Cum’a nemâzı onaltı rek’atdir. Bunun iki rek’atini kılmak
her erkeğe farz-ı ayndır. İnanmayan, ehemmiyyet
vermiyen kâfir olur. Öğle nemâzından dahâ kuvvetli farzdır.
Cum’a nemâzı farz olmak için, iki dürlü şartı
vardır: Birincisi (Vücûb şartları), ikincisi
(Edâ şartları)dır. Edâ şartlarından biri
noksân olursa, nemâz sahîh olmaz. Vücûb şartları bulunmazsa, sahîh olur. Edâ
şartları yedidir:
1. ci şart, nemâzı şehrde kılmakdır. (Şehr), cemâ’ati, en büyük câmi’e sığmayan yer
demekdir. Hanefî mezhebi fıkh âlimlerinin çoğu
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”böyle söylemişdir. Bu sözün sahîh olduğu (Velvâlciyye)de de yazılıdır. Yâhudislâmiyyetin
emrini yapabilecek gücde müslimân vâlî ve hâkimi bulunan yere şehr denir.
İslâmiyyetin emrlerinin hepsini yapmasa da, insanların haklarını, hürriyetlerini
koruması, fitne, fesâdı önlemesi, mazlûmların haklarını zâlimlerden alması
yetişir. Hükûmetin baskısı ile, hâkim ba’zı farzları
yapdıramazsa, özr sayılır.
[Bugün hükûmetin tasdîk ve kabûl etdiği muhtârı veyâ
jandarma bulunan köyler ve şimdiki büyük şehrlerin içinde bulunan beldelerin
herbiri yukarıdaki iki ta’rîfe göre de, Cum’a nemâzı için ayrı birer şehr
sayılmakdadır. Böyle köylerde ve beldelerde Cum’a ve bayram nemâzları kılmak,
câiz olur. Bundan başka, şâfi’îde, kırk kişi
Cum’ayı her yerde kılabilir. Başka mezhebde
câiz olan birşeye hükûmet izn verince, diğer mezhebde de câiz olur.
Hükûmet bir mubâhı emr edince, yapılması vâcib,
men’ ederse, harâm olur. Şehr [il] deyince,
yalnız zemânımızdaki büyük şehrleri düşünenler, (Bütün bir şehr halkının bir
tek câmi’e sığmıyacağını açıklamağa ihtiyâc yokdur. Cum’a ile ilgili görüşlerin
dîne uymadığına, Cum’a nemâzının şartları üzerinde ba’zı yanlışlıklara işâret
ediyoruz) gibi yazılarla fıkh kitâblarını lekelemeğe kalkışıyorlar. Kendi
câhilliklerini anlamayıp da, islâm
âlimlerine dil uzatanlara yazıklar olsun! Böyle kimselerin yaldızlı ve heyecânlı
yazılarına aldanarak, onları din adamı sananlar, onlardan dahâ çok
zevâllıdırlar].
Şehr halkının tarla, mezârlık, oyun için yayıldıkları yerler
de, şehr sayılır.
2. ci
şart, devlet ve hükûmet reîsinin veyâ vâlînin izni ile kılmakdır. Bunların
ta’yîn etdiği hatîb, kendi yerine başkasını vekîl edebilir. Zemânla
birbirlerine vekîl olanlardan başkası, Cum’a kıldıramaz. Bir kimse, izn almadan
kıldırınca, kıldırmak hakkı olan biri, bu kimseye uyarak kılarsa, nemâz kabûl
olur. Şehr vâlîsi ölse veyâ fitne, karışıklık sebebi ile câmi’e gelemezse,
vekîli veyâ muâvini veyâ mahkeme hâkimi kıldırsa, câiz olur. Çünki, vâlî ve
bunlar, milletin din ve dünyâ işlerini görmeğe hükûmet tarafından iznlidir.
Bunlar varken, cemâ’atin seçeceği bir imâm Cum’a kıldıramaz. Fekat bunlar
câmi’e gelmezse veyâ din işlerini çevirmeğe iznleri, hakları yoksa, cemâ’atin
seçdiği imâm kıldırabilir. Bunun gibi, sultân sebebsiz, zulm ederek cemâ’atin toplanmasına
mâni’ olursa, bir yere toplanıp imâmları bunlara kıldırır. Sultân şehri, şehr
hâlinden çıkarmak isterse, kılamazlar. Kâfirlerin eline geçen islâm
şehrlerinde,vâlî ve hâkimler ahkâm-ı islâmiyyeye uygun işliyorlarsa, bu şehrler
(Dâr-ül-harb) olmaz. (Dâr-ül-islâm) sayılır. Böyle şehrlerde,
müslimânların seçdiği vâlî, hâkim veyâ bunların veyâ cemâ’atin seçeceği imâm,
Cum’a nemâzını kıldırır.
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, dördüncü cild,
üçyüzsekizinci sahîfede, kâdî, ya’nî hâkimleri anlatırken buyuruyor ki,
(Kâfirlerin elinde bulunan islâm memleketleri, dâr-ül-harb değildir,
dâr-ül-islâmdır. Çünki, buralarda küfr ahkâmı yayılmamışdır. Böyle yerlerdeki
hâkimler müslimândır ve hükûmet başkanları müslimândır. Bunlar kâfirlere
istemiyerek itâ’at etmekdedir. Müslimân idâreciler, kâfirlere istiyerek itâ’at
ederlerse, fâsık olurlar. Kâfirlerin ta’yîn etdikleri müslimân vâlîlerin, böyle
memleketlerde Cum’a ve bayram nemâzı kıldırmaları, harâc almaları, hâkim ta’yîn
etmeleri ve yetimleri evlendirmeleri câizdir. Çünki, millet müslimândır.
Vâlînin kâfirlere itâ’ati mecbûrî ve hîle olarakdır. Böyle
memleketlerde,
müslimânların başındaki vâlî de kâfir ise, müslimânların seçeceği imâmın Cum’a
ve bayram kıldırması ve seçdikleri hâkimin şer’î hükmleri makbûl olur. Yâhud,
müslimânlar, aralarında bir vâlî seçerler. Bu vâlî, hâkimi ve hatîbi ta’yîn
eder. Kâfir vâlînin ta’yîn etdiği müslimân hâkimi müslimânlar beğenirse, bunun
şer’î hükmleri ve nemâz kıldırması da câiz olur. Sultâna ısyân edip, birkaç
memleketi eline alıp, hükûmet kuran bir müslimânın hâkim ve imâm ta’yîn etmesi
câiz olur).
