Bu mektûb Muhammed
Ma’sûm “kuddise sirruh” tarafından, mirzâ Ubeydüllah beğe yazılmışdır. Nasîhatin lâzım olduğunu, cihâdın kıymetini
bildirmekdedir:
Ba’zıları zan eder ki, tesavvuf, kendi hâline bakıp,
başkasına karışmamak, kimseye ilişmemekdir. Bu, doğru değildir ve dinde yara
açmağa sebeb olur. Böyle söyleyen, acabâ tesavvuf adamı ve tesavvufcu sözü
deyince, kimleri hâtırlıyor? Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh”
bağlanan büyükleri demek istiyorsa, bu büyüklerin yolu, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden
kaçmak olduğu, kitâblarında yazılıdır. Hâlbuki, (Emr-i
ma’rûf) ve (Nehy-i münker) ve
(Buğd-ı fillâh) ve (Cihâd-ı fî sebîlillâh), Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetinden,
belki islâmiyyetin vâciblerinden ve farzlarındandır. O hâlde, emr-i ma’rûfu terk etmek, bu
büyüklerin yolunu terk etmek olur. Nitekim, bunlardan İmâm-ı Muhammed
Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” (Bizim yolumuz urve-i vüskâya yapışmak,
ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunda ve Onun Eshâbının
izinde gitmekdir) buyurdu. Bunun içindir ki, bu yolda az bir iş, büyük kazanç
hâsıl ediyor. Bu yoldan ayrılan, büyük tehlükelere düşüyor. Eğer tesavvuf,
emr-i ma’rûfu terk etmek olsaydı, tesavvufun reîslerinden olan Muhammed
Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” kendi hocası, üstâdı olan Seyyid Emîr Gilâl
hazretlerine emr-i ma’rûfda bulunmazdı. Hocasına karışmak edebe muhâlif iken,
yine emr-i ma’rûf yapdı ve Buhârânın âlimlerini toplayarak, Allahü teâlânın
ismini yüksek sesle tekrâr etmenin islâmiyyetde makbûl olmadığını, hepsinin
huzûrunda isbât etdi ve hocasına bundan vazgeçmesinin lüzûmunu bildirdi. Hocası
da, dîni güzel ve doğru söze âşık olduğundan, kabûl edip, terk eyledi. Tesavvuf
ehli, insanı necâta kavuşduracak ve helâke götürecek şeyleri bildirmek
için,
binlerle kitâb yazdı. Bu çalışmaları, emr-i ma’rûf değildir de nedir? Tesavvuf
büyüklerinden hâce Mu’înüddîn-i Çeştîye hocası, (Dostun yolu çok ince ve
tehlükelidir. Herkese nasîhat et ve tehlükeyi bildir!) buyurmuşdu. Şeyh-i ekber
Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” vahdet-i vücûdü dünyâya yaydığı hâlde,
zemânındaki sôfileri simâ’ ve raksdan ya’nî mûsikîden ve dans etmekden niçin
men’ ediyordu? Bir kısmı itâ’at edip vazgeçdi. Bir çoğu da dinlemedi,
vazgeçmedi. Fekat, kabâhatlerini i’tirâf eder oldular. [(Hadîka)da ve Ehî Çelebî (Hediyye) kitâbında buyuruyor ki, (Emr-i ma’rûf
yapmak farzdır. Ancak, münkere, fitneye yol açan
emr-i ma’rûfu yapmamak lâzım olur).]
Gavs-i samedânî seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”
(Gunyet-üt-tâlibîn) kitâbında, uzun uzadıya
emr-i ma’rûfu anlatıyor. Bir yerinde diyor ki: (Bir kimse, bir günâh işliyeni
görüp de men’ edince, kendine zarar gelmek ihtimâli bulunduğu zemân, acabâ men’
etmesi câiz olur mu? Bize kalırsa olur. Hattâ çok kıymetli olur. Allahü teâlâ
için kâfirlerle cihâd etmek gibi sevâb verilir. Hele zâlim hükûmet adamları
elinden mazlûmu kurtarmak ve memleketi
kâfirlik kapladığı bir zemânda îmânı izhâr için olunca, böyle
zemânlarda, nehy-i münker yapılmasını ulemâ da söylüyor) buyuruyor. Evliyânın
büyükleri, sôfiyyenin imâmları, emr-i ma’rûfu ve nehy-i münkeri terk edici
olsalardı, kitâblarında bunları yazarlar mı ve bu derece mübâlega ederler mi
idi? Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyuruyor ki: Kur’ân-ı
kerîme ve hadîs-i şerîflere ve akla uygun şeylere (Ma’rûf), bunlara uymıyan şeylere (Münker) denir. [(Hadîka)da
dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (Nass ile ve müctehidlerin sözbirliği
ile yasak edilen şeylere (Münker) denir).]
