahrem olan akrabâsına nafaka vermesine mahkemece hükm olunan kimsenin zekât niyyeti ile, zekât malından nafaka vermesi
câizdir. Zekâtı başka şehre göndermek mekrûh
ise de, akrabâya vermek için veyâ kendi şehrinde fakîr müslimân bulamazsa,
başka şehre göndermek câizdir. Zekâtı, borcu olana vermek, fakîre vermekden
dahâ iyi olduğu (Bezzâziyye) fetvâsında
yazılıdır. Malını isrâf edene, harâmda kullanana
zekât vermek lâyık olmadığı (Dürr-i Yektâ)da
yazılıdır.
Zenginin vekîli, zekâtı, zenginin emr etdiği kimseye verir.
Başkasına veremez. Başkasına verirse veyâ gayb ederse, öder. Vasıyyet de
böyledir. Emr olunan fakîre verilir. Zengin, vekîline, dilediğine ver derse,
vekîl kendi fakîr olan çocuğuna ve zevcesine de verebilir. Kendi fakîr ise,
kendi de alabilir. Hâlbuki, nezr böyle değildir. Vekîl, adak sâhibinin emr
etdiğinden başkasına da verebilir. İbni Âbidîn, bu satırları açıklarken, onikinci
sahîfe başında buyuruyor ki, (Vekîl zenginden aldığı altın ve gümüş yerine,
kendi altın ve gümüşünü fakîre verip sonra zenginin verdiğini, kendi kullanması
câizdir. Fekat, zenginin parasını önce kendi kullanıp, sonra kendi parasından
zekâtı verirse, câiz olmaz. Kendi için sadaka vermiş olur. Zekâtı, zengine
öder. Nafaka vermek, satın almak, borc ödemek için aldığı parayı kullanan vekîl
de böyledir. Görülüyor ki, zekâtı kendi malından ayırıp vermek şart değildir.
Zenginin vekîli, zekâtı vermek için, izn almadan bir başkasını da vekîl
edebilir).
Zekât ayrılmakla verilmiş olmaz. Ayrılan zekât, kendinde
veyâ vekîlinde iken gayb olursa, tekrâr ayırıp vermesi lâzımdır. Vekîli gayb
edince, öder. (Âmil)in veyâ fakîr
vekîlinin gayb etdikleri zekâtı tekrâr vermek lâzım olmaz. Vekîl fakîre öder. (Âmil), hem (Sâ’î), hem
de (Âşir) demekdir.
Meyyit kefenlemek ve câmi’ yapmak, cihâd edenlere yardım
etmek için, kâğıd para zekâtını anlatırken
bildirdiğimiz gibi, fakîrler, zekâtlarını alması ve bildirdiği yere vermesi için,
güvenilen birini vekîl ederler. Bu vekîl, fakîrler için zekâtları alır.
Fakîrlerin emr etmiş olduğu yere verir.
Hayr cem’ıyyetlerine zekât vermek için de, böyle yapılır. Vekîlin zekâtı
alırken ve verirken, birşey söylemesi lâzım değildir. Yalnız, vekîl eden
fakîrlerin, zekât alabilecek müslimân olmaları lâzımdır. Zekâtı kâğıd para
olarak verebilmek için de, böyle yapılacağını yukarıda bildirmişdik.
Alacaklarını ve malını eline geçiremeyen, elindeki bononun
ödeme zemânı gelmeyen zengin kimse, fâizsiz ödünç veren bulamazsa, ihtiyâcı
kadar, zekât alabilir. Malına kavuşduğu zemân, almış olduğu zekâtı, fakîrlere
dağıtmaz. Hâlbuki
fakîr,
ihtiyâcından fazla, nisâbdan az zekât alabilir. Altın ile gümüşün ve ticâret
eşyâsının zekâtının fakîre veyâ fakîrin vekîline teslîm edilmesi lâzımdır. Başka
yerlere, kurumlara verilen zekât, müslimân fakîrin eline geçmezse, zekât ödenmiş
olmaz.
Bir günlük yiyeceği bulunan kimsenin ve hiç yiyeceği yok ise
de, sağlam çalışacak, ticâret edecek hâlde olan kimsenin, yiyecek, içecek veyâ
bunları almak için para istemesi, dilenmesi harâmdır.
