Bu mektûb,
Muhammed Takıyye cevâb olarak yazılmış olup, âlem-i misâl hakkında bilgi
vermekde ve tenâsüh olmadığını bildirmekde ve insan rûhlarının nakl edilmediğini ve kümûn ve bürûz ne demek olduğunu
bildirmekdedir:
Bütün âlemlerin rabbi, sâhibi olan, Allahü teâlâya hamd
olsun ve Peygamberlerinin en yükseği, Muhammed aleyhisselâma ve tertemiz
akrabâsının ve Eshâbının hepsine selâmlar olsun! Güzel ahlâkınızın ve ulvî
fıtratınızın eseri olan kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendik. Allahü
teâlâ, sizi bütün ayb ve kusûrlardan muhâfaza buyursun! Soruyorsunuz ki, şeyh
Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, (Fütûhât-ı
mekkiyye) kitâbında, bir hadîs-i
şerîf bildiriyor. Bu hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem”, (Allahü teâlâ, yüzbin Âdem yaratmışdır) buyurmakdadır.
Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh” sonra âlem-i misâlden gördüğü birkaç
şeyi yazıyor ve diyor ki, (Kâ’be-i mu’azzamayı tavâf ederken, yanımda birkaç
kişi vardı. Bunları hiç tanımıyordum. Tavâf yaparken, arabî iki beyt okudular.
Bir beytin ma’nâsı şöyle idi:
Yıllarca, biz de sizin gibi,
Hepimiz, tavâf etdik bu evi.
Bu beyti duyunca, bu kimselerin âlem-i misâlden olması
hâtırıma geldi. Böyle düşünürken, içlerinden biri, bana bakarak, ben, senin
dedelerinden birisiyim, dedi. Sen öleli kaç sene oldu? dedim. Kırkbin seneden
çok dedi. Bu sözüne şaşdım ve târîhciler, insanların ilk babası olan Âdemden
“aleyhisselâm”, bugüne kadar, yedibin sene geçmediğini söylüyor dedim. Sen,
hangi Âdemi diyorsun? Ben, yedibin seneden çok önceki zemânlarda yaşıyan Âdemin
evlâdındanım, dedi. Bunu işitince, yukarıdaki hadîs-i şerîfi hâtırladım).
[Tenbîh: Erd
küresinin ömrünü, ya’nî yaratıldığı günden kıyâmete kadar olan zemânı, eski
müneccimler, ya’nî astronomlar, seyyâre yıldızların adedince bin sene, ya’nî
yedibin sene demişlerdir. Zîrâ onlar, gezegen adedini yedi biliyordu. Târîhlerin
çoğunda yazılı bulunan ve ba’zı din kitâblarına da geçmiş olan yedibin sene,
buradan gelmekdedir. Ba’zıları da, burc
adedince, onikibin sene, bir kısmı da, meridyen derecesi adedince,
üçyüzaltmış [360] bin sene dedi ki, bu üç aded de, zan ve faraziyye hâlindedir.
İdrîs “aleyhisselâm” buyurmuş ki, (Bizler, Peygamber olduğumuz hâlde, dünyânın
ömrünü bilemedik).
Endülüs âlimlerinin büyüklerinden, Ebû Abdüllah-i Kurtubînin
(Tezkire)sinden Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin
“kuddise sirruhümâ” hülâsa etdiği (Muhtasar) ismindeki
kitâbında (360 bin x 360 bin) ya’nî yüzyirmidokuz milyar, altıyüz milyon sene
olduğu yazılıdır. Bugün fen adamları, (Radyoaktiflik sâati) denilen usûl ile,
ya’nî Pechblend filizinde şimdi mevcûd olan kurşun ve uran ma’denlerinin
mikdârları nisbeti bulunup, bu kadar kurşunun, şimdiki uran ile, bu kurşuna
tebeddül etmiş bulunan uran mikdârlarından teşekkülü için lâzım olan zemânı,
Uran I’in bozulma sâbitesine göre hesâb ederek, Erd kabuğunun yaşını ya’nî
dünyânın ömrünü, dörtmilyarbeşyüz milyon sene olarak bulmakdadırlar.]
Kıymetli yavrum! Bu mes’ele üzerinde, Allahü teâlânın bu
fakîre ihsân etdiği bilgi şöyledir: İlk insan ve ilk Peygamber olan Âdemden
“aleyhisselâm” önce yaşayan Âdemler, hep âlem-i misâlde idi. Âlem-i şehâdetde
değildi. Âlem-i şehâdetde, ya’nî gördüğümüz madde âleminde bulunan, yalnız
bildiğimiz bir Âdem vardı ki, Peygamber idi. Melekler kendisine karşı secde
etmişlerdi. Allahü teâlâ, balçık çamurundan insan şeklinde bir heykel yapıp,
bunu ete ve kemiğe çevirmişdi.
[Bugün biliyoruz ki, Allahü teâlâ, toprak maddelerini,
azotlu, fosforlu tuzları, bitki fabrikasında, proteinlere (yumurta akı
maddelerine) döndürmekde, bu nebâtî proteinleri de, hayvan vücûdünde, ete ve
kemiğe ve a’zâ şekline çevirmekdedir. Bugün fen bunu anlayabildiği gibi,
katalizör ismini verdiğimiz maddeler yardımı ile, binlerce sene sürecek olan
kimyâ reaksiyonlarını, bir sâniyede, pek çabuk, yapabiliyoruz. İnsanlar
binlerce senelik bir işi bir ânda yapıyor da, Allahü teâlânın, toprak
maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdiğini, bugün
bildiğimize göre, bir ânda çevireceği fen yolu ile kolayca anlaşılmakdadır.