Bunun beheri iki kısmdır. Birinci kısm ma’rûf ve münkerler meydânda olup, âlim olan ve olmayan bunları bilir. Beş
vakt nemâz kılmak, Ramezân-ı şerîf ayında oruc tutmak, zekât vermek, hac
etmek gibi şeylerin farz olduğu (Ma’rûf) ve zinâ, alkollü içkilerin içilmesi,
hırsızlık, yankesicilik, fâiz alıp vermek, başkasının malını gasb etmek ve
bunlar gibi şeylerin harâm olduğu (Münker)dir. Bunları her mü’minin emr ve nehy etmesi lâzımdır. İkinci kısmı, yalnız âlimler
bilir. Allahü teâlâ için, ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lâzım olduğu
gibi. Bu kısmda olanları, âlimler emr ve nehy eder. Eğer bir âlim, bunları
bildirdi ise, âlim olmayanın da, gücü yeterse, bildirmesi câiz olur. Münkerin
ikinci kısmı, dahâ ziyâde îmânda, i’tikâdda olan bozukluklardır. Her mü’minin Ehl-i sünnet i’tikâdına yapışması, bozuk îmândan,
ya’nî dalâletden, i’tikâdda bid’atden kaçınması
lâzımdır. Din bilgilerinde âlim olmıyan kimse, bid’at
sâhibleri ile münâkaşa etmemeli, onlardan uzaklaşmalı, selâm vermemelidir.
Bayramlarda, sevinçli zemânlarda ziyâretlerine gitmemeli, cenâzelerine nemâz
kılmamalı, onlara acımamalıdır. İ’tikâdları bozuk olduğu için, onları sevmemeği
ibâdet bilmelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir hadîs-i
şerîfde, (Îmânında veyâ ibâdetinde bid’at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü
teâlâ îmânla doldurur ve korkudan korur) buyurdu.
[(Kenz-i mahfî)de
diyor ki, (Cehl ve hayvâniyyet, ya’nî bid’at ve
fısk çoğalan yerlerde oturmak nehy olundu. Dînini muhâfaza için hicret eden
Cennet ile müjdelendi. Bir mahallede sâlih,
ârif kimse kalmayıp, fesâd ve bid’at artınca,
başka mahalleye hicret etmek veyâ böyle bir şehrden başka şehre hicret
etmek vâcib olur. Bütün şehrlerde, müslimânlara
saldırılıyorsa, başka islâm memleketine hicret edilir. Böyle bir idâre yoksa,
insan haklarına riâyet edilen, ibâdet etmek serbest olan bir memlekete
yerleşmek lâzım olur. İkinci kısm, otuzsekizinci maddeye bakınız! Zîrâ onların
arasında bulunan, gelecek belâya ortak olur. Enfâl
sûresinin yirmibeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Zulm edenlere ve etmiyenlere birlikde gelen fitne ve belâdan
korkunuz, sakınınız) buyuruldu.)]
Tesavvuf büyüklerinden Fudayl bin Iyâd “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, (Bid’at söyleyenleri ve yapanları
sevenlerin ibâdetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez ve kalb-
lerinden
îmânlarını çıkarır. Bid’at sâhibini sevmeyenin ibâdeti
az olsa da, Allahü teâlânın bunu afv buyurmasını ümmîd ederim. Yolda bid’at sâhibine karşı gelirsen, yolunu değişdir) ve
(Süfyân bin Uyeyneden işitdim, buyurdu ki, bid’at
sâhibinin cenâzesinde bulunan kimseye cenâzeden ayrılıncaya kadar, Allahü teâlâ
gazab eder) buyurdu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bir kimse, bir bid’at meydâna çıkarsa veyâ bir bid’ati işlese, Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların
la’neti, onun üzerine olsun. Onun ne farzları, ne de, nâfile ibâdetleri kabûl olmaz)
buyurdu. Abdülkâdir-i Geylânînin sözü burada temâm oldu.