Bunun varlığını bilerek, istediğini vermek de harâmdır.
İstemeden verilmesi ve verileni alması câizdir. Bu kimsenin yiyecek, içecekden
başka ihtiyâclarını meselâ, elbise, ev eşyâsı, kirâ paraları istemesi câiz
olur. Aç veyâ hasta olanın, oturacak evi olsa da, yiyecek istemesi câizdir. Bir
günlük yiyeceği olan, olmasa da, çalışabilecek hâlde olan kimse, ilm öğrenmekle
[veyâ öğretmekle] meşgûl ise, yiyecek istemesi, yine câiz olur. [İkinci kısmda,
otuzsekizinci maddeye bakınız!] Parasını harâma
sarf edene ve isrâf edene sadaka verilmez.
BEYT-ÜL-MÂL - Uşr ve kırda otlıyan
hayvanların zekâtı, fakîrlere verileceği gibi, beyt-ül-mâla da teslîm edilmesi
câizdir. Beyt-ül-mâla verilmesi lâzım olan bir şeyi eline geçiren kimse,
beyt-ül-mâldan hakkı varsa, bu şeyi kendi kullanır. Kendi hakkı yoksa,
beyt-ül-mâldan hakkı olan bir müslimâna verir. Bu şeyi, beyt-ül-mâla vermez.
İbni Âbidîn, ikinci cild, ellialtıncı sahîfede buyuruyor ki, (Beyt-ül-mâldan hakkı
olan fakîrler, zekât me’mûrları, âlimler, mu’allimler, vâ’ızlar, din dersi
öğrenen talebe, borclular, Ehl-i beyt-i nebevî, ya’nî seyyidler ve şerîfler,
askerler, beyt-ül-mâl parası ellerine geçerse, hakları kadar almaları câizdir).
(Bezzâziyye) fetvâsının
sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Halvânîden alarak diyor ki, (Elinde emânet bulunan
kimse, sâhibi ölürse, emâneti vârislerine verir. Vârisleri yoksa, beyt-ül-mâla
verir. Beyt-ül-mâla verince zâyı’ olacak ise, kendi kullanır veyâ
beyt-ül-mâldan nasîbi olanlara verir).
Zekât, fakîrlerin hayâtını, ihtiyâclarını, cem’ıyyetin
tekeffül eylemesi, garanti etmesi demekdir. Bir şehrin bir köşesinde, bir
müslimân, açlıkdan ölse, şehrdeki zenginlerden birinin, az bir zekât borcu
kalsa, onun kâtili olur. Zekât, müslimânlar arasında, sigorta teşkilâtıdır.
İslâmiyyet (beyt-ül-mâl) denilen
sigortayı, şahsların, açık gözlerin, kendi menfe’atlerini düşünenlerin eline
bırakmamış, devletin emrine vermişdir. Bu sigorta, başka sigortalara benzemez.
Fakîrlerden para istemez, zenginlerden alır. Zekât veren zenginlerin dünyâda
malı artar. Âhıretde de, bol sevâb verilir. İslâm sigortası, her fakîre yardım
eder. Bir âile reîsi ölünce, fakîr âilesine ma’âş bağlayıp, herkesi mes’ûd
eder. İşte islâmiyyet, zekât ile, böyle sosyal bir sigorta kurmuşdur.
İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”
buyuruyor ki: (Dört nev’ zekât malından ikisine, ya’nî zekât hayvanları ile
toprakdan elde edilen mallara (Emvâl-i zâhire) denir.
Bunların zekâtlarını, halîfenin me’mûrları gelip toplar. Bu me’mûrlara (Sâ’î) denir. Devlet, bu toplanan malı [ve (Âşir) denilen me’mûrların, yolcu tüccârdan
aldıkları emvâl-i bâtına zekâtını] beyt-ül-mâlda saklayıp, yedi sınıfdan
herbirine sarf eder. Zekât mallarından altın, gümüş ve ticâret eşyâsına (Emvâl-i bâtına) denir. Bunların mikdârını
sâhibine sormak câiz değildir. Bunların zekâtını
mal sâhibi, yedi sınıfdan dilediğine, kendi verir. Böyle verilmiş olan
zekâtları, devlet ayrıca istiyemez. Bir şehrdeki zenginlerin hiç zekât
vermedikleri anlaşılırsa, emvâl-i bâtınalarının zekâtını da devlet
toplıyabilir. (Dıyâ-ul-ma’nevî) ve (Îzâh)da diyor ki, (Devlet beş malı alamaz:
Emvâl-i bâtına zekâtı, fıtra, kurban, nezr ve keffâret).
