Besmeleyle başlıyalım
kitâba!
Allah adı, en iyi bir
sığnakdır.
Ni’metleri sığmaz ölçü
hisâba
Çok acıyan, afvı seven bir Rabdır!
(Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbını yazmağa, Besmele ile başlıyorum. Dünyâda bütün insanlara acıyarak, fâideli şeyleri yaratıp göndermekdedir. Âhıretde,
Cehenneme gitmesi gereken mü’minlerden dilediklerini, ihsân ederek, afv
edecek, Cennete kavuşduracakdır. Her
canlıyı yaratan, her vârı, her ân varlıkda durduran, hepsini korku ve dehşetden koruyan yalnız Odur. Böyle bir
Allahın şerefli ismine sığınarak, bu kitâbı yazmağa başlıyorum.
1 - Cenâb-ı Hak, hepimizi dünyâ ve âhıretin efendisi ve
bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya
“sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak se’âdetiyle şereflendirsin. Çünki
cenâb-ı Hak, Ona tâbi’ olmağı, Ona uymağı çok sever. Ona uymanın ufak bir
zerresi, bütün dünyâ lezzetlerinden ve bütün âhıret ni’metlerinden dahâ
üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i
seniyyesine tâbi’ olmakdır ve insanlık şerefi ve meziyyeti, Onun dînine uymakdır.
[Sünnet kelimesi, üç ayrı ma’nâya gelir.
Burada, (Ahkâm-ı islâmiyye) demekdir.]
[Ona tâbi’ olmak, ya’nî Ona uymak, Onun gitdiği yolda
yürümekdir. Onun yolu, Kur’ân-ı kerîmin
gösterdiği yoldur. Bu yola (Dîn-i islâm) denir.
Ona uymak için, önce îmân etmek, sonra müslimânlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip harâmlardan
kaçınmak, dahâ sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra,
mubâhlarda da Ona uymağa çalışmalıdır.
Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için îmân zarûrîdir.
Îmân edenlerin, farzları yapıp harâmlardan kaçınması lâzımdır. Her mü’min, farzları yapmağa ve harâmlardan
kaçınmağa, ya’nî müslimân olmağa me’mûrdur. Her mü’min, Peygamberimizi
“sallallahü aleyhi ve sellem”, malından ve cânından dahâ çok sever. Bu
sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmakdır. Bir mü’min, bütün bunlara
tâbi’ oldukdan sonra, mubâhlarda da, ne kadar Ona uyarsa, o derece kâmil ve
olgun bir müslimân olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, ya’nî sevgili olur.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” söylediklerinin
hepsini beğenip kalbin kabûl etmesine, ya’nî inanmasına (Îmân) denir. Böylece inanan insanlara, (Mü’min) denir. Onun sözlerinden birine bile
inanmamağa veyâ iyi ve doğru olduğunda şübhe etmeğe (Küfr)
denir. Böyle inanmıyan kimselere (Kâfir)
[Allah düşmanı] denir. Allahü teâlânın, Kur’ân-ı
kerîmde, yapılmasını açıkca emr etdiği şeylere, ya’nî bu emrlere (Farz) denir. Yapmayınız diye açıkça men’ ve yasak et-
diği
şeylere (Harâm)
denir. Allahü teâlânın, açıkca
bildirmeyip, yalnız Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yapılmasını
övdüğü, yâhud devâm üzere yapdığı, yâhud yapılırken görüp de mâni’ olmadığı
şeylere (Sünnet) denir. Sünneti beğenmemek küfrdür. Beğenip de yapmamak suç
değildir. Onun beğenmediği şeylere ve ibâdetin sevâbını gideren şeylere (Mekrûh) denir. Yapılması emr olunmayan ve yasak da
edilmeyen şeylere (Mubâh) denir. Bu emr ve
yasakların hepsine (Ahkâm-ı ilâhiyye) veyâ
(Ef’âl-i mükellefîn) ve (Ahkâm-ı islâmiyye) denir.
(Ef’âl-i mükellefîn) sekizdir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab,
mubâh, harâm, mekrûh,
müfsid. Yasak edilmiş olmıyan, yâhud yasak
edilmiş ise de, islâmiyyetin özr, mâni’ ve mecbûriyyet tanıdığı sebeblerden
birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeylere (Halâl)
denir. Bütün mubâhlar halâldir. Meselâ, iki müslimânı barışdırmak
için yalan söylemek halâl olur. Her halâl mubâh olmıyabilir. Meselâ ezân
okunurken, alış veriş, mubâh değil, mekrûhdur.
Hâlbuki halâldir.
Îmânı ve farzları ve harâmları öğrenmek, bilmek de farzdır.
Otuzüç farz meşhûrdur. Bunlardan dördü esâs
olup, nemâz kılmak, oruc tutmak, zekât vermek ve hac etmekdir. Îmân ile berâber
bu dört farz, islâmın şartıdır. Îmân edip de
ibâdet edene, ya’nî bu dört farzı yapana (Müslim) veyâ (Müslimân)
denir. Dördünü birden yapıp da, harâmlardan
kaçınan, tam müslimândır. Bunlardan biri bozuk olur veyâ hiç olmazsa,
müslimânlık bozuk olur. Dördünü de yapmıyan, mü’min olsa da müslimânlığı tam
değildir. Böyle îmân, insanı yalnız dünyâda korursa da, âhırete îmânla gitmek
güç olur. Îmân, muma benzer, (Ahkâm-ı islâmiyye) mum
etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikde fener de, (İslâmiyyet)dir ve (Dîn-i
islâm)dır. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız, islâm olamaz. İslâm
olmayınca, îmân da yokdur.
(Din), insanları
se’âdet-i ebediyyeye götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demekdir. Din ismi
altında insanların uydurduğu iğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik
denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir Peygamber
vâsıtası ile, insanlara bir din göndermişdir. Bu Peygamberlere “salevâtullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” (Resûl) denir.
Her asrda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri
kuvvetlendirmişdir. Resûllere tâbi’ olan bu Peygamberlere de, (Nebî) denir.
Bütün Peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân
etmeği istemişlerdir. Fekat, dinleri, ya’nî kalb ile, beden ile yapılması ve
sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, islâmlıkları,
müslimânlıkları da ayrıdır.
Îmân edip de kendini ahkâm-ı islâmiyyeye uyduran
müslimândır. Ahkâm-ı islâmiyyeyi kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak istiyen
kâfirdir. Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ, dinleri, nefsin arzûlarını,
keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermişdir.
Her din, kendisinden önce gelen dîni nesh etmiş,
değişdirmişdir. En son gelen ve her dîni değişdirmiş, dahâ doğrusu dinlerin
hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete kadar hiç değişmiyecek olan din,
Muhammed aleyhisselâmın dînidir. Bugün, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği din
de, bu ahkâm ile kurulmuş olan İslâm dînidir. Bu dînin bildirdiği farzları yapanlara ve harâmlardan
kaçınanlara Allahü teâlâ, âhıretde ni’metler, iyilikler verecekdir. Ya’nî
bunlar, sevâb kazanır. Farzları yapmıyanlara ve harâmlardan kaçınmıyanlara, âhıretde cezâlar, acılar
vardır. Ya’nî böyle kimseler, günâha girer. Îmânı olmıyanların farzları kabûl olmaz. Ya’nî bunlara sevâb verilmez. Farzları yapmıyan mü’minlerin, sünnetleri kabûl olmaz. Ya’nî bunlara sevâb verilmez. Bunlar
Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmuş olmaz. Bir kimse,
bütün farzları yapıp da, bir farzı özrsüz terk ederse, bu borcunu ödemedikçe, bu
cinsden olan hiç bir nâfile ibâdetine ve sünnetine
sevâb verilmez. (Miftâh-un-necât)daki (Yâ Alî, insanlar fedâil ile meşgûl oldukları zemân, sen farzları temâmlamağa çalış!) ve
imâm-ı Gazâlînin (Dürret-ül fâhı-
re) kitâbının
üçüncü faslı sonundaki (Allahü teâlâ, kazâya kalmış
nemâz borcu bulunan ve harâm elbise giyen kimsenin [Nâfile] nemâzını kabûl etmez) hadîs-i
şerîfleri, bunu açık olarak bildirmekdedir. (Miftâh-un-necât),
Hakîkat kitâbevi tarafından basdırılmışdır. Mubâhlar iyi niyyet ile
güzel düşünceler ile yapılınca, insan sevâb kazanır. Kötü niyyetlerle yapılırsa
veyâ bunları yapmak, bir farzı vaktinde edâ
etmeğe mâni’ olursa, günâh olurlar. Farzlar
yapılırken, kötü niyyetler karışırsa, borc ödenmiş, cezâdan kurtulmuş olunur
ise de, sevâb kazanılmaz. Belki günâh da olur. Harâm
işliyenlerin farzları ve sünnetleri sahîh olur. Ya’nî borclarını ödemiş olurlar ise de, sevâb
kazanmazlar. (Hadîka)da, (Bid’at sâhiblerinin ibâdetleri kabûl olmaz) hadîs-i
şerîfini anlatırken buyuruyor ki, (Günâhlardan sakınmayan müslimânların
ibâdetleri sahîh olsa da kabûl olmaz). Harâmlar
iyi niyyet ile yapılsa da, mubâh olamaz. Ya’nî harâmlara
hiçbir zemân sevâb verilemiyeceği gibi, özrsüz harâm
işleyen herhâlde günâha girer. Harâmdan iyi
niyyet ile, ya’nî Allahü teâlâdan korkarak sakınan, vazgeçen sevâb kazanır.
Başka bir sebeb ile harâm işlemezse, sevâb kazanmaz. Yalnız, günâhından kurtulur. Harâm işleyenlerin, (Sen kalbime bak, kalbim
temizdir. Allahü teâlâ kalbe bakar) demeleri boşdur. Fâidesizdir. Müslimânları
aldatmakdır. Kalbin doğru ve temiz olmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeye
yapışmak, ya’nî emrlere ve yasaklara uymak olduğu (Mektûbât)ın
birinci cildinin otuzdokuzuncu mektûbunda uzun yazılıdır. (Şir’at-ül-islâm)ın 246. cı sahîfesinde ve (Hadîka)da, takvâyı anlatırken diyor ki, (Harâmların iyi niyyet ile yapılması, bunları harâmlıkdan çıkarmaz. İyi niyyet, harâmlara ve mekrûhlara
te’sîr etmez. Bunları tâ’at hâline çevirmez).
(Mir’ât-ül-mekâsıd) kitâbı, yetmişüçüncü
sahîfede ve İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” abdestin niyyetinde ve (Milel-Nihal) tercemesi, ellidördüncü sahîfesinde
diyor ki, amel, ya’nî iş üçe ayrılır: (Ma’sıyyet) ya’nî
günâh olan işler. Bunlar, Allahü teâlânın beğenmediği şeylerdir. Allahü
teâlânın emr etdiği şeyi yapmamak veyâ yasak etdiğini yapmak ma’sıyyetdir. (Tâ’at) ya’nî Allahü teâlânın beğendiği
şeylerdir. Bunlara (Hasene) de denir.
Tâ’at yapan müslimâna (Ecr) ya’nî (Sevâb), ni’met, iyilik vereceğini va’d buyurdu.
Üçüncüsü (Mubâh) ya’nî günâh veyâ tâ’at
olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. Yapanın niyyetine göre, tâ’at veyâ günâh
olurlar.
Günâhlar, niyyetsiz veyâ iyi niyyet ederek işlenirse, günâh
olmakdan çıkmaz. (Ameller,
niyyete göre iyi veyâ kötü olur) hadîs-i
şerîfi, tâ’atlara ve mubâhlara niyyete göre sevâb verileceğini
bildirmekdedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veyâ
başkasının malı ile sadaka verse, yâhud harâm
para ile mekteb, câmi’ yapdırsa, bunlara sevâb verilmez. Bunlara sevâb
beklemek, câhillik olur. Zulm, günâh, iyi niyyet ile işlenirse, yine günâh
olur. Böyle işleri yapmamak sevâbdır. Bilerek yaparsa, büyük günâh olur. Günâh
olduğunu bilmiyerek yaparsa, müslimânların çoğunun bildiği şeyleri onun
bilmemesi, öğrenmemesi de günâh olur. Dâr-ül-harbde dahî olsa, islâm bilgilerinin şâyı’, ya’nî yaygın olduğu yerde, cehl
özr olmaz, günâh olur.
Tâ’atlar, niyyetsiz veyâ Allah için niyyet ederek yapılınca,
sevâb hâsıl olur.
Tâ’at yaparken, Allahü teâlâ için yapdığını bilse de,
bilmese de kabûl olur. Ya’nî sevâb hâsıl olur. Bir kimse Allahü teâlâ için
yapdığını bilerek tâ’at yaparsa, buna (Kurbet) denir.
Kurbet olan işi de yaparken sevâb hâsıl olması için niyyet etmek şart değildir.
Sevâb hâsıl olması için, Allah rızâsı için niyyet etmek lâzım olan tâ’ate (İbâdet etmek) denir. Niyyetsiz alınan abdest
ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla, hadesden tahâret hâsıl olup nemâz kılınır.
Görülüyor ki, her ibâdet kurbetdir ve tâ’atdır. Kur’ân-ı
kerîm okumak, vakf, köle âzâd etmek ve sadaka ve hanefî mezhebinde abdest almak ve benzerleri yapılırken sevâb
hâsıl olmak için, niyyet lâzım olmadığından, kurbetdirler ve tâ’atdırlar.
Fekat, ibâdet değildirler. Tâ’at veyâ kurbet olan bir iş yapılırken, Allah için
niyyet edilirse, ibâdet yapılmış olur. Fekat bunlar, ibâdet olarak emr
olunmadı. Allahü teâlâyı tanımağa yarayan fizik, kim-
yâ,
bioloji, astronomi gibi bilgileri öğrenmek tâ’atdır, kurbet
değildir. Çünki kâfir, Allahü
teâlânın varlığını, bunları
öğrenirken değil, öğrendikden sonra anlar. Tâ’at, kötü niyyet ile
yapılırsa, günâh olur. Güzel niyyetlerle tâ’atın sevâbı artdırılır. Meselâ,
câmi’de oturmak, tâ’atdır. Mescidin, Allahü teâlânın evi olduğunu düşünerek,
Allahü teâlânın evini ziyâreti de niyyet ederse, sevâbı dahâ çok olur. Nemâz
kılmağı beklemek için de niyyet ederse ve dışarda gözü, kulağı günâh işlemesin
diye de ve mescidde i’tikâf ederek âhıreti düşünmeği de, mescidde, Allahü
teâlânın adını zikr etmeği de, orada emr-i ma’rûf ve nehy-i münker etmeği,
ya’nî va’z etmeği de, va’z dinlemeği de, yâhud Allahü teâlâdan hayâ ederek
edebli olmağı da niyyet ederse, her niyyeti için ayrı sevâblara kavuşur. Her
tâ’atda böyle çeşidli niyyetler ve sevâblar da vardır. İbni Âbidîn “rahmetullahi
aleyh”, hacca vekîl göndermeği anlatırken de, bunları ta’rîf etmekdedir.
Her mubâh, iyi niyyet ile yapılınca tâ’at olur. Kötü niyyet
ile yapılınca, günâh olur. Koku sürünen, iyi giyinen kimse, dünyâ lezzeti için
veyâ gösteriş yapmak, öğünmek için veyâ kendini kıymetlendirmek için, yâhud
yabancı kadınları, kızları avlamak için şık giyinirse, günâh işlemiş olur.
Dünyâ lezzetini tatmak için olan niyyetine azâb verilmez ise de, âhıret
ni’metlerinin azalmasına sebeb olur. Başka niyyetleri için azâb görür. Bu
kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık
giyinirse, câmi’e saygı için, câmi’de yanına oturan müslimânları incitmemek
için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, islâmın vakârını, şerefini korumak
için niyyet edince, her niyyeti için ayrı sevâblar kazanır. Ba’zı âlimler
buyuruyor ki, her mubâh işde, hattâ yimede, içmede, uyumada ve halâya girmekde bile iyi niyyet etmeği unutmamalıdır.
İnsan, mubâh bir işe başlarken, niyyetine dikkat etmelidir. Niyyeti iyi
ise, o işi yapmalıdır. Niyyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize ve amellerinize bakar) buyuruldu.
Ya’nî, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve hasenâtına,
malına, rütbesine bakarak sevâb ve ikrâm vermez. Bunları ne düşünce ile, ne
niyyet ile yapdığına bakarak, sevâb veyâ azâb verir.
O hâlde, her mü’mine önce lâzım, birinci farz olan şey, îmânı, farzları,
harâmları öğrenmekdir. Bunlar öğrenilmedikce,
müslimânlık olamaz. Îmân elde tutulamaz. Hak borcları ve kul borcları
ödenilemez. Niyyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyyet
edinilmedikce, hiçbir farz kabûl olmaz. (Dürr-ül-muhtâr)daki hadîs-i şerîfde, (Bir sâat ilm öğrenmek veyâ öğretmek, sabâha kadar ibâdet
etmekden dahâ sevâbdır) buyuruldu. (Hadarât-ül-kuds)
müellifi, doksandokuzuncu sahîfede diyor ki, (İmâm-ı Rabbânîden (Buhârî), (Mişkât), (Hidâye), (Şerh-i Mevâkıf) kitâblarını
okudum. Gençleri ilm öğrenmeğe teşvîk ederdi. Önce ilm, sonra tarîkat
buyururdu. Benim, ilmden kaçındığımı,
tarîkatden zevk aldığımı görünce, hâlime merhamet ederek, kitâb oku! İlm
öğren! Câhil sofu, şeytânın maskarası olur, [Rütbetül-ilmi
a’ler rüteb] ya’nî, rütbelerin en üstünü, ilm rütbesidir buyurdu).
İhlâs ile, ya’nî Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine
kavuşmak ve sevâb kazanmak niyyeti ile, farzları,
sünnetleri yapmağa ve harâmlardan
ve mekrûhlardan kaçınmağa, ya’nî ahkâm-ı
islâmiyyeyi yerine getirmeğe (İbâdet etmek) denir.
