Bu mektûb,
Hân-ı Hânân-ı cihâna yazılmış olup, Ehl-i sünnet i’tikâdını ve islâmın beş şartını
ve günâhlardan tevbe etmeği bildirmekdedir:
Mektûbuma Besmele ile başlıyorum. [Ya’nî, dünyâda, bütün
insanlara fâideli şeyleri yaratıp göndermekle merhamet eden ve âhıretde,
Cehennemi hak etmiş olan mü’minleri, afv ve inâyet buyuran, mahlûkâtı yaratan
ve her ân varlıkda durduran ve korku ve dehşetden muhâfaza buyuran Allahü
teâlânın ism-i şerîfi ile, bu mektûbu yazmağa başlıyorum.] Onun seçdiği,
beğendiği iyi insanlara selâmetler olsun!
[İbni Âbidîn, birinci cild, altıncı sahîfede buyuruyor ki,
(Hayvan keserken, av hayvanına ok atarken, ava ta’lîm edilmiş köpeği
gönderirken, (Bismillâh) veyâ (Allahü ekber) demek vâcibdir.
Besmeleyi temâm söylemek de olur. Her rek’atde, Fâtihadan önce, Besmele çekmek vâcib diyenler vardır. Fekat, sünnet
olduğu dahâ doğrudur. Abdest almağa, yimeğe, içmeğe ve her fâideli işe
başlarken, Besmele çekmek sünnetdir. Fâtiha ile
sûre arasında Besmele çekmek, câiz veyâ müstehabdır.
Yürümeğe, oturmağa, kalkmağa başlarken okumak mubâhdır. (Bismillâhillezî lâ-yedurru ma’asmihî şey’ün fil-erdı velâ
fissemâi ve hüves-semî’ul’alîm), ya’nî besmele okuyarak başlanan her
şey, zarar vermez.
Avret yerini açarken, necâset bulunan yere girerken ve Berâe
sûresini, evvelki sûreye bitişik okurken ve sigara içmeğe ve bunun gibi, fenâ
kokulu şeyleri, meselâ soğan, sarmısak gibi şeyleri yimeğe [ve sakal traşı
olmağa başlarken], Besmele çekmek mekrûhdur.
[Sigaranın, soğan ve sarmısak gibi fenâ kokulu şeylere benzetilmesi, tütünün,
bu şeyler gibi, tab’an mekrûh olduğunu, şer’an mekrûh olmadığını göstermekdedir.] Harâm işlemeğe başlarken besmele çekmek, harâmdır. Hattâ, kat’î harâm
olan şeye, bile bile, Besmele çeken kâfir olur dediler. Kur’ân-ı kerîm niyyeti ile, cünübün Kur’ân-ı
kerîm okuması harâmdır.
Hamd etmek, nemâzda vâcib,
hutbede ve her düâdan önce ve yimekden, içmekden sonra sünnetdir.
Her hâtırladıkca söylemek mubâhdır. Pis yerlerde söylemek mekrûh, harâm yidikden,
içdikden sonra söylemek, harâmdır ve belki,
küfre sebeb olur.)].
Lutf ederek göndermiş olduğunuz kıymetli mektûbunuz geldi.
Allahü teâlâya hamd ve şükrler olsun ki, şübhelerin artdığı şu zemânda,
hiçbirşeye ihtiyâcı olmıyan sizin gibi bahtiyârlar,
temiz mayalarının îcâbı olarak, hiçbir münâsebet olmadığı hâlde, bir köşede kalmış,
unutulmuş olan bu fakîrleri düşünmekle, iltifât buyuruyor ve bu tâifeye îmân
ediyorsunuz. Ne büyük ni’metdir ki, çeşidli meşgûliyyet ve bağlılıklarınız,
sizleri bu devletden alıkoymamış ve dağınık işleriniz, onlara muhabbetinize
mâni’ olmamış. Bu büyük ni’metin şükrünü yerine getirmelisiniz ve (El mer’ü me’a men ehabbe), ya’nî, (Herkes, âhıretde, dünyâda iken sevmiş olduğu kimselerle
berâber bulunacakdır) hadîs-i
şerîfinden ümmîdli olmalısınız!
Ey kıymetli ve bahtiyâr insan! Yetmişüç fırka içinde,
Cehennemden kurtulan, yalnız (Ehl-i sünnet
vel-cemâ’at) fırkasıdır. Her müslimân, Ehl-i
sünnet i’tikâdını öğrenmeli, îmânını buna göre düzeltmelidir. Asrlardan
beri dünyâya yayılmış olan müslimânların çoğu, Ehl-i
sünnet idi. [Gelmiş olan yüzbinlerle Ehl-i
sünnet âlimlerinin, milyonları aşan kitâbları, dünyânın her tarafına,
islâmiyyeti yaymış, tanıtdırmışdır. Cehennemden kurtulmak istiyen, bu doğru
kitâbları bulup, okuyup i’tikâdını düzeltmelidir.] Ehl-i
sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan i’tikâda uymıyan fenâ, bozuk
i’tikâdlar, îmânlar, ya’nî bunlara gönül bağlamak, gönlü öldüren bir zehrdir.
İnsanı sonsuz ölüme, ebedî azâba götürür. Amelde, ibâdetlerde tenbellik,
gevşeklik olursa, afv olunabilir. Ammâ, i’tikâdda gevşek davranmak afv olunmaz.
(Şirki, ya’nî küfrü, aslâ afv etmiyeceğim. Diğer bütün günâhları, istediğim
kimselerden afv ederim!) meâlindeki
âyet-i kerîme meşhûrdur.
Ehl-i sünnet
i’tikâdını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre i’tikâdı düzeltmelidir. Hak
teâlâdan, yalvararak, bu i’tikâd üzere dâim olmayı istemelidir.
[Herşeyin yokdan var olduğunu, bütün varlıkların yok
olduğunu görüyoruz. Bu hâl sonsuzdan böyle gelmiş olamaz. Herşeyi yokdan var
eden ve hiç yok olmıyan bir yaratıcı yaratmışdır. Bu yaratıcı, varlığını
bildirmek için, Peygamberler ve kitâblar göndermişdir. Peygamberler ve
kitâblar, meşhûrdur. İsmleri, dünyânın her yerindeki kütübhânelerde yazılıdır. Meydânda olan şey, inkâr olunamaz. Allahü
teâlânın, varlığına inanmamak, meydânda olan şeyi inkâr etmek olur.
Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmamak, günlük hâdiseleri, kitâbda
okuyup, inanmamak gibidir. Bu da, akllı bir kimsenin yapacağı birşey değildir.]
Biliniz ki, Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun
var etmesi ile var olmuşdur. Onun yaratması ile yoklukdan varlığa gelmişdir. O,
sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Ya’nî hep var idi. Varlığından evvel
yokluk olamaz. Ondan başka herşey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan
yaratdı. Kadîm ve ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fânî ve
muvakkat olur, ya’nî yok olur. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî, varlığı lâzım olan,
yalnız Odur. İbâdete hakkı olan da, yalnız Odur. Ondan başka herşeyin var
olmasına lüzûm yokdur. Olsalar da olur, olmasalar da. Ondan başka hiçbirşey,
ibâdet olunmağa lâyık değildir.
Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem’, Basar, Kudret, İrâde, Kelâm ve Tekvîndir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir.
Varlıkları Zât-i ilâhî iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her
ân meydâna gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların
bağlandığı şeylerin sonradan var olması, sıfatların ezelî olmasına mâni’ olmaz.
Felsefeciler, yalnız akla güvendiklerinden, aklları da noksân olduğundan,
müslimânlardan mu’tezile fırkası da, iyi göremediğinden, eşyâ hâdis olduğu
için, bunları var eden ve idâre eden sıfatlar da hâdisdir deyip geçdiler. Bu
sûretle kadîm olan (Sıfât-ı kâmile)yi,
inkâr etdiler. İlm sıfatı, zerrelere kadar işlemez. Ya’nî, Allahü teâlâ, ufak
tefek şeyleri bilmez. Çünki, eşyâdaki değişiklikler, ilm sıfatında değişiklik
yapar. Kadîm olanda ise, değişiklik olamaz, dediler. Hâlbuki bilmediler ki,
sıfatlar ezelîdir. Bunların eşyâya te’allukları, bağlantıları hâdisdir.
Noksân sıfatlar, Onda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin,
cismlerin, arazların, ya’nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan
şeylerden münezzehdir, uzakdır. Allahü teâlâ, zemânlı değildir, mekânlı
değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafda değildir. Zemânları,
yerleri, cihetleri O yaratmışdır. Birşey bilmiyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde
sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur.
Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana,
her zemân var olana, yer olabilir mi? Yalnız şu kadar var ki, Arş, mahlûkların
en şereflisidir. Herşeyden dahâ sâf ve dahâ nûrludur. Bunun için, ayna gibidir.
Allahü teâlânın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki, ona (Arşullah) denir. Yoksa, Allahü teâlâya göre, Arş
da, diğer eşyâ gibidir. Hepsi, Onun mahlûkudur. Yalnız Arş, ayna gibidir. Diğer
eşyâda bu kâbiliyyet yokdur. Aynada görünen bir insana, aynanın içindedir
denilir mi? O insanın aynaya olan nisbeti, karşısında bulunan diğer eşyâya olan
nisbeti gibidir. İnsanın, hepsine olan münâsebeti aynıdır. Yalnız, ayna ile
diğer eşyâ arasında fark vardır. Ayna, insanın sûretini gösterebiliyor, diğer
eşyâ ise, göstermiyor.
Allahü teâlâ, madde değildir, cism değildir, araz, hâl
değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona,
(Vâsi’) ya’nî geniş deriz. Fekat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız
gibi değildir. O, (Muhît)dir. Ya’nî
herşeyi çevirmişdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi
değildir. O, (Karîb)dir. Yakındır ve
bizimledir. Fekat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vâsi’, muhît, karîb ve
bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu sıfatların ne demek olduğunu
bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbirşeyle
ittihâd
etmez, birleşmez. Hiçbirşey de Onunla birleşmez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O
da, birşeye hulûl etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz],
terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yokdur. Kadını, çocukları yokdur. O,
bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz,
düşünülemez. Benzeri, nümûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ
vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fekat kendisinde, varlığında ve
sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır.
İnsanlar Onu anlıyamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Rabbiniz değil miyim?
Sorulduğunda,
Onu anlıyanlar,
O vardır diyip kesdiler sözü.
[İmâm-ı Rabbânî 266.cı mektûbda diyor ki, (Allahü teâlâ
vardır, birdir. Hayydır, diridir. Her şeyi görür. Hareketleri, düşünceleri,
dünyâ ve âhıretdeki şeyleri, ezelde, bir anda bilir. O ve sıfatları ve işleri,
akl ile anlaşılamaz ve anlatılamaz. İnsan birşey yapmak irâde edince, O da
isterse, hemen yaratır. İnsanın istemesine (Kesb) denir.
Onun istemesine (Halk) denir. Onun söylemesi
de, hep bir kelimedir.)]
İslâm âlimlerinin, (Allahü teâlânın gönderdiği ni’metleri
düşününüz. Allahü teâlânın nasıl olduğunu düşünmeyiniz), sözleri meşhûrdur.
Allahü teâlânın ismleri, (Tevkîfî)dir.
Ya’nî dînin sâhibinin bildirmesine mevkûfdur, bağlıdır. İslâmiyyetin söylediği
ismi söylemelidir. İslâmiyyetin bildirmediği ism söylenemez. Ne kadar kâmil,
güzel ism olsa da, söylenmemelidir. Cevâd denir. Çünki islâmiyyet, Cevâd
demekdedir. Fekat, yine cömerd ma’nâsında olan (Sahî) ismi söylenemez. Çünki
islâmiyyet, Ona sahî dememişdir. [Şu hâlde, tanrı da denemez. Hele ibâdet
ederken, ezân okurken, Allah ismi yerine, tanrı demek, çok günâh olur.]
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, islâm
harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma
göndermişdir. Bununla kullarına emrlerini, nehy [ya’nî yasak]lerini
bildirmişdir.
Biz mahlûklar, [buğazımızdaki ses iplikcikleri], dil ve
damağımız ile konuşuyor, arzûlarımızı harf ve ses şeklinde meydâna çıkarıyoruz.
Allahü teâlâ da ses zarları, ağız dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti
ile, harf ve ses içinde kullarına göndermişdir. Emrlerini, nehylerini harf ve
ses içinde meydâna çıkarmışdır. Her iki kelâm
da Onundur. Ya’nî harf ve ses içine sokulmadan evvelki (Kelâm-ı nefsî)si ve harf ve ses içinde
bulunan (Kelâm-ı lafzî)si hep Onun
kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve
lafzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâz
demek, ya’nî kelâm gibi demek, yanlışdır. Çünki, mecâz olan şeyler red
edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı
değildir demek, küfrdür. Evvelce gelen Peygamberlere “alâ nebiyyinâ ve
aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilen kitâblar ve sahîfeler de, hep Allah
kelâmıdır. O kitâblarda ve sahîfelerde ve Kur’ân-ı
kerîmde bulunanların hepsi, (Ahkâm-ı ilâhî)dir.
Her vakte uygun olan hükmleri, o zemânın insanlarına göndermiş ve onları
bunlardan mes’ûl tutmuşdur.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde, cihetsiz olarak ve
karşısında bulunmıyarak ve nasıl olduğu anlaşılmıyarak ve ihâtasız, ya’nî bir
şeklde olmıyarak görecekdir. Allahü teâlâyı âhıretde görmeğe inanırız. Nasıl
görüleceğini düşünmeyiz. Çünki, Onu görmeği akl anlıyamaz. İnanmakdan başka
çâre yokdur. Felsefecilere ve mu’tezile ismindeki müslimânlara ve Ehl-i sünnetden başka bütün fırkalara yazıklar olsun
ki, kör olduklarından, buna inanmakdan mahrûm kaldılar. Görmedikleri,
bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak îmân şerefine
kavuşamadılar. [Allahü teâlâ, dünyâda
kendini göstermedi. His uzvları ile anlaşılamadı. Böyle olması, insanlara büyük
rahmetdir. Görülseydi, kötü kimseler, Ona hakâret ederler, alay ederler, kahr
ve gadab-ı ilâhîye sebeb olurlardı. Kötülerin ya -
nı sıra, iyiler de azâb görürdü. Dünyâda râhat, huzûr kalmazdı.]
Allahü teâlâ, insanları yaratdığı gibi, insanların işlerini
de, O yaratıyor. İyi ve fenâ şeylerin hepsi Onun takdîri, dilemesi iledir.
Fekat, iyi işlerden râzıdır, beğenir. Fenâlardan râzı değildir, beğenmez. İyi
ve kötü her iş, Onun istemesi ve yaratması ile ise de, Onu yalnız, bir kötü
şeyin yaratıcısı olarak adlandırmak edebsizlik olur. Kötülüklerin yaratıcısı
dememelidir. İyi ve kötünün yaratıcısıdır demelidir. Meselâ, herşeyin hâlıkıdır
demeli. Fekat, pisliklerin veyâ domuzların hâlıkı dememelidir. Ona karşı edeb,
böyle olur. Mu’tezile fırkası [ve ba’zı sapık kimseler] ne kadar bayağı
düşünüyor! İyi, kötü her işini, insan, kendi yaratır diyor. Akl da, din de
bunun yanlış olduğunu gösteriyor. Doğru söyliyen âlimler, ya’nî Ehl-i sünnetin büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” insanın, yapdığı işde, kendi kuvveti de te’sîr ediyor dedi ve bu
te’sîre (Kesb) ismini verdiler. Çünki,
elin titremesi ile, istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere
insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî hareketlere ise karışıyor. İşte, bu
kadar karışmaları, süâle ve cezâya sebeb olmakda, insan, sevâb veyâ günâh
kazanmakdadır. İnsanların kudret ve ihtiyârına inanmıyan, insanları âciz ve
mecbûr zan eden kimse, din âlimlerinin sözlerini anlamamışdır. Bu büyüklerin
insanda kudret ve irâde var demeleri, insan her istediğini yapar ve
istemediklerini yapmaz demek değildir. Böyle olmak kullukdan uzakdır.
Büyüklerin sözü, insanlar, emr olunan şeyleri yapabilir demekdir. Meselâ, beş
vakt nemâz kılabilir. Malın kırkda birini zekât verebilir. Oniki ayda, bir ay
oruc tutabilir. Yol ve yiyecek parası olan, ömründe bir kerre hac yapabilir.
Bunlar gibi, ahkâm-ı islâmiyyenin hepsini yapabilir. Allahü teâlâ, çok
merhametli olduğu için, insanların za’îfliğine ve kuvvetlerinin azlığına göre,
bütün ibâdetlerde en hafîf, en kolay olanları emr etmişdir. (Allahü teâlâ, sizlere kolaylık istiyor, güçlük istemiyor) ve (Allahü teâlâ sizlere hafîf, kolay emr etmek istiyor.