[Son zemânlarda, Ehl-i sünnet
âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” büyüklüklerini anlıyamıyanlar
çoğalmakdadır. Çünki, âlimi âlim anlar. Câhiller anlıyamaz. Din adamı geçinen
câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Birbirlerini, millete, islâm âlimi diye
tanıtıyorlar. Biz, yalnız Kur’âna ve hadîslere inanırız diyerek, Selef-i
sâlihînin ictihâdlarını beğenmiyorlar. Kur’ân-ı kerîmden
ve
hadîs-i
şerîflerden, kısa görüşlerine ve kısır düşüncelerine uygun yeni yeni ma’nâlar
çıkarıyorlar. Hadîs-i şerîfde öğülmüş olan ikinci yüzyılın büyüklerine, din
imâmlarımıza dil uzatıyorlar. Onların kıymetli kitâblarını lekelemeğe
uğraşıyorlar. İbni Teymiyye, Mevdûdî, Reşîd Rızâ, Seyyid Kutb, Hamîdullah,
fizikci Abdüsselâm ve Ahmed Didad gibi mezhebsizlerin kitâbları, islâm
âlimlerinin sözbirliği ile bildirdiklerine uymıyan bilgileri yaymakdadır.
Meselâ, (Cihân Sulhu ve İslâm) ve (İslâma Giriş) kitâblarında, (Zekât devlete
verilen vergi demekdir. Zenginlerin, diledikleri fakîrlere verdikleri paraya
zekât denmez. Zekât yalnız devlete verilir. Devlet, bunu kâfirlerin fakîrlerine
de verebilir. Çünki (Miskîn), kâfirlerin
fakîrleri demekdir) yazılıdır. Mezhebsizlerin yanlış yolda oldukları, (Fâideli Bilgiler) kitâbının (Din Adamı Bölücü Olmaz) ve (Doğru Söze İnan, Bölücüye Aldanma) kısmlarında
uzun bildirilmekdedir.]
Zâlim olan sultânlar, (Emvâl-i
zâhire)den vergi alırken, zekât niyyeti ile verilirse, kabûl olur
diyen âlimler vardır. (Emvâl-i bâtına)dan
alırlarsa veyâ kâfir ve mürted olanların aldığı her nev’ vergi verilirken,
zekât olarak niyyet edilse de, zekât yerine geçmez. Ayrıca zekât vermek lâzım
olur.
Beyt-ül-mâlda, birbirlerinden ayrı
dört cins mal bulunur:
1 - Hayvânlardan, toprak
mahsûllerinden alınan ve (Âşir)in, ancak
yolda rastgeldiği müslimân tüccârdan aldığı zekâtlar olup, yukarıdaki yedi
sınıfa verilir.
2 - Ganîmetin ve yerden
çıkarılan ma’denlerin beşde biri olup, yetîmlere, miskînlere ve parasız kalan yolculara verilir. Bunların üçünde de, önce
(Benî Hâşim) ve (Benî Muttalib) olanlara verilir. Petrol gibi
sıvılardan ve oksidler, tuzlar gibi ateşde erimiyen filizlerden ve denizden
çıkarılanlardan birşey alınmaz.