Mekke-i mükerremenin Minâ köyünde, hac zemânı Cum’a kılınır.
Çünki, o zemân, şehr hâlini alır ve vâlî veyâ Mekke emîri de bulunur. Hâcılara
kolaylık olmak için Minâda, bayram nemâzı afv edilmişdir. Hac vazîfelerini
idâre eden me’mûr, ayrıca izni yoksa, Cum’a kıldıramaz. Arafâtda kılınamaz.
Çünki, boş ovadır. Şehr hâlini alamaz.
Her çeşid şehrde, birkaç câmi’de Cum’a nemâzı kılınabilir.
Fekat, Hanefî mezhebinin ba’zı âlimleri ve üç
mezhebin de çoğunluğu, bir câmi’den fazla Cum’a kılınmaz dedi. Şehr olduğu
şübheli olan yerde de, Cum’anın kabûl olması şübheli olacağından, Cum’a
nemâzının son sünneti ile vaktin sünneti arasında (Âhır
zuhur), ya’nî (Son öğle) nemâzı
kılmağa niyyet ederek, ayrıca dört rek’at kılmalıdır. Bu dört rek’ati kılarken, niyyete (Üzerime farz olan) diye eklemelidir. Fekat, (Edâsı, ya’nî
kılması farz olan) dememelidir. Çünki,
öğle nemâzı, öğle vakti farz olursa da, hemen
kılmak farz olmaz. İkindiye, dört rek’at kılacak
zemân kalınca edâsı farz olur. Edâsı dahâ önce farz olmaz. Cum’a nemâzı kabûl olmadı ise, bu dört
rek’at, (Edâsı farz olan) deyince Cum’a günü
öğle farzı olmaz. Bir gün önceki öğle farzı olur. Onu da, perşembe günü kılmış olduğundan,
nâfile olur. (Üzerime farz olan âhır zuhur)
deyince, Cum’a gününün öğle farzı yerine geçer.
Fekat, Cum’a nemâzı kabûl olmuş ise, öğle farzı
da kılınmış olacağından, bu dört rek’at nâfile olur. Çünki, farz niyyeti ile sünnet
kılınır. Kazâ nemâzı var ise, bunu kılmış olmaz. Cum’a nemâzı kabûl olunca,
öğle nemâzı sâkıt olur denirse, perşembe günkü öğleye niyyet edilmiş olur ve
yine nâfile nemâz olur. Evvelce kılamadığı öğle nemâzı varsa, bunu kazâ etmiş
olmaz. (Üzerime son farz olan kılmadığım öğle
nemâzını kılmağa) niyyet edilirse, Cum’a
kabûl olmuş ise, bu nemâz, kazâ nemâzı yerine geçer ki, böyle niyyet uygundur.
Kazâsı olmıyan, âhır zuhurun dört rek’atinde de zamm-ı sûre okumalıdır. Cum’a
nemâzı kabûl olmayıp, öğlenin farzı
yerine geçerse, farzda sûre okumak zarar vermez.
Kazâya kalmış öğle nemâzı olan kimse, sûre okumaz. Çünki, Cum’a kabûl olmazsa,
öğlenin farzı yerine geçer. Kabûl olmuş ise,
kazâ yerine geçer.
3. cü şart, öğle nemâzının vaktinde kılmakdır. Öğle ezânı
okununca, hemen dört rek’at (Cum’a nemâzının ilk sünneti)
kılınır. Sonra, câmi’ içinde, ikinci ezân okunur. Sonra hutbe okunur. Sonra,
cemâ’at ile iki rek’at (Cum’a nemâzının farzı)
kılınır. Sonra, dört rek’at (son sünneti),
bundan sonra, dört rek’at (üzerime farz olan,
kılmadığım son öğle nemâzını kılmağa) diye niyyet ederek, âhır zuhur nemâzı
kılınır. Bundan sonra, iki rek’at (vaktin sünneti)
kılınır. Cum’a sahîh olmadı ise, bu on rek’at, öğle nemâzı olur. Bundan sonra,
Âyet-el-kürsî ve tesbîhler okunup, düâ edilir. Peygamber efendimiz Cum’anın iki
rek’at farzından sonra, altı rek’at sünnet kılardı.
(Eşi’at-ül-leme’ât)da, beşyüzbeşinci
sahîfede diyor ki, (Emîr-ül-mü’minîn Alî “radıyallahü anh”, Cum’a nemâzının farzından sonra altı rek’at dahâ kılınız derdi.
Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” Cum’a farzından
sonra altı rek’at dahâ kılardı). Allâme-i Şâmî seyyid Muhammed Emîn ibni Âbidîn
“rahmetullahi aleyh”, ikinci cildde, İ’tikâfı anlatırken buyuruyor ki, (Bedâyı)da bildirildiği gibi, Cum’a nemâzının farzından sonra, İmâm-ı a’zama göre dört rek’at,
imâmeyne göre altı rek’at sünnet kılınır. Cum’a
yalnız bir mescidde kılınır diyenlere göre, dört rek’at dahâ (Âhır zuhur) kılmak lâzımdır. Cum’a her mescidde
câiz olur diyenle-
re
göre, bu dört rek’at nâfile olur. Müstehâb
olur. Kılmak lâzım olmaz ise de, kılmamalı diyen olmamışdır. Kılmak iyi olur).
(Fetâvâ-i Hindiyye)de diyor ki, (Köle,
kadın, müsâfir ve hastanın Cum’a nemâzı kılmaları farz
değildir. Hutbe dinliyenin en az bir erkek olması lâzımdır. Dinliyen hiç yoksa
yâhud yalnız kadınlar dinlerse, hutbe câiz olmaz. Cemâ’atin en az üç erkek
olması ve bunların imâm olabilecek kimseler olmaları şartdır. Kadın ve çocuk
olurlarsa, Cum’a nemâzı sahîh olmaz).
4. cü şart, vakt içinde hutbe okumakdır. Hutbeden sonra,
nemâz kıldırmak için, hutbeyi dinleyenlerden birini vekîl edebilir. Hutbeyi
dinlemeyen kıldıramaz.