Allahü teâlâ toprak maddelerini, bir ânda organik hâle çevirip, rûhu bu bedene
bağlıyarak, ilk Âdemi yaratdığı gibi, kıyâmetde de, elemanları, bir ânda, bir
araya toplayıp, insan vücûdünü yapacak ve zâten mevcûd olan önceki rûhları, bu
vücûdlara verecekdir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demekdir. Rûh
ölmez. Kıyâmetde, herşeyle berâber, rûhlar da yok edilip tekrar yaratılacakdır.
Bugün, fizik, kimyâ, fizyoloji ve astronomi gibi ilmlerde Allahü teâlânın
kudretini iyi anlıyan, zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve kıyâmetde bütün
insan ve hayvanların toprakdan çıkarılacaklarını, bir fen olayı olarak, kolayca
anlıyabilir. Bir asr evvel, müslimânlar, buna, anlamadan inanıyordu. Bugün ise,
basît bir fennî olay şeklinde görüyor ve pek bedîhî olarak, inanıyoruz.
Allahü teâlâ Cenneti ve Cehennemi yaratmış, her ikisini de,
cin ve insan ile dolduracağını haber vermişdir. Bunun için, ilk insan olan
Âdemden “aleyhisselâm” beri, her zemân, yeryüzünde îmânlılar ve dinsizler
bulunmuş ve birbirleri ile atışmışdır. Dinsizler, Allahdan başka şeylere
tapınmış, îmânlılar ise, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberlere ve kitâblara
tâbi’ olmuşdur. İlk insanlar, ba’zı târîhcilerin zan etdiği gibi ve islâm
dînine inanmıyanların uydurduğu, filmlerde görüldüğü gibi, ilmsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşî kimseler değildi. Evet
bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç
devrindekilere benziyen vahşîler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz,
basît yaşıyanlar vardı. Fekat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların
hepsi için, vahşîdir denilemez. Âdem “aleyhisselâm” ve ona îmân edenler
şehrlerde yaşardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş
dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi san’atları vardı. Âdem “aleyhisselâm”ın
boyu ve ömrü kesin olarak bildirilmedi. Bir rivâyetde, bin sene yaşayıp, beşyüz
yaşında iken Peygamber oldu. Allahü teâlâ, kendisine on kitâb gönderdi. Cebrâîl
“aleyhisselâm”, oniki kerre gelmişdi. Bu kitâblarda, îmân edilecek şeyler,
çeşidli dillerde lügatlar, hergün bir vakt nemâz kılmak, [Bunun sabâh nemâzı
olduğu İbni Âbidînde yazılıdır.], gusl abdesti almak, oruc tutmak, leş, kan,
domuz yimemek, birçok san’atlar, tıb, ilâclar, hesâb, hendese [ya’nî geomet-
ri]
gibi şeyler bildirilmişdi. Altın üzerine para dahî basmış, ma’den ocakları
işletilip âletler yapılmışdı. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateş yanarak,
kazanı kaynayarak hareket etdiğini, Kur’ân-ı kerîm
açıkça bildiriyor. Ba’zı târîhciler, hiçbir vesîka ve
incelemeğe dayanmadan, yalnız
dinleri inkâr etmek, Peygamberleri
küçültmek maksadı ile, ilk insanlar vahşî idi, birşey bilmezdi diyerek Âdem,
Şis [Şît] ve İdrîs “aleyhimüsselâm” gibi Peygamberlerin birer masal, birer
hurâfe olduğunu göstermek, böylece müslimân evlâdlarını dinsiz, îmânsız
yetişdirmek istiyorlar.
Hiçbir dîne inanmıyanlardan bir kısmı da, fen adamı
görünerek bozuk düşüncelerini, fen perdesi altında, etrâfa saçıyor. Meselâ
(Bütün canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde,
tesâdüfen kendi kendine meydâna gelip, zemânla küçük deniz nebâtları ve hayvanları ve sonra karadakiler meydâna
gelmiş, en son insan hâline dönmüşdür) gibi şeyler söylüyorlar. Böylece,
Âdem aleyhisselâmın toprakdan yaratılmadığını, Kur’ân-ı
kerîmin ve mukaddes kitâbların, hâşâ, hikâye olduklarını, ilk canlı
maddeyi vücûde getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne
uymıyacağını anlatıyorlar. Böyle kâfirlere (Dehrî) denir.
Bunlardan müslimân görünenlere (Zındık) ve
(Fen yobazı) denir.
Bu fen yobazları ne kadar zevallıdır. Evet, fizyolojist
Haldene, (Bundan milyonlarca sene evvel, sıcak denizlerde, güneşden gelen ültra
viole şuâ’lar te’sîri ile, inorganik gazlardan, uzvî bileşikler meydâna gelmiş
ve ekviproduktif hâssası olan ilk molekülün, ya’nî aldığı gıdâ maddelerini,
kendi gibi canlı şekle çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir tesâdüf
eseri teşekkül etmiş) olmak ihtimâlini söylemişdir. Fekat, bu bir hipotez [faraziyye]
olup, bir tecribe ve hattâ bir teori [nazariyye] bile değildir. Ekviproduktif
özelliği olan bir molekülün nasıl meydâna geldiğini gösteren bir bilgi, hattâ
bir nazariyye bugün mevcûd değildir. Fen bilgileri, müşâhede ve tedkîk
ilmleridir. Fen olayları, önce his uzvları ile veyâ bunları takviye eden
âletlerle gözlenir ve olayın sebebleri tahmîn olunur. Sonra, bu olay, tecribe
ve tekrâr edilerek, bu sebeblerin te’sîrleri, rolleri tesbît edilir. Bir
hâdisenin sebebi ve oluş tarzı biliniyorsa, buna inanırız. Fekat tecribe
edildiği hâlde, sebebleri anlaşılamıyan hâdiseler de vardır. Bunlara sebeb
olarak, birçok fikrler ileri sürülür. Bu fikrler mutlak değildir. Bir hâdiseyi,
muhtelif adamların başka başka tefsîr etdikleri de olur.