Sôfiyye-i kirâmın yolu kimseye karışmamak olsaydı, bunların
birisi (Sôfiyye arasından nikâr kalkınca bunlarda hayr kalmaz) buyurmazdı.
Şeyh-ul islâm Hirevî Abdüllah Ensârî buyurdu ki, (Sôfiyye arasında emr-i
ma’rûfa ve nehy-i münkere nikâr denir). [Nikâr kalkınca diyen, Ebül-Hasen Alî
bin Muhammed Müzeyyen olduğu, (Nefehât)de
Ebû Sa’îd-i Harrâz anlatılırken yazılıdır.] Sôfiyye-i aliyyeye bu sûretle
iftirâ eden, düşünmüyor mu ki, Kur’ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîfler, kıyâmetdeki sevâblar ve azâblarla doludur. Günâh işliyenlere
hâzırlandığı bildirilen şiddetli azâblara inanan kimse, din kardeşini bu
tehlükeden kurtarmak istemez mi? Ona, elîm azâbdan kurtulmak yolunu göstermez
mi? Bir a’mânın yolunda kuyu veyâ ateş bulunursa, yâhud bir kimse, başka bir
dünyâ tehlükesine düşerse, bunlar elbette bu kimseye bildirir ve kurtuluş
yolunu gösterir. Kendi hâline bırakmazlar. O hâlde, dahâ elîm ve şiddetli ve
sonsuz olan âhıret azâbını niçin bildirmesinler ve kurtuluş yolunu
göstermesinler? Bildirmeyen ve göstermeyen, âhıret azâbını kabûl etmiyor,
inanmıyor ve kıyâmet gününe îmân etmiyor demekdir.
Allahü teâlâ, kimseye karışılmamasını sevseydi,
Peygamberleri göndermez, dinleri bildirmez, insanları islâm dînine da’vet etmez
ve diğer dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi ve geçmiş Peygamberlere
inanmayanları azâblarla helâk eylemezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye
birşey emr etmez ve inanmayanlara azâb yapmazdı. Allahü teâlâ, müslimânlara [ya’nî
islâm devletine, insanların islâmiyyeti işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’
olan] kâfirler ile cihâd etmeği niçin emr eyledi? Hâlbuki, cihâdda kâfirler
için eziyyet ve ölüm olduğu gibi, müslimânlara da vardır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde cihâd için ve
cihâd eden devletler için ve şehîdler için fazîletler, meziyyetler ne sebebden
bildirildi? İslâm düşmanlığı yapan zâlim krallara saldırmak, onlara sıkıntı
vermek ve Allahü teâlânın bu mahlûklarını harâb etmek, niçin emr olundu?
Nitekim insana, kendi nefsine düşmanlık etmesini ve nefslerin, Allahü teâlâya
düşman olduğunu bildirdi ve nefs ile cihâd etmeğe cihâd-ı ekber ismini verdi ve
Allahü teâlâ neden rızâsını ve yakınlığını bu cihâda bağladı? Allahü teâlâ,
niçin nefsleri kendi başına bırakmadı? Demek ki bunlar, Allahü teâlânın
düşmanlarıdır. Allahü teâlâ, düşmanlarından intikâm alınmasını istemekdedir.
Allahü teâlâ nihâyetsiz merhametinden dolayı, evvelâ Peygamberleri
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra bunların yerine, Evliyâyı ve Ulemâyı da’vetci
gönderdi. Bunların dilleri ve kalemleri ile sevâblarını ve azâblarını
bildirerek, özre ve behâneye yol bırakmadı. Allahü teâlânın irâdesini ve
âdetini kimse değişdiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmiyenlerin sözü ile,
nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ, isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet
eder, Cennete sokardı. Fekat, ezelde Cehennemi insanla ve cinle doldurmak
istedi. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, Ona sebebini
soramaz.