Âlimlerimiz, Cum’a hutbesini okumak, nemâza dururken,
(Allahü ekber) demek gibidir, dedi. Ya’nî, ikisini de, yalnız arabca okumak
lâzımdır. Fârisî okumak da olur veyâ her dil ile okumak câizdir diyenler de
oldu ise de, bu âlimlere göre tahrîmen mekrûh
olur. Hatîbin, hutbede emr-i ma’rûfdan başka şeyleri, arabca bile söylemesi mekrûhdur. Hatîb efendi, içinden E’ûzü okuyup, sonra
yüksek sesle, hamd ve senâ ve kelime-i şehâdet, salât-ü selâm okur. Sonra va’z,
ya’nî sevâba ve azâba sebeb olan şeyleri hâtırlatır ve âyet-i kerîme okur.
Oturup kalkar. İkinci hutbede, va’z yerine, mü’minlere
düâ eder. Dört halîfenin ismlerini söylemesi lâzımdır, müstehabdır.
Sultânın, hükûmet adamlarının adlarını söylemesi câiz değildir. Bunları, kendilerinde olmıyan sıfatlarla medh etmesi
harâmdır. Adâlet ve ihsân etmeleri ve düşmanlara
gâlib olmaları için, bunlara düâ câiz olur denildi ise de, düâ ederken, küfre
ve harâma sebeb olacak şey söylememelidir.
Hutbeye dünyâ sözü karışdırmak harâmdır.
Hutbeyi, nutuk, konferans şekline sokmamalıdır. Zâlim kimseleri, âdil diye medh
eden, din düşmanlarının ölüsüne, dirisine
düâ eden, kâfir olur. Müslimânı da, yalan sözlerle medh etmek harâmdır. Hutbede va’z söylemesi demek, emr-i bil-ma’rûf
ve nehy-i anil-münker bildirmesi demekdir. Hikâye, siyâset, ticâret ve başka
dünyâ işlerini anlatmak demek değildir. [Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem” buyurdu ki: (Bir zemân gelecek maymun
sıfatlı, insan sûretli kimseler, minbere çıkıp, sizlere, din aleyhindeki
sözleri, dinsizliği, din diye söyliyeceklerdir).] Hatîb efendiler, vâ’ızler, bu hadîs-i şerîfde
bildirilen kimselerden olmamağa, dinsizliğe âlet olmamağa dikkat etmelidir.
Müslimânlar, böyle kimselerin hutbelerini, va’zlarını dinlememelidir. (Nûr-ül-îzâh Tahtâvî şerhi) ikiyüzseksenbirinci
sahîfede, (Hutbeyi kısa okumak sünnetdir, uzun
okumak mekrûhdur) buyurmakdadır.
İbni Âbidîn hutbeyi ve iftitâh tekbîrini ve nemâzda düâyı
anlatırken buyuruyor ki, (Hutbeyi, arabîden başka lisân ile okumak, nemâza
dururken, başka dil ile iftitâh tekbîri almak gibidir. Bu ise, nemâzdaki diğer
zikrler gibidir. Nemâz içindeki zikrleri ve düâyı arabîden gayrı söylemek ise, tahrîmen mekrûhdur. Hazret-i Ömer yasak etmişdir).
Nemâzın vâciblerini anlatırken diyor ki, (Tahrîmen mekrûh işlemek, küçük günâh olur. Buna devâm edenin adâleti gider). (Tahtâvî)de diyor ki, (Küçük günâha devâm eden de
fâsık olur. Fâsık olan veyâ bid’at
işliyen imâmların arkasında nemâz kılmamalı, başka câmi’de kılmalıdır). Eshâb-ı
kirâm ve Tâbi’în-i ızâm, Asyada ve Afrikada, hutbeleri hep arabî okudu. Çünki,
başka dil ile okumak, bid’at ve mekrûh olur. Hâlbuki, dinliyenler arabî bilmiyor,
hutbeleri anlamıyorlardı. Din bilgileri de yokdu. Onlara öğretmek lâzımdı.
Fekat, yine arabî okudular. Hindistân âlimlerinden Muhammed Viltorînin 1395 [m.
1975] târîhli (El-edilletül-kavâti’) kitâbında,
(Cum’a ve bayram hutbelerinin hepsini veyâ bir kısmını arabîden başka dil ile
okumak bid’atdir. Tahrîmen
mekrûhdur. Hep böyle okuyan imâmın arkasında nemâz kılınmaz) yazılıdır.
Bu fetvâ, arabîdir. 1396 [m. 1976] da, İstanbulda basdırılmışdır. Bunun için,
Türkiyedeki islâm âlimleri, altıyüz seneden beri, hutbeleri türkçe okutup,
milletin anlamasını çok istediler ise de, hutbelerin kabûl olmıyacağını düşünerek,
buna izn veremediler. Ay-
rıca,
Cum’a vâ’ızları koydular. Bu vâ’ızlar, nemâzdan önce veyâ sonra, hutbenin
ma’nâsını anlatırdı. Cemâ’at, hutbeyi böylece öğrenirdi.
Seyyid Abdülhakîm Efendi “kuddise sirruh” buyurduki,
(İbâdet, emrleri yapmak demekdir. Kur’ân-ı kerîmi,
hutbeyi okumak ibâdetdir. Bunların ma’nâsını anlamak emr olunmadı. Bunları
anlamak, ibâdet değildir. Kur’ân-ı kerîmi
anlamak için, yetmişiki yardımcı ilmi ve sekiz temel ilmi öğrenmek lâzımdır.
Ancak, bundan sonra, Kur’ân-ı kerîmi anlamağa
isti’dâd hâsıl olup, cenâb-ı Hak, ihsân ederse, anlıyabilir. Herkes anlamalıdır
demek, dîne müdâhene etmek olur. Kur’ân-ı kerîmi
anlamak için, isti’dâdı çok olan on sene, orta olan elli sene çalışmak
lâzımdır. Bizim gibi az olanlar ise, yüz sene de çalışsak anlıyamayız.
İslâmiyyetde ilm diye, fâideli bilgilere denir. Fâideli ilm, se’âdet-i
ebediyyeyi elde etmeğe, ya’nî Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle olan
ilmdir ki, bunlara, (İslâm bilgileri) denir).
5. ci şart, hutbeyi nemâzdan önce okumakdır. Âkıl,
bâlig olan erkeklerin yanında okuması lâzımdır. Fekat, cemâ’atin işitmesi,
anlaması şart değildir.
[(Hindiyye), (Dürr-ül-muhtâr) ve
(İmdâd)da diyor ki, (Hutbe okurken,
cemâ’at olarak, bir erkek bulunması yetişir. Hepsi sağır olsalar veyâ uyusalar,
hutbe sahîh olur. Hiç erkek bulunmasa, kadınlar dinleseler, hutbe sahîh olmaz).
