Allahü teâlânın
emrlerine yapışmağı, nemâzın ehemmiyyetini bildirmekdedir:
Bu bir köşede unutulmuşu hâtırlıyarak, kardeşim mevlânâ
Muhammed Hanîf Kâbilî ile gönderdiğiniz mektûb geldi. Okuyunca, çok sevindirdi.
Ortağı, benzeri olmıyan cenâb-ı Hakka bağlılığınızı ve Onun muhabbetinin ateşi
ile yandığınızı anlayınca, sevincimiz katkat artdı. Bu âhır zemân fitne ve
zulmeti içinde, Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleşdirir
ve kendi hicrânı, ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük ni’metdir! Bu ni’metin
kıymetini bilip şükrünü yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son
derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka, hiçbir
şeye gönül bağlamamalı, fâidesi olmıyan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet
ateşi, nefs-i emmârenin azgınlığından meydâna gelen, benlik, izzet-i nefs
perdesini yakarak, ezelî ve ebedî kemâlâtın nûrları, kalbi aydınlatmalıdır. Bir
âyet-i kerîmede meâlen, (Ni’metlerime şükr ederseniz, onları artdırırım) buyurulmakdadır.
Ey mes’ûd ve bahtiyâr kardeşim! Madem ki, Allahü teâlânın
sevdiği kullarının yolunda yürümek
arzûsundasın, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Çünki, Allahü teâlânın
sevgisine ulaşdıran yolun esâsı, bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve
ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitâblarına
uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda,
yemekde ve söylemekde aşırı gitmeyip orta derecede olmalısınız. Seher vakti,
[ya’nî gecelerin sonunda] kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vaktlerde istigfâr
etmeği, ağlamağı, Allahü teâlâya yalvarmağı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle
düşüp kalkmağı aramalısınız. (İnsanın dîni,
arkadaşının dîni gibidir) hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi
biliniz ki, âhıreti [se’âdet-i ebediyyeyi] istiyenlerin dünyâ lezzetlerine
düşkün olmaması lâzımdır.
Mubâh olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, harâmlardan ve şübhelilerden kaçınınız ki, âhıretde
kurtulmak umulsun. Fekat, her dürlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda otlıyan
hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını ve toprakdan, tarladan, ağaçdan
alınan mahsûllerin uşrunu da herhâlde vermek lâzımdır. Bunların verilecek
mikdârları, fıkh kitâblarında bildirilmişdir.
Zekâtı ve fıtraları, islâmiyyetin emr etdiği kimselere seve
seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret etmeli, mektûbla gönüllerini almalıdır.
Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakîrlere
ve borc istiyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, islâmiyyetin izn
vermediği yerlere harc etmemeli, izn verilen yere de, isrâf etmemelidir.
[Ribâdan ya’nî fâizden, kumarlı ve kumarsız oyunlardan sakınmalıdır.] Parayı
oyunlara, harâmlara, çalgılara, süslenmeğe,
gösteriş yapmağa, öğünmeğe, mal toplamağa kullanmamalıdır. Bunlara dikkat
edince, mal, zarardan kurtulur ve dünyâlıklar, âhıretlik hâlini alır. Belki de
bunlara dünyâ denmez.
İyi biliniz ki, nemâz, dînin direğidir. Nemâz kılan bir
insan, dînini doğrultmuş olur. Nemâz kılmayanın, dîni yıkılır. Nemâzları, müstehab zemânlarında ve şartlarına ve edeblerine
uygun olarak kılmalıdır. Bunlar, fıkh kitâblarında bildirilmişdir. Nemâzları
cemâ’at ile kılmalı ve birinci tekbîri imâm ile birlikde almağa çalışmalıdır ve
birinci safda yer bulmalıdır. [Câmi’e geç gelip, birinci safa geçmek için,
safları yarmak, cemâ’ate eziyyet vermek harâmdır.]
Bunlardan biri yapılmazsa, mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslimân, nemâza
durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhırete girer. Çünki, dünyâda Allahü teâlâya
yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa, o da zılle, gölgeye, sûrete
yakınlıkdır. Âhıret ise, asla yakınlık yeridir. İşte nemâzda, âhırete girerek,
burada nasîb olan devletden hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile
yanan susuzlar, ancak nemâz çeşmesinin hayât suyu ile
serinleyip
râhat bulur. Büyüklük ve ma’bûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, nemâz
gelininin çadır etekleri altında vuslatın [matlûba kavuşmanın] kokusunu duyarak
hayrân olurlar. Allahü teâlânın Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki: (Bir mü’min nemâz kılmağa başlayınca,
Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler
kalkar. Cennetde olan hûru’în onu karşılar. Bu hâl, nemâz bitinceye kadar devâm
eder).
Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak ve
kıymetli kitâblarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen düâları, tesbîhleri
okuyarak vaktlerinizi ma’mûr ediniz! Bu düâ ve tesbîhlerden ve ibâdetlerden bir
kısmını, bu fakîr toplamışdım. Mevlânâ Muhammed Hanîf almışdı. Zemânınızın
çoğunu, (Lâ ilâhe illallah) kelimesini
söylemekle geçiriniz. Nefsi ve kalbi temizlemekde çok te’sîrlidir. Hergün,
belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun
büyüklerini sevmeği se’âdetin sermâyesi biliniz. Bu yolda ilerleten en kuvvetli
vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz! Fârisî nazm tercemesi:
Aradığın hazînenin nişânını verdim sana!
Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!
Allahü teâlâ size ve doğru yolda gidenlere selâmet ve
râhatlıklar versin!
[(Dürr-i yektâ şerhi)nde
diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde emr
olunan (Salât) kelimesi, hergün beş
vaktde, herkesin bildiği şeklde kılınan nemâzdır. Bu salâtin, husûsî
hareketleri yapmak ve husûsî şeyleri okumak olduğu, Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” tarafından bildirilmiş, kendisi de böyle kılmış olduğunu,
Eshâb-ı kirâm, Tâbi’îne, onlar da, Tebe’i tâbi’îne bildirmişler, her asrda
bulunan âlimlerin haberleri, tevâtür ile bizlere kadar gelmişdir. [Tevâtür, bir
haberin ağızdan ağıza yayılması demekdir. Bu tevâtür haberleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları ile, bütün dünyâya
yayılmışdır.] Tarîkat şeyhi olduğunu söyleyen ba’zı mülhid ve zındıklar, câhil
müslimânlara, (Sana nemâzı bağışladım. Artık kılma) yâhud (Allahın ve Peygamberin emr etdiği nemâz, herkesin yapdığı,
yatıp kalkmak ve belli şeyleri okumak değildir. Allahın ismini zikr
etmek ve Onun büyüklüğünü düşünmek demekdir) derse, nemâzı inkâr ve
müslimânları ifsâd etmiş olur. Mahkeme karârı ile katli lâzım olur. Tutuldukdan
sonra yapdığı tevbesi kabûl olmaz. Nemâzı inkâr eden, ya’nî vazîfe olduğuna inanmıyan kâfir olur. İnanıp da,
tenbellik ile terk eden (fâsık) olur.
Ya’nî büyük günâh işlemiş olur. Kılmağa başlayıncaya kadar habs olunur.
Kılmağa başlayınca, kılmadıklarını da kazâ etmesi ve ayrıca tevbe etmesi lâzım
olur.) Dürr-i yektânın yazısı temâm oldu. Nemâzın nasıl kılınacağını, kazâ
nemâzlarını, bütün din bilgilerini, Ehl-i sünnet
âlimlerinin kitâblarından öğrenmeli, sinsi düşmanların ve zındıkların yaldızlı
yazılarına ve tatlı sözlerine aldanmamalıdır.
İslâmiyyetde şeyh-ul-islâm, ya’nî diyânet işleri reîsleri ve
islâm müftîleri vardı. Müftî adını taşıyan devlet me’mûrlarının da bulunduğu
zemânlar oldu. İslâm müftîsi ile müftî denilen me’mûrları birbirine
karışdırmamalıdır. İslâm müftîleri, Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını,
ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren âlimler idi. Müftî denilen devlet me’mûrları
ise, zâten ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmezlerdi. Allahü teâlânın yasak etdiği
birşeyi, kanûn emr etseydi, bu şeyi yapmak câiz değildir
demezlerdi. Allahü teâlânın emr etdiği birşeyi, bir zâlim terk etseydi, bu şeyi
yapmak lâzım olduğunu söyleyemezlerdi. Susarlar veyâ tersini söylerlerdi.
Böylece, kendileri dinden çıkar, müslimânları da günâha veyâ küfre
sürüklerlerdi. Cengiz askerinin, islâm memleketlerine yayılıp, câmi’lerin
yıkıldığı, müslimânların öldürüldüğü zemânlarda ve Fâtımîler ve Resûlîler
zemânlarında, hattâ Abbâsîler zemânında, böyle müftî denilen devlet me’mûrları,
harâmlara câizdir dediler. Hattâ, Kur’ân-ı kerîme mahlûkdur dediler. Müftî adı verilen
bu me’mûrların böyle uydurma fetvâlar vererek dînin yıkıldığı zemânlarda, fıkh,
ilmihâl kitâblarına uyanlar, doğru yolda kaldı. Dinlerini kurtarabildi.
Fetvâ demek, herhangi birşeyin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun
olup olmadığını bildirmek demekdir. Yalnız, (uygundur) veyâ (câiz değildir) demek, fetvâ olmaz. Bu cevâbın, hangi
fıkh kitâbının, hangi yazısından alındığını da bildirmek lâzımdır. Fıkh
kitâblarına uymıyan fetvâlar yanlışdır. Bunlara bağlanmak câiz değildir. İslâm bilgilerini öğrenmeden, bilmeden,
âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf okuyup da, bunlara kendi kafasına, kendi
görüşüne göre ma’nâ verenlere islâm âlimi denmez. Bunlar Beyrutdaki papaslar
gibi, arabca bilen bir tercüman olabilir. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler
ve yazsalar da, hiç kıymeti yokdur. (Ehl-i sünnet
âlimleri)nin anladıklarına ve bunların yazdığı fıkh kitâblarına
uymıyan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ beğenmez.