Korkusundan Ona kim ağız açabilir;
Teslîm olmakdan başka ne yapılabilir?
Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olan,
insanları da’vet etmekde ve emr-i ma’rûf, nehy-i münker etmekde de tâbi’ olur.
Bunları yapmayan, Ona tâbi’ olmuş değildir. Azgın kâfirler, Allahü teâlânın
düşmanı olmasaydı, (Buğd-ı fil-
lâh) farz
olmazdı. İnsanı Allahü teâlâya yaklaşdıran şeylerin birincisi olmazdı. Îmânın
temâmlayıcısı olmazdı. Vilâyetin ele geçmesine ve Allahü teâlânın rızâsının ve
hubbunun husûlüne sebeb olmazdı. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (İbâdetlerin efdali, müslimânları müslimân oldukları için
sevmek, kâfirleri, kâfir oldukları için, sevmemekdir) buyurdu. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, (Benim için ne
işledin) diye sordukda, (Yâ Rabbî! Senin için nemâz kıldım, oruc tutdum,
zekât verdim, ismini çok zikr etdim) deyince, (Yâ Mûsâ, nemâzların sana
burhândır. Orucların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün sıcaklığından
koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabr ve kıyâmet karanlığında seni
aydınlatan nûrdur. Ya’nî bunların fâideleri hep sanadır. Benim için ne yapdın?)
buyurdukda, Mûsâ “aleyhisselâm”, (Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana
bildir!) diye yalvardı. Cenâb-ı Hak: (Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin
mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık etdin mi?) meâlindeki âyet-i
kerîme ile cevâb verdi. Mûsâ “aleyhisselâm” da, Allah için amelin, (Hubb-i fillâh) ve (Buğd-ı
fillâh) olduğunu anladı.
Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmeği, düşmanlarına
düşmanlık etmeği îcâb eder. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık olan âşıkların elinde
ve irâdesinde değildir. Çalışmaksızın, zahmet çekmeksizin kendiliğinden hâsıl
olur. Dostun dostları güzel görünür ve düşmanları çirkin ve fenâ görünür.
Dünyânın güzel görünüşlerine kapılanlara hâsıl olan muhabbet de, bunu îcâb
etdiriyor. Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikce
sözünün eri sayılmaz. Buna münâfık, ya’nî yalancı denir. Şeyh-ul-islâm
Abdüllah-i Ensârî “kuddise sirruh” buyuruyor ki, (Ebül-Hüseyn bin Sem’ûn, bir
gün hocam Husrîyi incitmişdi. O ândan beri, kalbimde ona karşı soğukluk
duyuyorum). Büyüklerin meşhûr olan, (Üstâdını incitene darılmaz, gücenmez isen,
köpek senden dahâ iyidir) sözünü burada hâtırlatmak yerinde olur. Muhabbetin bu
iki şartı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde
bildirilmekdedir. [Arzû edenler, yirmidokuzuncu mektûbun Fârisî olan aslına
veyâ Arabî ve Türkî tercemelerine mürâce’at buyursun.] Bu âyet-i kerîmelerden
anlaşıldığına göre, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan
uzaklaşdırır. Teberrî etmedikce, tevellî olmaz. Ya’nî uzaklaşmadıkça, dostluk
olmaz. Fekat bu ba’zılarının yapdığı gibi, insanı, Eshâb-ı kirâmı sevmemek
yoluna sapdırmamalıdır. Çünki, düşmanlık, düşmanlara olacakdır. Bunların zan
etdiği gibi, dostlara düşmanlık merdûddur. Sahâbe-i kirâmın hepsi,
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrlarına ve sohbetlerine ve
kalbe, rûha şifâ olan mubârek nazarlarına kavuşmakla şereflendiklerinden
birbirlerini sever, kâfirlere düşmanlık ederdi. Hepsi Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” sevgilileri idi. Bunlardan birine bile düşmanlık, Resûlullaha
“sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbetin şartı olabilir mi? Böyle söyliyenler,
sevgi yerine düşmanlıklarını bildirmiş olmuyor mu?