Görülüyor ki, cemâ’atin hutbeyi anlamaları zarûret değildir. Çünki, duymaları
bile lâzım değildir. (Dürr-ül-muhtâr)da
diyor ki, (Hutbeyi başka dil ile okumak, nemâza dururken, (Allahü ekber) demek gibidir. Nemâz içindeki düâ
ve tesbîhler de böyledir). İbni Âbidîn buyuruyor ki, (İmâm-ı a’zama göre, arabî
okuyabilen imâmın da bunları başka dil ile söylemesi câizdir. Fekat mekrûhdur. İki imâma göre ise, arabî okuyabilen imâmın,
bunları başka dil ile okuması câiz değildir.
[İmâm-ı a’zamın da bu kavle rücû’ etdiği (Mecma’ûl-enhür)de
yazılıdır.] (Velvâlciyye)de, nemâz
tekbîrini söylemek ibâdetdir. Allahü teâlâ, başka dil ile söylenmesini sevmez
diyor. Bunun için, hepsini veyâ bir kısmını başka dil ile okumak, câiz olunca
da, ibâdet içinde tahrîmen, ibâdet dışında tenzîhen mekrûh
olur. Nemâzda ayakda, âyet-i kerîmeleri başka dil ile okumanın câiz olmadığı
ise, sözbirliği ile bildirildi. Fetvâ da böyledir). Diğer üç mezheb imâmı da, iki
imâmımız gibi ictihâd buyurarak, arabî okuyabilenin, başka dil ile okuduğu
hutbe sahîh olmaz demişlerdir. (Bedâyı’)da diyor ki, (Hutbenin bir kısmını
arabî, bir kısmını da başka dil ile okumak, arabî nazmı bozar. Bu ise mekrûhdur). Başka dil ile okuyan, Selef-i sâlihînin
yolundan ayrılmış, bid’at işlemiş olur. Yoldan
sapanların Cehenneme gideceği, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde
bildirilmişdir. İbâdet yaparken televizyon, ho-parlör kullananların da, bu
[114]. âyet-i kerîmeyi düşünmeleri lâzımdır].
İmâm-ı a’zama göre, yalnız (Elhamdü lillah) veyâ
(Sübhânallah) yahûd (Lâilâhe illallah) demekle hutbe okunmuş olur. Fekat
tenzîhen mekrûh olur. İki imâma göre, en az,
Ettehıyyâtü okuyacak kadar uzatmak lâzımdır. İki kısa hutbe yapmak sünnetdir. İki hutbe arasında oturmamak günâhdır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” Cum’a hutbesinde bir âyet veyâ sûre
okurdu. Hutbede ve her yerde, sûre okurken, E’ûzü ve besmele okunur. Âyet-i
kerîme okurken, âlimlerin çoğuna göre, yalnız E’ûzü okunur. Besmele okunmaz.
Hatîbin siyâh cübbe giymesi ve hutbeden önce, minberin sağ yanında sünnet kılması sünnetdir.
Hutbeyi ayakda okumak sünnetdir.
6. cı şart, Cum’a nemâzını
cemâ’at ile kılmakdır. İmâmdan başka, hanefîde
üç, şâfi’îde kırk, mâlikîde
oniki erkek yetişir. Hutbeyi dinleyen cemâ’atin hepsi gidip, başkalarının
kılmaları câizdir. Hanefîde, müsâfir ve hasta
ile de cemâ’at hâsıl olur.
7. ci şart, Câmi’in herkese
açık olmasıdır. Kapıyı kilitleyip içerde kılınırsa, câiz olmaz. Fekat fitneye
sebeb olmamak için, kadınları Cum’a nemâzına câmi’e sokmamak, nemâza zarar
vermez.
Cum’a nemâzının (Vücûb şartları)
dokuzdur. Ya’nî, bir kimseye farz
olması için
dokuz şart lâzımdır ki,
şunlardır:
1- Şehrde, kasabada oturmakdır. Müsâfirlere ve köylülere farz değildir. Şehrde bulunup ezânı işiten köylüye farz olur. Evi, şehrin kenârından bir fersah, ya’nî
bir sâat [altı kilometre] uzakda olanlara farz
olur.
2- Sağlam olmakdır.
Hastaya ve hastayı bırakamıyan hastabakıcıya ve çok ihtiyâra farz değildir.
3- Hür olmakdır. İşçilere, me’mûrlara, askerlere
Cum’a nemâzı farzdır. Patronlar, müdîrler
bunları nemâzdan men’ edemez. Yol uzak olup, birkaç sâat işden kalırsa,
ücretlerinden kesebilirler.
4- Erkek olmakdır. Cum’a nemâzı kadınlara farz değildir.
5- Âkıl ve bâlig olmakdır.
6- Kör olmamakdır. Yolda götüren olsa bile, a’mâ olana farz değildir. Yardımcısız câmi’e gidebilen a’mâya,
hastaya ve şaşıya farzdır.
7- Yürüyebilmekdir. Nakl vâsıtası olsa bile felcliye,
ayaksıza farz değildir.
8- Mahbûs olmamak ve düşman korkusu, hükûmetden, zâlimden
korkusu olmamakdır.
9- Çok yağmur, kar, fırtına, çamur olmamakdır. Çok soğuk
olmamakdır.
Bu özrlerden biri bulunan erkek, isterse Cum’a nemâzı
kılabilir. Cum’a nemâzının kadınlara farz
olmadığını bildiren hadîs-i şerîfler, (Tefsîr-i
Mazherî)de ve (Mişkât-ül-mesâbîh)de
yazılıdır.
Müsâfir ve hasta Cum’a nemâzı kıldırabilir. Özrsüz Cum’a
kılmıyanın, Cum’a kılınmadan önce, şehrde öğle kılması harâmdır.
Sonra ise, kılması farzdır. Özr ile Cum’a
kılmıyanların, öğle nemâzını şehrde cemâ’at ile kılmaları mekrûhdur.
İmâm otururken veyâ secde-i sehv yaparken yetişen, imâma
uyar. İmâm selâm verince, kalkarak iki rek’at Cum’a nemâzını temâmlar. Bayram
nemâzına geç yetişen de böyle yapar.