Niyyetsiz, ibâdet olamaz. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak
için, önce îmân etmek, sonra ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır.
Îmân etmek, Ona tâbi’ olmağa başlamak ve se’âdet kapısından
içeri girmek demekdir. Allahü teâlâ Onu, dünyâdaki bütün insanları se’âdete
da’vet için gönderdi ve Sebe’ sûresi, yirmisekizinci
âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim
“sallallahü aleyhi ve sellem”! Seni, dünyâdaki bütün insanlara ebedî se’âdeti
müjdelemek ve bu se’âdet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum) buyurdu.]
Meselâ, Ona uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça
uyuması, Ona uymaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekden, katkat dahâ
kıymetlidir. Çünki, (Kay-
lûle) etmek,
ya’nî öğleden önce biraz yatmak âdet-i şerîfesi idi. Meselâ, Onun dîni emr
etdiği için, bayram günü oruc tutmamak ve yiyip içmek, Onun dîninde bulunmayıp
senelerce tutulan oruclardan dahâ kıymetlidir. Onun dîninin emri ile fakîre
verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzûsu ile, dağ kadar altın
sadaka vermekden dahâ efdaldir.Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü anh”, bir
sabâh nemâzını cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate bakıp, bir kimseyi
göremeyince sordu: Eshâbı dediler ki, geceleri sabâha kadar ibâdet ediyor.
Belki şimdi uyku basdırmışdır. Emîr-ül-mü’minîn buyurdu ki, (Keşki bütün gece
uyuyup da, sabâh nemâzını cemâ’at ile kılsaydı, dahâ iyi olurdu). İslâmiyyetden
sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefslerini körletiyor ise de,
bu dîne uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına
ücret hâsıl olursa, dünyâda birkaç menfe’atden ibâret kalır. Hâlbuki, dünyânın
hepsinin kıymeti ve ehemmiyyeti nedir ki, bunun bir kaçının i’tibârı olsun.
Bunlar, meselâ çöpçüye benzer ki, çöpçüler herkesden dahâ çok çalışır ve
yorulur. Ücretleri de herkesden aşağıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi’ olanlar
ise, latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgûl olan mücevherciler gibidir.
Bunların işi az, kazancları pek çokdur. Ba’zan bir sâatlik çalışmaları,
yüzbinlerce senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, ahkâm-ı
islâmiyyeye uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür, mardîsidir, çok beğenir.
[Böyle olduğunu kitâbının çok yerinde bildirmişdir. Âl-i İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve
sellem”! Onlara de
ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini
istiyorsanız, bana tâbi’ olunuz!
Allahü teâlâ bana tâbi’ olanları sever) buyuruldu.]
İslâmiyyete uymıyan şeylerin hiç birisini Hak teâlâ sevmez,
beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevâb verilir mi? Belki cezâya sebeb
olur.
2 - Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı
kerîmde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itâ’at
etmenin, kendisine itâ’at etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, Onun Resûlüne
“sallallahü aleyhi ve sellem” itâ’at edilmedikce, Ona itâ’at edilmiş olmaz.
Bunun pek kat’î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i
kerîmede (Elbette muhakkak böyledir) buyurdu ve ba’zı doğru düşünmiyenlerin, bu iki
itâ’ati birbirinden ayrı görmelerine meydân bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin yüzellinci ve yüzellibirinci âyet-i
kerîmelerinde meâlen, (Kâfirler, Allahü
teâlânın emrleri ile Peygamberlerinin emrlerini birbirinden ayırmak istiyorlar.
Bir kısmına inanırız; bir kısmına inanmayız
diyorlar. Îmân ile küfr arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi
kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hâzırladık) buyurarak, bunlardan şikâyet etmekdedir.
3
- Se’âdet-i
ebediyyeye kavuşmak için, müslimân olmak lâzımdır. Müslimân olmak için, hiçbir
formaliteye, müftîye, imâma gitmeğe lüzûm yokdur. (Makâmât-i mazheriyye) onikinci faslında diyor ki, (Allahü
teâlâya ve Resûlüne ve Onun Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsine inandım.
Allahü teâlânın ve Resûlünün dostlarını severim ve düşmanlarını sevmem demek
kâfîdir. Her bilgiyi delîl ile isbât etmek, ya’nî Kur’ân-ı
kerîmdeki veyâ hadîs-i şerîflerdeki yerlerini göstermek, âlimlerin
vazîfesidir. Her müslimâna lâzım değildir). İbni Âbidîn de, (Kâfirin nikâhı) bahsi sonunda, böyle
buyurmakdadır. [Îmâna gelen yaşlı adamın sünnet
olması şart değildir. Hiç olmasa da olur denildi. Çünki sünnet, avret yerinin görünmesi için özr olmaz diyenler de vardır.
(Hadîka)da ve (Berîka)da diyor ki, (Müslimân olan yaşlı adam ve hastalar, sünnetin acısına dayanamazlarsa, sünnet edilmezler.) Doktor Necmüddîn Ârif beğ, 1343
[m. 1925] de İstanbulda basılan (Amelî Cerrâhî) kitâbında
diyor ki, (Yehûdîler çocuk yedi günlük iken, müslimânlar, herhangi bir zemânda sünnet yapar. Sıhhî fâidesinden dolayı Avrupa ve
Amerikada birçok hıristiyanlar da, kendilerini ve çocuklarını sünnet etdirmekdedir.)
Sünnetin nasıl yapılacağı, bu kitâbda ve Sinop
meb’ûsu doktor Rızâ Nur beğin (Fenn-i hitân)
kitâbında uzun yazılıdır.]
4
- Bütün
insanlara önce lâzım olan şey, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin
kitâblarında bildirdikleri gibi, bir îmân ve i’tikâd edinmekdir. Peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur’ân-ı kerîmden
murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadîs-i şerîflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu
büyük âlimlerdir. Kıyâmetde kurtuluş yolu, bunların
gösterdiği yoldur. Allahü
teâlânın Peygamberinin ve Onun
Eshâbının “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”
yolunu kitâblara geçiren, değişdirilmekden ve bozulmakdan koruyan, (Ehl-i sünnet) âlimleridir.
5
- Dört
mezhebde ictihâd derecesine yükselmiş olan müctehidlere ve bunların yetişdirmiş
oldukları büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimleri
denir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, (İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân
bin Sâbit) ve iki imâm, Ebû Mensûr Mâ-türîdî ve Ebûl-Hasen-i
Eş’arîdir.
6
- Hakîkate
varmış Evliyânın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî “rahmetullahi
aleyh” diyor ki, (Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”
gibi bir zât bulunsaydı, bunlar yehûdîliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi).
7
- Bu büyük
imâmın ve yüzlerce talebesinin ve bunların da yetişdirdiği binlerce büyük insanın yazdığı milyonlarca kitâb,
Peygamberimizin yolunu, bütün dünyâya doğru olarak yaymış,
tanıtdırmışdır. Şimdi, internet denilen âletler vâsıtası ile, dünyânın her yerinde
islâmiyyet çok kolay öğrenilmekdedir. Bugün islâm dînini, duyamıyacak, hür
dünyâda bir şehr, bir köy ve bir kimse kalmamışdır. İslâmiyyeti işitince, doğru
olarak öğrenmek istiyene, Allahü teâlâ, bunu nasîb edeceğini va’d buyurmuşdur.
Bugün, dünyâ kütübhânelerini doldurmuş olan bu kitâbların ismlerini bildiren
fihristler mevcûddur. Meselâ, Kâtib Çelebînin (Keşf-üz-zunûn)
kitâbında, onbeşbine yakın kitâb ve onbin kadar müellif ismi vardır.
Bu kitâb, iki cild olup, arabîdir. Bağdâdlı İsmâ’îl pâşa, bu kitâba, iki cild
zeyl, ya’nî ilâve yazmışdır. Bu zeyllerde, onbine yakın kitâb ve müellif ismi
vardır. Keşf-üz-zunûn, 1250 [m. 1835] de, üstde arabî, altda latince tercemesi
olarak, Leipzigde basılmışdır. Dahâ önce 1112 [m. 1700] de fransızcaya terceme
edilmişdi. Hemen yine o târîhde Mısrda da basılmışdı. Son olarak, iki zeyli ile
berâber 1360-1366 [m. 1941-1947] arasında İstanbulda arabî basılmışdır.
Kitâblar, elifbâ sırası iledir. Dördü de me’ârif kütübhânelerinde satılmakda
idi. İsmâ’îl pâşanın (Esmâ’-ül-müellifîn) ismindeki
arabî, iki cild kitâbı, 1370 ve 1374 [m. 1951 ve 1955] de İstanbulda
basılmışdır. Bu iki kitâbda, Keşf-üz-zunûn ve zeyllerindeki kitâbların
müellifleri, elifbâ sırası ile yazılmış ve her ismin yanında, yazdığı eserleri
bildirilmişdir. Bugün, bütün dünyâda mevcûd, yalnız arabî islâm kitâblarını ve
yazarlarını ve her memleketde hangi kütübhânelerde ve numarasını gösteren, çok
istifâdeli ve kıymetli bir kitâb da, 1362 [m. 1943] de Leiden şehrinde basılmış
olan, Carl Brockelmannın (Geschichte der Arabischen Litteratur) ismindeki
almanca kitâbıdır. Osmânlı devletinde yetişmiş âlimlerin hâl tercemesini
bildiren (Şakâ’ik-ı Nu’mâniyye) kitâbının
sâhibi, Taşköprü zâde Ahmed efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Miftâh-us-se’âde) kitâbı, beşyüze yakın çeşidli
ilmi ta’rîf ve îzâh edip, her ilmde yazılmış kitâb ve bunları yazanlar hakkında
bilgi vermekdedir. İslâm âlimlerini ve eserlerini tanıtan bu kıymetli kitâbı,
oğlu, Kemâleddîn Muhammed, arabcadan türkçeye çevirmiş ve (Mevdû’ât-ül-ulûm) ismini vermişdir. (Mevdû’ât-ül-ulûm), [1313] senesinde, İkdâm
gazetesi matba’asında basılmışdır. Piyasada mevcûddur. Bu kitâbı okuyan,
anlayışlı ve insâflı bir kimse, islâmiyyetin yirmi ana ilmini ve bunların
kolları olan, seksen ilmi ve bu ilmlerin âlimlerini ve herbirinin yazdığı
kitâbları görerek, durmadan, yılmadan yazan, islâm âlimlerinin çokluğu ve
herbirinin, ilm deryâsına dalmakdaki mehâretleri karşısında, hayrân kalmakdan
kendini men’ edemez.
[Bu kitâblarında tabî’iyyecilerin ve maddîcilerin sözlerini
ve müslimân olmıyanların islâmiyyete sokmak istedikleri uydurmaları delîller ve
tartışmalar ile red ederek hepsini susdurmuşlar, din düşmanı olan zındıkların
hâzırladıkları fitne ve
fesâd
ateşlerini söndürmüşlerdir. Ayrıca, kötü maksadlarla Kur’ân-ı
kerîme yanlış ma’nâlar vermeğe, bozuk tercemeler yapmağa kalkışanların
yüz karalarını meydâna çıkarıp, bir tarafdan îmân edilmesi lâzım gelen şeyleri
birer birer ve açıkça yazmışlar, bir tarafdan da, bütün dünyâda olmuş ve
kıyâmete kadar olacak her vak’a ve hareketin ahkâm-ı islâmiyyesini, pek doğru
olarak, insanlığın önüne koymuşlardır.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi teâlâ aleyh”
dersinde hâzır bulunan talebesinden sekizyüzden fazlasının ismleri ve hâl
tercemeleri kitâblarda yazılıdır. Bunlardan beşyüzaltmışı fıkh ilminde derin
âlim olarak şöhret bulmuş, içlerinden otuzaltısı ictihâd makâmına
yükselmişdir.]
8
- Her bid’at sâhibi, Kur’ân-ı kerîmde
ve hadîs-i şerîflerde ma’nâları açık olmayan i’tikâd bilgilerinde, yanlış
te’vîl yaparak, yanlış ma’nâ çıkardığı için, hak yoldan ayrılmışdır. Hâlbuki,
Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki, (Kur’ân-ı kerîmden kendi aklı
ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile ma’nâ çıkaran kâfirdir). (Berîka) ve
(Hadîka)da, dil âfetlerinin ellincisini
okuyunuz! Nemâzdan, îmândan haberi olmıyanların, para kazanmak için, piyasaya
sürdükleri, uydurma tefsîrlerinin, yaldızlı reklâmlarına aldanmamalı, bunları
almamalı, okumamalıdır.
9
- Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan
ilmler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız (Ehl-i
sünnet) âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilmleri, Eshâb-ı kirâmdan
öğrendi. Bunlar da, Resûlullahdan öğrendiler. Her mülhid, her bid’at sâhibi ve her câhil, tutduğu yolun, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğunu
sanır ve iddi’â eder. Bu hâlde, Kur’ân-ı kerîmden
ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan her ma’nâ, makbûl ve mu’teber değildir.
10 - Ehl-i sünnet
âlimlerinin, o büyük ve dindâr insanların bildirdikleri i’tikâddan, îmândan kıl
kadar ayrılanların, kıyâmetde azâbdan kurtulmaları imkânsızdır. Böyle olduğu
akl ile, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler
ile ve din büyüklerinin (Basîretleri) ile
ya’nî kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli
yokdur. Bu büyüklerin kitâblarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar
ayrılanların sözleri ve kitâbları, zehrdir. Hele dünyâlık toplamak için, dîni
âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akllarına geleni
yazan zındıkların hepsi, din hırsızıdır. Bu kitâbları ve mecmû’aları okuyanların
îmânlarını çalarlar. Bunlara aldananlar, kendilerini müslimân sanıp nemâz
kılar. Hâlbuki, îmânları çalınmış, gitmiş olduğundan nemâzları ve hiçbir
ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhıretde işe yaramaz.
Dinlerini dünyâya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, (Câhiller,
ahmaklar, dünyâdaki zevk ve lezzetlere
kavuşmak için, dinlerini, îmânlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyâyı,
şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koşdular.
Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve kazanç yolunu
bilmedi. Çok ziyân etdi) olan onaltıncı âyet-i kerîmesi gönderildi.
11- İki cihân se’âdetine kavuşmak, ancak ve
yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi olan,
Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için, îmân etmek ve
ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru îmânın
bulunmasına alâmet, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik
alâmeti olan şeyleri yapmamakdır. Çünki islâm ile küfr, birbirinin aksidir,
zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıd şey, bir
arada bulunamaz. Bunlardan birisinekıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek
olur. Allahü teâlâ, sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâma, huluk-ı azîm sâhibi
olan, çok merhametli olan Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm
düşmanları ile cihâd ve muhârebe etmeği ve onlara sertlik göstermeği emr
ediyor. Demek ki, islâm düşmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir.
İslâmiyyetin izzeti ve şerefi, küfrün vekâfirlerin hakîr ve zelîl olmasındadır.
Kâfirlere izzet veren, hurmet eden,
müslimânları tahkîr etmiş, alçaltmış
olur. [Hak teâlâ, Âl-i İmrân sûresinde
kâfirlere kıymet verenlerin ve küfre tâbi’olanların aldandıklarını ve pişmân
olacaklarını beyân buyurarak meâli, (Ey benimsevgili
Peygamberime “sallallahü aleyhi ve sellem” inananlar!
Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün “sallallahü aleyhi ve
sellem” yolundan ayrılırsanız, kendilerine müslimân süsü veren
dindüşmanlarının, ya’ni zındıkların uydurma veyaldızlı sözlerine kapılarak,
îmânınızı çaldırırsanız, dünyâda ve âhıretde ziyân edersiniz) olan yüzkırkdokuzuncu
âyet-i kerîmeyi gönderdi.]
Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin
“sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın
düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun
Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” düşman olmağa sürükler. Bir kimse,
kendini müslimân zan eder. Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Nemâz
kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun
îmânını ve islâmını temelinden götürür.
[Kâfirler, ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
bildirdiği islâm dînini beğenmiyenler, zemâna, asra ve fenne uymuyor diyenler
ve mürtedler, müslimânlarla ve müslimânlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor,
müslimânları aşağı görüyorlar. Müslimânlığın dışında kalmak, keyflerine,
şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, müslimânlığa
gericilik, îmânsızlığa, dinsizliğe asrîlik, münevverlik ve ışıklı yol diyorlar.
(Mürted) demek, müslimân evlâdı
oldukları hâlde, müslimânlıkdan haberleri olmadığından ve hiç bir din âliminin
kitâbını okumadıklarından ve anlamadıklarından, yalnız bir lutfe, bir teveccühe
ve dünyâlığa kavuşmak için ve akıntıya
kapılmış olmak için, müslimânlığı beğenmiyenler, terakkîye mâni’dir
diyenlerdir.
Bunlardan ba’zısı, temiz yavruları aldatmak için
(İslâmiyyetde herşey “miş” ile bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa
dayanıyor. Bir sened ve vesîkaya dayanmıyor. Diğer ilmler ise, isbât edilip,
bir vesîkaya dayanmakdadır) diyorlar. Bu sözleri ile, ne kadar câhil
olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitâbı okumamışlar. İslâmiyyet ismi altında, hayâllerinde, birşeyler
tasarlayıp, din bu düşüncelerden ibâretdir sanıyorlar. Bilmiyorlar ki,
hayâllere tapınan, hıristiyanlardır. Birkaç yehûdînin ortaya çıkardığı,
heykellere, taşlara tapınıyorlar. Hâlbuki müslimânlar, peygamberlerin en üstünü
Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmakda, haber verdiği, mi’râc gecesinde görüp
konuşduğu ve hergün Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile haberleşdiği bir
Allaha ibâdet etmekdedir. Bunların, islâmiyyetden ayrı ve uzak gördükleri
ilmler, fenler, vesîkalar, senedler, hep islâm dîninin birer şu’besi,
dallarıdır. Meselâ bugün liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimyâ, bioloji
kitâbları, ilk sahîfelerinde, (Dersimizin esâsı, müşâhede [gözetleme], tedkîk
[inceleme] ve tecribedir) diyor. Ya’nî fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir.