3
- Gayr-i
müslimlerden alınan, harâc ve cizye ve âşirin bunlardan aldığı maldır. Bunlar,
yol, köprü, han, mekteb, mahkeme gibi umûmî ihtiyâclara ve millî müdâfe’aya
sarf edilir. Memleket hudûdunu bekliyen, memleket içindeki yolları bekliyen
müslimânlara, köprü, mescid, havuz, nehr yapmağa ve ta’mîrlerine, imâma,
müezzine, hademe-i hayrâta, islâm ilmlerini, ya’nî din ve fen bilgilerini
okutanlara ve okuyanlara, kâdîlara, müftîlere, vâ’ızlara ve dîni ve milleti,
devleti yaşatmak için çalışanlara verilir. Bunlar, zengin olsalar bile,
çalışmaları, hizmetleri karşılığı, âdete ve ihtiyâc eşyâsının değerine göre,
uygun bir pay verilir. [(Hadîka) el
âfetlerinde, beyt-ül-mâldan hakkı olanları geniş anlatmakdadır.] Öldükleri
zemân, çocukları değerli ise, başkalarına tercîh olunur. Çocukları câhil, fâsık
iseler, babalarının yerine ta’yîn edilmez. (Eşbâh) sâhibi
“rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Sultân, câhil birini, mu’âllim, hatîb,
vâ’ız ta’yîn ederse, sahîh olmaz. Zulm etmiş olur).
4
- Vârisi olmıyan
zenginlerin bırakdığı mal ve (lukata), ya’nî
yerde bulunup sâhibi çıkmayan şeyler; hastahânelere ve fakîrlerin cenâzelerini
kaldırmağa sarf edilir ve çalışamıyacak hâlde olan kimsesiz fakîrlere verilir.
Bu dört sınıf malı, hakkı olanlara ulaşdırmak, devletin vazîfesidir.
Devlet şehr dışına (Âşir) adında
me’mûr koyar. Bunlar, tüccârı hırsızdan ve her tehlükeden korur. Bu âşir,
yoldan geçen tüccârdan, yanındaki malın mikdârını sorar.
Nisâb mikdârı ise ve yanında bir sene kaldı ise ve ticâret
malı ise, her çeşid maldan, müslimândan kırkda birini, zimmîden yirmide birini,
harbîden onda birini alır. Müslimândan alınan bu mal, onun zekâtı yerine geçer.
Şehrde zekâtını vermişdim veyâ bir yıl olmadı diyenden birşey almaz. Müslimân
tüccârdan birşey almayan kâfir memleketin tüccârından birşey alınmaz. Onların
müslimân tüccârlardan ne kadar aldıkları bilinirse, o kadar alınır. [Kâfir
memleketlerinde çalışanların, o devlete vergi vermelerinin lâzım olduğu buradan
da anlaşılmakdadır.]
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” ikinci cild,
elliyedinci sahîfede buyuru-
yor
ki, (Beyt-ül-mâlın dört hazînesinden birinde mal tükenir ise, diğer üç
hazînesinde bulunan maldan buraya ödünc olarak aktarılıp, bu hazîneden hakkı
olan yerlere dağıtılır). Buna göre de, üçüncü hazînede harâc, cizye malı
bulunmadığı zemân, din adamlarına ve cihâd edenlere birinci hazînedeki zekât ve
uşr mallarından verilir. Din düşmanlarının yazı ile, her çeşid propaganda ile
islâmı yıkmağa, müslimân yavrularını dinden çıkarmağa saldırdıkları zemân,
bunlara cevâb veren ve müslimânları aldanmakdan koruyan yazarlar, dernekler, Kur’ân-ı kerîm kursları, matba’a ve kitâblar ve
gazeteler hep mücâhid ve islâm
kahramanıdırlar. Böyle soğuk harbde, islâmiyyeti ve müslimânları koruyan
bu mücâhidlere, beyt-ül-mâlda bulunan uşr ve zekât mallarından vermek farzdır. Sultân uşru kaldırsa, müslimânların uşr
vermesi afv olmaz. Uşru kendilerinin vermesi farzdır.
Bu mücâhidlere vermelidirler. Hem farz yapılmış
olur, hem de cihâd sevâbı kazanılır.
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”
beşinci cild ikiyüzkırkdokuzuncu sahîfede diyor ki, (Beyt-ül-mâl, halâl olarak, hak üzere
toplanmayıp, zulm ile alınmış ise, böyle haksız alınan malları sâhiblerine geri
vermek farz olur. Beyt-ül-mâldan hakkı olanlara
verilmez. Bunların alması harâm olur. Mal
sâhibleri ma’lûm değilse, beyt-ül-mâlın dördüncü kısmına konur. Buradan hakkı
olanlara verilir).