Süâl: Evliyâ-i kirâmdan
“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” (vahdet-i
vücûd) vardır diyenler, bu dünyâda herşey, Allahü teâlâyı gösteren
birer aynadır. Hepsinde, Hak teâlânın kemâl sıfatlarından başka, birşey
görünmüyor. O hâlde, herşeyi iyi bilmek, herşeyi sevmek, hiçbir şeyi fenâ
görmemek lâzım gelmez mi? Nitekim,
Mutlak fenâlık yokdur cihânda.
demişlerdir.
[Felemenkli felesof Spinozanın panteizm felsefesi, müslimânların vahdet-i vücûd
kitâblarından kopyadır.]
Cevâb: Kâfirleri sevmemek,
onlara kalb ile düşmanlık etmek ve harbîlere sert davranmak ve onlarla muhârebe
etmek, Kur’ân-ı kerîmde, açık olarak emr
edilmişdir. Bunda şübheye imkân yokdur. Kâfirlerin aslı ne olursa olsun,
bizlere Kur’ân-ı kerîme tâbi’ olmak farzdır ve zarûrîdir. Bizim işimiz nass iledir, fuss
ile
değildir.
[Ya’nî Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler
iledir. Evliyânın kitâbı ile değildir. Meselâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin (Füsûs) kitâbında bildirdiği, nassa muhâlif
keşfleri bize sened olamaz.] Kıyâmetde Cehennemden kurtuluş, se’âdet-i
ebediyyeye kavuşmak, nassa bağlıdır. Fussa bağlı değildir. Hayâller, rü’yâlar,
Evliyânın kalblerine doğan keşfler ve ilhâmlar, nass yerine geçemez. Keşfi,
ilhâmı hatâlı olanlar, kendilerini nassa uydurmağa ve vicdân ve keşflerine
uymasa dahî nass ile amel etmeğe mecbûrdur. Bunlar, doğru keşflerin hâsıl
olması için ve kalb gözlerinin, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm”,
ayaklarının tozları ile sürmelenmesi için Allahü teâlâya durmadan,
yalvarmalıdır. Şunu da söyleyelim ki, vahdet-i vücûd tanıyan Evliyâ, mevcûdâtı
mertebelere ayırıyor. Her mertebenin hâli ve hükmü başka başkadır diyor. İslâmiyyetin
esâsı olan kesret, ya’nî çokluk ahkâmını elden bırakmıyor. Bunu terk etmeği,
ilhâd ve zındıklık, ya’nî müslimânlıkdan ayrılmak biliyorlar. Emr-i ma’rûf
yapmak ve fâsıkları ve kâfirleri fenâ bilmek, diğer ahkâm-ı islâmiyye gibi,
kesret ahkâmı olduğundan, bunları terk edenleri, (mülhid)
ve (zındık) bilmiş oluyorlar.
Mutlak fenâlık yokdur diyenlerin de, nisbî
[bir bakımdan] fenâlık vardır demesi lâzımdır. Kâfirleri fenâ bilmekdeki ve
onlardan uzaklaşmakdaki nisbî fenâlık kâfîdir.
Vahdet-i vücûd tanıyanlar, zehr yimiyor. Başkalarının
yimesine de mâni’ oluyor. Akrebi, yılanı öldürüyor ve başkalarına, bunlardan
korkmalarını ve sakınmalarını söylüyorlar. Kendilerine itâ’at edenleri beğenip,
dinlemeyenleri, karşı gelenleri sevmiyorlar. Vahdet-i vücûd sâhiblerinin
büyüklerinden, Celâleddîn-i Rûmî “kuddise sirruh” (Mesnevî)de:
Bu söze inanmayanı, şu ânda,
görüyorum, baş aşağı Cehennemde.
buyuruyor.