İnsanlar, za’îf, kuvveti az yaratılmışdır) meâlindeki âyet-i kerîmeler
meşhûrdur.
[Dinde harac, zorluk yokdur, demenin ma’nâsı da budur.
Ya’nî, Allahü teâlâ kolaylık emr etmişdir, demekdir. Yoksa, herkes, hoşuna
giden şeyleri yapsın, nefsine zor gelen şeyleri yapmasın, ibâdetleri râhat ve
kolay ve keyfine göre değişdirsin demek değildir. Dinde ufak bir değişiklik
yapmak, küfrdür, dinsizlikdir.]
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâ
tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya
çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, se’âdet yoluna çekmek için
gönderilmişlerdir. Dâ’vetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler,
inanmıyanları ve inanıp da yapmıyanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır.
Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yokdur.
Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır “sallallahü aleyhi ve
selleme aleyhi ve aleyhim ecma’în”. Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş,
yürürlükden kaldırmışdır. Onun kitâbı, geçmiş kitâbların en iyisidir. Onun dîni
kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değişdirilmiyecekdir. Îsâ
“aleyhisselâm” gökden inecek, Onun dîni ile amel edecek, ya’nî Onun ümmeti
olacakdır.
[Ba’zı kimseler, din, zemâna göre değişir, islâm ahkâmı
tefessüh etmiş, eskimişdir. Asrımızın
îcâblarını karşılayacak bir din lâzımdır diyor. Evet, din, zemânla değişir.
Fekat bunu, sâhibi, ya’nî Allahü teâlâ değişdirir. Nitekim Âdem
aleyhisselâmdan beri, çok kerre değişdirmiş ve en son olarak ve kıyâmete kadar
bütün îcâbları, ihtiyâcları karşılayacak, en mükemmel, en üstün bir din olarak,
Muhammed aleyhisselâmın dînini göndermişdir. Zevallı insanlar, Allahü teâlânın
mükemmel dediği dinden dahâ iyisini mi yapabilecek? Evet milletlerin kanûnları
da, zemânla değişir. Fekat, bunu ancak millet meclisleri değişdirebilir. Her
bekçi ve çoban değil! (Mecelle)nin
otuzdokuzuncu maddesinde ve şerhinde diyor ki, (Ahkâm zemânla değişir. Örf ve
âdete tâbi’ olan ahkâm değişir. Nass ile anlaşılan ahkâm zemânla değişmez.)]
Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetden haber verdiği şeylerin
hepsi doğrudur. Kabr azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabrde Münker ve Nekîr
denilen iki meleğin sü-
âl
sorması, kıyâmetde herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların
yollarından çıkıp dağılacakları, küre-i Erdın, dağların parçalanması ve
herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerine
toplanması, ya’nî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o
günün dehşeti, korkusu ve kıyâmetde süâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan
şeylere orada, ellerin, ayakların ve her a’zânın şehâdet etmesi ve iyilik ve
kötülük defterlerinin uçarak sağ veyâ sol tarafdan verilmesi ve iyiliklerin ve
günâhların, oraya mahsûs bir terâzîde dartılması hakdır, doğrudur. Orada sevâbı
ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyân edecekdir. Oradaki terâzî,
bilinmiyen bir terâzî olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terâzîsinin aksinedir.
Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafîfdir. [Orada yer çekimi kuvveti
yokdur.]
Orada önce Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”,
sonra sâlih kullar ya’nî Evliyâ-i kirâm
“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Allahü teâlânın izni ile, günâhı çok
olan mü’minlere şefâ’at edecekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki: (Ümmetimden büyük günâhları
olanlara şefâ’at edeceğim). Cehennemin üzerinde sırât köprüsü
vardır. Mü’minler, bu köprüden geçip, Cennete gidecekdir. Kâfirlerin ayakları
kayarak, Cehenneme düşeceklerdir.
[Sırât köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi
sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek için, imtihân köprüsünden geçilir diyoruz.
Her talebe imtihân köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçdiği için köprü diyoruz.
Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen hiçbir tarafı yokdur. İmtihân köprüsünden
geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fekat bu, köprüden
denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân köprüsünün nasıl olduğunu, buradan
geçenler bilir. Sırât köprüsünden de herkes geçecek, ba’zıları da geçemeyip
Cehenneme yuvarlanacakdır. Fekat, bu köprü ve buradan geçmek ve Cehenneme
düşmek, dünyâ köprüleri gibi ve imtihân köprüsü gibi değildir. Bunlara hiç
benzemez.]
Mü’minlere mükâfât ve ni’met için hâzırlanmış olan Cennet ve
kâfirlere azâb için hâzırlanmış olan Cehennem [şimdi] vardır. Her ikisini de,
Allahü teâlâ, yokdan var etmişdir. [Kıyâmetde herşey yok edilip, tekrâr
yaratıldıkdan sonra] ebedî olarak varlıkda kalacaklar, hiç yok olmıyacaklardır.
Süâl ve hesâbdan sonra, mü’minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar,
Cennetden hiç çıkmıyacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince,
Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların
azâblarının azaltılması câiz değildir. [İbni
Teymiyye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmekdedir.] (Onların azâbları hafîfletilmiyecek, onlara hiç yardım
olunmıyacakdır) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı
bulunanı, günâhlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları
kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyâh yapmazlar.
Kâfirlerin yüzleri ise, siyâh yapılır. Mü’minleri Cehennemde zincirlere
bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın
hurmeti, kıymeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü
teâlânın emrlerine ısyân etmeleri câiz değildir.
Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yokdur. Doğurmazlar, çoğalmazlar.
Allahü teâlâ, bunlardan ba’zılarını peygamber olarak seçmişdir. [Diğer
meleklere] Vahy [haber] götürmek vazîfesi ile şereflendirmişdir. Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmat” kitâblarını ve sahîfelerini getiren bunlardır.
[Meselâ En’âm sûresini Cebrâîl “aleyhisselâm” ile birlikde yetmişbin melek
getirmişdir.] Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların
Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şübheli, ihtimâlli değildir.
Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklüğünden korkudadır.
Kendilerine verilen emrleri yapmakdan başka işleri yokdur.
ÎMÂN: Ehl-i sünnet âlimlerinin
kitâblarında yazılı olan, Peygamberimizden “sallallahü
aleyhi ve sellem” gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demek-
dir. [Her lisan ile söylemenin câiz olduğu, (Dürr-i yektâ)da yazılıdır.] İbâdetler, îmândan
değildir. Fekat, îmânın kemâlini artdırır ve güzelleşdirirler. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme”, îmân artmaz ve
azalmaz, buyuruyor. Çünki îmân, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması
demekdir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak
değil, zan ve vehm denir. Îmânın kâmil veyâ noksan olması, ibâdetlerin çok ve
az olması demekdir. İbâdet çok olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde,
mü’minlerin îmânları, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmânları
gibi olmaz. Çünki, bunların îmânları ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine
varmışdır. Diğer mü’minlerin îmânları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki
îmân, îmân olmakda ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile, başka
dürlü olmuşdur. Sanki aralarında benzerlik yokdur. Mü’minlerin hepsi, insan
olmakda, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile ortakdır. Fekat,
başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmışdır.
İnsanlıkları, sanki başka dürlü olmuşdur. Sanki, müşterek olan insanlıkdan dahâ
yüksek insandırlar. Belki, insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme” (Ben
elbette mü’minim) demelidir, diyor. İmâm-ı şâfi’î
“aleyhirrahme” ise (Ben inşâallah mü’minim) demelidir, buyuruyor. Bunun ikisi
de doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken (Ben elbette mü’minim) demelidir.
Son nefesdeki îmânını söylerken (Ben inşâallah mü’minim) der. Fekat, burada da,
şübheli söylemekdense, elbette demek dahâ iyidir.
Mü’minin, büyük dahî olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez.
Kâfir olmaz. İşitdiğime göre, İmâm-ı a’zam, Bağdâdın büyük âlimleri ile, bir
yerde oturmuşlardı. Biri gelip dedi ki: (Bir mü’min, babasını haksız olarak
öldürse, (ve sonra şerâb içerek) serhoş olsa ve zinâ etse, îmânı gider mi?).
İşiten âlimlerin hepsi, o mü’mine kızdı. Bunu sormağa lüzûm yok! Îmânı elbet
gider. Kâfir olur dediler. İmâm-ı a’zam “aleyhirrahme” buyurdu ki, (O kimse
yine mü’mindir. Günâh işlemekle, îmânı gitmez). Âlimler, bu cevâbı beğenmeyip,
İmâm-ı a’zama dil uzatdılar. Sonra, İmâm sözünü isbât edince, hepsi kabûl etdi.