Aynı sebeblerle îzâh edilen çeşidli
hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilecek umûmî bir fikre, faraziyye [hipotez] diyoruz.
Bir veyâ birkaç hipotez ile, birçok hâdiseleri îzâh etmek ve bunlardan yeni
hâdiselere varmak ve bu hâdiseleri tecribe ile tahkîk ederek, hipotezlerin
doğru görülenlerine nazariyye [teori] denir. Bir teori, az hipoteze dayanır ve
ne kadar çok hâdise îzâh ederse, o derece mükemmeldir. Haldenenin sözü, nihâyet
bir hipotezdir, teori olmakdan da, çok uzakdır. İnsanlar, bugünkü derecede
kalmayıp, ilk canlıların ne sûretle yaratıldığı hakkında doğru bilgi
edinilirse, İslâmiyyete zararlı değil, fâideli olur. Çünki, canlı ve cansız,
herşey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Bir âyet-i
kerîmenin meâl-i şerîfi, (Herşeyi nasıl
yaratdığımı arayın, işlerimdeki intizâmı, incelikleri görün! Böylece varlığıma,
kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın!)dir. Evet, din düşmanları, ilk canlı, kendi
kendine meydâna gelmiş dedikleri gibi, güneş sisteminin, yıldızların,
çeşidli fizik, kimyâ ve bioloji hâdiselerinin de, hep kendiliklerinden olduğunu
söylüyor. Ehl-i sünnet âlimleri, binlerle
kitâblarında, bunlara, gerekli cevâbları verip, hepsini susdurmuşdur.
Aldandıklarını vesîkalarla isbât etmişlerdir. Dînimiz, Âdem aleyhisselâmın
balçıkdan yaratıldığını bildiriyor. Diğer hayvanların ve nebâtların ne sûretle
yaratıldığını bildirmiyor ki, Haldene faraziyyesinin, dîne zararı dokunsun.
İster o söylesin, isterse Darwin veyâ İbni Sînâ söylesin, herşeyi hareket
etdiren, yapan, yaratan Allahü teâlâdır. Bütün enerji şeklleri, hep Onun kudretinin
tezâhürüdür. Îmânı gideren; herhangi bir hâdisenin kendi kendine olduğuna
inanmak ve hayvanların, tek hücrelilerden, yüksek yapılılara doğru,
birbirlerine
ve
nihâyet insana döndüğünü söylemekdir ki, fen bunu göstermiyor ve fen adamları
böyle söylemiyor.
İmâm-ı Gazâlînin “rahmetullahi aleyh” (Tehâfüt-ül-felâsife) kitâbından bir parçası
arabîden türkçeye terceme edilerek (Ma’rifetnâme)nin
kırkbeşinci sahîfesine yazılmışdır. (Ma’rifetnâme)de
diyor ki: (Fen adamlarının sözleri üç kısmdır: Birinci kısmdaki sözleri,
fennin, tecribenin meydâna çıkardığı hakîkatleri bildiriyor. Bu sözleri,
islâmiyyete uyuyor ise de, yanlış kelimeler kullanıyorlar. Meselâ bir şey
kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu
kuvvetler, tabî’at kuvvetleridir. Herşeyi tabî’at kuvvetleri yapıyor diyorlar.
İslâmiyyet de hiçbirşey, kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete
getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, Allahü teâlânın kudretidir. Herşeyi
Allahü teâlâ yapıyor, diyor. Görülüyor ki, islâmiyyet ve fen, aynı şeyi
söylemekde olup, arada yalnız, ism farkı vardır. Böyle sözlerine i’tirâz
etmeyiz. Yalnız, ism değişdirip kabûl ederiz. İkinci kısmdaki sözleri,
islâmiyyetin haber vermeyip, arayıp bulunuz! dediği şeylerdir. Bu sözlerine inanıp
inanmamak, îmânın gitmesine sebeb olmaz. Meselâ, ay tutulması, Erd küremizin
Güneş ile Ay arasına girmesinden oluyor, diyor ve zemânını önceden hesâb
ediyorlar. Çünki Ay, Güneş karşısında olduğu vakt, parlak görünür. Ay, Erd
küresinin gölgesine girince, Güneşden ziyâ alamayıp kararır ve görünmez,
diyorlar. Güneş tutulması da, Ayın Erd ile Güneş arasına girerek, Erd üzerinde
Güneşin görünmesine mâni’ olması sebebi iledir. Ay tutulması, arabî ayların
ortasında, Güneş tutulması ise, ayın ilk veyâ son günü olur, diyorlar. [Güneş,
Erd ve Ay, karpuz gibi, küre şeklinde olup hepsi, birinci semâda hareket
etmekdedir. Eski fizikciler, yedi seyyâre yıldızdan her birinin, birer semâda
bulunduğunu söylerdi. Hâlbuki, yıldızların hepsinin yer kürenin de içinde bulunduğu
birinci semâda bulundukları, Tebâreke sûresinde, bildirilmekdedir.] Fen
adamlarının, ikinci kısmdan olan, böyle sözlerine de i’tirâz etmeyiz.