İmâm minbere çıkınca, cemâ’atin nemâz kılması ve konuşması harâm olur. Hatîb efendi düâ ederken, cemâ’at sesle
âmîn demez. İçinden sessiz denir. Salevâti de ses ile değil, kalb ile söylerler. Kısacası, nemâz kılarken yapması harâm olan her şey, hutbe dinlerken de harâmdır. Uzakda olup, hutbeyi işitmiyenlere de harâmdır. Akreb, hırsız, kuyu gibi zararlı şeyleri,
zararları dokunacak olana, bunu söyleyip kurtarmak câizdir. El ile, baş ile işâret ederek bildirmek iyi olur.
Müezzinlerin hutbe arasında bağırarak, birşey okuması mekrûhdur.
Cum’a nemâzı için, birinci ezânı işiten her müslimânın
işini, alış verişini bırakıp nemâza gitmesi farzdır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında birinci ezân yokdu.
Yalnız minberin önünde okunurdu. Osmân “radıyallahü anh” halîfe iken, birinci ezânı da emr etdi. Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” minberi, mihrâbın sol tarafında idi ve üç basamak idi.
[Mihrâb önünde kıbleye karşı duran kimsenin sağ tarafında minber ve sol
tarafında (Hucre-i se’âdet) bulunur.]
Hutbenin ikinci kısmını, aşağı basamağa
inip okuyup, sonra tekrâr yukarı basamağa çıkmak, çirkin bir bid’âtdir.
Hutbe ile nemâz arasında hatîb efendinin dünyâ işlerinden
söylemesi tahrîmen mekrûhdur. Farzları yapmağı, harâmlardan
kaçınmağı söyliyebilir. Hutbeden olmıyan şeyleri söyleyerek, nemâzı
gecikdirirse, hutbesi kabûl olmaz. Hutbeyi tekrâr okuması lâzım olur. Çocuğun
hutbe okuması câiz olup, nemâzı imâm kıldırır. Cum’a günü, öğleden evvel sefere
çıkmak câizdir. Öğleden sonra Cum’a kılmadan çıkmak mekrûhdur.
Mekke-i mükerreme ve Bursa gibi, harb ile alınan şehrlerde,
minbere çıkarken sol eline kılınc alır. Kılınca dayanarak okur.
Yemek yirken, ezân okunursa, nemâz vakti kaçacaksa, yemeği
bırakır. Cemâ’ati kaçıracaksa, yemeği bırakmaz. Yalnız kılar. Cum’a nemâzı
cemâ’atini kaçırmaz.
Köylü Cum’a nemâzı için ve alış veriş için şehre gelirse,
nemâz niyyeti fazla ise, Cum’a nemâzına gitmek sevâbına kavuşur. Nemâz sevâbı
başkadır. Bu sevâba herhâlde kavuşur. Dünyâ işi de düşünerek yapılan her ibâdet
böyledir. [Hac bah
si
başına bakınız!]
Hutbe başlamadan önce, omuza, elbiseye basmamak üzere,
minbere veyâ mihrâba yakın olmak için saflar arasından geçmek câizdir. Hutbe
okunurken yer değişdirmek, yanındakine sıkıntı vermek harâmdır.
Cemâ’at arasında dolaşarak dilenmek ve buna sadaka vermek harâmdır. Böyle dileneni câmi’den çıkarmalıdır.
Cum’a günleri düânın kabûl olacağı bir ân vardır. Bu ân,
hutbe ile Cum’a nemâzı içindedir diyenler
çokdur. Hutbe dinlerken, düâ kalbden olur. Ses çıkarmak câiz değildir. Bu ân her şehr için başkadır. Cum’a günü,
gecesinden dahâ kıymetlidir. Gecesinde veyâ gündüzünde (Sûre-i Kehf) okumak çok sevâbdır. [Tefsîr-i Mazherî.]
Cum’a nemâzı için gusl abdesti almak, güzel koku sürünmek,
yeni, temiz giyinmek, saç, tırnak kesmek, câmi’de buhor [koku] yakmak, (Tebkîr) [câmi’e erken gelmek] sünnetdir. (Dürr-ül-muhtâr)da,
beşinci cildde buyuruyor ki, (Her müslimânın Cum’a günleri, Cum’a nemâzından
önce veyâ sonra başını traş etmesi ve tırnaklarını kesmesi sünnetdir. Nemâzdan sonra kesilmesi efdaldir. Nitekim
bunlar, hacdan sonra yapılır. Cum’a günü kesemiyen, başka günlerde kesmelidir.
Sonraki Cum’a günü kesmeği beklememelidir. Harbde tırnakları ve bıyıkları
uzatmak müstehabdır. Her Cum’a günü yıkanarak ve koltuk ve kasık kıllarını traş
ederek temizlemek müstehabdır. Kılları ilâc ile
[Rosma pudrası ile, jilet ile] veyâ yolarak almak câizdir. Onbeş günde
bir traş etmek de câizdir. Kırk günden fazla, traş etmemek tahrîmen mekrûhdur). Dübür kıllarını izâle etmenin de müstehab olduğu Tahtâvînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”
İmdâd hâşiyesinde yazılıdır.
Tırnağı uzun olanın rızkı meşakkat
ile, sıkıntı ile hâsıl olur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki,
(Cum’a günü tırnağını kesen kimse, bir hafta, belâlardan
emîn olur).
Bıyık kazımak bid’atdir.
Bıyıkları kırkarak, kaşlar kadar kısaltmak sünnetdir.
Sakalı [çenedeki ile birlikde] bir tutam uzatmak ve bundan fazlasını kesmek sünnetdir. Sakalın ve bıyığın arasında bulunan beyâz
kılı yolmak câizdir. Sakalın bir tutamdan fazla uzun olması, aklın az olmasına
alâmet olur, denildi.