Günâhı çok olan bir mü’min, son nefesi buğazına gelmeden evvel, tevbe ederse,
kurtulması çok umulur. Çünki, Allahü teâlâ, tevbeyi kabûl edeceğini va’d
buyurmuşdur. Eğer tevbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü
teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse günâhlarının hepsini afv ederek Cennete
sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ sıkıntılar ile günâhları kadar, azâb
yapar. Fekat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünki, âhıretde merhamete
kavuşamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacakdır.
Eğer günâhlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın
lutfü, inâyeti ile kavuşacakdır. [Onbirinci
maddeye bakınız!] Yâ Rabbî! Sen bizlere hidâyet verdikden sonra, doğru yolu gösterdikden
sonra, kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından, bizleri koru! Bizlere
merhamet et! Şu hâlimize acı! Bizleri bu küfr ve irtidât karanlığından ancak
sen koruyabilirsin!
Ehl-i sünnet âlimlerine “Allahü teâlâ onların çalışmasına
bol bol mükâfât versin!” göre halîfelikden konuşmak, dînin esâs bilgilerinden
değildir. Ya’nî îmâna bağlı birşey değildir. Fekat, ba’zıları bunda taşkınlık
yapdığından, [hoca şekline giren, çenesi kuvvetli birkaç zındık, kendilerine
âlim deyip, sözleri ile, kitâb ve mecmû’aları ile, iftirâ ederek, müslimânları
zehrlediklerinden], doğru müslimânların âlimleri, halîfeliğe âid bilgileri, kelâm
ilmine, ya’nî îmân bilgisine sokmuş, işin doğrusunu bildirmişlerdir.
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâdan sonra “aleyhi ve
aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” müslimânların halîfesi, ya’nî Peygamber
efendimizin “aleyhisselâm” vekîli ve müslimânların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır
“radıyallahü anh”. Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûkdur “radıyallahü anh”.
Ondan sonra, Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh”, ondan sonra, Alî ibni Ebî
Tâlibdir “radıyallahü anh”. Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası
gibidir. Bunlardan
Şeyhaynın
[ya’nî ilk ikisinin], diğer ikisinden dahâ üstün olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve
Tâbi’în-i ızâmın hepsi söylemişdir. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız
bildirmekdedir. Meselâ İmâm-ı şâfi’înin
“aleyhirrahme” sözü meşhûrdur. Ehl-i sünnetin
reîslerinden olan Ebül-Hasen-i Eş’ârî buyuruyor ki, (Şeyhaynın, diğer bütün
ümmetden üstün olduğu muhakkakdır. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ zındıkdır).
İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Beni, Ebû Bekr ile Ömerden “radıyallahü
anhümâ” üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi, onu
döverim). Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, (Gunye-tüt-tâlibîn)
kitâbında buyuruyor ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki, (Allahü teâlâdan istedim ki, benden
sonra Alî “radıyallahü anh” halîfe
olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Allahü teâlânın
dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîkdır.) Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” yine
buyurdu ki, Alî “radıyallahü anh” dedi ki, Peygamber “sallallahü aleyhi
ve sellem” bana buyurdu ki: (Benden sonra halîfe
Ebû Bekr olacakdır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra da sen “radıyallahü anhüm” olacaksın!).
İmâm-ı Hasen, İmâm-ı Hüseynden dahâ üstündür “radıyallahü
anhümâ”. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi
aleyhim ecma’în” buyurdu ki: İlmde ve ictihâdda Âişe “radıyallahü anhâ”,
Fâtımadan “radıyallahü anhâ” üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî “radıyallahü anh”, (Gunye) kitâbında diyor ki, (Âişe “radıyallahü
anhâ” dahâ üstündür). Bu fakîre göre ise, ilmde ve ictihâdda Âişe, zühd ve
dünyâdan kesilmekde ise, Fâtıma dahâ ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i
Fâtımaya (Betûl) [ya’nî çok temiz]
demişlerdir “radıyallahü anhümâ”. Âişe “radıyallahü anhâ” ise, Eshâb-ı kirâma islâmiyyeti
öğretirdi. Eshâb-ı kirâm, bütün müşkillerini, ondan sorup öğrenirdi.
Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebeler,
meselâ Deve vak’ası ve Sıffîn vak’ası, iyi niyyetlerle, güzel sebeblerle
yapılmış olup, nefsin arzûları ile, inâd ve düşmanlık ile değildi. Çünki,
onların hepsi büyük idi. Kalbleri Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” sohbetinde ve mubârek nazarları karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve
düşmanlık gibi şeyler kalmamışdı. Bunların sulhları da, ayrılık ve muhârebeleri
de, Hak için idi. Herbiri, kendi ictihâdına göre hareket etmişdir.
İctihâdlarına uymıyanlara inâd ve düşmanlık etmiyerek, onlardan ayrılmışdır.
İctihâdı doğru olanlara iki veyâ on sevâb, isâbet etmiyenlere de, bir sevâb
vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da, doğru
olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünki, bunlar da, sevâb kazanmışdır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, bu muhârebelerde
Emîr [ya’nî Alî] “radıyallahü anh” haklı idi. Ona uymıyan ictihâdlar doğru
değildi. Fekat, hiçbirine dil uzatılamaz. Nerde kaldı ki, kâfir ve fâsık
denilebilsin! Bu muhârebelerde Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kardeşlerimiz
bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fâsık değildir. Çünki, ictihâdlarına göre hareket
ediyorlar). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Eshâbıma dil uzatmakdan sakınınız!). Görülüyor
ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmının hepsini
büyük bilmemiz ve hepsini hurmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu
büyüklerden hiçbirini fenâ bilmemeli, kötü sanmamalıyız! Onların birbirleri ile
olan muhârebelerini, başkalarının sulhlarından dahâ iyi bilmelidir. Kurtuluş
yolu budur. Çünki, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi “sallallahü
aleyhi ve sellem” sevmekden ileri gelir. Onlara düşmanlık, Ona düşmanlık olur.
Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şiblî “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Eshâb-ı kirâma
hurmet etmiyen bir kimse, Muhammed aleyhisselâma îmân etmiş olmaz “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în”.)].
[Âlûsî, (Gâliyye) kitâbında
diyor ki, (Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde
Eshâb-ı kirâmı övmekdedir. İlk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikde
bunların izinde olanlardan râzı olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâ, ancak
mü’min olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olur. Kâfir olarak öleceğini
bildiği kulundan râzı olduğunu bildirmesine imkân yokdur. Bunun için, Eshâb-ı
kirâmı öven âyet-i kerîmeler, onların
âdil
olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted olduklarını söyliyenleri
red etmekde, böyle söyliyenlerin kötü niyyetli, zındık olduklarını
bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâmın hepsini öven hadîs-i şerîfler pek çokdur.
Bunların meşhûrlarından biri, Dârimînin ve İbni Adînin bildirdikleri (Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete
kavuşursunuz!) hadîs-i şerîfidir). Ahmed Nâmıkî Câmînin
“rahmetullahi aleyh” (Üns-üt-tâibîn) kitâbı
fârisîdir. Rızâ şâh zemânında Tahranda basılmış olanın kırkdördüncü
sahîfesinde, dört halîfe ismleri ile yazılarak herbiri ve Eshâb-ı kirâmın hepsi
çok övülmekde ve hepsini sevmemiz lâzımdır demekdedir. Eshâb-ı kirâmın
“aleyhimürrıdvân” kıymetini, büyüklüğünü bilemiyen, bu büyükleri kendileri gibi
sanıp, kötüleyen sapıklara çok şaşılır. Cehenneme gidecekleri bildirilen,
yetmişiki bid’at fırkasının en kötüsü bunlardır.