İbni Âbidîn, dördüncü cild, üçyüzbirinci sahîfede, kâdî,
ya’nî hâkimleri anlatırken buyuruyor ki, (Fâsıkın müftî olması uygun değildir.
Bunun verdiği fetvâlara güvenilmez. Çünki fetvâ vermek, din işlerindendir. Din
işlerinde fâsıkın sözü kabûl edilmez. Diğer üç mezhebde de böyledir. Böyle
müftîlere birşey sormak câiz değildir. Müftînin
müslimân olması ve akllı olması da, sözbirliği ile şartdır. Âdile, sâliha olan
kadının ve dilsizin fetvâsı kabûl olunur. Müftî ve hâkim, imâm-ı a’zam Ebû
Hanîfenin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkca
bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsüfün sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı
Muhammed Şeybânînin sözünü alır. Ondan sonra imâm-ı Züferin, dahâ sonra Hasen
bin Ziyâdın sözünü alır. Müctehid-i fil-mezheb âlimlerinden eshâb-ı tercîh olan
müftîler, ictihâdlar arasında delîlleri kuvvetli olanları seçerler. Müctehid
olmıyanlar, bunların tercîh etmiş oldukları söze uyar. Böyle yapmıyan
müftîlerin ve hâkimlerin sözü kabûl edilmez. Demek ki, tercîh ehlinin seçmemiş
olduğu şeylerde, İmâm-ı a’zamın sözünü almak lâzımdır. Müftînin müctehid-i
fil-mezheb olması lâzımdır. Böyle olmıyana müftî denilemez, nâkıl, fetvâyı
iletici denir. Nâkıller fetvâları, meşhûr fıkh kitâblarından alır. Bu kitâblar,
meşhûr olan mütevâtir haberler gibi kıymetlidirler). (Mecelle)nin önsözündeki mazbata [kararnâme]nin sonunda diyor
ki, (Nasıl yapılacağı Nass ile açıkça bildirilmemiş olup, ictihâd ile anlaşılan
bir iş için, çeşidli ictihâdlar bulunduğu zemân, imâm-ı müslimîn hazretleri, bu
ictihâdlardan hangisi ile amel olunmasını emr ederse, o işi bu emre göre yapmak
vâcib olur.)
(Redd-i vehhâbî) kitâbında diyor ki, Nisâ sûresinde, (Bir işde anlaşamazsanız, bu işin hükmünü Allahdan ve
Resûlullahdan anlayınız!) meâlindeki
ellisekizinci âyet-i kerîme, (Bir işde anlaşamazsanız, bu işin nasıl
yapılacağını, âlim olanlarınız Allahın kitâbından ve Resûlullahın sünnetinden anlasınlar. Âlim olmıyanlarınız ise,
âlimlerin anladıklarına uyarak yapsınlar) demekdir. Görülüyor ki, bu âyet-i
kerîme, mezheb imâmlarını taklîd etmeği emr etmekdedir. İbni Hümâm, (Feth-ul-kadîr) kitâbında diyor ki, (Müftînin
müctehid olması lâzımdır. İctihâd derecesine yükselmiş âlim olmıyan din adamı
müftî olamaz. Müctehid olmıyan din adamı müftî yapılırsa, bunun müctehidlerin
bildirdiklerini okuyup, öğrenip, bunları söylemesi lâzımdır). (Kifâye) kitâbında, orucu anlatırken diyor ki,
(Müctehid olmıyan din adamı, bir hadîs işitince, bu hadîsden kendi anladığına
uyarak amel edemez. Müctehidlerin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden
anlıyarak, öğrenerek verdikleri fetvâ ile amel etmesi lâzımdır. Böyle yapmazsa,
vâcibi terk etmiş olur). (Takrîr) kitâbında da böyle yazılıdır. (Mekâtîb-i şerîfe) kitâbının seksensekizinci
mektûbunda buyuruyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Her yüz
senede bir müceddid zâhir olur. Ümmetimin işlerini yeniler) buyuruldu.
Meselâ, sultânlar içinde Ömer bin Abdül’Azîz, din bilgilerinde İmâm-ı şâfi’î, tesavvufda Ma’rûf-i Kerhî, esrâr
bilgilerinde imâm-ı Muhammed Gazâlî, feyz vermekde ve hârikalar, kerâmetler
göstermekde, Abdülkâdir Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat,
hakîkat ve akâid bilgilerinin inceliklerini açıklamakda ve kalblere akıtmakda
imâm-ı Ahmed Rabbânî müceddid-i elf-i sânî, müceddid idiler. Hepsi,
islâmiyyetin yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etdiler.)]