Bu büyükler, tatlı yemekleri, lezîz şerbetleri, nefîs kumaşları, hazîn sesleri,
nazîf kokuları, latîf manzaraları, melîh sûretleri, tatsızlarından,
çirkinlerinden dahâ çok istiyor ve seviyorlar. Kendilerine yakın olanları
gözetiyor, bunları himâye ediyor, kendilerini ve bunları tehlükelerden koruyor,
fâideli şeyleri çekip, zararlı şeylerden kaçınıyorlar. İhtiyâclarını elde
etmeğe uğraşıyorlar. Çocuklarını terbiye ediyorlar. Mühim işlerinde
birbirlerine danışıyor ve kızlarını ve âilelerini açık gezdirmeyip,
yabancıların bunlara yaklaşmasına müsâ’ade etmiyorlar. Çocuklarını fenâ
arkadaşlardan koruyorlar. Zâlimlere ve düşmanlarına cezâlarını veriyor ve
hastalarını zararlı gıdâlardan perhîz
ediyorlar. Bunlar, vahdet-i vücûd mudur? Yoksa kesret-i vücûd mu? O
hâlde, bu alçak dünyâ işlerinde, kesret ahkâmına riâyeti terk etmek mubâh
olduğu hâlde, bunları gözetip de, âhıret işlerinde bu ahkâma riâyet farz olduğu hâlde, terk etmek ve vahdet-i vücûd hîlesi
ile, kulluk vazîfelerinden kurtulmak istemek, insâfa yakışır mı ve akla uygun
olur mu? Bunun sebebi, ahkâm-ı ilâhiyyeye inanmamak ve Peygamberlere i’tikâd
etmemekdir ve kıyâmete ve kıyâmetdeki azâblara ve ni’metlere îmânsızlıkdır.
Vahdet-i vücûd tanıyanlardan, hâlleri doğru olanların, dinlerindeki kuvvet,
işlerinin ahkâm-ı islâmiyyeye uygunluğu, kitâblarda uzun uzadıya yazılıdır.
Pederim ve üstâdım, sebeb-i hayâtım ve se’âdetim abdestde, tahâretde ve nemâzda
pek ziyâde dikkat ve edeblere riâyet ederdi ve (Bunları, babamdan görerek
öğrendim. Herbir edebe, bütün incelikleri ile riâyeti, kitâblardan öğrenmek
kolay değildir) buyururdu. Babaları, ya’nî bu fakîrin dedesi, vahdet-i vücûd
sâhibi ve (Füsûs) kitâbının
ma’rifetlerinde, eşi bulunmayan bir ârif iken, ahkâm-ı islâmiyyeyi gözetmesi,
fevkal’âde çok idi. Kendileri bu davranışı, üstâdı Rükneddîn-i Çeştî
hazretlerinin hareketlerinden görerek öğrendiklerini, onun ise, vahdet-i vücûd Evliyâsının
büyüklerinden olduğu ve hâl ve keşflerine mağlûb olduğu hâlde, ahkâm-ı
islâmiyyeye yapışmakda ferd-i kâmil idiği, herkesce ma’lûm idi, buyururlardı.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri vahdet-i vücûde mâil oldukları hâlde, ahkâm-ı
islâmiyyeye yapışmakda ve islâmiyyeti yaymakda, misli yok idi. Çok def’a
buyururdu ki, (Eğer ben şeyhlik etseydim,
hiç
bir şeyh, kendisine talebe bulamazdı. Fekat, şeyh olmak için değil, dîni,
islâmiyyeti yaymak için emr olundum). Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî, hadîs ilminde
sâhib-i isnâd ve fıkh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyurur idi ki,
(Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz) emrleri ile, ba’zı meşâyıh, hergün ve her
gece yapdıkları işlerden kendilerini hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçdim
ve işlediklerimle berâber, düşündüklerimde de, hesâbımı görüyorum). Vahdet-i
vücûdun kurucusu ve reîsi gibi olan, Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî ve
Seyyidüttâife Cüneyd-i Bağdâdî, tepeden tırnağa kadar, islâmiyyete uymuş
idiler. Bâyezîd nemâz kılarken göğüs kemiklerinin hırıltısı işitilirdi.
Hallâc-ı Mansûrun sözlerini herkes işitmişdir. Bununla berâber, her gece
gündüzde bin rek’at nemâz kılardı ve i’dâm olunduğu günün gecesinde beşyüz
rek’at kılmışdı. [(Ma’rifetnâme) de
diyor ki, (Evliyânın iki alâmeti vardır: Etta’zîm-ü li-emrillah veşşefakatü
li-halkıllah. Ya’nî, Allahü teâlânın emrlerine ta’zîm ve hurmet ve mahlûklarına
şefkatdir).]