ZEKÂT VERMİYENLER -
(Riyâd-un-nâsıhîn) kitâbının
sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki: Emîrülmü’minîn Alî “kerremallahü
vecheh” buyuruyor: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, vedâ’ haccında buyurdu ki, (Malınızın
zekâtını veriniz! Biliniz ki, zekâtını vermiyenlerin, nemâzı, orucu, haccı ve
cihâdı ve îmânı yokdur).
Ya’nî, zekât vermeği vazîfe bilmez, farz
olduğuna inanmaz, vermediği için üzülmez, günâha girdiğini bilmezse, kâfir
olur. Senelerle zekât vermiyenlerin zekât borcları birikerek, bütün malını
kaplar. Malı kendinin sanıp, müslimânların o malda hakkı olduğunu, hâtırına
bile getirmez. Kalbi hiç sızlamaz. Bu mala sımsıkı sarılmışdır. Böyle kimseler,
müslimân olarak tanınır. Fekat bunlardan, îmânını kurtaran pek nâdir olur.
Zekât vermek, Kur’ân-ı kerîmin otuziki yerinde,
nemâzla birlikde emr edilmekdedir. Tevbe sûresi,
otuzdördüncü âyet-i kerîmesi, böyle kimseler için olup, meâl-i şerîfi, (Malı, parayı birikdirip zekâtını, müslimân fakîrlerine
vermeyenlere çok acı azâbı müjdele!)dir. Bu azâbı, bundan sonraki âyet-i kerîme bildirmekde olup, meâl-i şerîfinde: (Zekâtı verilmiyen mallar, paralar, Cehennem ateşinde
kızdırılıp, sâhiblerinin alınlarına,
böğürlerine, sırtlarına mühür basar gibi basdırılacakdır) buyurulmuşdur.
Ey mağrûr zengin! Dünyânın çabuk geçip, gidici malı, parası,
seni aldatmasın! Bunlar, senden önce, başkalarının idi. Senden sonra da,
başkasının olacak. Cehennemin şiddetli azâbını düşün! Zekâtını ayırıp
vermediğin o mal, uşrunu vermediğin o buğday, hakîkatde zehrdir. Malın hakîkî
sâhibi, Allahü teâlâdır. Zenginler, Onun vekîlleri, me’mûrları, fakîrler de,
âilesi, akrabâsı demekdir. Vekîllerin, Allahü teâlânın borcunu fakîrlere
vermesi lâzımdır. Zerre kadar iyilik eden iyiliğini bulacakdır. Hadîs-i şerîfde, (Allahü
teâlâ, iyilik edenlere, karşılığını elbette verecekdir) buyuruldu. Haşr sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmede, (Zekâtını veren, elbette kurtulacakdır) müjdelendi. Âl-i İmrân
sûresinde, yüzsekseninci âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlânın ihsân etdiği malın zekâtını vermeyenler, iyi
etdiklerini, zengin kalacaklarını sanıyor. Hâlbuki, kendilerine kötülük yapmış
oluyorlar. O malları, Cehennemde azâb âleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına
sarılıp, başdan ayağa kadar onları sokacakdır) buyurulmuşdur.
(Elbasît) ve (Vasît)
tefsîrlerinde böyle yazılıdır.
Kıyâmete ve Cehennem azâbına inanan zenginlerin, mallarının zekâtını, tarla
mahsûllerinin, meyvelerin uşrunu vererek, bu azâblardan kurtulmaları lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Zekât
vererek, malınızı zarardan koruyunuz!) buyuruyor. (Tefsîr-i Mugnî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ
aleyh” diyor ki: (Kur’ân-ı kerîmde üç şey, üç
şeyle berâber bildirildi. Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabûl olmaz.
Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” itâ’at edilmedikce, Allahü teâlâ-
ya
itâ’at edilmiş olmaz. Anaya, babaya şükr edilmedikce, Allahü teâlâya şükr
edilmiş olmaz. Malın zekâtı verilmedikce, nemâzlar kabûl olmaz). Ey gaflet
şerâbının serhoşu! Dünyânın zevk ve safâsı peşinde, dahâ ne kadar koşacaksın?