Bunlar, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” izinde gidiyoruz diyerek,
müslimânların çok sevdiği, mubârek (Alevî) ismini
kendilerine takıyorlar. İslâm düşmanlığını
bu mubârek ismin maskesi altında yapıyorlar. Şunu iyi bilmelidir ki, (Alevî) ismini taşıyan kimseler iki
kısmdır. Biri, müslimân ismini taşıyan sinsi islâm düşmanları, ya’nî
zındıklardır. Bunların ismine aldanmamalıdır. İkinci kısm (Alevîler), hazret-i Alîyi seven hakîkî
müslimânlardır. Yalancı alevîler, temiz gençleri aldatıyorlar. [m. 1958] de,
İstanbulda türkçe basdırdıkları (Hüsniyye) ismli
bir kitâbdaki, uydurma hikâyeleri, câhiller ve en çok köylü kadınlar arasına
yayarak, islâm büyüklerini kötüliyorlar. Bu kitâbın, Mürtezâ adındaki bir
yehûdî tarafından arabî olarak yazıldığı, (Tuhfe) kitâbında
bildirilmekdedir. Sonra, İbrâhîm Esterâbâdî isminde bir hurûfînin fârisîye
terceme etdiği ve 958 [m. 1551] de öldüğü (Esmâ-ül
müellifîn)de yazılıdır. (Eshâb-ı Kirâm)da
ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbındaki (Tezkiye-i Ehl-i beyt) risâlesinde o bozuk
yazılar, çirkin iftirâlar, vesîkalarla çürütülmüş,
Mürtedâ, 436 [m. 1044] de, kardeşi Radî bin Tâhir de, [406] da Bağdâdda
ölmüşdür. Türkçe (Menâkıb-i Çihâr yâr-ı güzîn) kitâbında,
Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri uzun yazılıdır. Bu kitâb, 1998 de İstanbulda
(Hakîkat Kitâbevi) tarafından basdırılmışdır.
Hurûfî denilen zındıkların i’tikâdda ve amelde birçok
noktaları, Ehl-i sünnetden ayrılıyor ise de,
bunların taşkınlık yapanları, kâfir olmakdadır. Bunlar, yok olmak üzere iken,
içlerinden, şâh İsmâ’îlin devlet kurması ile, çoğaldılar. Memleketimize de
sokularak, hemen hemen bütün tekkelere bulaşmış ve birçok ma’sûmlar bu sârî
hastalığa yakalanarak, ebedî ölüme sürüklenmişdir. Cenâb-ı Hak, bizleri, Ehl-i sünnetin doğru, temiz i’tikâdından ayırmasın.
Müslimânlar arasında bölücülük yapan vehhâbîlik ve kızılbaşlık tehlükesinden
muhâfaza buyursun! Âmîn. (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) başında
diyor ki: Bu sapık inanışı kuran, Abdüllah bin Sebe’ adında Yemenli bir
yehûdîdir. Sen tanrısın dediği için hazret-i Alî bunu Medâyine sürdü. [Bunun
yehûdî olduğu, 34 [m. 654] senesinde Mısrdan Medîneye gelip, müslimân olduğunu
söylediği, (Müncid)de yazılıdır.] Bu
dalâlet fırkası, her asrda başka bir hâl almış, şâh İsmâ’îl zemânında, belli
bir şekle sokularak, kitâblar yazılmışdır. Şî’îlik, hazret-i Alî zemânında
kuruldu. İnsanlar arasında yayılması dahâ sonra başladı. Hicretin altmış
senesinde (Kîsâniyye), altmışaltı
senesinde (Muhtâriyye) ve yüzdokuz
senesinde (Hişâmiyye) fırkaları ortaya
çıkdı ise de, tutunamadılar, yok oldular. Asrlar boyunca müslimânları doğru
yoldan ayıran (Zeydiyye) fırkası,
yüzoniki senesinde ve öteki fırkaların hepsi dahâ sonra meydâna çıkdı.
Müslimânlar arasında bölücülük yapan bid’at
fırkalarının birkaçı Eshâb-ı kirâm zemânında ortaya çıkmış, diğerlerinin ortaya
çıkması ve hepsinin kuvvetlenerek müslimânlar arasına yayılması, Eshâb-ı
kirâmın hepsinin ölümünden sonra olmuşdur. Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç
grubda toplanmakdadır:
1) (Tafdîliyye),
hazret-i
Alî, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar.
2) (Sebbiyye), Eshâb-ı kirâmdan
birkaçından başkası, zâlim, kâfir oldular, diyorlar. Bunları sebb ediyorlar.
Ya’nî kötülüyorlar.
3) (Gulât), hazret-i Alî
“kerremallahü teâlâ vecheh” tanrıdır diyorlar. (Sebeiy-
ye) ve
(Nusayriyye) fırkaları böyledir. İbâdet
etmezler. Bu fırkayı, Abdüllah bin Sebe’ ismindeki bir yehûdî kurmuşdur.
Bunlar, her zemân, hazret-i Alînin ve hazret-i Abbâsın
“radıyallahü anhümâ” torunlarından birinin etrâfına toplanıp çeşidli fırkalara
ayrıldılar. İmâm-ı Zeynel’âbidîn vefât edince, çoğu bunun oğlu Zeydin yanında
toplandı. Emevî hükümdârı Hişâm bin Abdülmelik tarafından Irâk vâlîsi olan
Yûsüf-i Sekafî ile harb etmeğe giderlerken, bir kısmı Zeydden ayrıldı. Zeyd
bunlara (Râfizî) dedi. Kendileri ise (İmâmiyye) adını aldılar. Zeydin yanında
kalanlara (Zeydî) denildi. Her ikisi de,
(Resûlullahdan sonra hilâfet oniki imâmdadır) dediler.
(Oniki imâm): Alî bin Ebî Tâlib,
Hasen, Hüseyn, Zeynel’âbidîn, Muhammed Bâkır, Ca’fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Alî
Rızâ, Muhammed Cevâd Takıy, Alî Nakıy, Hasen Askerî Zekiy ve Muhammed Mehdîdir.
Bu oniki imâmın çeşidli oğullarına bağlanarak başka başka fırka oldular. Bugün,
çoğu imâmiyye olup üç ana inançdan birincisinde iseler de, inançlarında,
zemânla çeşidli değişiklikler olmuşdur. Bunlar, şimdi kendilerine (Ca’ferî) diyorlar. Ca’ferîler hakkında, kitâbın
sonundaki ism cedvelinde, (Ca’fer-i Sâdık) kelimesinde
uzun bilgi vardır].
Muhbir-i sâdık [ya’nî hep doğru haber verici] “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi
doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zemân güneş, âdet dışı olarak garbdan doğacakdır.
Hazret-i Mehdî “aleyhirrıdvân” çıkacak, Îsâ “aleyhisselâm” gökden inecek,
Deccâl çıkacak, (Ye’cûc ve Me’cûc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacakdır.
[(Huccet-ullahi alel’âlemîn)de
diyor ki, (Ye’cûc ve Me’cûc denilen kimseler, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfesin
soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları
kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Cin ve insanların adedlerinin onda dokuzu
Ye’cûc ve Me’cûcdur. Arkasında kaldıkları seddi hergün oyarlar. Gece eskisi
gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. İnsanlar
şehrlere, binâlara saklanırlar. Hayvanları bitirirler. Nehrleri içip
kuruturlar. Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı bunlara karşı düâ ederler. Boyunlarında
yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek çoğalırlar.
Pis kokularından yer yüzü yaşanamıyacak bir hâl alır). (Ye’cûc) ve (Me’cûc) çok
eski zemânda, bir dıvâr arkasına bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne
yayılacak, iki kötü millet olduğu, Kur’ân-ı kerîmde
haber verilmişdir. Arkeolojik araşdırmalar, yer altında kalmış şehrleri, dağ
tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o dıvârın bugün meydânda
bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü
milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydâna geldi ise, o iki milletin de, bugün
nerde oldukları bilinemiyen birkaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplıyacakları
düşünülebilir].
(Dabbetülerd) denilen hayvân çıkacak,
gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, cânlarını yakacak, herkes
bunun acısından düâ edip, (Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân
ediyoruz!) diyecekdir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateşdir ki, Adenden
çıkacakdır. [Aden, Yemendedir.] Hindistânda birisi, Mehdî olduğunu iddi’â
etmişdi. Mezârı da Fere şehrinde imiş. Meşhûr, hattâ ma’nâsı tevâtür derecesine
varmış birçok hadîs-i şerîfler böylelerinin bu i’tikâd ve sözlerini
yalanlamakdadır. [Memleketimizde de, ba’zı câhiller, tesavvuf kitâblarından
terceme ederek söyliyen ve yazan kimselere Mehdî diyor. Bunları, kendisi
yazıyor sanıyorlar.] Hâlbuki birçok hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, (Mehdînin başı hizâsında bir bulut olacakdır. Bulutdan bir
melek: Bu Mehdîdir, sözünü dinleyiniz! diyecekdir.) Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki: (İsmini duyduğunuz
kimselerden, yeryüzüne [ya’nî, o zemân bilinen memleketlerin çoğuna]
dört kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir
idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân “aleyhimesselâm” idi. Kâfir
olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim
evlâdımdan biri, ya’nî Mehdî de, mâlik olacakdır).