Müslimânların, böyle sözlere inanmaması lâzımdır diyerek, i’tirâz eden bir
kimse, dîne zarar vermeğe ve islâmiyyeti yıkmağa uğraşmış olur. Çünki, hesâb ve
fizik, kimyâ kanûnları ve tecribeler, bu sözlerin doğruluğunu gösterirken,
bunlar islâmiyyete uygun değildir denirse, fen adamları bu sözlerinde şübhe
etmeyip, bunlara uymayan islâmiyyetin doğru olduğunda şübhe eder. Görülüyor ki,
islâmiyyete yersiz ve yolsuz yardım etmek istiyen câhillerin zararı, yolu ile
hücûm edenlerin zararlarından dahâ büyükdür. [Medîneli Muhammed Osmân efendi
de, 1341 [m. 1923] de İstanbulda basılmış (Basîret-üs-sâlikîn)
kitâbında, Erdin döndüğünü red etmekde, sahîh hadîslere mevdû’ diyerek de, gençleri yanıltmakdadır. Hâlbuki
islâm âlimleri, dünyânın yuvarlak olduğunu, döndüğünü, birçok
kitâblarında, meselâ Ebû Bekr Râzî (Küriyet-ül-Erd)
kitâbında ve (Şerh-ı Mevâkıf)de
isbât etmişlerdir. Fıkh âlimleri bunun üzerine mes’eleler kurmuşlardır. Bekara
sûresinin 22. ci âyetinde meâlen, (Rabbiniz
Erdı sizin için, yatak gibi
döşedi) buyuruldu. (Tefsîr-i Azîzî)de, (Üzerinde oturmanız,
uyuyabilmeniz için, yeryüzünü sâkin, hareketsiz yapdı) diyor. Nahl sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Erdın sizi sarsmaması için, üzerinde dağlar döşedim) buyuruldu. (Sâvî
tefsîri), burada (Erdın hareket etmemesi, size ızdırâb yapmaması
için dağları yaratdı) ve (Beydâvî)de (Dağlar yaratılmadan evvel, Erd, yüzü düz küre
idi. Dönerken yâhud başka sebeb ile hareket eder idi. Dağlar yaratılınca,
hareketine, ızdırâbına, sarsılmasına mâni’ oldular) diyor. Mü’min sûresinin 64. cü âyetinde meâlen, (Allah, Erdı size karâr yapdı)
buyuruldu. (Şeyhzâde), (Abdüllah ibni Abbâs, karâr menzil,
konacak yer demekdir dedi) diyor. Görülüyor ki, âyet-i kerîmeler ve
tefsîrler, Erd yüzünün bir beşik, yatak gibi, sarsıntısız, râhat olduğunu
bildiriyor. Erdın sarsıntısız, hareketsiz olmasından, bunun mihveri etrâfında
dönmediğini ve güneş etrâfında hareket etmediğini anlamak doğru değildir. Erdın
bu iki hareketi bugün kat’î olarak bilinmekde, nemâz vaktleri hesâb
edilmekdedir. Üçüncü kısmda, 54. cü maddeye bakınız!] İmâm-ı Gazâlî, sözüne
devâm ederek, buyuruyor ki: Kat’î ve doğru oldukları, hesâb ve tecribe ile
anlaşılan
hâdiseler
karşısında, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri (Te’vîl
etmek), ya’nî ma’nâlarını çevirip, bunlara uydurmak lâzımdır. Böyle
te’vîller çok yapılmışdır. [Şunu da söyliyelim ki, âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîflere ma’nâ vermek, bizim gibi, câhillerin işi değildir. Din âlimi olmak,
ya’nî dinde söz sâhibi olmak için, ictihâd derecesine yükselmek lâzımdır. Şimdi
dünyâda böyle bir âlim yokdur. Şimdi, âlim olmıyanlar, çeşidli maksadlarla, din
kitâbları yazıyor ve âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere, çala kalem, ma’nâlar
verip, Allahü teâlâ böyle söylüyor, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”
böyle emr ediyor, diyorlar. İslâmiyyeti oyun hâline sokuyorlar. Böyle din
kitâblarını almamalı, okumamalıdır. Din âlimlerinin sözlerini değişdirmeden
yazan kitâb bulup okumak lâzımdır. Fekat, ne yazık ki, böyle din kitâbı, bugün
hemen yok gibidir. Din büyüklerinin ismini koyarak, onlardan terceme diyerek
satılan kitâbların çoğunda da, ilâveler, değişdirmeler veyâ çıkarmalar
yapılarak, kitâbların zararlı bir şekle sokulduğu acı acı görülüyor. Asrlardan
beri câhillerin bu şeklde kitâblar yazmış olduğunu, hele âyet-i kerîme ve
hadîs-i şerîflere, kendi zemânlarındaki, fen bilgilerinden yanlış olanlarına
uydurarak, yanlış ve gülünç ma’nâlar vermiş oldukları, mevcûd ve hattâ meşhûr
ba’zı kitâblarda esefle görülmekdedir.] İslâm dînine inanmıyanları en çok
sevindiren şey, fen ile isbât edilen, meydânda olan hakîkatleri, müslimânların
red etmesi, bunlar kâfirlikdir, demesidir. Çünki, bu sûretle gençleri
aldatmaları çok kolay olur. Fen adamları, maddenin, hücrenin, canlının ve cansızın yok iken, sonradan var olduğunu
söyledikden sonra, ister denizde tesâdüfen olsun, ister başka dürlü
meydâna gelsin, islâmiyyete zarar vermez. Çünki, herşeyi yapan Allahü teâlâdır.
Üçüncü kısmdan olan sözleri, islâmiyyetde açıkça bildirilmiş
olanlara uymıyan sözlerdir. Bunların hepsi faraziyye, ya’nî zan ile veyâ fen
perdesi altında, koyu bir te’assub ve fen yobazlığı ile söyledikleridir.
Herşeyin yokdan yaratılmış olduğu, Âdem aleyhisselâmın çamurdan yapılan
bedeninin, et ve kemiğe dönüp canlanması, Allahü teâlânın var olduğu ve
sıfatları ve kıyâmetde olacak şeyler, tekrâr dirilmek, îmânın esâslarındandır.
Bunlara uymıyan, bunlara olan îmânı bozacak sözlere inanılmaz. Fen adamı,
bunlara uymıyan söz söylemez. Çünki bunlar, fenne uymıyan şeyler değildir.
Herkesi bunlara inandırmak ve aksini söyliyenleri red etmek lâzımdır).