Hâlbuki, bu üçü de, islâmiyyetin emr etdiği şeylerdir. Ya’nî, dînimiz, fen
bilgilerini emr etmekdedir. Kur’ân-ı kerîmin çok
yerinde, tabî’atı, ya’nî mahlûkâtı, canlı ve cansız varlıkları görmek,
incelemek emr edilmekdedir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, birgün
Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” sordu ve: (Yemene gidenlerimiz,
orada hurma ağaçlarını, başka dürlü aşıladıklarını ve dahâ iyi hurma
aldıklarını gördük. Biz Medînedeki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi
mi aşılayalım, yoksa, Yemende gördüğümüz gibi aşılayıp da, dahâ iyi ve dahâ bol
mu elde edelim?) dediler. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, bunlara şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin!
Cebrâîl “aleyhisselâm” gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm. Veyâ,
biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim,
demedi ve (Tecribe edin! Bir kısm ağaçları,
babalarınızın üsûlü ile, başka ağaçları da, Yemende öğrendiğiniz üsûl ile
aşılayın! Hangisi dahâ iyi hurma verirse, her zemân o üsûl ile yapın!) buyurdu.
Ya’nî tecribeyi, fennin esâsı olan tecribeye güvenmeği emr buyurdu. Kendisi
melekden anlar veyâ mubârek kalbine elbette doğar idi. Fekat, dünyânın her
tarafında, kıyâmete kadar gelecek müslimânların, tecribeye, fenne güvenmelerini
işâret buyurdu. Hurma ağaçlarını aşılama kıssası (Kimyâ-i
se’âdet)de ve (Ma’rifet-
nâme)nin
yüzonsekizinci sahîfesinde yazılıdır. İslâmiyyet, bütün fen kollarında, ilm ve
ahlâk üzerinde, her çeşid çalışmağı ehemmiyyetle emr etmekdedir. Bunlara
çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitâblarda yazılıdır. Hattâ, bir islâm şehrinde, fennin
yeni bulduğu bir âlet, bir vâsıta yapılmayıp, bu yüzden bir müslimân
zarar görürse, o şehrin idârecilerini, âmirlerini, islâmiyyet mes’ûl
tutmakdadır. Hadîs-i şerîfde, (Oğullarınıza yüzmek
ve ok atmak öğretiniz! Kadınların, evinde iplik iğirmesi ne güzel eğlencedir) buyuruldu.
Bu hadîs-i şerîf, harb için lâzım olan her çeşid bilgi ve âleti edinmeği, hiç
boş durmamağı ve fâideli eğlenceleri emr etmekdedir. Bunun içindir ki, bugün,
bir İslâm milletinin, atom bombası, sun’î peyk yaparak müslimânlığı dünyâya
tanıtması farzdır. Yapmağa çalışılmazsa, büyük
günâh olur.
Müslimânların bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere (Ulûm-i islâmiyye) müslimânlık bilgileri denir.
Bu bilgilerin kimisini öğrenmek farzdır.
Kimisini öğrenmek sünnet, bir kısmını öğrenmek
de mubâhdır. İslâm bilgileri, başlıca iki büyük kısma ayrılır: Birincisi (Ulûm-i nakliyye)dir. Bunlara (Din bilgileri) de denir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da
Resûlullahdan öğrendiler. Din bilgileri de ikiye ayrılır: Zâhirî ilmler ve
bâtınî ilmler. Birincilere, (Îmân bilgileri) ve
(Fıkh bilgileri) veyâ (Ahkâm-ı islâmiyye), ikincilere (Tesavvuf bilgileri) veyâ (Ma’rifet) denir. Îmân bilgileri ve ahkâm-ı
islâmiyye, mürşidlerden, akâid ve fıkh kitâblarından öğrenilir. Ma’rifet, kalblere,
mürşidlerin kalblerinden akar, gelir.
İslâm bilgilerinin ikinci kısmı (Ulûm-i
akliyye)dir. Canlıları öğretene (Ulûm-i
tıbbiyye), cansızları öğretene (Ulûm-i
hikemiyye) denir. Semâları, yıldızları öğretene (Ulûm-i felekiyye), Erd bilgilerine (Ulûm-i tabî’ıyye) demişlerdir. Ulûm-i akliyye,
matematik, mantık ve tecribî bilgilerdir. Bunlar, his organları ile duyularak,
akl ile incelenerek, tecribe ve hesâb edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din
bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu
bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar, zemânla artar, değişir, ilerler. Bunun içindir
ki, (Tekmîl-i sınâ’ât, telâhuk-ı efkâr iledir) buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı
(San’atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikrlerin, deneylerin birbirlerine
eklenmesi ile olur) demekdir.
Nakl yolu ile edinilen bilgiler, ya’nî din bilgileri çok
yüksekdir. Aklın, insan dimâgı gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, hiçbir
zemânda, kimse tarafından değişdirilemez. Dinde reform olmaz sözünün ma’nâsı da
budur. Akl ile elde edilen bilgileri, islâmiyyet yasaklamamış, sınırlamamış,
ancak, bunların nakl bilgileri ile birlikde öğrenilmesini ve sonuçlarının
ahkâm-ı islâmiyyeye uygun, insanlara fâideli olarak kullanılmasını, zulm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emr
etmişdir. Müslimânlar, birçok fen vâsıtası yapmışlar ve kullanmışlardır.
Pusula 687 [m. 1288] de keşf edildi. İğneli tüfek 1282 [m. 1866] da ve top 762
[m. 1361] de keşf edildi ve Fâtih tarafından kullanıldı. İslâmiyyet, islâma
karşı olanların, islâm ahlâkını bilmiyenlerin, ilm şekline sokdukları, ders,
vazîfe adını verdikleri ahlâksızlıkların, uydurma târîhlerin, islâmiyyete
yapılan iftirâların okutulmasını, öğrenilmesini yasaklamakda, zararlı, kötü
propagandalardan kaçınılmasını, fâideli, iyi bilgilerin öğrenilmesini
istemekdedir.
İslâmiyyet, fâideli olan her ilmi, her fenni ve her
tecribeyi emr eden bir dindir. Müslimânlar, fenni sever, fen adamının
tecribelerine inanır. Fekat, fen adamıyım diyen fen taklîdcilerinin
iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz.]
Kâfirler ellerinden gelirse, müslimânları ezer, imhâ eder.
Veyâhud, müslimânları, kendi uydurdukları yola sokarlar.
[Nitekim masonların [m. 1900] senesi ictimâ’ına âid
zabtların yüzikinci sahîfesinde (Dindârlara ve ma’bedlere galebe çalmak kâfî
değildir. Asl maksadımız, dinleri yok etmekdir) yazılıdır.
Bunlar, kitâblarında ve konuşmalarında, din düşmanlıklarını
açıkca ve hayâsızca bildiriyorlar. İlmden, fenden haberleri olmadığı için,
çocukca şeyler söylüyorlar. Meselâ, eski insanlar câhil imiş, tabî’at
kuvvetleri karşısında âciz, zevallı kalarak, hayâlî şeylere inanmışlar.
Uydurdukları şeylere tapınarak, yalvararak, kü-
çüklüklerini
göstermişler. Hâlbuki, bugün atom asrındayız. Tabî’ate hâkim olup istediğimizi
yapıyoruz. Tabî’at kuvvetleri hâricinde birşey yokdur. Cennet, Cehennem, cin,
melek, eski insanların uydurduğu şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmiyen,
tecribe edilmiyen şeylere inanılır mı, diyorlar. Dinsizlerin bu sözleri,
târîhden de haberleri olmadığını gösteriyor. Târîh boyunca, her asrda gelen câhiller,
kendilerini akllı, bilgili, eski insanları câhil sanmış. Âdem aleyhisselâmdan
beri, her asrda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar,
inkâr etmişlerdir. Kur’ân-ı kerîmin birçok
yerinde, kâfirlerin böyle sözleri bildirilmekde ve cevâb verilmekdedir. Meselâ Mü’minûn sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinden
sonra, (Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda
boğduk. Ondan sonra yaratdığımız insanlara, içlerinden Peygamber gönderdik ve
Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, Ondan başkası yokdur. Onun
azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden, öldükden sonra tekrâr dirilmeğe
inanmıyanlardan, dünyâ ni’metlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu
Peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtâc olan
birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp,
kemikleriniz çürüyüp, toz toprak oldukdan sonra, tekrâr dirilerek kabrden
kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır.
Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider. Öldükden
sonra, bir dahâ dirilmek yokdur, dediler) meâlindeki
âyet-i kerîmeleri gönderdi. Komünist memleketlerde, milletin dînini, ahlâkını
yıkmak için, mekteblerde öğretmenler ve askerlikde de subaylar, çocuklara,
kızlara, askerlere, Allah var olsaydı görürdük. İstediğimizi işitir, verirdi.
Benden şeker isteyiniz, hemen işitir, veririm. Ondan isteyin, bakın vermiyor. O
hâlde yokdur. Ananız, babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır. Onlar
gericidir. Siz ise, aydın kafalı, ilerici gençlersiniz. Sakın öyle hurâfelere
inanmayın! Cennet, Cehennem, melek, cin uydurma şeylerdir diyorlar. Böyle
yalanlarla, gençlerin dînini, îmânını, baba ocağından almış oldukları edeb ve
hayâlarını yok etmeğe çalışıyorlar. Zevallı yavruları aldatıp, kendi alçak
istekleri, zevkleri, kötü kazancları uğruna, gençleri fedâ ediyorlar. Cenneti,
Cehennemi kim görmüş, görülmiyen şeye inanılmaz, diyerek his uzvlarına tâbi’
olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzvlarına tâbi’ olur. İmâm-ı
Gazâlî buyuruyor ki, (İnsanlar, akla tâbi’ olur. İnsanların his uzvları,
hayvanlardan geridedir. İnsan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkda,
onların gördüğü gibi göremez. Sonra, herşeyde, göze nasıl inanılır ki, çok
yerde akl, gözün yanlışını çıkarmakdadır. Meselâ göz, güneşi pencere içinden
görüp, pencereden küçük sanıyor. Akl ise, dünyâdan da büyük olduğunu söylüyor).
Bu kâfirler acabâ, biz gördüğümüze inanırız, güneş dünyâdan dahâ büyük olur mu
diyerek, akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, müslimânlar gibi akla
inanıyor. Görülüyor ki, insanlar, dünyâ işlerinde, hislerine değil, akllarına
uyarak, hayvanlardan ayrılmakdadır. Bunlar, âhıretdeki şeylere inanmayız
diyerek, his organlarına bağlı kalıyorlar da, niçin akla uymuyor, burada da,
insanlık derecesine yükselmek istemiyorlar? İslâmiyyet, insanların tekrâr
yaratılıp, sonsuz yaşıyacaklarını, hayvanların ise, kıyâmetde hesâblaşdıkdan
sonra, yok olacaklarını bildiriyor. İnsanlara ebedî hayât va’d ederek,
hayvanlardan ayırıyor. Bu kâfirler ise, hayvanlar gibi, ebedî hayâtdan mahrûm
kalmağı beğeniyorlar. Bugün, fabrikalarda
binlerce ilâc, ev eşyâsı, sanâyı’ ve ticâret maddeleri, elektronik âletler,
harb vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesâblardan, yüzlerce
tecribeden sonra elde ediliyor. Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu
diyorlar mı? Bunların bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söylüyorlar ve
hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır diyorlar da, canlılarda,
cansızlarda görülen ve her asrda, dahâ yenileri, dahâ inceleri keşf edilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan
milyonlarca maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var
olduklarını söylüyorlar. Bu iki yüzlülük, koyu bir inâddan veyâ açık bir
ahmaklıkdan başka ne olabilir?
Rusyada bir komünist mu’allim, ders arasında, (Ben sizi
görüyorum. Siz de be-
ni
görüyorsunuz. O hâlde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünki, bu dağları da
görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmiyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir
fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu
varlıkların bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna
inanmak yanlışdır. Fenne uygun değildir. Görülmiyen şeye var demek,
gericilikdir) der. Bir türkmen çocuğu söz istiyerek: (Bunları akl ile mi
söylüyorsun? Sende akl olduğuna inanmak, bunları akl ile söylediğini kabûl
etmek fenne uygun değildir. Çünki, aklın olsaydı, görürdük) der. Mu’allim, bu
haklı söze cevâb veremeyip, mağlûbiyyetinden hâsıl olan öfke ile, çocukcağızı,
tekme tokat dershâneden dışarı atar. Çocuk bir dahâ hiçbir yerde
görülememişdir.Bugün, dünyâdaki kâfirler, iki dürlüdür: Birincisi (Kitâblı kâfirler), ya’nî yehûdîler ve
hıristiyânların az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü teâlâdan
getirdiği kitâba ve öldükden sonra dirilmeğe, âhıretdeki sonsuz hayâta
inanıyorlar. Ellerindeki bozuk kitâba Allah kelâmı diyorlar.
İkincisi, (Kitâbsız kâfirler) ya’nî
(Müşrik)ler olup, herşeyi yapan bir
Allah bulunduğuna inanmıyorlar. Taş, ağaç, güneş, yıldız ve insan, inek gibi
ba’zı mahlûklarda (ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna
inanıyorlar. Bu inkârcılardan bir kısmı, kanûn ile, devlet baskısı ile, zulm,
işkence ederek, ibâdet etmeği, dîni öğretmeği yasak ediyor. Bir kısmı da,
insanlık, iyilik duygularını okşayıcı sözlerle, herkesi, zevk, safâya
daldırıyor. Ma’neviyyâtdan, din bilgilerinden mahrûm bırakıyorlar. Düzme
hikâyeler, yalan örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatıyor, din câhili
yetişdiriyorlar. Bir tarafdan, medeniyyetden, fenden, insan haklarından bahs
edip, bir tarafdan da, insanları hayvanlaşdırıyorlar. İngiliz casûsları, böyle
yapıyor. (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları) kitâbını
ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbının
28.ci sahîfesini ve devâmını okuyunuz!
Avrupa ve Amerika milletlerinin çoğu hıristiyandır.
Yehûdîlerin ve hıristiyanların bir kısmı, kitâblıdır. Yeni astronominin
kurucusu Kopernik, Fraynburg şehrinde papas idi. İngilterenin büyük fizik adamı
Bacon, Fransisken tarîkatinde, papas idi. Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal,
papas olup, fizik ve geometri kanûnları keşf ederken, din kitâbları yazmışdı.
Fransanın en büyük başvekîli olup, memleketine Avrupa birinciliğini kazandıran,
meşhûr Rişliyö, papas olup, ruhbân sınıfında ileri derece sâhibi idi. Meşhûr
Alman doktor ve şâ’iri Şiller de, papas idi. Bugün, bütün dünyâca büyük felesof
tanınan, Fransız fikr adamı Bergson, kitâblarında, maddîcilerin hücûmlarına
karşı, rûhânîleri müdâfe’a etmişdir. (Madde ve
hâfıza) ve (Din ve ahlâkın iki kaynağı) ve
(Şu’ûrun vergileri) kitâblarını
okuyanlar dîne, kıyâmete seve seve inanır.
Amerikanın büyük felesofu William Ceyms, Pragmatisme
mezhebini kurmuş, (Dînî tecribeler) ve
diğer kitâblarında, îmânlı olmağı övmüşdür. Bulaşıcı hastalıklar, mikroblar ve
aşılar üzerinde buluşları olan, Fransız doktoru Pasteur, cenâzesinin dînî
merâsim ile kaldırılmasını vasıyyet etmişdi. Nihâyet, ikinci cihân harbinde
dünyâyı idâre eden, Amerika Cumhûrreîsi F.D.Ruzvilt ile İngiliz başvekîli
Çörçil, dindâr idi. İsmini hâtırlayamadığımız dahâ nice fen ve siyâset adamları
hep, yaratana, kıyâmete, meleklere inanan kimselerdi. İnanmıyanların, bütün
bunlardan dahâ akllı olduğunu kim iddi’â edebilir? Bunlar, islâm kitâblarını
görüp okumuş olsalardı, iyi müslimân olurlardı. Fekat papaslar islâm
kitâblarını okumağı, hattâ el sürmeği yasak etmişler, büyük suç saymışlardı.
İnsanların dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşmalarına mâni’ olmuşlardı. İkinci
kısmda yirmialtıncı maddeye bakınız!
İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Müslimânlar,
âhırete inanıyor. Kitâbsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı,
inanmıyanlar birşey kazanmaz, müslimânlar da, zarar etmezdi. Fekat, kâfirlerin
dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir). İslâm âlimleri, sözlerini isbât
etmekde, inanmıyanların hücûmlarına akl, ilm ve fen ile cevâb vermekdedir.
Müslimânlar, sözlerini isbât etmeseydi dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azâbda kalmak, bir ihtimâl bile olsa,
bunu hangi akl kabûl eder? Hâlbuki, âhıret azâbları, bir ihtimâl değil,
mey-
dânda
olan hakîkatdir. O hâlde, inanmamak, aklsızlık oluyor.