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki,
ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı
adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulmle dolu iken, onun zemânında adl ile
dolar). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdînin yardımcıları olacakdır ve Îsâ
“aleyhisselâm” bunun zemânında gökden inecekdir. Îsâ “aleyhisselâm”, Deccâl ile
harb ederken, hazret-i Mehdî, onunla berâber olacakdır. Bunun hükümdârlığı
zemânında, her zemânkinin aksine olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramezân-ı
şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacakdır ve birinci gecesinde ay
tutulacakdır). O hâlde, insâf etsinler ki, bu alâmetler,
[câhillerin, Mehdî zan etdikleri kimselerde ve] o ölen adamda var mıdır, yok mudur. Hazret-i Mehdînin dahâ birçok
alâmetlerini, Muhbir-i sâdık “aleyhissalâtü vesselâm” haber vermişdir.
Ahmed ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Elkavlülmuhtasar
fî alâmâtil-Mehdî) ismindeki kitâbında, hazret-i Mehdînin ikiyüze
yakın alâmetlerini yazmışdır. Geleceği bildirilen Mehdînin alâmetleri meydânda
iken, başkalarını Mehdî sananlar, ne kadar câhildir. Allahü teâlâ, onlara,
doğruyu görmek nasîb eylesin! [Celâleddîn-i Süyûtînin (Cüz’ün minel-ehâdis vel-âsâr-il-vâride-ti fî hakk-ıl-Mehdî)
kitâbında da hazret-i Mehdînin alâmetleri bildirilmekdedir].
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benî İsrâîl, yetmişbir fırkaya ayrılmışdı. Bunlardan
yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuşdur. Nasârâ da, yetmişiki
fırkaya ayrılmışdı. Yetmişbiri Cehenneme gitmişdir. Bir zemân sonra, benim
ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi, Cehenneme gidip,
yalnız bir fırkası kurtulur). Eshâb-ı kirâm, bu bir fırkanın kimler
olduğunu sordukda, (Cehennemden kurtulan fırka,
benim ve Eshâbımın gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. [Bu hadîs-i
şerîfin dört (Sünen) kitâbında bulunduğu
(Milel-Nihâl) tercemesinde yazılıdır.] O
kurtulan fırka, Ehl-i sünnet velcemâ’atdir ki,
insanların en iyisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmışlardır. Yâ
Rabbî! Bizleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin
“rahmetullahi aleyhim ecma’în” bildirdiği îmândan, i’tikâddan ayırma! Onlarla
birlik olduğumuz hâlde, bu dünyâdan çıkar! Bizi onlarla haşr eyle, yâ Rabbî!
Bize hidâyet verdikden sonra, kalblerimizi doğrudan kaydırma ve bize yüce
katından rahmet ver. Sen ihsân edenlerin en büyüğüsün!
İslâmın birinci şartı, Allahü teâlâya ve Peygamberine
“sallallahü aleyhi ve sellem” îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini
beğenip, kabûl etmekdir.
İ’tikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emrlerini yapmak
ve yasak etdiği şeylerden kaçınmak, ya’nî
ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmak, elbette lâzımdır. Beş vakt nemâzı, gevşek ve
tenbel olmaksızın, kılmalıdır. Ta’dîl-i erkân ile kılmalıdır ve cemâ’at ile
kılmalıdır. (Müslimân ile kâfiri birbirinden ayıran
nemâzdır). [Nemâzı doğru ve iyi kılan bir kimse müslimândır. Nemâzı
doğru kılmıyan veyâ hiç kılmıyan kimsenin müslimânlığı şübhelidir.] Bir kimse,
nemâzı doğru ve iyi kılınca, islâm ipine yapışmış olur. Çünki, nemâz, islâmın
beş şartından ikincisidir.
İslâmın üçüncü şartı, zekât vermekdir.
İslâmın dördüncü şartı, Ramezân-ı şerîf ayında hergün oruc
tutmakdır.
Beşinci şart, Kâ’be-i mu’azzamayı hac etmekdir.
İslâmın birinci şartı, îmân olup, kalb ile inanmak ve dil
ile de söylemekdir. Diğer dört şart ise, vücûd ile yapılacak ve kalb ile niyyet
edilecek ibâdetlerdir. Nemâz, bütün ibâdetleri kendisinde toplamışdır ve
hepsinden dahâ üstündür. Kıyâmetde evvelâ nemâz sorulacakdır. Nemâz doğru ise,
diğerlerinin hesâbı, Allahü teâlânın yardımı ile, kolay geçecekdir.
Dinde yapılması yasak edilenlerden, mümkin olduğu kadar
sakınmalıdır. Allahü teâlânın râzı olmadığı şeyleri, öldürücü zehr bilmelidir.
Kusûrlarını düşünüp,
bunları
yapdığına mahcûb olmalı, utanmalıdır.
Pişmân olup üzülmelidir. Hiç günâh yapmamağa karâr vermelidir. [Bu
üzülmeğe ve karâra (Tevbe etmek) denir.
Günâhlarını afv etmesi için Allahü teâlâya yalvarmağa (İstigfâr etmek) denir.] Allahü teâlânın
beğenmediği şeyleri utanmadan, sıkılmadan söyliyen ve yapan, Allahü teâlâya
karşı durmuş, inâd etmiş olur. Bu inâdları, hemen hemen onları islâmiyyetden
çıkarır.
[(Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının
dördüncü kısmı, ikinci bâbının, üçüncü faslında buyuruyor ki: (Harâmları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye
ayırmışlar ise de, küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir
günâhı küçümsememek gerekdir. Çünki, Allahü teâlâ, intikâm alıcıdır ve ganîdir.
İstediğini yapmakda hiç kimseden çekinmez. Gazabını, düşmanlığını günâhlar
içinde gizlemişdir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb
olabilir).
(Rıyâd-un-nâsıhîn)
üçüncü bâbı, birinci faslında buyuruyor ki: (Küfrden ve bid’atden başka günâhlar ikiye ayrılır: Birinci kısm, Allahü
teâlâ ile kul arasında olan günâhlardır. İçki içmek,
nemâz kılmamak ve bunlar
gibi. Bu günâhların, büyüğünden
ve küçüğünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah “aleyhisselâm” buyurdu ki: (Bir zerrecik [ya’nî çok az] bir günâhdan kaçınmak, bütün cin ve insanların
ibâdetleri toplamından dahâ iyidir). Günâhların hepsi, Allahü
teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyükdür. Fekat, ba’zısı, ba’zısına göre
küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmakdan dahâ
küçükdür. [El ile, ihtiyâcını gidermek, her ikisinden dahâ küçükdür.] Bir küçük
günâhı yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden dahâ sevâbdır. Çünki,
nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günâhlardan kaçınmak ise, herkese farzdır.
Büyük günâhlardan kaçınabilmek için, başka çâre yoksa, küçük günâhı
işlemek câiz olur.
Her günâhı yapdıkdan sonra tevbe ve (istigfâr etmek) de farzdır.
Her günâhın tevbesi kabûl olur. (Kimyâ-i se’âdet)de
buyuruyor ki: (Şartlarına uygun yapılan tevbe, muhakkak kabûl olur. Tevbenin
kabûl edileceğinde şübhe etmemelidir. Tevbenin şartlarına uygun olmasında şübhe
etmelidir). Tevbe edilmiyen herhangi bir günâhdan Allahü teâlâ intikâm
alabilir. Çünki, Allahü teâlânın gadabı, günâhlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ
pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl
bir kulunu, bir günâh için, sonsuz olarak red edebilir ve hiçbirşeyden
çekinmez. Bunu Kur’ân-ı kerîm bildiriyor ve
ikiyüzbin sene itâ’at eden iblîsin [şeytânın], kibr edip, secde etmediği için,
ebedî mel’ûn olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem
aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eyledi. Mûsâ
“aleyhisselâm” zemânında, Bel’am bin Bâûrâ (İsm-i
a’zam)ı biliyordu. Her düâsı kabûl olurdu. İlmi ve ibâdeti, o
derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, ikibin kişi hokka, kalem
ile yanında bulunurdu. Bu Bel’am, Allahü teâlânın bir harâmına,
az bir meyl etdiği için, îmânsız gitdi. (Onun gibiler köpek gibidir) diye
dillerde kaldı. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Mûsâ “aleyhisselâm”
buna hayr düâ edip ve kimyâ ilmi öğretip, o kadar zengin olmuşdu ki, yalnız
hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği
için, bütün malı ile birlikde, yer altına sokuldu. Sa’lebe, sahâbe arasında çok
zâhid idi. Çok ibâdet ederdi. Câmi’den çıkmazdı. Bir kerre sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız
gitdi. Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” onun için düâ
etmemesi emr olundu. Allahü teâlâ, nice kimselerden, bir günâh sebebi ile,
böyle intikâm almışdır. O hâlde, her mü’minin günâh işlemekden çok korkması
lâzımdır. Ufak bir günâh işledikde tevbe, istigfâr etmesi, yalvarması
lâzımdır).