[Tebyîn]de ve bunun Şelbî’
“rahmetullahi teâlâ aleyh” hâşiyesinde, guslün farzlarını
anlatırken diyor ki, (Müslimdeki hadîs-i
şerîfde on şey sünnetdir: Bıyığı kısaltmak, sakalı
uzatmak, misvâk kullanmak, mazmaza, istinşak, tırnak kesmek, ayak parmaklarını yıkamak, koltuk altını temizlemek,
kasıkları temizlemek, su ile istincâ buyuruldu). Sakal
uzatmanın sünnet olduğunu bu hadîs-i şerîf
açıkca bildirmekdedir. Sakalı bir tutam uzatmak ve bir tutamdan fazlasını
kesmek sünnetdir. Ba’zılarının yapdığı gibi
yanakları kazıyıp, yalnız çenede sakal bırakmak, bu sünneti,
değişdirmek olur. Sakalı bir tutamdan kısa bırakmak da, sünnete uygun değildir. Sünnete
uymak niyyeti ile kısa sakal bırakmak bid’at
olur. Harâm olur. Böyle kısa sakalı bir tutama
kadar uzatmak vâcib olur. Âdet olduğu için,
herkese uymuş olmak için sakal kazımak mekrûh
olur. Zâlimler arasında kalıp, alay edilmemek, eziyyet görmemek için veyâ harâm ve küfr işlememek, yâhud farzları yapabilmek için, nafaka kazanmak, gençlere emr-i ma’rûf ve
nehy-i anilmünker yapabilmek için, dîn-i islâma hizmet edebilmek, mazlûmlara yardım edebilmek, fitne çıkmasını
önlemek için, sakalı büsbütün traş etmek câiz ve lâzım olur. Bu sayılan
şeyler, sünneti terk etmek için özr olur,
fekat, bid’at işlemek için özr olmazlar.
(El-halâl vel-harâm) kitâbında diyor ki,
(Hadîs-i şerîfde, Müşriklere muhâlefet ediniz.
Sakalınızı uzatınız! buyuruldu. [Bu
kitâbın yazarı olan Yûsüf Kardâvî, önsözünde mezhebsiz olduğunu i’lân
etdiğinden, yazıları sened olamaz ise de, bu hadîs-i şerîfi Ehl-i sünnete uygun açıklamışdır.] İbni Teymiyye, bu
hadîs sakal kazımanın harâm olduğunu gösteriyor,
dedi. (Feth)de, Iyâddan alarak, mekrûhdur, denildi.
Mubâh diyenler de oldu. Doğrusu, hadîs-i şerîf, sakal uzatmanın vâcib olduğunu göstermiyor. Yehûdî ve Nasârâ, sakal boyamaz. Siz onlara muhâlefet
edip boyayınız! hadîs-i şerîfine bakarak, sakal boyamanın vâcib olduğunu söyliyen âlim olmamışdır. Bu hadîs-i
şerîfler, müstehab olduğunu göstermekdedir.
Selef-i sâlihîn sakal kazımazdı. Çünki, o
zemân, sakal uzatmak âdet idi). Sakala kıymet vermiyen kâfir olur.
Yüzünü, kadın gibi parlak yapmak, kadınlara benzemek için sakal kazıtmak,
çeneyi kazıyıp, yanaklar üzerinde uzatmak harâmdır.
Çünki, erkeklerin kadınlara ve kadınların erkeklere benzemeleri harâmdır. Kadınlara benzemeği düşünmeyip, genç ve
güzel görünmek için sakal kazımanın mekrûh
olduğu, (Kimyâ-i se’âdet)de, abdestin
sonunda yazılıdır. Kadının saçını özrsüz kazıması mekrûhdur.
Erkeklere benzeterek kazıması, traş etmesi harâm
olur. Kadınların saçlarını biraraya toplıyarak, başda, ensede, deve hörgücü gibi, topuz yapmaları, hadîs-i şerîf ile yasak
edilmişdir. Bu hadîsi şerîf, (Berîka) ve
(Hadîka)da ve Yûsüf Kardâvînin (El-halâl vel-harâm fil-islâm) kitâbında, yazılıdır. Kadının uzun
saçını örtmesi güç veyâ fitneye sebeb olduğu zemân, kulak yumuşağına kadar
kesip kısaltması câiz olur.
(Hadîkat-ün-nediyye)de yüzkırkbirinci
sahîfede diyor ki, (Sünnet iki dürlüdür: Sünnet-i hüdâ ve sünnet-i
zevâid. Sünnet-i hüdâ, câmi’de i’tikâf etmek,
ezân, ikâmet okumak, cemâ’at ile nemâz kılmak gibidir. Bunlar, islâm dîninin
şi’ârıdır. Bu ümmete mahsûsdurlar. [Çocukların sünnet
edilmelerinin de böyle olduğu, İbni Âbidînin son cildinin sonunda yazılıdır.]
Bir şehr halkı, bu sünnetlerden birini terk
ederse, bunlarla harb edilir. Beş vakt nemâzdan üçünün revâtib, ya’nî müekked sünnetleri de böyledir. Sünnet-i
zevâid, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” giyim, yimek, içmek,
oturmak, barınmak, yatmak ve yürümekdeki âdetleri ve iyi işlere sağdan
başlamak, sağ el ile yiyip içmek gibidir). İkinci cildin beşyüzseksenikinci sahîfesinde
diyor ki, (Ba’zı hadîs-i şerîflerde sakal
boyamak emr olundu. Ba’zılarında da yasak edildi. (Hıristiyanlar boyar, Siz boyamayınız. Onlara
benzemeyiniz!) buyuruldu. Bunun
için, selef-i sâlihînden bir kısmı boyadı. Bir kısmı boyamadı. Çünki,
buradaki emre ve yasağa uymak vâcib değildir.
Bunun için, bu işde, bulunulan şehrin âdetine tâbi’ olunur. Âdete uymamak
şöhret olur. Mekrûh olur). Hindistân
âlimlerinden Şâh Veliyyullah-ı Dehlevînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Et-tefhîmât) kitâbının ikinci cildi,
üçyüzyirmidördüncü sahîfesinde, büyük âlim Muhammed Senâüllah Pâni-pütî
buyuruyor ki, (Resûlullah “sallallahü aley hi ve sellem”, baş örtüsü ile başını
örter, antâri, tasmalı ayakkabı ve benzerlerini giyerdi. Halîfe Ömer
“radıyallahü anh” da, Azerbaycândaki askerlerine mektûb yazarak, böyle
giyinmelerini emr eyledi. Fekat şimdi, böyle giyinmek âdet değildir. Memleketde
âdet olan şeyler giyilmezse, şöhret olur. Parmakla gösterilmeğe, fitneye sebeb
olur. Hadîs-i şerîfde, (İnsanın parmakla
gösterilmesi, kendisine kötülük olarak yetişir) buyuruldu. Bunun
için, giyinmekde, müslimânların âdetlerine uymak lâzımdır. Hazret-i Ömer
zemânında, antâri, baş örtüsü ve tasmalı ayakkabı giymek mü’minlerin âdeti idi.
Böyle giyinmek, imtiyâza, şöhrete ve parmakla gösterilmeğe sebeb olmazdı.)