Âdem aleyhisselâmın evlâdı çoğalarak Arabistân, Mısr,
Anadolu ve Hindistâna yayılmışdı. Nûh “aleyhisselâm” zemânında tûfanda, hepsi
boğularak, yalnız gemidekiler kurtuldu. İnsanlar bunlardan türedi. Zemânla
çoğalarak, Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusyaya, ya’nî bütün yeryüzüne
yayıldı. Bu yayılma, hem karadan, hem büyük gemilerle, denizden olmuşdu. O
zemânlarda Asyadan Amerikaya ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı.
Fen ilerledikce, müslimânların, görmeden, akl ermeden,
inandıkları birçok şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmakdadır. Meselâ,
bugün Avrupa ve Amerikada, mekteblerde, şöyle okutuluyor: (Eski jeolojik
devrlerde, güney kıt’aları arasında kara yollarının bulunduğu kabûl edilmişdir.
Meşhûr Meteoroloji âlimi Alfred Wegener, Kontinentverschiebung [karaların
kayması] nazariyyesini kurmuş ve beş [bugün için altı] kıt’anın evvelce
birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemişdir. Başka bir
profesör, kıt’alar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, Zoocoğrafik
tecribelere dayanarak, iddi’â etmişdir. Wegenere göre, Paleozoikum ve
Mezozoikum devrlerinde, kıt’alar birbirlerine yapışık idi. Paleozoikum sonuna
kadar, hayvanlar, Cenûbî Amerika ile Afrika, Asya [doğruca Hindistândan] ve
Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosenden i’tibâren Afrikada
yaşayan hayvanlar, karadan, Cenûbî Amerikaya geçmişlerdir) teorileri
öğretilmekdedir.
Görülüyor ki, Âdem aleyhisselâmın toprakdan yaratıldığı ve
insanların, yeryüzüne, Sûriye, Irâk ve orta Asyadan yayıldıkları, fen bilgileri
ile de, anlaşılmakda-
dır.
Hâdiseleri değil de, propagandaları yazan ve hakîkatlere değil de, siyâsî
menfe’atlere koşan ba’zı târîhciler, islâmiyyete ve islâm büyüklerine, körü
körüne hakâret etmekde hâlâ inâd ederken, fen adamları, fen bilgileri, islâmın
büyüklüğünü, doğruluğunu, gün geçdikce dahâ yakından görmekde ve anlamakdadır].
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmda herşeyin bir nümûnesini,
misâlini yaratmışdır. Onda birçok sıfatlar, latîfeler, kuvvetler vardır. Allahü
teâlâ, Onu yaratmadan çok önce, Onun bir latîfesini, bir sıfatını, uzun zemân
için âlem-i misâlde Onun şeklinde yaratmış, Onun
ismini vermiş, Onun bütün işlerini ve kıyâmete kadar olacak evlâdlarını,
ismleri ile birlikde, âlem-i misâlde meydâna çıkarmışdır. Hepsi
zemânlarında yaşamışdır. Hattâ Cennetlik veyâ Cehennemlik olmuşlar, kıyâmetleri
kopmuş, hesâbları görülmüş, Cennete ve Cehenneme gitmişlerdir. Allahü teâlânın
dilediği çok uzun zemân sonra, Âdem aleyhisselâmın sıfatlarından ve
latîfelerinden başka birisi, yine âlem-i misâlde, evvelki gibi yaratılıp, bunun
da vakti temâm olunca sıfatlarından ve latîfelerinden, üçüncüsünün devresi
başlamışdır. Bunun devresi bitince, dördüncü sıfat, âlem-i misâlde
gösterilmişdir. Böyle devâm etmiş ve bütün sıfatları ve latîfeleri temâm
olunca, en son, bütün sıfatları ve latîfeleri kendisinde toplamış olan Âdem
“aleyhisselâm”, âlemi şehâdetde, ya’nî madde âleminde yaratılmışdır. Allahü
teâlâ, kendisini kıymetli eylemişdir.
Önceden gelen yüzbinlerce Âdemler, hep bu Âdem aleyhisselâmın parçaları ve
başlangıçlarıdır. [Güneş doğmadan önce, ziyâsının sıfatlarının yavaş yavaş
görünmesi gibidir.]
Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh”, kırkbin sene önce
ölen dedesi, âlem-i şehâdetdeki dedesinin latîfe ve sıfatlarından birinin,
âlem-i misâldeki varlığı idi. Kâ’be-i mu’azzamayı âlem-i misâlde tavâf etmişdi.
Çünki, her şey gibi, Kâ’benin de âlem-i misâlde sûreti, benzeri vardır. Bu
fakîr, [ya’nî İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”] çok düşünüyor, araşdırıyorum,
âlem-i şehâdetde, bir Âdemden başka göremiyorum. Âlem-i misâldeki görünüşlerden
gayrı birşey bulamıyorum. Kırkbin sene önce yaşadığını söyleyen kimsenin, ben
senin dedelerinden biriyim, demesi de gösteriyor ki, Âdem aleyhisselâmdan önce
bulunan Âdemler, Âdem aleyhisselâmın latîfelerinin ve sıfatlarının
görünüşleridir. Âdem aleyhisselâmdan başka birer varlık değildirler. Çünki,
başka Âdemin oğulları, bu Âdem aleyhisselâmın oğullarının dedesi olamaz.