Bu kıymetli ömrü harâmdan, halâldan mal
yığmakda, ne zemâna kadar ziyân edeceksin? İslâmiyyetin emr ve yasaklarına
aldırış etmezsin! Azrâîl aleyhisselâmın gelip cânını zorla alacağı, ecel
arslanı pençesini sana takacağı, can verme acılarının başına geleceği,
şeytânın, îmânını çalmak için kasd edeceği, dostlarının, vah vah öldü, siz sağ
olun, diye evlâdına ta’ziye edecekleri vakti düşün! Firâk sesi gelip, bize
yarayan birşey yapmadın. Hep beğenmediklerimizi işledin. Biz de sana, senin bize yapdığın gibi yaparız,
diyecekleri zemândan korkmuyor musun?
Düşün, kabr ve âhıret süâllerine ne cevâb hâzırladın? Allahü
teâlânın tekdîrine ne behâne yapacaksın? Kendine acı! Süâle çekileceksin.
Hâlbuki, verecek cevâbın yok. Cehenneme girersen, ateşine dayanamazsın. Kendine
ve herkese öyle iyilik et ki, başkası iyilik yapınca, sen yapdın sansınlar.
Kendine ve kimseye kötülük etme ki, başkası bir fenâlık yapınca, sen yapdın
sanmasınlar.
(Sahîh-i Müslim)deki bir hadîs-i şerîfde, (Ey Âdem
oğlu! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan, yiyerek yok
etdiğin, giyerek eskitdiğin ve Allah için vererek, sonsuz yaşatdığındır) buyuruldu.
Eğer malını seviyorsan, niçin düşmanlarına bırakıp da gidiyorsun. Sevdiğinden
ayrılma, berâber götür! Hepsini veremezsen, bâri kendini de, bir vâris yerine
koyup, hisseni âhıret yolunda gönder. Bunu da yapamazsan, bâri, zekâtını ver
de, azâbdan kurtul! Nükte [güzel ma’nâlı söz]: Hiratlı üstâd, Hâce Abdüllah-i
Ensârî diyor ki: (Malı seviyorsan, yerine sarf et de, sana sonsuz arkadaş
olsun! Eğer sevmiyorsan, yi de, yok olsun!).
Hikâye: Ferîdeddîn-i Attâr, (Tezkire-tül-Evliyâ) kitâbında diyor ki:
(Cüneyd-i Bağdâdî, yedi yaşında idi. Mektebden gelince, babasını ağlıyor görüp
sordu: Bugün, zekât olarak, dayın Sırrî Sekâtîye birkaç gümüş göndermişdim,
almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip almadığı gümüşler için
geçirmiş olduğuma ağlıyorum, dedi. Cüneyd, babacığım, o parayı ver, ben
götüreyim deyip, dayısına gitdi. Kapıyı çaldı. Dayısı sorunca, ben Cüneydim.
Dayıcığım kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri al! dedi. Dayısı,
almam, deyince, Cüneyd: (Adl edip, babama emr eden ve ihsân edip, seni serbest
bırakan Allahü teâlâ için al!) dedi. Sırrî: (Babana ne emr etdi ve bana ne
ihsân etdi?) dedi. Cüneyd: (Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emr etmekle
adâlet eyledi. Seni de fakîr yapıp, zekâtı kabûl etmek ve etmemek arasında
serbest bırakmakla ihsân eyledi) dedi. Bu söz, Sırrînin hoşuna gidip, (Oğlum! Gümüşleri
kabûl etmeden önce, seni kabûl etdim) dedi. Kapıyı açıp parayı aldı. (Riyâd-un-nâsıhîn)in sözü burada temâm oldu.
Âdem oğlu aç gözünü, yeryüzüne kıl, bir nazar,
gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
Herbir çiçek bir nâz ile, öğer Hakkı, niyâz
eder,
kurdlar, kuşlar, durmaz söyler, ol Hâlıka âvâz
eder.
Öğer onun kâdirliğin, herbir işe hâzırlığın,
ille onun kâhirliğin, anlayınca, rengi döner.
Rengi döner günden güne, toprağa dökülür yine,
bu ibretdir anlayana, hakîkatı, ârif sezer.
Ger bu sırrı duya idin, yâ bu gammı yiye idin,
yerinde eriye idin, insan değil misin, meğer.
Bilir, gelen gider imiş, konan geri göçer
imiş,
mevt şerbetin içer imiş, her kim, bu ma’nâdan
geçer.