Şimdi ise olur. İmâm-ı Rabbânî, üçyüzonüçüncü mektûbda buyuruyor ki, (Kıymetli hanefî kitâblarından anlaşılıyor ki, islâm kadınları,
önü açık antâri ile örtünürlerdi. Kadınların, önü açık antâri giydikleri yerde,
erkeklerin önü kapalı giymeleri, önü kapalı giydikleri yerde ise, önü açık
antârî giymeleri lâzımdır. Şöhret âfetdir.
Felâkete sebeb olur). İkiyüzseksensekizinci mektûbda buyuruyor ki, (Fitneyi uyandırana, Allah la’net etsin!) hadîs-i
şerîfdir.
(Eşi’at-ül-leme’ât)in birinci cild,
ikiyüzonikinci sahîfesinde, (On güzel şey,
Peygamberlerin sünnetidir) hadîs-i şerîfini açıklarken, sakal
uzatmanın bu on şeyden biri olduğunda sözbirliği bulunmadığını bildiriyor. (Tergîb-üs-salât) kırkikinci faslında, bu on şeyi
ve bunların (sünnet-i hüdâ) olduklarını
yazıyor. Bunların arasında, sakal uzatmak yokdur. (Eşi’a)da
sakalı bir tutam uzatmak, vâcibdir denilmişdir.
Hadîs-i şerîfde bu on şeye açıkca sünnet
denildiği hâlde, sakal uzatmağı bunlardan ayırarak vâcib
demesi, sakalı sünnete uygun olarak uzatmak
âdet
olan
yerlerde, sakal kazımanın ve bir tutamdan kısa yapmanın fitneye sebeb olacağı
içindir. Çünki, şöhrete, fitneye sebeb olan bir işi yapana hadîs-i şerîfde la’net edilmişdir. Sakal bırakmanın âdet olduğu
yerlerde, sakal kazımak fitneye sebeb olacağı gibi, sakal traşının âdet hâline
getirildiği yerlerde sakal bırakmak da, fitneye sebeb olabilir. Bir tutamdan
kısa bırakmak ise, bid’at olur. Bu fitneye
düşmemek ve bid’at işlememek için, bulunduğu
memleketin âdetine uyarak sakalını traş
etmesi vâcib olur. (Hadîka)nın
yüzkırksekizinci sahîfesinde, (Bid’at
işlemek, sünneti terk etmekden dahâ zararlıdır.
Bid’ati terk etmek lâzımdır. Sünneti yapmak lâzım değildir) demekdedir. Çünki,
mubâh ve câiz olan şeylerde ve sünnet-i
zevâidde, memleketin âdetine uymak, fitne çıkarmamak lâzımdır. Fekat farz, vâcib, sünnet-i hüdâ olan şeyleri yapmakda ve harâmdan, mekrûhdan ve bid’atden sakınmakda âdete uyulmaz. Bunlar, ancak fıkh
kitâblarında bildirilmiş olan özrlerle ve ancak izn verildiği kadar değişdirilebilirler.
Sakal bırakmanın islâmın şiârı olmadığını, islâm dînine mahsûs olmadığını,
bunun için sünnet-i hüdâ olmadığını yukarıdaki
hadîs-i şerîf açıkca göstermekdedir. Görülüyor ki, sakal bırakmak sünnet-i zevâiddir. Din görevlilerinin hiçbir zemân, ya’nî
âdete uyarak da, sünnet-i zevâidi ve müstehabları da terk etmeleri câiz değildir. Bunlar, her zemân bir tutam sakal bırakmalıdır.
Sakalı bir tutamdan kısa yapmak sünneti
değişdirmek olur. Kısa sakala sünnet demek, bid’at olup, büyük günâhdır. Sakalın [Çenedeki ile
birlikde] bir tutamdan kısa olmasına hiçbir âlimin mubâh demediği fıkh
kitâblarında yazılıdır. Bir tutam, dört parmak genişliğidir. Çeneyi alt dudak
kenârından avuclıyarak ölçülür. Sakalı olanın, guslde sakal diplerindeki deriyi
ıslatması farzdır. Islatmazsa, guslü ve abdesti
ve dolayısı ile nemâzı sahîh olmaz.
Erkeklerin saçını sakalını siyâhdan başka renge boyaması
câizdir. Siyâha boyamağa da câiz diyen oldu. Elini ayağını, tırnağını boyaması câiz değildir. Çünki kadınlara benzemek olur. Kadınların,
yabancı erkeklere göstermemek şartı ile ve abdestde, guslde yıkamağa mâni’
olmıyan boya ile boyamaları câizdir.
Muhammed Hâdimî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin (Berîka) kitâbının [1284] İstanbul baskısında,
ikinci cildi, 1229. cu sahîfesinde buyuruyor ki, (Kadınların saçlarını ve
erkeklerin sakallarını kazımaları câiz değildir.
Kadının sakalı olursa, kazıması câizdir. Hadîs-i şerîfde, (Bıyıklarınızı kısaltınız! Sakalınızı uzatınız!) buyuruldu.
Bu emre göre, sakal kazımak sünnete muhâlif olur.
Bu hadîs-i şerîf, vücûbu gösterseydi, sakal kazımak harâm
olurdu. (Tâtârhâniyye) kitâbında, (Tecnis)den alarak diyor ki, bu hadîs-i şerîf,
sakalı kazımayınız ve bir tutamdan kısa yapmayınız demekdir. Tahâvîden alındığı
bildirilerek söylenen, (Sakalını kazıyan veyâ bir tutamdan kısa kesen kimsenin
imâm olması câiz olmaz. Yalnız kıldığı nemâzı da mekrûh
olur. Dünyâda ve âhıretde mel’ûn ve merdûddur) gibi sözlerin ve (Tefsîr-i Kurtubî)den alındığı bildirilen bunlara
benzer sözlerin aslı yokdur, sâbit olmamışlardır). 1336. cı sahîfesinde
buyuruyor ki, (Kadınların da kaşlarını yolarak inceltmeleri harâmdır. Alın, yanak, çene üzerinde çıkan kıllarını
yolmaları, kazımaları câizdir). Kesilen saçı, sakalı ve diğer kılları ve
tırnakları gömmeli veyâ kabr üzerine, basılmıyan yere koymalı veyâ denize
bırakmalıdır. Halâya, bulaşık çukuruna atmak mekrûhdur.
Tırnağı diş ile koparmak mekrûhdur. Baras
hastalığı yapar. Kadınların kesilen parçaları, erkeklere göstermesi harâmdır.