İslâm dînini bilmiyenlerin ba’zısı
ise, milletin sağlam îmânını, ilme ve akla dayanarak bozamıyacaklarını,
islâma hücûm etdikçe, kendi yüz karalarının meydâna çıkdığını görerek, hîle,
yalan yoluna sapıyor. Müslimân görünüp ve müslimânlığı beğenici ve medh edici
yaldızlı yazılar yazıp, fekat, bu yazıları ve sözleri arasında müslimânlığın
esâs ve temel mes’elelerini, sanki müslimânlık değilmiş gibi ele alıp
kötülüyorlar. Okuyucuları ve dinleyicileri bunlardan soğutmağa ve ayırmağa
çalışıyorlar. Allahü teâlânın emr etdiği ibâdetlerin vaktlerini, mikdârlarını
ve şekllerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, dahâ iyi olurdu
diyorlar. İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden,
fâidelerden ve kıymetlerden haberleri olmadığı için, bunları basît ve ibtidâî fâidelere âlet sanarak, sanki
düzeltmeğe yelteniyorlar. Birşeyi bilmemek, insanlar için kusûr ise de,
anlamadığına karışmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak bir hâl oluyor. Böyle
câhilleri, akllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan müslimânlar ise,
bunlardan dahâ zevallı ve dahâ ahmakdır. Müslimân ismini taşıyan böyle sinsi
kâfirlere (Yobaz) denir. Zemânımızdaki
yobazlardan bir kısmı da (Evet islâmiyyet iyi ahlâkı emr etmekde, insanları
olgunlaşdırmakdadır. Fekat, islâmiyyetde sosyal hükmler, âile ve cem’ıyyet
hakları da vardır. Bunlar ise, o zemânın şartlarına göre konmuşdur. Bugün
milletler büyümüş, şartlar değişmiş, ihtiyâclar artmışdır. Bugünkü, teknik ve
sosyal ilerlemeleri karşılayabilecek yeni hükmler, kanûnlar lâzımdır. Kur’ânın
hükmleri bu ihtiyâcları karşılayamaz) diyorlar. Böyle sözler, islâm hukûkunu
bilmiyen, islâm bilgilerinden haberi olmayan câhillerin boş ve yersiz
düşünüşleridir. İslâmiyyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine karşı, âile
ve komşuların birbirlerine, milletin hükûmete ve birbirlerine karşı haklarını,
vazîfelerini, suçları açıkca bildirmiş, bu değişmez kavramlar üzerinde, temel
hükmler kurmuşdur. Bu değişmez hükmlerin, hâdiselere, vak’alara tatbîkını sınırlamamış, örf ve âdetlere göre
kullanılmasını emr etmişdir. (Mecelle)nin
36. cı ve sonraki maddelerinin (Dürer-ül-hükkâm)
şerhinde diyor ki, (Zemânın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan
ahkâm değişebilir. Nassa, delîle dayanan ahkâm, zemânla değişmez. Hükm-i küllî
değişmeyip, bu hükmün hâdiselere tatbîkı, zemânla değişebilir. İbâdetlerde, Nass
ile bildirilmiş olmıyan bir hükmü anlamak ve bildirmek için, umûmî âdetler
delîl olur. Âdetin umûmî olması için Eshâb-ı kirâm zemânından kalma ve
müctehidlerin kullanmış olmaları ve devâmlı olmaları lâzımdır. Mu’âmelâtdaki
hükmler için, bir beldenin, Nassa muhâlif olmıyan âdetleri de delîl olur.
Bunları, fıkh âlimleri anlıyabilir). Allahü teâlâ islâm dînini, her memleketde,
her yeniliği ve buluşu karşılayacak şeklde kurmuşdur. İslâm dîni, yalnız sosyal
hayâtda değil, ibâdetlerde bile tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara
serbestlik vermiş, başka şartlar ve zarûretler karşısında, ictihâd hakkı
tanımışdır. Hazret-i Ömer ve Emevîler zemânında ve koca Osmânlı
imperatorluğunda, kıt’alara yayılan çeşidli milletler toplulukları, bu ilâhî
hükmlerle idâre edilerek, başarıları, şânları, târîhlere ün salmışdır. Gelecek
zemânlarda, büyük, küçük her millet de, islâmiyyetin bildirdiği, değişmez olan
güzel ahlâka sarılacağı, bunları uygulayacağı kadar, râhata, huzûra, se’âdete
kavuşacakdır. İslâmiyyetin bildirdiği sosyal ve ekonomik ahlâkdan, ahkâmdan
ayrılan insanlar, milletler, sıkıntıdan,
ızdırâbdan, felâketden kurtulamamışlardır. Geçmiş milletlerde böyle olduğunu
târîhler yazmakdadır. Gelecekde de, elbette böyle olacakdır. Târîh, tekerrürden
ibâretdir. Müslimânlar, millî birlik ve berâberliğe çok ehemmiyyet vermeli,
memleketlerinin kalkınması için maddî, mânevî çalışmalı, din bilgilerini iyi
öğrenmeli, harâmlardan sakınmalı, Allaha ve
devlete ve kullara karşı olan vazîfelerini, borçlarını yerine getirmelidir.
İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmeli, kimseye zarar vermemelidir. Fitne, ya’nî
anarşi çıkarmamalı, vergilerini ödemelidir. Dînimiz, böyle olmamızı emr ediyor.
Müslimânın birinci vazîfesi, nefsine, şeytâna uymayıp ve kötü arkadaşlara,
azgın, âsî kimselere, anarşistlere aldanmayıp, kanûna karşı suçlu olmakdan,
Allahü teâlâya karşı da -
günâh
işlemekden sakınmakdır. Allahü teâlâ kullarına üç vazîfe verdi: Birincisi,
şahsî vazîfesidir. Her müslimân, kendini iyi yetişdirecek, sıhhatli, edebli,
iyi huylu olacak, ibâdetlerini yapacak, ilm ve güzel ahlâk öğrenecek, halâl
lokma kazanmak için çalışacakdır. İkinci vazîfesi, âile içindeki vazîfesidir.
Zevcesine, ana-babasına, çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapacakdır.
Üçüncü vazîfesi, cem’ıyyet içindeki vazîfeleridir. Komşularına, hocalarına,
talebesine, âilesine, emrinde olanlara, hükûmete ve devlete, bütün
vatandaşlara, dîni ve milleti başka olanlara karşı vazîfeleridir. Herkese
iyilik etmesi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemesi, kimseye zarar vermemesi, hiyânet
etmemesi, herkese fâideli olması, devlete, hükûmete, kanûnlara karşı, hiç ısyân
etmemesi, herkesin hakkını, vergilerini hemen ödemesi lâzımdır. Allahü teâlâ,
hükûmet, devlet işlerine karışmayı emr etmedi. Hükûmete yardım etmeği, fitne
çıkarmamağı emr etdi.]
O hâlde müslimânların Allahü teâlâdan hayâ etmeleri,
sıkılmaları lâzımdır. Hayâ îmândandır. Müslimânlık hayâsı zarûrî lâzımdır.
Kâfirleri ve kâfirliği ve islâmiyyete uymıyan hangi inanış, hangi nazariyye,
hangi teori olursa olsun, hepsini yanlış bilmek ve zararlı olduğuna inanmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak, kâfirlerden cizye
almağı, ya’nî vergi vermelerini emr buyurmuşdur. Bundan maksad, onları
tahkîrdir. Bu hakâret, o derece te’sîrlidir ki, cizye vermek korkusundan,
kıymetli elbise giyemezler, süslenemezler. Hakîr ve sefîl yaşarlar. Cizyenin
gâyesi, kâfirlerin hakâret ve rüsvâlığıdır. Müslimânlığın izzet ve şerefini
göstermekdir. Zimmî, müslimân olursa, cizye vermesi sâkıt olur. Bir kalbde îmân
bulunduğuna alâmet, kâfirleri sevmemekdir. [Sevmemek kalble olur. Onlarla ve
herkesle iyi geçinmeli, kimseyi incitmemelidir.
Ancak, zarûret ve ihtiyâc îcâbı, geçici işbirlikleri
yapılabilir ise de, bu, kalb ile sevişmek olmamalı ve zarûret bitince, sona
ermelidir.
Süâl: Kimseye sû’i zan
etmemeli, kötü gözle bakmamalı, kâfir olduğunu gösteren işine, sözüne değil,
îmânı olduğunu gösteren işine ve sözüne bakmalıdır. Îmân kalbde bulunur. Kalbde
îmân olduğunu Allah bilir. Başka kimse bilemez. Kalbinde îmân bulunan kimseye
kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Müslimânlığı açıkca kötülemiyen herkese
müslimân gözü ile bakmak, onu sevmek lâzımdır, deniliyor. Bu söz doğru mudur?
Cevâb: Kimseye sû’i zan
etmemeli sözü yanlışdır. Bunun doğrusu (Müslimâna
sû’i zan etmemeli)dir. Ya’nî, müslimân olduğunu söyliyen ve küfre
sebeb olan bir sözde ve işde bulunmıyan kimsenin bir sözünden veyâ işinden hem
îmânı olduğu, hem de îmânsız olduğu anlaşılırsa, îmânı olduğunu anlamalı,
dinden çıkdı dememelidir. Fekat bir kimse, dîni yıkmağa, gençleri kâfir yapmağa
uğraşır veyâ harâmlardan birinin iyi olduğunu
söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa, yâhud Allahü
teâlânın emrlerinden birinin gericilik, zararlı olduğunu söylerse, buna kâfir
denir. Müslimân olduğunu söyler, nemâz kılar, hacca giderse, (Zındık) denir. Müslimânları aldatan böyle iki
yüzlüleri müslimân sanmak, ahmaklık olur.]
Hak teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde kâfirlere
Neces ve doksanbeşinci âyetinde Rics ya’nî pis
buyurdu. O hâlde, müslimânların yanında, kâfirlik pis ve aşağı olmalıdır. Ra’d sûresinin ondördüncü ve Mü’min
sûresinin ellinci âyetlerinde meâlen, (Bu
düşmanların düâları netîcesizdir. Kabûl olmak ihtimâli yokdur) buyuruldu. Müslimânlardan, Allahü teâlâ râzıdır
ve Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” râzıdır. Allahü teâlânın rızâsına,
sevgisine kavuşmakdan dahâ büyük ni’met olmaz.
Îmân ile küfr birbirlerine zıd olduğu gibi, âhıret de,
dünyânın zıddıdır. Dünyâ ve âhıret bir araya getirilemez. Âhıreti kazanmak
için, dünyâyı [ya’nî harâmları] terk etmek
lâzımdır. Dünyâyı terk etmek, iki dürlüdür: Birisi, bütün harâm olan şeyler ile berâber, mubâhları da, ya’nî
günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan mikdârını kullanmakdır. [Ya’nî tenbel ve
işsiz olarak oturup
da, dünyânın zevk, keyf ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak,
her dürlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün
zemânını, ibâdet ile ve müslimânların râhatları ve islâm dînini bilmiyenlerin,
doğru yola kavuşmaları için lâzım olan ilmî ve teknik üsûlleri ve
vâsıtaları, en ileri ve en üstün şeklde yapmak ve kullanmakla geçirmek ve
durmadan çalışmakdır ve dünyâ zevkını böyle çalışmakda aramak ve bulmakdır.
Eshâb-ı kirâmın hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi. Dünyâyı, bu
söylediğimiz şeklde terk etmek, pekâlâ ve pek fâidelidir. Tekrâr edelim ki,
bundan maksad, islâmiyyetin emr etdiği şeyleri yapmak için, bütün râhatı ve
zevkleri fedâ etmekdir.]
İkincisi, dünyâda harâm ve
şübheli şeylerden kaçıp mubâhları kullanmakdır. Bu kısm da, hele bu zemânda,
çok kıymetlidir.
O halde, islâmiyyetin harâm
etdiği şeylerden kaçınmak, her müslimân için lâzımdır. Yediyüzseksendokuzuncu
[789] sahîfeye bakınız!
[Bunların harâm olmasına
ehemmiyyet vermiyen ve kaçınmağa lüzûm görmeyen, ya’nî Allahü teâlânın yasak
etmesine aldırış etmeyen veyâ bunları beğenen, ne güzel diyen (Kâfir) [Allaha düşman] olur. Bunlar Cehennemde,
sonsuz kalacakdır. Allahü teâlânın harâm
etmesine ehemmiyyet verip, kabûl edip de, nefsine mağlûb olarak, aldanarak,
bunları yapan ve sonra akllarını toparlayıp pişmân olanlar kâfir olmaz ve îmânlarını
gayb etmezler. Böyle kimselere (Âsî) ve (Fâsık) [kötü kimse] denir ve (Günâhkâr) denir. Bunlar, günâhları sebebiyle,
belki Cehenneme girip cezâlarını çekerse de, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar,
çıkıp Cennete kavuşacaklardır.]
Allahü teâlânın mubâh etdiği, ya’nî müsâ’ade etdiği şeyler
pek çokdur. Bunlarda bulunan lezzet, harâmda
bulunanlardan, fazladır. Mubâh kullananları Allahü teâlâ sever. Harâm kullananları sevmez. Aklı olan, doğru
düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, sâhibinin, yaratanının sevgisini
teper mi? Zâten, harâm olan şeylerin sayısı pek
azdır. Bunlarda bulunan lezzet, mubâhlarda da vardır.
[Dünyâ, ednâ kelimesinin müennesidir. Ya’nî, ism-i
tafdîldir. Masdarı, dünüv veyâ denâetdir. Birinci masdardan gelince, çok yakın
demekdir. (Biz en yakın olan gökü, çırağlarla
süsledik) âyet-i kerîmesindeki dünyâ kelimesi böyledir. Ba’zı
yerde de, ikinci ma’nâ ile kullanılmışdır. Meselâ (Denî,
alçak şeyler mel’ûndur) hadîs-i şerîfinde böyledir. Ya’nî (Dünyâ
mel’ûndur) demekdir. Alçak şeyler, cenâb-ı Hakkın nehy-i iktizâî ve nehy-i
gayr-i iktizâîsidir. Ya’nî, harâm ile mekrûhlardır. Şu hâlde, Kur’ân-ı
kerîmde, zem edilen, kötü denilen dünyâ, harâmlar
ve mekrûhlardır. Mal kötülenmemişdir. Çünki,
cenâb-ı Hak mala hayr adını vermekdedir. Bu sözümüzü isbât eden vesîka, bütün
mahlûkların ve insanlığın üstünlükde ikincisi olan İbrâhîm halîl-ür-rahmânın
malıdır. Yalnız yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları, ova ve vâdîleri
dolduruyordu. Görülüyor ki, islâmiyyet dünyâ malını kötülememekdedir. İbrâhîm
peygamberin bu kadar zengin olması, sözümüzü isbât etmekdedir.]
12 - Harâm işlememek ve bütün ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine
getirmek, çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok işler vardır
ki, sağlam insanlara kolaydır. Hastalara ise güçdür. Kalbin bozuk olması,
islâmiyyete temâm inanmaması demekdir. Bu gibi insanlar, inandım dese de,
hakîkî tasdîk değildir. Lâf ile tasdîkdir. Kalbde hakîkî tasdîkın, doğru îmânın
bulunmasına bir alâmet, dîn-i islâm yolunda yürümekde kolaylık duymakdır.
13 - Allahü teâlânın
feyzleri, ni’metleri, ihsânları, ya’nî iyilikleri, her ân, insanların iyisine,
kötüsüne, herkese gelmekdedir. Herkese mal, evlâd, rızk, hidâyet, irşâd ve
selâmet ve dahâ her iyiliği fark gözetmeksizin göndermekdedir.
Fark, bunları kabûlde, alabilmekde ve ba’zılarını da almamak
sûretiyle, insanlardadır. Nahl sûresinin otuzüçüncü
âyetinde meâlen:
Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de
çamaşırlara, aynı şeklde, parlamakda iken, adamın yüzünü yakıp karartır,
çamaşırlarını ise beyâzlatır.
[Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şeklde parladığı hâlde,
elmayı kızartınca tatlılaşdırır. Biberi kızartınca acılaşdırır. Tatlılık ve
acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşden değil,
kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın
yavrusuna olan merhametinden dahâ çok acıdığı için, dünyânın her tarafındaki,
her insanın, her âilenin, her cem’ıyyetin ve milletin her zemânda ve her
işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyâda ve âhıretde râhat
etmeleri ve se’âdet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda
yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini, Kur’ân-ı
kerîmde bildirdi. Ehl-i sünnet âlimleri,
bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup, milyonlarca kitâb yazarak, bütün
dünyâya bildirdi. Demek ki, Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş
bırakmamış, islâmiyyeti girmediği bir yer kalmamışdır. Demek ki, islâmiyyeti
dünyâ işlerinden ayırmak mümkin değildir. İslâmiyyeti dünyâ işlerinden ayırmağa
kalkışmak, islâmiyyeti ve müslimânları yeryüzünden kaldırmağa çalışmak demek
olmaz mı?]
İnsanların, âhıretdeki ni’metlere nâil olmamaları, Ondan yüz
çevirdikleri içindir. Yüz çeviren, elbette birşey alamaz. Ağzı kapalı bir kap,
Nisan yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet,
yüz çeviren birçok kimsenin, dünyâ ni’metleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm
kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını
vermekdedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara
verdiği dünyâlıklar hakîkatde azâb ve felâket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî
ile, istidrâc olarak, ya’nî Allahü teâlânın aldatarak, ni’met şeklinde
gösterdiği musîbetlerdir. Nitekim, Mü’minûn sûresi, ellialtıncı âyetinde
meâlen,
[Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvetdir.
Elektriğin aküde, pilde bulunması gibidir. Rûh [can] ise, bedenin her yerinde
bulunur. Kalb, nefse uyup, küfr veyâ günâh yapmak isteyince, Allahü teâlâ, bu
kula acırsa, küfr ve günâh işlemesini istemez. O da, yapamaz. Acımazsa,
işlemesini ister ve yaratır. Karşılığını da verir. O hâlde insanın azâblara,
felâketlere sürüklenmesine sebeb, kendisidir. Kalbinin islâmiyyete uymayıp,
nefsine uymasıdır.
Süâl: Allahü teâlâ, nefsi
yaratmasaydı, insanlar onun aldatmasından kurtulurdu. Kimse kötülük yapmaz,
herkes Cennete giderdi. İyi olmaz mı idi?
Cevâb: Bu dünyâda, her
mahlûkda, herşeyde, Allahü teâlânın hem rahmet sıfatı, hem de kahr, gadab
sıfatı tecellî, zuhûr etmekdedir. Su, insanların, hayvanların ve nebâtâtın
yaşamaları için, temizlik için, yemek, ilâc yapmak için lâzım olduğu gibi,
denizde binlerce insan boğulmakda, sel suları evleri yıkmakdadır. Soğuk su
içen, hasta olmakdadır. Ateş, ekmek, yemek pişirmek için, kışın ısınmak için
lâzım olduğu gibi, içine düşeni yakmakdadır. Elektrik, çok yerde işimize
yaradığı hâlde, yangına sebeb olmakda,
insana çarpınca, hemen öldürmekdedir. Her ilâc, bir derde devâ olduğu hâlde, fazlası
zararlı olmakdadır. Herşey de böyledir. Nefs de bunlar gibidir. Hem fâideli,
hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi
ve dünyâ için çalışmaları ve âhıret için cihâd sevâbı kazanmaları içindir.