Kalbleri hasta, bilgileri az olan ba’zı kimseler, bu vak’a
ve benzerlerini işitince, tenâsüh sanıyor. Böylece âlemin kadîm olduğunu,
yokdan var edilmediğini söylüyorlar ve tekrâr yok olacağını, kıyâmetin
kopacağını inkâr ediyorlar. Kendilerini, şeyh, mürşid olarak tanıtan ba’zı
dinsizler, tenâsüha inanıyor. Rûhlar olgunlaşmadan önce, bir bedenden
ayrılınca, başka bir bedene geçer. Kemâle geldikden sonra, insanlara gelmezler,
tenâsüh yolu ile olgunlaşmış olurlar, diyor ve tenâsühü gösteren birçok
hikâyeler uyduruyorlar. Hâlbuki tenâsüha, ya’nî ölen insan rûhunun başka bir
çocuğa geçerek tekrâr dünyâya gelmesine inanmak küfrdür. Tenâsüh vardır diyen,
dîn-i islâma inanmamış olur. Ya’nî, müslimânlıkdan çıkar. Anlamıyorlar ki,
tenâsüh ile rûhlar kemâle gelirse, Cehennem
kimler için olur, kimler azâb görür? Buna inanmak, Cehennemi inkâr etmek
ve hattâ öldükden sonra tekrâr dirilmeğe inanmamak olur. Zîrâ onlara göre,
rûhun olgunlaşmasına vâsıta olan bedene ihtiyâcı kalmamışdır ki, bedenle haşr
olunsun. Bu yalancı şeyhlerin sözleri, tıbkı, eski felsefecilerin [ve şimdiki
spritizmacıların, medyumların] sözlerine benziyor. Eski felsefeciler,
bedenlerin tekrâr dirileceklerine inanmıyordu. Cennet ni’metleri ve Cehennem
azâbları yalnız rûhlara olacak, diyordu. Bunlar, o felsefecilerden de dahâ
fenâdır. Çünki, onlar tenâsühu red edip, azâbın sâdece rûha olacağını
söyliyorlar. Bunlar ise, hem tenâsüha inanıyor, hem de âhıret azâbını inkâr
ediyor. Bunlara göre azâb, sâdece dünyâdadır ve rûhların temizlenmesi içindir.
[Cinnin heykellere, hasta ve çocuklara girerek konuşdukları görülmüşdür. Böyle
konuşanları iki rûhlu sanıyorlar. Böyle sanmak da, tenâsüha inanmak demekdir.]
Süâl: Emîrden “kerremallahü
vecheh” ve ba’zı Evliyâdan “kaddesallahü esrârehümül’azîz” gelen haberlere
göre, bunlar, dünyâya gelmeden yıllarca önce, şaşılacak işler yapmışlar.
Tenâsüh yokdur dersek, bu haberlere nasıl inanılabilir?
Cevâb: Bu din büyüklerinin
yapmış oldukları işleri, yalnız rûhları yapmışdır. Allahü teâlâ, bunların
rûhlarını insan şekline sokarak, bu şekller, insan gibi iş görmüşdür. Yoksa,
mubârek rûhları, başka bedenlere girmiş değildir. Tenâsüh ise, bir insan
rûhunun, kendi bedenine gelmeden önce, başka bedene te’alluk etmesine denir.
Bir rûhun, beden şekli alması, tenâsüh değildir. Melekler ve cin de, insan
şekline girip birçok şey yapmakdadır ki, hiç tenâsüh değildir. Bir insana hulûl
etmek değildir. Bir bedene girmek değildir.
Meleklere, cinne çeşidli şekl alabilmek kuvveti verdiği
gibi, Allahü teâlâ çok sevdiği kullarının rûhlarına da, bu kuvveti vermekdedir.
Başka bedene ihtiyâc yokdur. [Havâda, her zemân su buhârı vardır ve görünmez.
Kaynar sudan, kazan borusundan çıkan beyâz sis, buhâr değildir. Çok küçük su
damlacıklarıdır. Renksiz gazlar görünmez. Havâdaki renksiz su buhârı, soğuk
sabâhlarda çiğ hâlinde dâneler şeklinde görüldüğü gibi, rûhlar da, görülecek
şekller alabilmekdedir.] İşitdiğimize, okuduğumuza göre, Evliyâdan bir çoğu,
bir ânda çeşidli yerlerde görülmüş, birbirine uymıyan işler yapmışlar. Burada
da latîfeleri, insan şekline girmekde, başka başka bedenler hâlini almakdadır.
Bunun gibi, meselâ Hindistânda oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir
Velîyi, hâcılar Kâ’bede görüp konuşduklarını, başkaları da, meselâ aynı günde
İstanbulda, bir kısm kimseler de, bu Velî ile, yine o gün, Bağdâdda
görüşdüklerini söylemişlerdir. Bu da, o Velînin latîfelerinin muhtelif şekller
almasıdır. Ba’zan o Velînin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere,
yanılıyorsunuz, o zemân, evimde idim. O memleketlere gitmemişdim, o şehrleri
bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum der. Yine bunlar gibi, güç hâlde bulunan kimseler, korku ve tehlükelerden
kurtulmak için, ölü veyâ diri olan ba’zı Evliyâdan yardım istemişdir. O
büyüklerin, kendi şekllerinde olarak, hemen orada bulunduklarını ve imdâdlarına
yetişdiklerini görmüşlerdir. Bu Evliyânın “kaddesallahü teâlâ
esrârehümül’azîz”, yapdıkları yardımdan ba’zan haberi olmakda, ba’zan da
olmamakdadır. [Bu hâl, bilhâssa muhârebelerde görülmüşdür.] Böyle yardımları
yapanlar, o din büyüklerinin rûhları ve latîfeleridir. Latîfeleri ba’zan, bu
âlem-i şehâdetde, ba’zan da âlem-i misâlde şekl almakdadır. Nitekim
Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gecede, binlerce kimse,
rü’yâda görüp istifâde etmekdedir. Bu gördükleri, hep Onun “sallallahü aleyhi
ve sellem” latîfelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki şeklleridir. Yine
bunlar gibi, sâlikler, mürşidlerinin âlem-i misâldeki sûretlerinden istifâde
ederler ve bu yolla müşkillerini çözerler.