Ne kadar şaşılır ki, kimseye karışmamalı, vicdânlara tecâvüz
etmemeli diyenlerden ba’zıları, her biri başka yola sapmış bulunan Yehûdî,
Cûkiyye, Berehmen, Mülhid, Zındık, Ermeni, [Mason] ve mürted kâfirleri ile iyi
görüşüyor ve sevişiyorlar da, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine, ya’nî yoluna yapışan Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate mürteci’, gerici ve yobaz
diyor ve (Cehennemden kurtulacak yalnız bunlardır) diye
müjdelenen ve (Benim ve Eshâbımın yolunda
yürüyenler yalnız bunlardır) diye medh-u senâya mazhar olan bu
hakîkî müslimânlara düşmanlık ediyorlar. Kâfirler ile sulh ve dostluk edip, bu
doğru müslimânları incitmekden ve bunları tahkîr ve yok etmekden zevk
alıyorlar. Âlemlere rahmet olan Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlere
düşmanlık, Kur’ân-ı kerîmde adâvetle emr olunan
kâfirlere dostluk, nasıl vahdet-i vücûddur ve nasıl berâberlikdir? Bu düpedüz
kâfirlik ve islâm düşmanlığı değil midir? [Altıncı cildde 55. ci mektûba
bakınız! Bu mektûbun tercemesi (Hak Sözün
Vesîkaları) kitâbımıza ilâve edilmişdir.]
Peygamberlerin, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’înin ve Selef-i
sâlihînin “radıyallahü anhüm ecma’în” hepsi, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker
yapmak için ne kadar uğraşdı. Bu yolda ne kadar eziyyetlere ve cefâlara
katlandılar. Kimseye karışmamak dînimizde iyi olsaydı, kalbin bir günâhı inkâr
etmesi, îmânın alâmeti buyurulmazdı. Nitekim, hadîs-i şerîfde,
(Günâh işleyeni, eliniz ile men’
ediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni’ olunuz. Bunu da yapamaz iseniz,
kalbiniz ile beğenmeyiniz! Bu ise, îmânın en aşağısıdır) buyuruldu. Emr-i ma’rûf
yapmamak iyi olsaydı, günâh işleyen bir kavm helâk olurken, bunlara emr-i
ma’rûf yapmayan âbid de, birlikde helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma, filân şehri yerin
dibine geçir, diye emr etdi. Cebrâîl, yâ Rabbî! Bu şehrdeki filânca kulun sana
bir ân ısyân etmedi. Hep itâ’at ve ibâdet ediyor deyince, onu da berâber geçir!
Zîrâ günâh işleyenleri görünce, bir kerrecik yüzünü değişdirmedi) buyuruldu.
Süâl: Mâide sûresi,
yüzsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey îmân eden
kullarım! Kendinize dikkat ediniz! Doğru yolu bulursanız, başkasının sapıtması
size zarar vermez) buyurulmakdadır.
Burada, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmağa müsâ’ade edilmiyor denirse?
Cevâb: Buradaki doğru yolu
bulmak için, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkeri de yapmak lâzımdır. Ya’nî âyet-i kerîmede meâlen; (Ey
mü’min kullarım! Emr etdiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma’rûf ve nehy-i
münker eder iseniz, başkalarının yoldan çıkması, size zarar vermez) buyurulmakdadır. Bu âyet-i kerîmenin, ne zemân
ve ne için geldiği ve bundan sonra emr-i
ma’rûf ve nehy-i münker hakkında, nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler
emr buyurulduğu, kitâblarda yazılıdır.
Süâl: Emr-i ma’rûf ve nehy-i
münker ve kâfirler ile cihâd, Peygamberlerin yoludur. Evliyânın yolu,
vicdânlara dokunmamak, kimseye karışmamak değil midir?