(Rıyâd-un-nâsıhîn) ikinci kısm, ikinci
bâbı, birinci faslda diyor ki, (Tevbe ve istigfâr kalb ile, dil ile ve günâh
işliyen a’zâ ile birlikde olmalıdır. Kalb pişmân olmalı. Dil, düâ etmeli,
yalvarmalı. A’zâ da günâhdan çekilmelidir. [Birçok âyet-i
kerîmede (Beni çok zikr edin) ve (İzâ câe) sûresinde (Bana istigfâr
edin. Düâlarını-
zı kabûl ederim, günâhlarınızı afv ederim) buyuruldu. Görülüyor ki,
Allahü teâlâ, çok istigfâr edilmesini emr
ediyor. Bunun için, Muhammed Ma’sûm hazretleri, ikinci cild, 80.ci mektûbunda
(Bu emre uyarak, her nemâzdan sonra yetmiş kerre istigfâr ediyorum. Ya’nî, (Estagfirullah) diyorum. Siz de bunu çok
okuyunuz! Herbirini söylerken ma’nâsını (Beni afv et Allahım) olarak
düşünmelidir. Okuyanı ve yanındakileri, derdlerden, sıkıntılardan,
hastalıklardan kurtarır. Çok kimse, okudu. Fâidesi hep görüldü) buyurdu.]
[Yatarken, sağ tarafa yatıp, bir e’ûzü ve Besmele, bir Âyetelkürsî, üç İhlâs,
bir Fâtiha, bir Kul e’ûzüler, bir (tevekkeltü alellah lâ havle velâ kuvvete illâ billah) oku. Büyüklerimiz, cinleri def’ için, bu
kelime-i temcîdi okurdu. Sonra, bir istigfâr düâsı ya’nî, (Estagfirullâhel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel
kayyûme ve etûbü ileyh), bir (Allahümmagfirlî
ve li-vâlideyye ve lil mü’minîne vel mü’minât) ve bir salevât-ı
şerîfe ve bir (Allahümme rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil-âhireti haseneten ve
kınâ azâbennâr bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn) ve
üç veyâ on veyâ kırk yâhud yetmiş kerre istigfâr ve bir kelime-i tevhîd okuyup
uyumalıdır. Bütün gece okuyup uykusuz kalmamalıdır. Hastaya şifâ için, yetmiş
istigfâr okumalı, temâm olunca, başı üzerine üfürmeli ve kısa bir düâ
etmelidir. Düâların ve istigfârın kabûl olması için, nemâzları kılmak ve harâmlardan sakınmak ve abdestli okumak lâzımdır.
İstigfârı ve düâları abdestli okumak müstehabdır.]
Ey büyüklerin büyüğü Allahım! Muhammed aleyhisselâmın haber verdiği gibi, Sana
inanıyorum. Beni kabûl et! Beni afv et! Muhammed aleyhisselâm, Seni bize haber
vermeseydi, bu noksan aklımızla, kendimiz bulmak, Seni tanımak şerefine
kavuşamazdık. Hayvanlardan aşağı olur, Cehennemin ateşinde yanmak, cezâmız
olurdu. Ey büyük Peygamber! Senin bizim üzerimizdeki hakkın sonsuzdur. Bizi,
Allahımızı tanımakla şereflendirdin. Müslimân olmak se’âdetine kavuşdurdun.
Sonsuz yanmak azâbından kurtardın. Bunun için, benden sana sonsuz selâmlar,
sonsuz düâlar olsun! Allahım! Bu büyük Peygamberi bize tanıtan, analarımıza,
babalarımıza ve hocalarımıza ve Ehl-i sünnet
kitâblarını yazanlara ve yayanlara rahmet eyle yâ Rabbî! Âmîn.
İkinci kısm günâhlar, kullar arasındadır ki, bunlara tevbe
etmek için, o kulu hoşnûd etmek, râzı etmek de lâzımdır). (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki, hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki, (Gizli yapılan günâhın
tevbesini gizli yapınız! Âşikâre yapılan günâhın tevbesini âşikâre yapınız!
Günâhınızı bilenlere, tevbenizi duyurunuz!).
O hâlde islâm dînine inanmıyanlar, müslimânlara sıkıntı
verenler öldükden sonra, bunlar için, (Belki tevbe etmişdir, irtidâddan vaz
geçmişdir) demek boşdur. Bunların zulm yapan a’zâlarının iyilik yapması, dili
ile düâ etmesi ve mazlûmları hoşnûd edecek vasıyyetde bulunmaları lâzımdır. Böyle
tevbe etmiyen mürtedlerin ölülerine hüsn-i zan edilmez].
Oradaki insanların bilmediği, belki sizin dahî
anlamadığınız, Cenâb-ı Hakkın size mahsûs kıldığı bir devlete, bir ni’mete
sâhibsiniz. Şöyle ki, vaktin sultânı yedinci ceddinden i’tibâren müslimân olup,
Ehl-i sünnetdendir ve hanefî
mezhebindendir. Her ne kadar, kıyâmetin yakın olduğu, Resûlullahın
zemânından uzak bulunan zemânımızda, bir kaç seneden beri ba’zı ilm talebeleri,
içlerindeki pislikden doğan ihtirâs ve çirkin isteklerini tatmin için devlet
adamlarına ve sultânlara yaklaşmış ve onların gözlerine girmeğe çalışmış ve
böylece sağlam dinde şek ve şübheler ortaya çıkarmışlar, ahmakları doğru yoldan
ayırmışlar ise de, böyle şânı büyük bir pâdişâhın, sizin sözünüzü dinleyip,
kabûl buyurması büyük bir se’âdetdir. Ehl-i sünnet
ve cemâ’at i’tikâdına uygun olan hak ve islâm kelimesini açık veyâ işâret ile
ona anlatınız! Onun huzûrunda imkân nisbetinde hak ehlinin, doğru yolun
âlimlerinin sözlerini arz ediniz! Hattâ dâimâ, bir yolunu bulup, mezheb ve dinle
ilgili bilgileri anlatmak için fırsat kollayınız! Böylece, İslâmın hakîkati
ortaya çıkar. Sapıklık, bâtıllık ve küfrün ve kâfirliğin çirkinliği ve kötülüğü
anlaşılmış
olur.
Küfrün bâtıl olduğu zâten âşikârdır. Aklı olan bir kimse onu beğenmez. Küfrün
bâtıl olduğunu çekinmeden söylemeli, onların tapındıkları bâtıl ilâhları,
tanrıları, en ağır dille nefy ve red etmelidir. Çünki hak üzere ilâh, ancak ve
ancak tereddütsüz ve şübhesiz, göklerin yaratıcısıdır. Kâfirlerin tapındıkları,
yaratıcı diye övdükleri şeyler, bir sivrisineği yaratmış mıdır? Hepsi bir araya
gelse, birşey yaratamaz. İbâdet etdikleri şeylerden birini, bir sivrisinek
ısırsa, kendini bundan koruyamaz. Nasıl olur da, başkalarını zarardan
koruyabilir? Kâfirler, bu yapdıklarının kötü olduğunu işitince, kabâhatlerini
anlıyarak, putlarımız, heykellerimiz, Allahü teâlânın yanında bize şefâ’at
edecek. Bizi Ona yaklaşdıracaklar. Onun için, bunlara ibâdet ediyoruz diyorlar.
Bunlar, ne kadar abdaldır. Bu cânsız şeylerin, kendilerine şefâ’at edeceklerini
nereden bilmişler? Hak teâlânın, kendisine ortak yapılan ve büyük düşmanı olan bu putların, şefâ’atlerini kabûl
edeceğini, nereden anlamışlardır? Bunların hâli, şu ahmaklara benzer ki,
hükûmete karşı ısyân edenlere, yardım eder. Sıkışdığımız zemân, hükûmetin
yardımına kavuşmamız için, bu âsîler, bize şefâ’at ve iltimâs edecekdir derler.