Allahü teâlâ, nefsi böyle nice fâideler için yaratdı. Fekat, nefs, tegaddî ve
tenâsül lezzetlerine doymaz. Allahü teâlâ bütün insanlara merhamet ederek,
acıyarak, nefse hâkim olup, zararlı arzûlarını önlemeleri için, akl da yaratdı.
Akl,
insan dimâgı vâsıtası ile, his uzvlarından, şeytândan ve nefsden kalbe gelen
arzûları inceliyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvetdir. Ayırırken
yanılmazsa (Akl-ı selîm) denir. Allahü teâlâ, ayrıca Peygamberler göndererek,
hangi şeylerin fâideli, iyi ve hangi şeylerin zararlı, fenâ olduklarını ve
nefsin bütün arzûlarının kötü olduğunu bildirdi. Akl, nefsin isteklerini,
Peygamberlerin iyi dedikleri şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın
bildirdiğini ihtiyâr ederse, ya’nî tercîh ederse, nefsin arzûlarını yapmağı irâde
etmez. Ya’nî dimâg [beyin] vâsıtası ile, hareket uzvlarına bunu yapdırmaz.
Kalb, islâmiyyetin iyi dediklerini, ihtiyâr ve irâde eder ve yapdırırsa, insan
se’âdete kavuşur. Kalbin, iyiden, kötüden birini ihtiyâr ve irâde etmesine (Kesb) denir. İnsanın hareket organları,
dimâgına, dimâg da kalbine tâbi’dir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb,
dimâg vâsıtası ile his organlarından ve rûh vâsıtası ile taraf-ı ilâhîden ve
akldan, melekden, hâfızadan, nefsden ve şeytândan gelen te’sîrlerin toplandığı bir
merkezdir. Kalb, akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz
ni’metlere kavuşmalarına mâni’ olmaz. (Herkese
Lâzım Olan Îmân) 64.cü sahîfeye bakınız! Kalbin nefse aldanmaması,
ona uymaması, nefs ile (Cihâd-ı ekber) olur.
Allahü teâlâ, cihâd edenlere, Cennetde yüksek dereceler vereceğini bildiriyor. Nefs, insanların cihâd sevâbına
kavuşmalarına, meleklerden üstün olmalarına sebeb olmakdadır.]
14 - Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyâda
mü’minlere ve kâfirlere, herkese birlikde yetişdiği ve herkesin çalışmasına ve
iyiliklerine dünyâda karşılığını verdiği hâlde, âhıretde kâfirlere merhametin
zerresi bile yokdur. Nitekim Hûd sûresi, onbeşinci
âyetinde meâlen, (Görüşleri kısa, aklları
eksik olanlar, âhıreti düşünmeyip her iyiliği, şöhret, mevkı’ ve hurmet gibi
dünyâ râhatlıklarını ve lezzetlerini kazanmak için yapıyor. Bu yapdıklarının
karşılıklarını dünyâda kendilerine temâmen verir,umduklarından birini
esirgemeyiz. Bunların âhıretdeki kazançları,yalnız Cehennem ateşidir. Çünki,
iyiliklerinin karşılıklarını almışlardır. Alacakları yalnız,bozuk niyyetlerinin
karşılığı olan, Cehennem ateşi kalmışdır. Hırs ve şehvetleri için, gösteriş
için yapdıkları iyilikleri âhıretde kendilerine yaramıyacak,bunlarıCehennemden
kurtaramıyacakdır) buyuruldu.
İsrâ sûresinde, onsekizinci âyetinde meâlen, (Görüşleri ve aklları, bu dünyâ çerçevesine sıkışmış olanlar,
âhıreti bırakarak dünyânın çabuk geçici zevklerinin arkasında koşuyor. Gece
gündüz düşündükleri ve sıkıntılara katlanarak özledikleri bu ni’metlerden,
dilediğimizi, istediklerimize kolaylıkla ve bol bol veririz. Fekat, bunlara
böylece iyilik etmiyoruz. Cehennem azâbını hâzırlıyoruz. Bunlar âhıretde
rahmetden uzaklaşdırılıp, kötü bir hâlde, Cehenneme sürükleneceklerdir. Herbiri
çabuk biten ve arkasından sıkıntılar ve felâketler bırakan bu dünyâ
lezzetlerine bağlanmayıp da, va’d etdiğim sonsuz ve hakîkî ve hiç değişmeyen
âhıret ni’metlerini istiyerek, gösterdiğim ve beğendiğim iyilikleri yapanlara
gelince, bunlar, Kur’ân-ı kerîmde bildirdiğim yolda yürüdükleri için, bütün
iyiliklerini beğeniriz. Dünyâda, hem dünyânın âşıklarına, hem de sözlerime
inanıp emrlerimi yapanlara istediklerini veririz. Kimseyi umduğundan mahrûm
bırakmayız. Ni’metlerimizi hepsine serperiz. Senin Rabbinin ni’metlerinin
yetişmediği kimse yokdur) buyuruldu.
15 - Muhammed aleyhissalâtü vesselâma tâm ve
kusûrsuz tâbi’ olabilmek için,Onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır. Bunun
alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemekdir.
Muhabbete müdâhene, ya’nî gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi
olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıd şeyin
muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine
düşmanlığı îcâb eder.
Bu dünyâ ni’metleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin
ise, yarın başkasınındır. Âhıretde ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken
kazanılır. Bu birkaç günlük hayât, eğer dünyâ ve âhıretin en kıymetli insanı
olan, Muhammed aleyhisse-
lâma
tâbi’ olarak geçirilirse, se’âdet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur.
Yoksa Ona tâbi’ olmadıkça, herşey, hiçdir. Ona uymadıkça, her yapılan hayr,
iyilik, burada kalır, âhıretde ele birşey geçmez.
16
- Muhammed Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mahbûb-i Rabbil’âlemîndir.
Ya’nî Allahü teâlânın sevgilisidir. Her şeyin en iyisi, sevgiliye verilir.
[Seyyid Abdülhakîm efendi buyurdu ki: (Her Peygamber, kendi
zemânında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür.
Muhammed “aleyhisselâm” ise, her zemânda, her memleketde, ya’nî dünyâ
yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün
varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde
değildir. Bu güç birşey değildir. Dilediğini
yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmışdır. Hiçbir insanın Onu medh
edecek gücü yokdur. Hiçbir insanın, Onu tenkîd edecek iktidârı yokdur). Allahü
teâlânın, (Sen olmasaydın, gökleri
yaratmazdım!) buyurduğu, (Ma’rifetnâme) önsözünde
ve (Mevâhib-i ledünniyye)nin 6. cı ve
13. cü ve (Envâr-ı Muhammediyye)nin 13.
cü ve 15. ci sahîfelerinde yazılıdır. İmâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ının üçüncü cildindeki, 122. ci ve 124.
cü mektûblarında da yazılıdır.]
17 - Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür
görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, sevgilisinde
toplamışdır. Meselâ, insanların en güzel yüzlüsü ve gâyet nûrânî benizlisi idi.
Mubârek yüzü, kırmızı ile karışık beyâz olup, ay gibi nûrlanırdı. Sözleri gâyet
tatlı olup, gönülleri alır, rûhları cezb ederdi. Aklı o kadar çokdu ki, Arabistân yarım adasında, sert, inâdcı
insanlar arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabr
ederek, onları yumuşaklığa ve itâ’ate getirdi. Çoğu dinlerini bırakıp müslimân
oldu ve dîn-i islâm yolunda babalarına ve oğullarına karşı harb etdi. Onun
uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıtdı. Hâlbuki, böyle
şeylere alışık değildiler. Güzel huyu, yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsânı,
ikrâmı, o kadar çokdu ki, herkesi hayrân bırakırdı. Görenler ve işitenler seve
seve müslimân olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir
zemân, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusûr görülmemişdir. Kendisi için kimseye
gücenmediği hâlde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve
şiddetli idi. Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hâllerinden, kimse yanında
oturmağa ve sözünü dinlemeğe tâkat getiremezdi.
Kimseden birşey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken
ve seyâhat etmeyen ve geçmişlerden ve etrafdakilerden haberi olmayan insanlar
arasında hâsıl olmuş iken, Tevrâtda ve İncîlde ve bütün başka kitâblarda yazılı şeyleri
bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dinden, her meslekden ileri
gelenlerin hepsini huccet ve burhânlar söyliyerek susdurdu. En büyük mu’cize
olarak Kur’ân-ı kerîmi ortaya koydu ki,
altıbinikiyüzotuzaltı âyetinden biri gibi söyliyemezsiniz diye meydân okuduğu
hâlde, kimse, bindörtyüz bu kadar seneden beri, dünyânın her tarafında bütün
islâm düşmanları elele vererek, mallar, servetler dökerek uğraşdıkları hâlde, söyliyemedi. Şimdi de, milyonlar dökerek ve
yehûdî, papas, mason güçlerini kullanarak, çalışdıkları hâlde
söyliyemiyorlar. Hele o zemân, arablarda, şi’r, edebiyyât, fesâhat ve belâgat,
herşeyden ileri gidip en güvendikleri başarıları olduğu hâlde, Kur’ân-ı kerîm karşısında, birşey söyliyemediler. Kur’ân-ı kerîme böyle galebe çalamayınca, çokları
insâfa gelip müslimân oldu. Îmân etmeyenleri de, islâmiyyetin yayılmasını
önlemek için, döğüşmeğe mecbûr oldu.
Kur’ân-ı kerîmde kimsenin yapamıyacağı, söyliyemiyeceği şeyler
sayılamıyacak kadar çokdur. Burada altısını bildirelim:
Birincisi: Îcâz ve belâgatdır. Ya’nî az söz ile ve pürüzsüz
ve kusûrsuz olarak, çok şey anlatmakdır.
İkincisi: Harfleri ve kelimeleri, arab harflerine ve
kelimelerine benzediği hâl-
de,
âyetler, ya’nî sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şi’rlerine ve
hutbelerine hiç benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm,
insan sözü değildir. Allah kelâmıdır. Kur’ân-ı kerîmin
yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil
mütehassısları bunu pek iyi görüyor ve teslîm ediyor.
Üçüncüsü: Bir insan, Kur’ân-ı kerîmi
ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzûsu, hevesi, sevgisi ve
zevkı artıyor. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmin
tercemelerinin ve başka şekllerde yazmalarının ve diğer bütün kitâbların
okunmasında, böyle arzû ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak
başkadır, usanmak başkadır.
Dördüncüsü: Geçmiş insanların
hâllerinden bilinen ve bilinmeyen birçok şey Kur’ân-ı
kerîmde
bildirilmekdedir.
Beşincisi: İlerde olacak şeyleri bildirmekdedir ki,
bunlardan çoğu zemânla meydâna çıkmış ve çıkmakdadır.Altıncısı: Kimsenin hiçbir
zemânda, hiçbir sûretle bilemiyeceği ilmlerdir ki, Allahü teâlâ, ulûm-i
evvelîni ve âhırîni Kur’ân-ı kerîmde
bildirmişdir.
Kur’ân-ı kerîmin mu’cize olduğu (Hakîkat
Kitâbevi)nin türkçe ve ingilizce neşr etdiği (Herkese lâzım olan îmân) kitâbında çok güzel
îzâh edilmekdedir.
Demek oluyor ki, büyük bir şehrde, herkesin arasında doğup,
yetişmiş, kırk sene birlikde yaşayıp, bir kitâb okumamış, seyâhat etmemiş, şi’r
söylememiş ve nutk vermemiş iken, birdenbire, kimsenin söyliyemiyeceği ve
altısını bildirdiğimiz incelikleri ile, her sözün ve her kitâbın üstünde bir
kitâb getiren ve güzel huyları ve üstün hâlleri ile, bütün insanların ve
Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, her bakımdan en iyisi
olan bir kimsenin, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olduğu, akl ve vicdân
sâhibleri için, pek açık bir hakîkatdir.
18 - Ona tâbi’ olmak (Ahkâm-ı
islâmiyye)yi beğenip, seve seve yapmak ve Onun emrlerini ve islâmiyyetin
kıymet verdiği, üstün tutduğu şeyleri ve âlimlerini, sâlihlerini büyük bilip,
hurmet etmekdir ve Onun dînini yaymağa uğraşmak demekdir ve Allahü teâlânın
emrlerine uymak istemeyenleri sevmemekdir.
[Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü
koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emrleriniz altında olanları Cehennemden
korumalısınız! Onlara müslimânlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mes’ûl olacaksınız). Bir kerre de buyurdu ki, (Çok müslimân evlâdı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gideceklerdir.
Çünki, bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve
yalnız dünyâ işleri arkasında koşup, evlâdlarına müslimânlığı ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmediler.
Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da, benden uzakdır. Çocuklarına dinlerini
öğretmiyenler, Cehenneme gideceklerdir). Yine buyurdu ki, (Çocuklarına Kur’ân-ı kerîm öğretenlere veyâ Kur’ân-ı
kerîm hocasına gönderenlere, öğretilen Kur’ânın
her harfi için, on kerre Kâ’be-i mu’azzama ziyâreti sevâbı verilir ve kıyâmet
günü, başına devlet tâcı konur. Bütün insanlar görüp imrenir). Yine
buyurdu ki, (Çocuklarınıza nemâz kılmasını
öğretiniz. Yedi yaşına gelince, nemâzı emr ediniz. On yaşına gelince kılmazlar
ise, döverek kıldırınız). Yine buyurdu ki, (Bir müslimânın evlâdı ibâdet edince, kazandığı sevâb kadar,
babasına da verilir. Bir kimse, çocuğuna fısk, günâh öğretirse, bu çocuk ne
kadar günâh işlerse, babasına da o kadar günâh yazılır). İbni Âbidîn
nemâzın mekrûhları sonunda buyuruyor ki,
(Kendinin yapması harâm olan şeyi çocuğa
yapdıran kimse, harâm işlemiş olur. Oğluna ipek
elbise giydiren, altın takan ve içki içiren, kıbleye karşı abdest bozduran, kıbleye ayak uzatmasına sebeb olan
kimse, günâh işlemiş olur). (Mürşid-ün-nisâ)daki hadîs-i şerîfde, (Zevcesinin ve çocuklarının haklarını îfâ etmiyenin
nemâzları, orucları kabûl olmaz) buyuruldu.
İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki,
(Meselâ kızların, kadınların açık gezmeleri harâmdır. İnce, dar, süslü, renkli şeylerle örtünerek
gezmeleri de harâmdır. Böyle gezenler, Allahü
teâlâya âsî oldukları, günâha girdikleri gibi, bunların başında bulunan, baba,
zevc, birâder ve amcadan hangisi, böyle gezmeğe rızâ verir ise, bu da, ısyân ve
günâhda ortak olur).
Dîn-i islâmın temeli, îmânı, farzları
ve harâmları öğrenmek ve öğretmekdir. Allahü
teâlâ, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bunun için göndermişdir.
Gençlere bunlar öğretilmediği zemân, islâmiyyet yıkılır, yok olur. Allahü
teâlâ, müslimânlara (Emr-i ma’rûf) yapmağı
emr ediyor. Ya’nî, benim emrlerimi, bildiriniz, öğretiniz diyor ve (Nehy-i anilmünker) emr ediyor. Ya’nî, yasak
etdiğim harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzı
olmayınız, diyor.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem” buyuruyor ki, (Birbirinize müslimânlığı öğretiniz.
Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder
ve düâlarınızı kabûl etmez). Ve buyurdu ki, (Bütün
ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz
yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma’rûf ve nehy-i
anilmünker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir). İbni
Âbidîn, beşinci cild sonunda (Fıkh âliminin müslimânlara sağladığı fâidenin
sevâbı, cihâd sevâbından çokdur) diyor.
Hülâsa evlâd, ana baba elinde bir emânetdir. Çocukların
temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük
iken, hiçbir şekle girmemişdir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi
tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur’ân ve Allahü
teâlânın emrleri öğretilir ve yapmağa alışdırılırsa, din ve dünyâ se’âdetine
ererler. Bu se’âdetde anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar
öğretilmez ve alışdırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenâlığın
günâhı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Tahrîm
sûresinde altıncı âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfi, (Kendinizi ve evlerinizde ve emrlerinizde olanları ateşden
koruyunuz!)dur. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması,
dünyâ ateşinden korumasından dahâ mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da,
îmânı ve farzları ve harâmları
öğretmekle ve ibâdete alışdırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla
olur. Bütün fenâlıkların başı, fenâ arkadaşdır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem” (Bütün çocuklar müslimânlığa uygun ve
elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan,
yehûdî ve dinsiz yapar) sözü ile müslimânlığın yerleşdirilmesinde ve yok
edilmesinde en mühim işin, gençlikde olduğunu bildiriyor. O hâlde, her
müslimânın birinci vazîfesi, evlâdına islâmiyyeti ve Kur’ân-ı
kerîmi öğretmekdir. Evlâd, büyük ni’metdir. Ni’metin kıymeti bilinmezse,
elden gider. Bunun için (Pedagogie), ya’nî
çocuk terbiyesi, islâm dîninde çok kıymetli bir ilmdir.
İslâm dînine karşı olanlar da, bu mühim noktayı anladıkları
içindir ki, asrımızın en tehlükeli dinsizlik ocağı olan mason ve komünistler,
(Gençliğin ele alınması birinci hedefimizdir. Çocukları dinsiz olarak
yetişdirmeliyiz) diyorlar. Masonlar, İslâmiyyeti yok etmek ve Allahü teâlânın
emrlerinin öğretilmesini ve yapdırılmasını engellemek için (Gençlerin
kafalarını yormamalıdır. Din bilgilerini büyüyünce kendileri öğrenirler) ve
(Hepimiz bütün kudretimiz ile, îmân hürriyyeti fikrini dünyâya yaymağa sarılmalıyız
ve localarımızda verdiğimiz kararları her memlekete yerleşdirmeliyiz. Din
kardeşliğini yok edip, bunun yerine mason kardeşliği getirmeliyiz. Dinleri yok
etmekden ibâret olan mukaddes gâyemize, bu sûretle kavuşacağız) diyorlar.