Cevâb: Bunlar nass ile farzdır. Farzlar herkes
içindir. Ba’zı kimselere mahsûs değildir. Farzları
yapmakda, Peygamberler, Evliyâ, âlimler ve câhiller müsâvîdir. Tekrâr
söyliyelim ki, Cehennemden kurtulmak ve se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak,
Peygamberlere tâbi’ olmağa bağlıdır. Evliyânın vilâyetden, muhabbetden,
ma’rifetden ve kurb-i ilâhîden ellerine her ne geçerse, bunları Peygamberlere
tâbi’ ve tufeyl olmak sâyesinde kazanırlar. Bu yolun gayrısı dalâlet yoludur,
şeytânların yoludur. Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anhümâ”, buyuruyor ki,
birgün Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bize bir doğru çizgi çizdi ve (Bu, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduran doğru yoldur) buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık
kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, (Bunlar
da, şeytânların sapdırdığı yollardır) buyurdu. O hâlde, bir kimse,
Peygamberlere tâbi’ olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak iğri yola
sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, istidrâcdır. Ya’nî, sonu zarar ve
ziyândır. Ubeydüllah-i Ahrâr “kuddise
sirruh” buyurdu ki, (Kalbe gelen bütün keşfleri, hâlleri bize verseler, fekat kalbimizi
Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süslemeseler, kendimi
mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime
yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet
vel-cemâ’at i’tikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem). Evliyâya hâsıl olan
hâller, keşfler, eğer Peygamberimize
“sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr
olur ve islâmiyyetin incelikleri, esrârı hâsıl olmağa başlar. Sahâbe-i kirâmın
hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve Selef-i sâlihîn ve Meşâyıh-ı
müstakîm-ül ahvâl, böyle idi. Tesavvufda, nübüvvet yolu ve vilâyet yolu diye
ayrılan iki yol, hakîkatde islâmiyyetin gösterdiği tek bir yoldur. Zîrâ her
ikisi de, insanı Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak şartı ile
erdiriyor. Bunun gibi, Allahü teâlânın rızâsına, ma’rifetine götüren yollar,
mahlûkların nefesleri kadardır, sözü de doğrudur. Çünki, her hayâli, aslına
kavuşduran bir yol vardır ve her mahlûkun (Ayn-ı
sâbite)si, ya’nî (Mebde-i te’ayyün)ü,
ya’nî yaratılmasına ve vücûdda kalmasına vâsıta olan ism-i ilâhî başkadır. Bu
yolların hepsinden vâsıl olmak, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmağa bağlıdır.
İslâmiyyetden ayrılan, yolda kalır veyâ yoldan çıkar. O hâlde, bütün yolların
başlangıcı islâmiyyetdir. Ya’nî islâmiyyet, bir ağacın gövdesine benzer. Bütün
tarîkatler, ya’nî yollar, bu ağacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları
ve çiçekleri gibidir.
[Emr-i ma’rûf iki sûret ile yapılır: Birincisi, söz, yazı ve
her nev’ yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, âdetlere,
kanûnlara dikkat ve ri’âyet edilmezse, fitneye sebeb olabilir. İkinci yol, hâl
ile, islâmın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmakdır. Herkese tatlı dil, güler
yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek,
kanûnlara uymak, vergilerini, borçlarını ödemek, en te’sîrli, en fâideli
nasîhat yapmak olur. Bunun içindir ki, (lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entakdır) demişlerdir. Görülüyor ki, islâmın güzel ahlâkına
uygun yaşamak, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmanın en güzel yoludur.
Mühim bir farzı yapmakdır. İbâdet etmekdir.
Tesavvuf, insanı, Rabbine yapdığı ibâdetlerde lâzım olan ihlâsa ve insanlara
karşı lâzım olan güzel ahlâka kavuşduran yoldur. İnsana bu yolu Mürşid-i kâmil
öğretir. Her ilmin mütehassısları vardır. İnsan, bir ilmi, bunun
mütehassısından öğrenir. Tesavvuf ilminin mütehassısı, İnsân-ı kâmildir. Başka
ilmlerin mütehassıslarına kâmil denmez.]
Hudâ Rabbim, nebîm hakkâ Muhammeddir Resûlullah,
hem islâm dînidir dînim, kitâbımdır kelâmullah.
Akâidde, Ehl-i sünnet
oldu mezhebim, hamdolsun,
amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah.
Dahî zürriyyetiyim Âdem aleyhisselâmın hem,
Halîlin milletiyim, dahî kıblem Kâ’be, Beytullah.
Hep eshâb-ı güzîn, tâbi’în ve müctehidlerin,
nekim var Ehl-i sünnet
velcemâat, cümle ehlullah.