Ehî-zâde Abdülhalîm efendi (Rıyâdüssâdât
fî isbât-il-kerâmât lil-Evliyâ-i hâlel-hayât ve ba’del-memât) kitâbında
Evliyânın vefâtdan sonra da kerâmetleri olduğunu isbât etmekdedir.
Ba’zı Evliyânın kümûn ve bürûz etmesi, (Tenâsüh) değildir.
Çünki, tenâsühde rûh, ikinci bir bedene
hayât vermek, onda his ve hareket hâsıl etmek için te’alluk eder. Bürûz etmekde
ise, rûhun başka bir bedene te’alluk etmesi; bunları hâsıl etmek için değil, bu
bedeni olgunlaşdırmak, derecesini yükseltmek içindir. Nitekim cin de, bir
insana te’alluk eder, onda bürûz eder. Fekat, bu te’alluku, bu kimseye hayât
vermek için değildir. Çünki, bu kimse, cin te’alluk etmeden önce diridir ve
duyar, hareket eder. Te’allukdan sonra, bu kimsenin hareketleri ve ba’zı
sözleri, o cinnînin sıfatlarının, hareketlerinin görünmesidir. Evliyânın
büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrarehümül’azîz” kümûn ve bürûz için, birşey
söylememiş, böylece, câhilleri yanlış inanışlara sürüklemeğe sebeb
olmamışlardır.
Bu fakîre “rahmetullahi aleyh” göre, kümûn ve bürûza lüzûm
yokdur. Bir Velî, bir câhili terbiye etmek, yetişdirmek için, onda bürûz
etmeksizin, Allahü teâlâ-
nın
verdiği bir kuvvetle, kendi yüksek sıfatlarını, o kimseye aks etdirir. Teveccüh
ve iltifât buyurarak, o iyi sıfatları onda yerleşdirir. Böylece, o aşağı
derecedeki insan, yükselerek kâmil olur. Âdî sıfatlardan kurtulup iyi sıfatlara
kavuşur. Bunun için de, kümûn ve bürûza hiç hâcet yokdur. Bu, öyle büyük bir
ni’metdir ki, Allahü teâlâ, dilediği kimselere ihsân eder. Onun ni’metleri,
ihsânları pek çokdur.
Ba’zı kimseler de, rûhlar nakl edilir diyor. Bir rûh, kemâle
erdikden sonra, kendi bedenini bırakıp başka bir bedene girebilir diyor. Misâl
olarak, bu kemâle ermiş, bu kuvveti kazanmış bir zâtın komşusu bulunan bir genç
ölmüşdü. Bu zâtın rûhu, ihtiyârlamış olan bedeninden ayrılıp, gencin ölü
bedenine girdi. İhtiyârın bedeni ölüp, genç dirildi, diyorlar. Böyle sözler,
doğru değildir. Tenâsüha dayanan hikâyelerdir. Çünki, bir rûhun ölü bir bedene
hayât vermesi için te’alluk etmesi, tenâsüh demekdir. Rûh naklinin tenâsühden
farkı, tenâsüha inananlar, rûhun, noksan olduğunu, tenâsüh yolu ile kemâl
bulduğunu sanıyor. Bunlar ise, rûhu kâmil bilip kemâle erdikden sonra, başka
bedene nakl edebiliyor, diyor. Bu fakîre göre, rûhun nakline inanmak, tenâsüha
inanmakdan dahâ kötüdür. Çünki, tenâsüh, rûhu olgunlaşdırmak içindir diyorlar.
Bu sözleri yanlış olmakla berâber, rûh kemâle erdikden sonra, başka bedene
niçin geçsin?Kemâl bulan kimse, dünyâyı seyr ve temâşâ için genç bedenlere
neden nakl etsin? Kemâl bulan rûh, bedenlere girmek değil, bedenlerden
kurtulmak ister. Çünki, rûhun bedene te’alluk etmesinden maksad ele geçmiş,
kemâl hâsıl olmuşdur. Bundan başka, rûh naklinde, birinci beden ölerek ikinci
beden dirilmekdedir. Hâlbuki, birinci bedenin, kabrde azâb veyâ sevâb görmesi
lâzımdır. İkinci bedenin tekrâr dirilmesi, dünyâda, kıyâmet kopup, haşr olması
demekdir. Bilmiyorum ki, rûh nakline inananlar, kabr azâbına ve kıyâmet gününe
îmân ediyorlar mı? Yazıklar olsun ki, böyle îmânsızlar, kendilerini din adamı
tanıtmış, kitâbları, mecmû’aları ile, millete müslimânlık öğretmeğe
kalkışmışlardır. Gençleri, kendileri gibi dinsiz, îmânsız yapmağa çalışıyorlar.
Yâ Rabbî, bizleri böyle yazılara inanmakdan, aldanmakdan koru! Sevgili
dînimizden, kıymetli îmânımızdan ayırma! Bu küfr ve şaşkınlıkdan insanı ancak
sen korursun.
EK: Sırası gelmişken, (Âlem-i misâl) için de, birkaç şey bildireyim:
Âlem-i misâl, bütün âlemlerin en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan
herşeyin, âlem-i misâlde bir sûreti, bir görünüşü vardır. Akla, hayâle gelen
şeylerin, ma’nâların, düşüncelerin de bu âlemde bir sûreti vardır. Âlimlerimiz,
Allahü teâlânın misli, benzeri yokdur, fekat misâli vardır demişlerdir. Bu
fakîr, mektûblarımda yazmışımdır ki, tâm tenzîh mertebesinde, misli olmadığı
gibi, misâli de yokdur. Nahl sûresinde, (Allahü teâlâ için misâller getirmeyin) meâlindeki âyet-i kerîme, bu mertebeye işâret
etmekdedir. İnsana, (Âlem-i sagîr) denir.