O hâlde, müslimânlar din câhillerinin hîlelerine,
yalanlarına aldanmamalı, onların okşayıcı,
aldatıcı, yardımsever sözlerine inanmamalıdır. Müslimânlar, birbirlerine (Emr-i ma’rûf)
eder ve (Nehy-i münker) eder.
Bugün, her memleketde gençlere, kemiklerinin, adalelerinin,
ellerinin, ayaklarının, hâsılı her uzvunun kuvvetlenmesi, güzelleşmesi ve
âhenkli olması için, be-
den
hareketleri, kültür-fizik öğretiliyor ve yapdırılıyor. Beyin çalışmalarının ve
rûhî fe’âliyyetlerinin inkişâf etmesi ve tâzelenmesi için hesâb, hendese, psikoloji
kâideleri ve tatbîkâtı ve kanlarını harekete getirerek hücrelerini temizletecek
ekzersiz fizikler ezberletiliyor ve yapdırılıyor. Bütün bunlar ve dünyâ
işlerinde lâzım olacak bilgiler, bir ders ve vazîfe hâline konup
çalışdırılırken, dünyâ ve âhıretin hakîkî se’âdetini ve insanların râhat, huzûr
ve her dürlü inkişâf ve terakkîlerini ve Allahü teâlânın rızâsını ve sevgisini
kazandıracak olan îmânın, islâmın, farzların, vâciblerin ve sünnetlerin
ve halâlin öğretilmesi ve yapdırılması ve harâmların
ve kâfirliğe sebeb olan şeylerin öğretilip,
bunlardan sakınılması bir kabâhat ve vicdânlara tecâvüz şeklinde gösterilir
ise, doğru mu olur? Bugün, bütün hıristiyan memleketlerinde, bir çocuk
dünyâya gelir gelmez, buna kendi dinlerinin îcâblarını yapıyorlar. Her yaşdaki
insanlara, yehûdîliği ve hıristiyanlığı titizlikle aşılıyorlar. Müslimânların
îmânlarını, dinlerini çalmak ve yok etmek ve onları da, hıristiyan yapmak için,
sandık doluları kitâb, broşür ve sinema filmlerini islâm memleketlerine
gönderiyorlar. Meselâ, hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmı, Allahü teâlânın [hâşâ]
oğlu sanıyor ve Allahü teâlâya (Baba), (Allah baba) diyorlar. Yazdıkları romanlarda ve filmlerde, (Allah baba bizi
kurtarır) gibi şeyler söylüyorlar. Hâlbuki, Allahü teâlâya (Baba),
(Allah baba) diyen kimsenin îmânı gider, kâfir olur. Müslimânlar, böyle hîleli
filmlere gitmemeli, romanları okumamalıdır. İşte bunun gibi, dahâ nice
yollarla, gençliğin îmânını, sinsice çalıyorlar. Bu uğraşmalarına, insanlığa
hizmet, demokrasi rejiminin bahş etdiği bir hak ve hürriyyet diyorlar da, bir
müslimânın, bir din kardeşine, Allahü teâlânın emrlerini hâtırlatmasına, din
propagandası, gericilik ve vicdân hürriyyetine tecâvüz denirse, haksızlık olmaz
mı?
Müslimân olmıyanların, müslimânlığa karşı nazariyyeler, fikrler
yürütmesi, gâyet tabî’î karşılanıp da, müslimânların, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdikleri hakîkî,
doğru müslimânlıkdan bahs etmesine ve Muhammed aleyhisselâmın ışıklı yolunu
göstermesine irticâ’, te’assub, gericilik ve yobazlık gibi ismler takarak,
cürm, bölücülük şeklini vermeğe, bu ma’sûmları, lekelemeğe kalkışmak, bir
gericilik, bir yobazlık, bir te’assub değil midir? Bu temiz rûhlu, ileriyi
görüşlü, ilme, ahlâka, fenne, fazîlete koşan fâideli insanlara ibtidâî, gayr-ı
tabî’î adam demek ve müslimânlığı beğenmiyenlere asrî, aydın ve uyanık insan
demek, bir kin ve bozgunculuk olmaz mı? Bir tarafdan, din serbestdir, Allah ile
kul arasına girilmez, herkes vicdânının ilhâmına göre Allahını tanır ve tapar
sözünü ileri sürerek, Emr-i ma’rûfu ve Nehy-i münkeri durdurup, ecdâdımızdan
mîrâs kalan îmânımızı söndürmeğe çalışıp, diğer tarafdan, müslimânlığı bozmak,
yok etmek için, (Yahova şâhidleri) denilen misyonerlerin, hîleler ve plânlar
ile hâzırladıkları zehrli kitâb ve mecmû’alar, yaldızlı i’lânlarla, reklâmlarla
gençliğin önüne sürülürse, müslimânlar incinmez mi?
Kâfirler, müslimânlığı dünyâdan kaldırmağa uğraşıyor, bu
çalışmalarında öncülüğü ingilizler yapıyor. Bütün gayretlerine rağmen,
gençlerin, müslimânlığı merâk edip araşdırmağa başlamasına bile, tehammül
edemiyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözleri kulaklarına gelince, tepeden
tırnağa kadar gayz, kin ve intikâm ateşi ile kızıyorlar. Mecmû’alarında,
gazetelerinde, televizyonlarında sarık, tesbîh, sakal resmleri yaparak,
hortlatılan kara kuvvet: İrticâ’, diyorlar. Îmânsızlıklarının cezâsı olarak,
vücûdları ve rûhları, Cehennem ateşinde, sonsuz yanacağı gibi, habîs rûhları,
dünyâda da, böyle kızıp yanmakdadır. Böyle gazete ve televizyon çok zararlıdır.
Müslimânlar, birbirine hurmet eder, yardıma koşar. Din
yolunda ve dünyâ işlerinde sıkıntıda görünce kurtarırlar. Ramezân-ı şerîfe,
oruc tutanlara, câmi’lere, ezâna, nemâz kılanlara, Allah yolunda yürüyenlere
sevgi ve saygı gösterir. Kur’ân-ı kerîm
okunurken, sessizce ve saygı ile dinlerler. Kur’ân-ı
kerîmi her kitâbın üstünde bulundurup, üstüne birşey koymazlar. Çalgı ve
içki âlemlerinde, oyun arasın-
da,
eğlence yerlerinde okumazlar. Uygunsuz okunurken, susduramazlar ise, dinlemeyip
uzaklaşırlar. Kur’ân-ı kerîmi veyâ yapraklarını
veyâ satırlarını veyâ kelimelerini ve bütün muhterem ve mubârek ismleri ve
yazıları, hakîr ve aşağı yerlerde görünce, kalbleri sızlayıp hemen kaldırırlar.
Kul ve hayvan haklarını gözetirler. Kâfirlerin, turistlerin de mallarına, canlarına
ve ırzlarına saldırmazlar. Vergilerini zemânında öderler. Kanûnlara karşı
gelmezler. İslâmın güzel ahlâkı ile yaşıyarak herkesin sevgi ve saygısını
toplarlar. Kâfirler ise, Kur’ân-ı kerîmi ve
mevlidi ve bütün mubârek ismleri ve yazıları, hurmetden, kıymetden düşürmeğe çalışır. Bunları, Allahü
teâlânın yasak etdiği yerlerde ve şekllerde okurlar ve okuturlar.
Müslimânlığın aşağı gördüğü, pis dediği şeyler arasına yazarlar. Paketlerde,
eğlence masalarında, örtü olarak kullanılmaları ve horlanılmaları ve yerlerde
sürüklenmeleri için, mecmû’alara, kâğıd parçalarına ve gazetelere basarlar.
Temsillerde, mizâhlarda, komedilerde, karikatürlerde, filmlerde, plâklarda,
televizyonlarda ve radyolarda, müslimânlarla ve din büyükleri ile ve Allahü
teâlânın emrleri ile alay ederler. Bütün buralarda müslimân olarak pis, gülünç
bir serseriyi gösterirler. Ya’nî, müslimânları ve müslimânlığı tahkîr ederek,
onu sevimsiz ve nefrete şâyân olarak tanıtırlar. Müslimân büyüklerine ve
müslimânlığın büyük tanıdığı şeylere çirkin ismler takarlar. Müslimânlar, bu
gibi gösterileri ve sözleri ve yazıları ve gazeteleri görmeğe, dinlemeğe
gitmemeli ve almamalı ve okumamalıdır. Îmânlarını çaldırmamak için, çok uyanık
olmalıdır. Bir din âlimini beğenmiyen veyâ bir din kitâbını kusûrlu, hatâlı
bulan bir kimse, eğer nemâz kılıyor, oruc tutuyor, harâmlardan
sakınıyor ise, bu kimsenin sözü veyâ yazısı incelenmeğe, o âlim veyâ kitâb
üzerinde durulmağa değer. Din kitâbına, din adamına, dil uzatan kimse, ibâdet
yapmıyor ve harâmdan sakınmıyor ise, onun
sözünün bir iftirâ, bir din düşmanlığı olduğunu anlamalı ve inanmamalıdır. Din
adamlarını “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, din kitâblarını lekelemek,
bugün din düşmanlarının âdeti ve silâhı olmuşdur. Âlimin kıymetini ancak âlim
anlar. Gülün kıymetini bülbül, altının ayârını kuyumcu, incinin hâlisini de
ancak kimyâger anlar.
Müslimânlar, Allahü teâlânın yasak etdiği, zararlı şeyleri
almaz, kullanmaz, dinlemez, okumaz ve bakmaz. Kimseye kötülük yapmaz. Kendine
zarar verene karşılık yapmaz. Sabr eder. Ona tatlı dil ile, güler yüz ile
nasîhat verir. Müslimânlar, Allahü teâlânın
emr etdiği iyi şeyleri öğrenmek, öğretmek ve yapmak için uğraşır. Fen
bilgilerini kâfirlerde de araşdırır. Târîh boyunca, insanlığın üstün bir
varlık olduğunu düşünemiyenler, islâm dînine düşmanlık etmiş, gençleri
aldatmağa uğraşmış ve hiç ummadıkları bir zemânda yıkılıp, o, sımsıkı
sarıldıkları dünyâ zevklerini bırakmış, Cehenneme gitmişlerdir. Çoğunun ismi
unutulmuş, nâm ve nişanları kalmamış, fekat islâm güneşi nûrunu dünyâya yaymağa
devâm etmişdir.
Kâfirler, dünyânın dışı tatlı, içi acı olan ve dışı
yaldızlı, içi zehrli olan ve başlangıcı hoş, sonu boş olan râhatlığına ve
güzelliğine sarılıyor. Müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmin
emrlerine, ya’nî Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmalı
ve bu ışıklı yolda ilerlemeğe durmadan çalışmalıdır. Dinde sonradan meydâna
çıkan, din düşmanları, (Dinde reformcular) tarafından
ve câhil, ahmak kimseler tarafından uydurulan, bid’atlerden
sakınmalıdır.]
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bid’at sâhibi olanlara, [ya’nî Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında ve onun dört halîfesi zemânlarında
bulunmayıp da, dinde sonradan meydâna çıkarılan, uydurulan sözleri, yazıları,
usûlleri ve işleri, ibâdet olarak, inananlara, yapanlara ve yapdıranlara] hurmet eden, dirilerini ve ölülerini medh eden, bunları
büyük bilen, dîn-i islâmı yıkmağa, dünyâdan kaldırmağa yardım etmiş olur) buyuruyor.
Her müslimân, hem îmânını korumağa, kapdırmamağa çalışmalı,
hem de, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine inanmıyan kâfirleri sevmemelidir.
[Fekat, sevmediklerine de, kötülük, zulm yapmamalı, kâfirlere ve bid’at sâhiblerine tatlı dil
ve
güler yüz ile nasîhat etmelidir. Onların felâketden kurtulmalarına, se’âdete
kavuşmalarına çalışmalıdır.] Mazher-i Cân-ı Cânân buyuruyor ki, (Kâfirleri ve bid’at sâhiblerini ve açıkca günâh işlemeğe devâm eden
fâsıkları sevmememiz emr olundu. Bunlarla konuşmamalı, evlerine, toplantılarına
gitmemeli, selâm vermemeli, arkadaşlık yapmamalıdır. Zarûret ve ihtiyâc olduğu
zemân, zarûret mikdârı kadar, bu yasaklara izn verilmişdir. Bu zemân, onlarla
ihtilât câiz olur ise de, kalbin yine onları sevmemesi lâzımdır).
Cihâd, câhil ana, babaların ve dünyâ çıkarları için uğraşan
papasların ve keyfleri, zevkleri için zulm, işkence yapan şeflerin aldatdığı,
inletdiği insanları küfrden, felâket yolundan kurtarmak, onları güç kullanarak,
islâm ile şereflendirmekdir. Cihâd, küfr, işkence ve kötülük içinde
yetişdirilmiş, karanlığa atılmış zevallıları, islâm ışığı ile aydınlanmalarına
mâni’ olan diktatörlerin, sömürücülerin zararlarını yok etmek için, cânını,
malını fedâ etmekdir. İnsanları, sonsuz Cehennem azâbından kurtarmak, sonsuz
Cennet ni’metlerine kavuşdurmak için, zor kullanmakdır. Cihâdı ferdler değil,
devlet yapar. Ferdlerin başkalarına saldırmalarına cihâd değil, çapulculuk,
barbarlık denir. Cihâda katılamıyanın, mücâhidlere düâ etmesi farzdır. Kâfirler, cihâd sâyesinde zâlimlerin
işkencelerinden kurtularak îmân ile şereflenir. İslâmiyyeti duyup, anladıkdan
sonra, îmân etmiyenlerden, islâm devletinin adâleti altında yaşamağı kabûl
edenlerin dînine, cânına, mâlına dokunulmaz. Bunlar, islâmın adâleti, şefkati
altında hür ve râhat yaşar. Cihâd sâyesinde, hiçbir kâfir, işitmedim, bilseydim
inanırdım diyemiyecekdir. Müslimânların cihâd etmek için çalışması,
kuvvetlenmesi farzdır. Çalışmaz, cihâd etmezse,
bütün insanlığa büyük kötülük etmiş olur.
19 - (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı,
beşinci aslında diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslimânları sevmek
ve müslimânlara düşmanlık edenleri sevmemekdir). Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma emr-i ilâhîsinin meâl-i şerîfi, (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce
vedüşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç fâidesi olmaz)dır. Her
mü’min, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, islâmiyyete yapışanları
sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkin ise, hareketlerinde
belli etmelidir. Âsî ve fâsıklarla arkadaşlık etmemeli,fıskı çok olanlardan,çok
kaçınmalıdır. Zâlimlerden, müslimânlara eziyyet edenlerden dahâ ziyâde
kaçınmalıdır. Fekat, yalnız kendisine zulm edenleri afv ve zulmlerine sabretmek
lâzımdır ve çok iyidir. Büyüklerimizden ba’zıları, fâsıklara ve zâlimlere çok
sert davranırdı. Ba’zıları da, hepsine şefkat ve merhamet gösterip, nasîhat
ederdi.Ya’n îher şeyin kazâ ve kader ile olduğunu düşünerek, fâsıklara ve
zâlimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de, câhiller, ahmaklar,
burada aldanır. Îmânları za’îf ve islâmiyyete uymakda gevşek olanlar,
kendilerini Allahü teâlânın kazâ ve kaderine râzı sanır. Hâlbuki, bu rızâ ve
bağlılığın alâmeti vardır: Bir kimseyi döverler, malını alırlar, hakâret
ederler de, hiç kızmaz, bunları afv eder, acırsa, kazâya rızâsı olduğu anlaşılır.Fekat,
kendine yapılanlara kızıp da, Allahü teâlâya karşı gelenlere acıyarak,
kaderleri böyle imiş derse, dinde gevşeklik, münâfıklık ve ahmaklık etmiş
olur.İşte, kazâ ve kaderi bilmiyenlerin, fâsıklara ve kâfirlere acımaları ve
bunlara muhabbet etmeleri, îmânlarının sağlam olmadığına alâmetdir. İslâmiyyete
karşı duranları ve müslimânlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman bilmek
farzdır. Cizye vermeği kabûl edenleri de,
sevmemek farzdır. Mücâdele
sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahüteâlâya
ve kıyâmet gününe îmân edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını
sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, mü’minlerin anaları, babaları, oğulları,
kardeşleri ve başka yakınları olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan mü’minleri
Cennete koyacağım) buyuruldu.
Kâfirlere i’timâd ederek, bunları müslimânların başına
ta’yîn etmek, müslimân-
lığı
aşağılamak olup büyük günâhdır. Bid’at
sâhiblerini, ya’nî müslimân görünüp, müslimânların îmânlarını bozmak
istiyenleri sevmemek, selâmlarını bile almamak, bunların zararlarını
müslimânlara duyurmak lâzımdır. Îmânı olup ve ibâdet edip ve günâhlardan kaçıp
da, yalancı şâhidlik, haksız hâkimlik, yalan, dedikodu, iftirâ, alay gibi
hareket ve söz ve yazıları ile müslimânları incitenlerle konuşmamak, sevişmemek
lâzımdır. Îmânı olup da ibâdet etmiyenlere, fâiz almak ve vermek, alkollü
içkileri içmek, kumar oynamak gibi harâm
işliyen, fekat müslimânları incitmiyen fâsıklara karşı yumuşak davranıp,
nasîhat etmeli, yola gelmezlerse, selâm vermemeli, görüşmemeli, fekat hasta olunca ziyâret etmeli ve selâmına
cevâb vermelidir. [Söz ile, yazı ile ve kaba kuvvet ile müslimânlara
saldırmayan kâfirlere tatlı söz, güler yüz göstermeli, kimseye kötülük
yapmamalıdır.]