Ne kadar ahmaklıkdır ki, âsîlere hurmet ediyor ve bunların şefâ’ati ile hükûmet
bizi afv edecekdir diyorlar. Hâlbuki, bunların hükûmete yardım etmesi ve
âsîleri basdırması lâzım idi. Ancak böylece hükûmete yaklaşır ve doğru yolda
yürümüş olur ve emniyyete ve râhata kavuşmuş olurlardı. Ahmaklar, birkaç taşı
elleri ile yontarak, senelerle ona tapıyor. Kıyâmet günü, ondan yardım
bekliyorlar. O hâlde, kâfirlerin dinlerinin bozukluğu meydândadır.
[Putperestliğin ne zemân başladığı (Mesmû’ât)ın
41.ci sahîfesinde yazılıdır.]
Müslimânlardan, doğru yoldan ayrılanlara, (Bid’at sâhibi) denir. Doğru yol, Muhammed “sallallahü
aleyhi ve sellem”in ve Onun dört halîfesinin “aleyhimürrıdvân” yoludur.
Abdülkâdir Geylânî “kuddise sirruh” (Gunye) kitâbında
buyuruyor ki: (Yetmişiki bid’at yolunun esâsı,
dokuz fırkadır ki, hâricî, şî’î, mu’tezile, mürci’e, müşebbihe, cehmiyye,
dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyyedir. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin “aleyhimürrıdvân” zemânında bunların hiçbiri
yokdu. Bunların meydâna çıkması, ayrı ayrı yollara ayrılması, Eshâb-ı kirâmın
ve Tâbi’în-i ızâmın ve Fükahâ-i seb’anın “rıdvânullahi aleyhim ecma’în”
ölümlerinden senelerce sonra idi).
[(Fükahâ-i seb’a), yedi
büyük âlim demekdir. Buhârî muhtasarı olan (Tecrîd-i
sarîh) tercemesi, birinci cild, otuzdördüncü sahîfesinde diyor ki,
(Medîne-i münevverenin bu yedi âlimi, Sa’îd ibni Müseyyib, Kâsım bin Muhammed
bin Ebî Bekr-i Sıddîk, Urve-tebniz-Zübeyr, Hârice-tebni-Zeyd, Ebû
Seleme-tebni-Abdürrahmân bin Afv, Ubeydüllah ibni Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân
“radıyallahü anhüm” idi)].
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benden sonra müslimânlar arasında çok ayrılık olacakdır. O
zemânlarda yaşıyanlar benim yoluma ve Hulefâ-i râşidînin “aleyhimürrıdvân”
yoluna yapışsın! Sonradan meydâna çıkan, moda olan şeylerden kaçınsın! Çünki,
dinde yenilik, reform yapmak doğru yoldan çıkmakdır. Benden sonra, dinde
yapılacak değişikliklerin hepsi dinsizlikdir).
Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Peygamberimizden “sallallahü
aleyhi ve sellem” ve Hulefâ-i râşidînden sonra, dinde meydâna çıkarılan bu
bozuk mezhebler, kıymetsizdir. Bunlara güvenilmez. Allahü teâlâya çok şükr
edelim ki, bizi, Cehennemden kurtulan (Ehl-i sünnet
vel-cemâ’at) fırkasından eyledi. Cehenneme gidecek olan yetmişiki bid’at fırkasından etmedi. Onların bozuk i’tikâdlarına
kapılmakdan muhâfaza buyurdu ve ba’zı kimseleri Allahlık derecesine çıkaran,
[Sen yaratdın, senden din isteriz] diyenlerden eylemedi. İnsan kendi işini,
hareketini kendi yaratıyor diyenlerden de eylemedi. Cennetde Allahü teâlâyı
görmeğe inanmıyanlardan da etmedi. Hâlbuki bu görmek, dünyâ ve âhıret
ni’metlerinin en büyüğüdür. Şu iki fırkadan da etmedi ki, insanların en
iyisinin “sallallahü aleyhi ve sel-
lem”
Eshâbına dil uzatarak, onları incitiyor. Bu din büyüklerini fenâ sanıyor.
Onları, birbirine düşman idi, düşmanlıklarını ve kinlerini gizliyerek iki
yüzlülükle geçiniyorlardı biliyorlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân”
birbirlerini her zemân sevdiklerini bildiriyor. Bu iki fırka, Kur’ân-ı kerîme inanmamış oluyor. Aralarında kin ve
düşmanlık vardır diyorlar. Allahü teâlâ akl ve insâf versin ve doğru yolu
göstersin! Yine şükrler olsun ki, bizleri, Allahü teâlâya madde ve cism diyen,
Onu zemânlı, mekânlı bilenlerden, yaratanı, mahlûklarına benzetenlerden etmedi
ve [paraya, mevkı’a, rütbeye, râhata kavuşmak, keyf sürmek için, dinlerini
satan, ecdâdının mukaddesâtını ayaklar altına alan (Mürted)lerden,
ahmaklardan eylemedi].
Şunu da iyi bilmek lâzımdır ki, idâreciler, cem’ıyyetleri
idâre edenler, rûh gibidir, cân gibidir. Millet, ya’nî bütün insanlar da,
cesed, beden gibidir. Rûh iyi ise, beden de sâlih, iyi olur. Rûh bozuk ise,
beden de bozuk olur. O hâlde, âmirlerin iyi olmalarına, [milleti idâre için,
islâm düşmanı olmıyanların seçilmesine] çalışmak, herkesin iyiliğine çalışmak
olur. Herhangi bir kimseyi ıslâh etmeğe çalışmak, ona islâmiyyeti bildirmekle
olur. Her ne yolla olursa olsun, milleti idâre edeceklerin müslimân olmalarına
çalışmak lâzımdır. Müslimân oldukdan sonra, onlara, (Ehl-i
sünnet vel-cemâ’at) i’tikâdını bildirmelidir.
Bozuk fikrlerin ortadan kalkmasına çalışmalıdır. Bunları yapmak nasîb olan bir
kimse, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” vârisi olur. Bu fırsat,
size bedâva nasîb olmuşdur. Bunun kıymetini biliniz! Bu yolda ne kadar çok
yazsam, yeridir. Fekat size bu kadar yetişir. İnsanları herşeye kavuşduran,
ancak Allahü teâlâdır.
[(Mecelle)nin
otuzdokuzuncu (39) maddesinde, (Zemânın değişmesi ile, âdete dayanan hükmler
değişebilir) diyor. Fekat, (Nass) ile
bildirilmiş olan ahkâm hiçbir zemân değişmez. Her âdet, delîl-i şer’î olamaz.
Bir âdetden hükm çıkarılabilmesi için, bu âdetin Nasslara muhâlif olmaması ve
sâlih müslimânlar arasında Selefden gelmiş olması lâzımdır. Harâm işliyenler çoğalır, harâmlar
âdet hâline gelirse, yine halâl olmazlar. Küfr alâmetleri de âdet olur,
müslimânlar arasına yayılırsa, islâm âdeti olmaz. Küfr alâmeti olmakdan
çıkmazlar. Mubâh olan âdetlerde ve fen bilgilerinde zemâna uyulur. Teknikde
ilerliyenlere ayak uydurulur. Din bilgilerinde, ibâdetlerde zemâna uyulmaz.
Îmân bilgileri, din bilgileri zemânla değişmez. Bunları değişdirmek, zemâna
uydurmak istiyenler, Ehl-i sünnetden ayrılır,
kâfir veyâ sapık olurlar].
Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her sözünde, her
işinde, Allahü teâlânın emrlerine, ya’nî farzlara
ve yasak etdiklerine [harâmlara] uyması
lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir harâmdan sakınmağa ehemmiyyet vermiyenin îmânı gider,
kâfir olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabrde azâb çeker. Âhıretde Cehenneme
gider. Cehennemde sonsuz yanar. Afv edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve
ihtimâl yokdur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işde kâfir olmak
ihtimâli çokdur. Küfrden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese
dahî, hergün bir kerre istigfâr etse, ya’nî (Estagfirullah) dese, muhakkak afv
olur, ya’nî, (Yâ Rabbî! Bilerek veyâ bilmiyerek küfre sebeb olan bir söz
söyledim veyâ iş yapdım ise, nâdim oldum, pişmân oldum. Beni afv et) diyerek
tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak afv olur. Cehenneme gitmekden
kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, hergün muhakkak tevbe ve istigfâr
etmelidir. Bu tevbeden dahâ mühim bir vazîfe yokdur. Kul hakkı bulunan
günâhlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş nemâzlara tevbe
ederken, farzları kazâ etmek lâzımdır.
Kitâbımızda 276 dan 287 ortasına kadar okuyunuz!
İnsan beşer, durmaz şaşar,
eyler hatâ, üçer beşer.
Düz
ovada yürür iken, ayağını sürter, düşer.