Âlem-i kebîrdeki herşeyin, insanda bir nümûnesi vardır. Âlem-i misâlin de,
âlem-i sagîrdeki nümûnesi, benzeri, insanın hayâlidir. Çünki, herşeyin
hayâlimizde bir sûreti vardır. Tesavvuf yolunda ilerleyen sâliklerin,
hâllerinin, derecelerinin de hayâlde birer sûreti vardır. Sâliklere, hâllerini
haber veren hayâldir. Hayâl olmasaydı veyâ vazîfesini yapmasaydı,
tesavvufcular, hâllerini bilemezdi. Bunun içindir ki, zıllerin, görünüşlerin
üstündeki mertebelere ilerleyenler, kendi hâllerine câhil ve şaşkın olur.
Çünki, insan hayâli, zıllerin sûretini gösterebilir. Hayâl zıllin dışına
çıkamaz. Zât-i ilâhînin âlem-i misâlde sûretinin olmadığını bildirmişdik.
Âlem-i misâlin örneği olan hayâlde, sûret-i ilâhî olabilir mi? Bunun için,
Zât-ı ilâhîden insanın nasîbi, ancak cehldir, bilmemekdir. Bilinmeyen şey için,
birşey söylenemez. Bundan dolayı, (Allahü teâlâyı tanıyanların dilleri
söyleyemez) buyurmuşlardır. Bilinen şey anlatılır. Bundan dolayı, zıller
âleminde çok şeyler söylenir. Zıl âleminden çıkanların dili söylemez olur.
Allahü teâlânın fi’llerinin, sıfatlarının, ismlerinin zıllerine ve asllarına
yükselenlerin hâlleri, işte böyledir. Görülüyor ki, hayâlde bulunabilen herşey,
zılden hâsıl olmakdadır. Fekat, matlûbun [ya’nî Zât-ı ilâhînin] nişânları, alâ-
metleri
olduklarından (İlm-ül-yakîn) denilen
bilgiye sebeb olurlar. (Ayn-ül-yakîn) ve
(Hakk-ul-yakîn) denilen bilgiler,
zıllerin üstünde, hayâlin dışında hâsıl olan bilgilerdir. Hayâl bilgilerinden
kurtulmak için, tesavvufun (Seyr-i enfüsî) dediği
yolu ve dereceleri de, (Seyr-i âfâkî) denilen
yol gibi aşmak, âfâk ve enfüsün dışında ilerlemek lâzımdır. Evliyânın çoğu,
ancak öldükden sonra, buraya varmakdadır. Bu dünyâ hayâtında, hayâlden
kurtulmaları imkânsızdır. Evliyânın büyüklerinden, pek az seçilmişleri, bu
dünyâ hayâtında iken, bu devlete erdirmekle şereflendirirler. Dünyâda oldukları
hâlde, bilgilerine hayâl karışmaz. Hayâl araya girmeden matlûba kavuşurlar.
Başkalarına, şimşek gibi çakıp geçen Zât-ı ilâhînin tecellîleri, bu büyüklere
dâimî olur. (Vasl-ı uryânî)ye
kavuşurlar.
Ni’mete kavuşanlara, bol bol, âfiyet olsun,
Zevallı, fakîr âşıklar, birkaç lokmayla doysun!
Süâl: Ba’zı kimseler, uykuda,
rü’yâda, âlem-i misâl ve hayâlin sûretlerini görerek, kendilerini büyük bir
hükümdâr veyâ yüksek mevkı’ sâhibi görür. Veyâhud büyük din âlimi olmuş,
herkes, ilm öğrenmek için, etrâfına toplanmış görür. Hâlbuki, âlem-i şehâdetde,
ya’nî uyanık iken, bunların hiçbiri hâsıl olmamakdadır. Böyle rü’yâlar doğru
mudur, yoksa aslı, esâsı yok mudur?
Cevâb: Böyle rü’yâlar boş ve
esâssız değildir. Bu rü’yâyı gören kimsede, mevkı’ sâhibi olmak, âlim olmak
hâli ve kâbiliyyeti var demekdir. Fekat, kuvveti az olup, âlem-i şehâdetde
hâsıl olacak kadar değildir. Eğer, bu hâl, zemânla kuvvetlenirse, Allahü
teâlânın lütfu ile, âlem-i şehâdetde de hâsıl olur. Eğer âlem-i şehâdetde hâsıl
olacak kadar kuvvetlenmezse âlem-i misâlde görünmekle kalır. Kuvveti
mikdârınca, orada görünür. Tesavvuf yolunun sâliklerinin rü’yâları da böyledir.
Kendilerini yüksek makâmlarda, Velîlerin mertebelerinde görürler. Bu hâl,
âlem-i şehâdetde nasîb olursa, pek büyük ni’metdir. Yok eğer, âlem-i misâlde
görünmekle kalırsa, hiç kıymeti yokdur. Çöpçüler, hammallar, rü’yâda,
kendilerini hâkim, pâşa görür. Hâlbuki, uyanık iken, ellerine birşey geçmez.
Rü’yâları üzülmekden, pişmânlıkdan başka birşeye yaramaz. O hâlde, rü’yâlara
güvenmemeli, uyanık iken ele geçene sevinmelidir.
Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,
Geceyle işim yokdur, ben rü’yâyı neylerim.
Bunun içindir ki, büyüklerimiz rü’yâlara ehemmiyyet
vermemiş, talebenin rü’yâsını ta’bîr etmeğe lüzûm görmemişlerdir. Uyanık iken
ele geçene kıymet vermişlerdi. Bundan dolayı, devâmlı görünenlere ehemmiyyet
vermişler, hiç gayb olmıyan huzûru, kazanc bilmişlerdi. Allahü teâlâdan başka
herşeyi unutmak, hiçbir şeyi hâtırlamamak, bunlar için dâimî idi. Başlangıcında
nihâyetde ele geçecekler derc edilmiş olanlara, bu kemâller zor ve uzak
değildir.