Erkeklerin başı kazımaları veyâ saçları uzatıp, tarayıp
ikiye ayırmaları sünnetdir. Saç bükmeleri,
örmeleri mekrûhdur. (Bahr-ür-râık)da,
(El-kerâhiyye) kısmında diyor ki, (Erkeğin başının ortasını kazıyıp,
etrâfındaki saçlarını uzatması câizdir. Fekat, sarkan saçlarını büküp fitil
yapması mekrûh olur. Çünki, fitil yapması, ba’zı
kâfirlere teşebbüh [benzemek] olur). Buradan da anlaşılıyor ki, kâfirlerin
âdetlerine benzediği için men’ olunan şeyi yapmak, harâm
olmuyor, mekrûh oluyor. Bunun için, (Müşriklere benzemeyiniz. Sakal uzatınız!) ve (Nemâzınızı
na’lın ile kılın. Yehûdîlere benzemeyin!) hadîs-i şerîfleri, sakal
kazımanın ve çıplak ayak ile nemâz kılmanın, mekrûh
olduğunu göstermekdedir. 239.cu sahîfede nemâzın mekrûhlarının
25. cisine bakınız!
Yalnız Cum’a günleri oruc tutmak ve yalnız Cum’a geceleri
teheccüd kılmak mekrûhdur. Güneş tepede iken,
[ya’nî öğle nemâzının vaktinden temkin zemânı kadar evvel olan zemân içinde],
her nemâzı kılmak harâmdır. Bu zemânda, her
nemâzı kılmanın, Cum’a günleri de harâm olduğu
sözü dahâ kuvvetlidir.
Cum’a günü, rûhlar toplanır ve birbirleri ile tanışırlar.
Kabrler ziyâret edilir. Bugün kabr azâbları durdurulur. Ba’zı âlimlere göre,
mü’minin azâbı artık başlamaz. Kâfirin Cum’a ve Ramezânda yapılmamak üzere,
kıyâmete kadar sürer. Bugün ve gecesinde ölen mü’minler kabr azâbı hiç görmez.
Cehennem, Cum’a günü çok sıcak olmaz. Âdem “aleyhisselâm” Cum’a günü yaratıldı.
Cum’a günü, Cennetden çıkarıldı. Cennetdekiler, Allahü teâlâyı Cum’a günleri
göreceklerdir.
Aşağıdaki yazı (Riyâd-un-nâsıhîn)den
terceme edildi:
Allahü teâlâ, Cum’a gününü müslimânlara mahsûs kılmışdır.
Cum’a sûresi sonundaki âyet-i kerîmede meâlen; (Ey
îmân etmekle şereflenen kullarım! Cum’a günü, öğle ezânı okunduğu zemân, hutbe
dinlemek ve Cum’a nemâzı kılmak için câmi’e koşunuz. Alış verişi bırakınız!
Cum’a nemâzı ve hutbe, size, başka işlerinizden dahâ fâidelidir. Cum’a nemâzını
kıldıkdan sonra, câmi’den çıkar, dünyâ işlerinizi yapmak için dağılabilirsiniz.
Allahü teâlâdan rızk bekliyerek çalışırsınız. Allahü teâlâyı çok hâtırlayınız
ki, kurtulabilesiniz!) buyuruldu.
Nemâzdan sonra, istiyen işine gider çalışır. İstiyen câmi’de kalıp, nemâz, Kur’ân-ı kerîm, düâ ile meşgûl olur. Nemâz vakti alış
veriş sahîhdir. Fekat, günâhdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Bir müslimân, Cum’a günü gusl abdesti
alıp, Cum’a nemâzına giderse, bir haftalık günâhları afv olur ve her adımı için
sevâb verilir). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Günlerin en kıymetlisi Cum’adır. Cum’a günü, bayram
günlerinden ve aşûre gününden dahâ kıymetlidir. Cum’a, dünyâda ve Cennetde
mü’minlerin bayramıdır). Bir hadîs-i şerîfde, (Cum’a nemâzı kılmıyanların kalblerini, Allahü teâlâ
mühürler. Gâfil olurlar) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, mâni’ yok iken, üç Cum’a nemâzı kılmazsa, Allahü
teâlâ, kalbini mühürler. Ya’nî, iyilik yapmaz olur) buyurdu. Özrü
yok iken, birbiri arkasında üç Cum’a nemâzına gitmiyen kimse münâfık olur. Ebû
Alî Dekkak ölürken üç şey nasîhat eyledi: (Cum’a günü gusl abdesti alınız! Her
akşam abdestli olarak yatınız! Her hâlinizde, Allahü teâlâyı hâtırlayınız!) Bir
hadîs-i şerîfde, (Cum’a
günlerinde bir ân vardır ki, mü’minin o ânda etdiği düâ red olmaz) buyurdu.
Ba’zıları, bu ân, ikindi ile akşam ezânları arasındadır, dedi. Fârisî (Tergîb-üs-salât) kitâbındaki hadîs-i şerîfde
buyuruldu ki, (Cum’a günü sabâh nemâzından önce, üç
kerre Estağfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyelkayyûme ve etûbü
ileyh okuyanın, kendinin ve anasının ve babasının bütün günâhları afv olur). [Kul
haklarını ve kazâya kalan farzları ödemek ve harâmlardan vaz geçmek şartdır.] Bir hadîs-i şerîfde, (Cum’a nemâzından sonra, yedi def’a İhlâs ve Mu’avvizeteyn
okuyanı, Allahü teâlâ, bir hafta, kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur) buyurdu.
Cum’a günü yapılan ibâdetlere en az, iki kat sevâb verilir. Cum’a günü işlenen
günâhlar da, iki kat yazılır. Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Cumartesi günleri yehûdîlere, pazar günleri nasârâya
verildiği gibi, Cum’a günü, müslimânlara verildi. Bugün, müslimânlara hayr,
bereket, iyilik vardır).
Cum’a günleri ve hergün şu (istigfâr
düâsı)nı çok okumalıdır: Allahümmagfir
lî ve li âbâî ve ümmehâtî ve li ebnâî ve benâtî ve li ihvetî ve ehavâtî ve
li-a’mâmî ve ammâtî ve li-ahvâlî ve hâlâtî ve li-zevcetî ve ebeveyhâ ve
li-esâtizetî ve lil-mü’minîne vel-mü’minât vel hamdü-lillâhi Rabbil’âlemîn!