20 - İslâmiyyet karşısında, kâfirler dürlü yollar
tutmuş, kollara ayrılmış isede,ikikısmda toplanırlar: Birinci kısmdakiler,
dünyâ işlerini ve ibâdetlerini yapıp müslimânlara saldırmaz. Bunlar, islâmın
kuvveti ve büyüklüğü karşısında, küçüklüklerini anlamış,cizye vermeği kabûl
ederek islâmın hâkimiyyetine ve adâletine sığınmışdır. Bu kâfirlere(Ehl-i zimmet) veyâ (Zimmî)
denir. Böyle kâfirleri sevmemek, düşman bilmek lâzım ise de, bunlara
eziyyet etmek, kalblerini incitmek harâmdır.(Fetâvâ-iHayriyye) de, (Siyer) kısmında diyor ki, (Müslimânın yapması yasak olan
şeyi,zimmînin de yapması yasakdır. Zinâ, açıkda oruc yimek, oyun, çalgı,
fâiz,açık gezmek onlara da yasakdır.Yalnız içki ve domuz onlara yasak değildir.
Hastalarına, ziyâfetlerine gitmek, onlarla yolculuk etmek câizdir). (Mültekâ) ve (Dürr-ül-muhtâr)da
ve diğer fıkh kitâblarında, ta’zîr bahsinde diyor ki, (Kâfirlere, sen zinâ
yapıcısın veyâ bu ma’nâda fenâ söyliyen,onları da gîbet eden, bunlara kâfir
diyerek inciten müslimân ta’zîr olunur. Ya’nî sopa ile döğülür. Çünki, bunları
incitmek de günâhdır. Bunların malına dokunmak da günâhdır). (Dürr-ül-muhtâr), beşinci cildde diyor ki,
(Zimmîye, ya’nî gayr-i müslim vatandaşa zulm etmek, müslimâna zulm etmekden
dahâ fenâdır. Hayvana zulm, işkence etmek, zimmîye etmekden dahâ fenâdır.
Zimmîyi eziyyetlendirmemek için selâm vermek ve müsâfeha etmek câiz olur.
Açıkça günâh işliyen fâsıka selâm vermek de böyledir).
(Berîka) kitâbı, el âfetlerini
anlatırken diyor ki, (İnsana ve yemeklere zarar veren karıncaları, eziyyet
etmeden ve suya atmadan öldürmek câizdir. İçinde karınca bulunan odunu, yere vurup silkeledikden sonra yakmak
câizdir. Fâre, bit, pire, akreb ve çekirgeyi her zemân öldürmek câizdir.
Biti diri olarak yere atmak ve her canlıyı yakmak mekrûhdur.
Zarar veren kediyi, kuduz köpeği ve yırtıcı hayvanları keskin bıçakla kesmek ve
vurmak, zehrlemek câizdir. Döğmek câiz değildir.
Döğmek, terbiye için olur. Hayvanın aklı olmadığı için terbiye edilmez.
Öldürülmesi vâcib olanı, başka çâre bulunmadığı
zemân yakarak öldürmek câiz olur).
Gangren gibi hastalığı tedâvî için insanın bu uzvunu kesmek
câiz olur. Taş almak için mesâneyi [böbreği, safra kesesini] yarmak câizdir.
Hiçbir sebeble, hiçbir canlının yüzüne vurmak câiz
değildir.
İkinci kısm kâfirlere gelince, bunlar, islâm güneşinin
parlamasına dayanamaz. Bütün devlet kuvvetleri ile, propaganda vâsıtaları ile,
yalan ve çirkin iftirâlar yaparak, islâm dînini yıkmağa çalışırlar. Bu
zevallılar, anlıyamıyor ki, islâmiyyeti dünyâdan kaldırmak, insanları
se’âdetden, râhatlıkdan ve kurtuluşdan mahrûm bırakmak demekdir ve kendilerini ve
bütün beşeriyyeti, felâketlere, sıkıntılara sürüklemek, kısaca bindiği dalı
kesmek demekdir. Enfâl sûresi, altmışıncı âyetinde
meâlen, (Kâfirlerin hücûm ve işkencelerine
uğramamak, onları da, se’âdet-i ebediyyeye kavuşdurmak için, insan gücünün
yetdiği kadar durmadan çalışınız. En mükemmel harb vâsıtalarını yapınız!) buyurulmuşdur. Burada kâfirleri müslimân olmakla
şereflendirmeği veyâ cizye kabûl ederek islâmiyyetin himâyesi altına girenlerin
çalışmalarına, ibâdetlerine karışmayıp, canlarını, mallarını, nâmûslarını
korumağı emr ediyor. Bu sûretle, bütün dünyânın islâm bayrağı altında birleşme-
sini,
îmân etmesini, sevişmesini istiyor. İslâmiyyeti anladığı hâlde inâd edip,
inanmıyanları da içine alan, umûmî bir adâlet ve se’âdet kurmağı, bütün insanlara, hayvanlara, dirilere, ölülere, ya’nî
herşeye, bir râhatlık kazandırmağı emr ediyor.
21 - Âhıretde Cehennemden
kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olanlara mahsûsdur. Dünyâda
yapılan hayrât ve hasenât, ya’nî bütün iyilikler, bütün keşfler, bütün hâller
ve bütün ilmler Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunda bulunmak
şartı ile, âhıretde işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tâbi’
olmıyanların yapdığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhıretin harâb olmasına sebeb
olur. Ya’nî, iyilik şeklinde görünen, birer istidrâcdan başka birşey olamaz.
22 -
Nitekim, dünyâdaki fâideli ve hayrlı işlerden cenâb-ı Hakkın, en çok beğendiği,
câmi’
yapmakdır. Câmi’ yapmanın, çok sevâb olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler vardır.
Böyle olmakla beraber, Tevbe sûresi, onsekizinci âyetinde
meâlen: (Kâfirlerin câmi’ yapmaları câiz değildir. Yerinde ve yarar bir iş değildir. Onların
câmi’ yapmaları ve diğer bütün beğendikleri işleri, kıyâmetde kendilerine
yaramıyacak ve Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmadıkları için, Cehenneme
girip, çok acı azâblarda sonsuz olarak cezâlandırılacaklardır) buyuruldu.
Âl-i İmrân sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen: (Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din
istiyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabûl etmez. Dîn-i islâma arka
çeviren, âhıretde ziyân edecek, Cehenneme girecekdir) buyuruldu.Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse
ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve
keşf etdiği âletler ile, bütün insanlara fâideli olsa, Muhammed aleyhisselâma
tâbi’ olmadıkça ebedî se’âdete kavuşamaz.
Nisâ sûresi, onüçüncü
âyet-i kerîmesinde meâlen: (Allahü teâlânın
ve Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın emrlerine aldırış
etmiyenler, beğenmiyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyâclara kâfi
değildir diyenler, kıyâmetde Cehennem ateşinden kurtulamıyacaklardır. Bunlara,
Cehennemde, çok acı azâb vardır) buyuruldu.
23 - Bu dünyâ, âhıretin
tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylecebirtohumdan katkat meyve
kazanmakdan mahrûm kalanlar, ne kadar tâli’siz ve ahmakdır. Kardeşin kardeşden
kaçacağı, ananın evlâdını tanımıyacağı o gün için, hâzırlanmıyorlar. Böyle
kimseler, dünyâda da, âhıretde de zarardadırlar ve sonunda pişmân olacaklardır.
Aklı başında olan, bu dünyâyı fırsat bilir. Bu kısa zemânda, yalnız dünyâ
lezzetleri ile zevklenmek için değil, belki bu fırsatda, tohum ekmek ve bir
hayrlı iş, ya’nî Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede
bildirilen katkat fazla meyveleri toplamak istemelidir. Cenâb-ı Hak, bu kısa
zemânda yapılacak, hayrlı işlere ve ibâdetlere sonsuz ni’metler ihsân
edecekdir. Peygamberine tâbi’ olmıyan,islâmiyyeti beğenmiyenlere de, sonsuz
azâb yapacakdır.
[Nitekim, Nisâ sûresi
yüzyetmişikinci âyet-i kerîmesinde meâlen: (Muhammed
aleyhisselâma inanıp, âhırete yarayan işleri yapanlara [ya’nî
ahkâm-ı islâmiyyeye uyanlara], Allahü teâlâ, va’d
etdiklerini verecek ve ayrıca çok ihsân yapacakdır. Allahü teâlâya ibâdet
etmeği, ya’nî Muhammed aleyhisselâma itâ’at etmeği, aşağılık, gericilik sanıp,
kendilerine asrî ve münevver diyerek, büyüklük taslıyanlara, çok azâb
edecekdir. Kendilerini herkesin üstünde sanan bu kâfirleri, Cehennemden
kurtaracak bir yardımcı, Allahü teâlâdan başka bir kuvvet sâhibi
bulunmıyacakdır) buyuruldu.]
Niçin böyle sonsuz azâb yapacağını kendisi bilir. İnsanların
kısa aklları, bunun sebebini kavrıyamaz. Meselâ, dünyâda yapılan cinâyetlere
de, çeşidli cezâlar emr etmişdir. Bunların sebebini ve hikmetini hiçbir insan
anlıyamaz. İşte, böyle geçici kısa bir zemândaki küfre, sonsuz azâb edecekdir.
Kur’ân-ı kerîmdeki emrlerini ve islâmiyyetin hükmlerinin
hepsini akla uydurmağa, akla beğendirmeğe kalkışan, Peygamberlik makâmının
derecesini anlamamış ve inanmamış olur. Böyle, islâmiyyeti akl ile, felsefe ile
îzâha ve inandırmağa çalışan kitâbları okumamalıdır.
24 - (Elmünkızü-aniddalâl)
kitâbında diyor ki: Akl ile anlaşılan şeyler, his uzvları ile
anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, ya’nî his
uzvlarımız, akl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akl da, Peygamberlik
makâmında anlaşılan şeyleri kavramakdan âcizdir. İnanmakdan başka çâresi
yokdur. Akl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış
olduğuna nasıl karâr verebilir? (Gadâ-ül-mülâhazât)
kitâbında akla uygun bir yazı bulunmadığı (Cevâb Veremedi) kitâbımızda uzun yazılıdır.
Nakl yolu ile anlaşılan, ya’nî Peygamberlerin
“aleyhimüsselâm” söyledikleri şeyleri, akl ile araşdırmağa uğraşmak, düz yolda
güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa
doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, yâ yıkılıp canı çıkar. Yâhud,
alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyâlar harâb olur.
Akl da, yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, yâ
yıkılıp, insan aklını kaçırır veyâ bunları alışmış olduğu, dünyâ işlerine
benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akl, his kuvveti ile
anlaşılabilen veyâ hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan
şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir
mi’yârdır, bir âletdir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara
eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere,
akla danışmaksızın inanmakdan başka çâre yokdur. Görülüyor ki, Peygamberlere
“aleyhimüssalâtü vesselâm” tâbi’ olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın
istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde
bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde,
pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol
almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler
ve tecribeleri hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler, aklları dışında bulunan
sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydâna çıkarırken,
bir tarafdan da, insanların se’âdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni’
olmuşlardır. Tecribelerin dışına taşmıyan akl sâhibleri, bu acıklı hâli, her
zemân görmüş ve bildirmişdir. Misâlleri çokdur. Felsefecilerin üstâdlarından
olan Aristo için meşhûr Alman kimyâgeri profesör (F.Arnd)ın da, İstanbulda
çıkan, türkçe (Tecribî kimyâ) kitâbındaki
(Fen ve ilm terakkîsinin, hemen hemen binbeşyüz sene içinde durmuş olması,
kısmen Aristo felsefesinin kabâhatidir) yazısı, bu doğru sözlerden biridir.
Dîn-i islâmda aklın ermediği şeyler çokdur. Fekat, akla
uymayan birşey yokdur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği
şeyler ve Ona ibâdet şeklleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akl ile
doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm
kalmazdı. İnsanlar, dünyâ ve âhıret se’âdetini kendileri görebilir, bulabilirdi
ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir
akl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ,
her asrda, dünyânın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete
kadar değişdirmemek üzere ve bütün dünyâya, Peygamber olarak, Muhammed
aleyhisselâmı göndermişdir. Bütün Peygamberler, akl ile bulunacak dünyâ
işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araşdırmak, bulup fâidelenmek için
çalışmağı emr ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünyâ işlerinden her birinin,
insanları ebedî se’âdete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve
Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. O
hâlde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydâna
çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecribelerden haberi olmayan ve is-
lâm
büyüklerinin kitâblarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların ismlerini bile
işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, felesof maskesi, profesör
etiketi, gazete yazarı perdesi altında çalışan bir kâfirin, tâm olmayan aklı
ile, ortaya atdığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin
“sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin
kitâblarımızda yazılı ilm, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün se’âdet
kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyânın her tarafında gelmiş,
ilm, tecribe ve akl sâhiblerini hurmet ve hayranlıkda bırakan ve hiç birisinde
kimse tarafından bir kusûr ve hatâ bulunmamış olan, emrleri ve sözleri, bir
câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan dahâ büyük bedbahtlık ve zevallılık
olabilir mi? Tâm akl, şaşmıyan, yanılmayan akldır. Etrâfa düşünceler savuran bu
câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç
yanılmadığını iddi’â edebilir mi? Böyle bir iddi’âya, kimse inanır mı? Değil
bir insan, bugün en akllı tanınan hıristiyanların, kendi aralarında, en
akllıları olarak, seçdikleri meb’ûsları, bütün aklları ile, bütün ilmleri ile,
başbaşa vererek, yapdıkları kanûnları, az zemân sonra, yine kendileri
beğenmeyip değişdiriyor. Yeryüzünde hiç bozulmıyan ve değişdirilemiyecek birşey
vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmi
ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîfleri, ya’nî mubârek
sözleridir.
Ahkâm-ı islâmiyyeyi iyice kavramış ve bugünkü medeniyyetin
temelini teşkîl eden, fen kollarının târîhçesini incelemiş bir fen adamı, pek
açık olarak görür ki, târîh boyunca hiçbir zemânda, hiçbir teknik başarı,
hiçbir fennî hakîkat, islâmiyyete karşı durmamış, dâimâ ona uygun bulunmuşdur.
Nasıl uygun olmasın ki, tabî’ati incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde
çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek, islâmiyyetin emr etdiği şeydir.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok
yerlerinde, (Sizden evvel gelip geçenlerin
hayâtlarını, gitdikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip,
onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi
inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araşdırınız. Bütün bunlarda
yerleşdirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyyetimi
bulunuz, görünüz, anlayınız!) meâlinde
emrler buyurmakdadır.
Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın var
olduğuna inanmakdır. Fen bilgisi olan akllı bir kimse, bunu düşünerek kolayca
anlayabilir. Îmânın diğer şartları ve bütün ibâdetler, bundan sonra öğrenilir.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde,
kâfirleri, neden akllarını kullanmadıkları için ve neden yerleri, gökleri ve
kendilerini inceliyerek düşünmedikleri ve böylece îmâna kavuşmadıkları için,
azarlamakda ve aşağılamakdadır. (Ma’rifetnâme)de
diyor ki, (Büyük islâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî, aklı olan, iyi düşünen bir
kimse için, astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamağa, çok yardım eder
diyor. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, astronomi ve
anatomi bilmiyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlıyamaz).
Evet, Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zemân sonra
düşmanları tarafından sinsice
değişdirilmişdi. Bolüs adındaki bir yehûdî, Îsâya inandığını söyliyerek ve
Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, gökden inen İncîli yok etdi. Dört kişi ortaya çıkıp, oniki
Havârîden işitdiklerini yazarak, İncîl adında
dört kitâb meydâna geldi ise de, Bolüsün yalanları, bunlara da karışdı.
Barnabas [Barnabée] adındaki bir Havârî, Îsâ aleyhisselâmdan işitdiklerini ve
gördüklerini doğru olarak yazdı ise de, bu Barnabas İncîli
de yok edildi. Uydurma İncîller zemânla
çoğalarak, her yerde başka bir İncîl okunur
oldu. [Kitâbın sonundaki ism cedvelinde (Barnabas) ismine
bakınız!] Büyük Kostantin putperest iken, nasrâniyyeti kabûl etmiş ve İstanbul
şehrini büyültüp i’mâr etmiş ve Kostantiniyye ismini vermişdi. Bütün İncîllerin birleşdirilmesini emr etmiş, mîlâdın 325.
ci senesinde, İznikde 319 papazı toplayıp, yazdırdığı yeni İncîle eski dîni olan putperestlikden de birçok şey
sokdurmuşdu. Noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabûl etmiş, yeni bir
hıristiyanlık dîni
kurulmuşdu.
Îsâ aleyhisselâmın İncîlinde ve Barnabasın
yazdığı İncîlde Allahın bir olduğu
bildirilmişdi. Eflâtunun ortaya atdığı teslîs [Trinite] fikri, ilk yazılan dört
bozuk İncîlde yer almışdı. Kostantin, bu teslîs
fikrini de yeni İncîle koydurdu. Aryüs ismindeki
bir papaz, bu yeni İncîlin yanlış olduğunu,
Allahın bir olup, Îsâ aleyhisselâmın, Onun oğlu değil, kulu olduğunu söyledi
ise de, bunu dinlemediler, hattâ aforoz etdiler. Aryüs Mısra kaçdı ve orada
tevhîdi neşr etdi ise de, öldürüldü.
Kostantinden sonra gelen krallar, Aryüsün mezhebi ile, yeni
hıristiyanlık arasında şaşkın oldu. İstanbulda ikinci ve sonra üçüncü, dahâ
sonra, İzmir ile Aydın arasında bulunan Efes [Ephesus]de dördüncü ve Kadıköyde
beşinci ve İstanbulda altıncı meclisler kurulup, yeni yeni İncîller meydâna çıkdı. Nihâyet, Alman papazı, Luther
Martin ve Calvin [Kalven] 931 [m. 1524] senesinde son değişiklikleri yapdı. Bu
yeni İncîle inanan hıristiyanlara (Protestan)
denildi. Böylece, hıristiyanlık dîni, akl ve hakîkat dışında, acâib bir şekl
aldı. Avrupada hıristiyanlığa karşı, yerinde olarak yapılmış olan hücûmlar,
İslâmiyyete karşı nasıl tevcîh olunabilir?
Âhıretde azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma
tâbi’ olmağa bağlıdır. Onun gösterdiği
yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi’ olan, Allahü
teâlâya sâdık kul olmak se’âdetine erer. Dünyâya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin en
büyükleri, Ona tâbi’ olmağı istemişdir. Mûsâ “aleyhisselâm” Onun
zemânında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber, Ona tâbi’ olmağı severdi. Îsâ
aleyhisselâmın gökden inip, Onun dîni yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun
ümmeti olan müslimânlar, Ona tâbi’ oldukları için, bütün insanların hayrlısı ve
en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesden
önce gireceklerdir.
25 - Kur’ân-ı kerîm, nazm-ı
ilâhîdir. Nazm, lügatda, incileri ipliğe dizmeğe denir. Kelimeleri de, inci
gibi, yanyana dizmeğe nazm denilmişdir. Şi’rler birer nazmdır. Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fekat, bu
kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir.
Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlâ tarafından, mubârek kalbine bildirilen
şeyleri, arabca olarak anlatırsa, Kur’ân-ı kerîm
olmaz. Bunlara (Hadîs-i kudsî) denir. Kur’ân-ı kerîmdeki arabî kelimeler, Allahü teâlâ
tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmişdir. Cebrâîl ismindeki bir
melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu
harflerle okumuş, Muhammed “aleyhisselâm” da, mubârek kulakları ile
işiterek, ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuşdur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi Kureyş kabîlesinin lügatı ile, dili
ile gönderdi. (Redd-ül-muhtâr) kitâbı,
üçüncü cild, yemîn bahsinde buyuruyor ki, [(Feth-ul-kadîr)
kitâbında da denildiği gibi, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı
kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûkdur. Bu harf ve
kelimelerin ma’nâsı, kelâm-ı ilâhîyi taşımakdadır. Bu harflere, kelimelere
Kur’ân denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren ma’nâlar da Kur’ândır. Bu kelâm-ı ilâhî
olan Kur’ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezelî ve
ebedîdir]. Kur’ân-ı kerîm, Kadr gecesinde inmeğe
başlamış ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüşdür. Tevrât,
İncîl ve bütün kitâblar ve sahîfeler ise, hepsi
birden, bir def’ada inmişdi. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu’cize
değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değişdirildiler. Kur’ân-ı
kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin en büyüğüdür ve insan
sözüne benzememekdedir. Bunlar, imâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının,
üçüncü cildi, yüzüncü mektûbunda ve (Huccet-ullahi
alel’âlemîn)de ve Zerkânînin (Mevâhib) şerhı,
beşinci cildinde uzun yazılıdır.
Cebrâîl “aleyhisselâm” her sene bir
kerre gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi,
Levh-il-mahfûzdaki
sırasına göre okur, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz dinler ve
tekrâr ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kerre gelip, temâmını okudular.
Muhammed “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur’ân-ı
kerîmi temâmen ezberlemişdi. Ba’zıları da, ba’zı kısmları ezberlemiş,
bir-
çok
kısmlarını yazmışlardı. Muhammed “aleyhisselâm”, âhırete teşrîf etdiği sene,
halîfe Ebû Bekr “radıyallahü anh”, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları
getirtip bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîmi,
kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece, (Mushaf) veyâ
(Mıshaf) denilen bir kitâb meydâna
geldi. Otuzüçbin Sahâbî “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu Mushafın her
harfinin, tâm yerinde olduğuna söz birliği ile karâr verdi. Sûreler belli
değildi. Üçüncü halîfe Osmân “radıyallahü anh”, hicretin yirmibeşinci [25] senesinde,
sûreleri birbirinden ayırdı. Yerlerini sıraladı. Altı dâne dahâ Mushaf
yazdırıp, Bahreyn, Şâm, Mısr, Bağdâd [Kûfe], Yemen, Mekke ve Medîneye verdi.
Bugün, bütün dünyâda bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmışdır.
Aralarında bir nokta farkı bile yokdur.
Kur’ân-ı kerîmde yüzondört sûre ve altıbinikiyüzotuzaltı âyet
vardır. Âyetlerin sayısının 6236 dan az veyâ dahâ çok olduğu da bildirildi ise
de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veyâ
birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yâhud sûrelerin evvelindeki Besmelelerin
bir veyâ ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmişdir. Bu husûsda (Bostân-ül-ârifîn)de geniş bilgi vardır.
Her şâ’irin, nazm yapmak kâbiliyyeti başkadır. Meselâ,
Mehmed Âkifin ve Nâbînin şi’rlerini iyi bilen usta bir edebiyyâtçıya, Mehmed
Âkifin, son yazdığı bir şi’rini götürüp, bu, Nâbînin şi’ridir desek, bu şi’ri,
hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca: (Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî efendinin ve
Mehmed Âkifin, tabî’at-ı şi’riyyelerini iyi bilirim. Bu şi’r Nâbînin değil,
Mehmed Âkifindir) demez mi? Elbette der. İki Türk şâ’irinin türkçe kelimeleri
nazm etmesi, dizmesi çok farklı olduğu gibi, Kur’ân-ı
kerîm hiçbir insan sözüne benzemiyor. Kur’ân-ı
kerîmin insan sözü olmadığı tecribe ile de isbât edilmişdir ve her zemân
edilebilir. Şöyle ki, bir arab şâ’iri, bir sahîfede, edebî san’at inceliklerini
göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka
yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada,
islâmdan ve Kur’ândan haberi olmıyan, arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın
yazısı diye okutdurulmuşdur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş ve
(Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki san’at dahâ yüksek) demişdir. Sıra,
âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde (Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma’nâ
içinde, ma’nâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok) demişdir.
Kur’ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ arabcaya da terceme
edilemez. Herhangi bir şi’rin, kendi diline bile, tâm tercemesine imkân yokdur.
Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur’ân-ı kerîmin
ma’nâsını anlamak için tercemesini okumamalıdır. Bir âyetin ma’nâsını anlamak
demek, Allahü teâlânın, bu âyetde, ne demek istediğini anlamak demekdir. Bu
âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez.
Terceme edenin, bilgi derecesine göre yapdığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir
dinsizin yapdığı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, terceme
edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.
Köylüye âid bir kanûnu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez.
Çünki, köylü okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir.
Vâlîler, iyi anlayıp, îzâhını ekliyerek, kaymakamlara, bunlar da dahâ
açıklayarak, muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da,
ancak, köylü dili ile, köylüye söyler. İşte, Kur’ân-ı
kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Kanûn-ı rabbânîdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde kullarına se’âdet yolunu göstermiş ve
kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermişdir. Kur’ân-ı
kerîmin ma’nâsını, yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlar. Başka kimse,
tâm anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, ana dili olarak arabî
bildikleri, edîb ve belîğ oldukları hâlde, ba’zı âyetleri anlıyamaz,
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorarlardı.
Meselâ
Ömer “radıyallahü anh”, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi
ve sellem”, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” birşey anlatdığını gördü.
Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe
çekindiler. Ertesi gün, Ömeri “radıyallahü anh” görünce, (Yâ Ömer, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle,
öğrenelim) dediler. Çünki, dâimâ, (Benden
duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!) buyururdu.
Ömer “radıyallahü anh”, (Dün Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma’nâsını
sormuş, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ona anlatıyordu. Bir sâat
dinledim, birşey anlıyamadım) dedi. Çünki, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre
anlatıyordu. Ömer “radıyallahü anhümâ”, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ben, Peygamberlerin
sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra
Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyurdu. Böyle yüksek
olduğu hâlde ve arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur’ân-ı
kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem”, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan
çok dahâ yüksekdi. Fekat, bu da, hattâ Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını, Resûlullaha
sorardı. [(Hadîka)da, dil âfetlerini
anlatırken buyuruyor ki, (... Resûlullahın, Kur’ân-ı
kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirdiğini imâm-ı Süyûtî haber
vermekdedir).]
Hülâsa, Kur’ân-ı kerîmin
ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile
bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur.
Doğru tefsîr kitâbı da, Onun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak,
dinlenmiyerek, istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp,
tefsîr kitâblarını yazmışlardır. (Beydâvî) tefsîri
bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek için,
otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana
ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, (Tefsîr)
ilmidir. Bu ilmlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitâbları vardır.
Bugün kullanılan ba’zı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsîr
ilminde ise dahâ başka ma’nâya gelmekdedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka
ma’nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre,
yapdıkları Kur’ân tercemeleri, Kur’ân-ı kerîmin
ma’nâsından bambaşka birşey oluyor. Kur’ân-ı kerîmin
ma’nâsından, mezâyâsından, rumûzundan, işâretlerinden, herkes îmânının kuvveti
kadar, birşey anlıyabilir. Tefsîr, anlatmakla, yazmakla olmaz. Tefsîr, din
büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitâbları, bu nûrun
anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydâna çıkdığı gibi, o
tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri
anlayıp, bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşidli derecedeki
insanlara göre, binlerle kitâb yazmışlardır. (Mevâkib),
(Tibyân) ve (Ebülleys) gibi,
türkçe kıymetli tefsîrler, bu kitâblardandır. (Tibyân
tefsîri), hicretin [1110] senesinde yapılmış bir tercemedir. Konyalı
Vehbî efendinin tefsîri, bir va’z kitâbıdır. Yeni yazılan türkçe tefsîrlerin ve
ilmihâllerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakda,
okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmakdadır. Hele islâm düşmanlarının, bid’at sâhiblerinin, Kur’ân-ı
kerîmin ma’nâsını bozmak için yapdıkları tefsîr ve terceme kitâbları,
birer zehrdir. Bunları okuyan genç zihnlerde, bir takım şübheler, i’tirâzlar
hâsıl oluyor. Zâten, bizim gibi, din bilgisi az olanların, islâmiyyeti öğrenmek
için, tefsîr ve hadîs-i şerîf okuması uygun değildir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi yanlış anlamak veyâ
şübhe etmek insanın îmânını giderir. Yalnız arabca bilmekle, tefsîr ve hadîs
anlaşılmaz. Arabca bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka
yerlerde ana dili arabca olan, arab edebiyyâtını iyi bilen, çok papas var.
Fekat, hiçbirinin islâmiyyetden haberi yok. Çıkardıkları, 1956 baskılı (El-müncid) ismindeki lügat kitâbında, islâm ismlerini, hattâ Medînenin Bakî’
mezârlığının ismini ve hattâ, Resûlullah efendimizin vefât târîhini bile
yanlış yazmışlardır.
Kur’ân-ı kerîmin hakîkî ma’nâsını anlamak, öğrenmek istiyen
bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitâblarını okumalıdır. Bu
kitâbların hepsi, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i
şerîflerden alınmış ve yazılmışdır. Kur’ân tercemesi diye yazılan kitâblar,
doğru ma’nâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikrlerine, düşüncelerine
ve maksadlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur.
Kur’ân-ı kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkân
olmuyor. Çünki bu harflerde, Kur’ân-ı kerîm
harflerinin hepsinin karşılığı yokdur. Bunun için, ma’nâ bozuluyor. Okunan,
Kur’ân olmayıp, ma’nâsız bir ses yığını olacağı 1986 baskılı (El-muallim) mecmû’asında da uzun yazılıdır.
Meselâ, ehad yerine ehat derse, nemâz fâsid oluyor.
Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercemeleri ve latin harfi
ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitâbları (türkçe
Kur’ân) diye gençliğin önüne sürdükleri, köylere dağıtdıkları
görülüyor. (Arabca Kur’ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle bunu
okuyun) diyorlar. Böyle söyliyenlere dikkat edilirse, çoğunun nemâz kılmadığı,
oruc tutmadığı, harâmlara, hattâ dinsizliğe dalmış
bulunduğu, müslimânlığa, yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bu kimseler,
radyoda, barlarda Beethovenin 9 senphonisini, Mozartın Figarosunu ve Molyerin
şi’rlerini niçin almanca, italyanca, fransızca söylüyorlar ve dinliyorlar?
Bunlar yabancı dildir. Öztürkçe söylemek lâzımdır demiyorlar? Bu senfonileri,
komedileri türkçeye terceme etmiyorlar. Çünki, türkçeye tâm çevrilemiyeceğini
biliyorlar. Türkçesinden, nefsleri zevk alamıyor. Türkçelerine Beethovenin,
Şopenin eseri denilemiyor. İşte müslimânlar da, bu tercemelerden Kur’ân-ı kerîmin zevkıni alamaz, rûhlarını besliyemez.
Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından hâzırlanıp 1381 [m.
1961] de neşr edilen, (Kur’ân-ı kerîmin türkçe
meâli) adındaki tercemenin önsözünde de, yukarıda bildirdiklerimiz
çok güzel dile getirilmişdir. Diyânet işleri reîsi muhterem H.Hüsnü Erdem
imzâsını taşıyan bu önsözde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîm
gibi ilâhî belâgat ve îcâzı hâiz bir kitâb, yalnız türkçeye değil, hiçbir dile
hakkıyle çevrilemez. Eski tefsîrlerin ışığı altında verilen ma’nâlara da
terceme değil, meâl demek uygundur. Kur’ânın yalnız ma’nâsını ifâde eden
sözleri, Kur’ân hükmünde tutmak, nemâzda okumak ve aslına hakkıyle vâkıf
olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir terceme, aslının yerini tutamaz. Kur’ân-ı kerîmde, muhtelif ma’nâlara gelen lafzlar
vardır. Böyle bir lafzı terceme etmek, çeşidli ma’nâlarını bire indirmek olur
ki, verilen tek ma’nânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kur’ân
tercemesi demeğe cesâret edilemez. Kur’ân-ı kerîmi
terceme etmek başka, tercemeyi Kur’ân yerine koymağa kalkışmak başkadır).
Önsözden sonra yapılan açıklamalarda diyor ki, (Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz
kitâbın tam hakkını vererek aynen türkçeye çevrilmesi mümkin değildir. Bu
i’tibârla, en isâbetli yol, âyetleri kelime kelime aynen terceme etmek yerine,
arabca aslından anlaşılan ma’nâ ve meâli türkçe ile ifâde yolu olsa gerekdir. Kur’ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki îcâz ve
belâgatini muhâfaza ederek terceme etmek mümkin değildir. Fekat, meâl olarak
tercemesi mümkindir. Bir dilden başka bir dile yapılan tercemelerde, her iki
dilin husûsiyyetlerini hakkıyle belirtmeğe imkân yokdur. Avrupada ilk Kur’ân
tercemesi 537 [m. 1141] de lâtinceye yapılmışdır. 919 [m. 1513] da italyancaya,
1025 [m. 1616] de almancaya, 1056 [m. 1647] da fransızcaya ve 1057 [m. 1648] de
ingilizceye terceme edilmişdir. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar
tercemeleri vardır. Ancak çeşidli eğilimli kimselerin yapdıkları tercemelerde,
pek yanlış, hattâ garazkârâne olanlar vardır. Kur’ân-ı
kerîmi başka dillere terceme etmek câizdir. Fekat, tercemeden islâm
dîninin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadîs-i şerîflerle, icmâ’ ve kıyâs yolu
ile sâbit olan hükmler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile, fıkh kitâblarından
öğrenilir).
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki,
İstanbulda, Bâyezîd umûmî kütübhânesi, şeyhul-islâm Veliyyüddîn efendi
kısmında, binyedi-
yüzaltı
numaralı kitâbın 224.cü sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân tercemesi, Kur’ân
değildir. Çünki Kur’ân, ma’lûm mûciz olan nazmdır. Terceme edilince, îcâzı zâil
olmakdadır. Bir şi’r terceme edilince, şi’r olmakdan çıkar). Kitâb, imâm-ı
Nevevînin (Ezkâr) kitâbının şerhidir.
Müellifi, Ebû Abdüllah Muhammed Şemsüddîn Ukaylî Behnesî şâfi’î nakşî 1001 [m. 1592] de vefât etmişdir.
Behnes, Mısr-ı vüstâda bir kasabadır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, (Benim kitâbım arabîdir) diyor. (Muhammed
aleyhisselâma, bu Kur’ânı arabî dil ile indirdim) buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın melek ile indirdiği
kelimelerin, harflerin ve ma’nâların toplamı Kur’ândır. Böyle olmıyan
kitâblara, Kur’ân-ı kerîm denemez. Bu kitâblara
Kur’ân diyen müslimânlıkdan çıkar. Kâfir olur. Başka dile, hattâ arabîye
çevrilirse, Kur’ân açıklaması denir. Ma’nâsı bozulmadan da, bir harfi bile
değişince, Kur’ân olmaz. Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak
değişiklik yapılırsa, Kur’ân denmez.
(Rıyâd-ün-nâsıhîn)de diyor ki: Arabî
gramer şartlarına uyan ve ma’nâyı değişdirmiyen, fekat ba’zı kelimeleri Osmân
radıyallahü anhın topladığına benzemiyen Kur’ân-ı kerîme
(Kırâet-i şâzze) denir. Bunu nemâzda da,
başka yerde de okumak câiz değildir, günâhdır.
Kırâet-i şâzzeyi, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birkaçı
okumuş, fekat sözbirliği olmamışdır. Eshâb-ı kirâmdan birinin okuduğu
bildirilmiyen bir okumağa (Kırâet-i şâzze) denmez.
Böyle okuyanı habs etmek, döğmek lâzımdır. Din âlimlerinden hiçbirinin
okumadığı şeklde okumak, ma’nâyı ve kelimeleri bozmasa bile, küfrdür.
Kur’ân-ı kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kur’ân
denmez. Bunlara, Kur’ân-ı kerîmin meâli, ya’nî
açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi niyyetli, hâlis müslimânlar
tarafından hâzırlanmış ise, Kur’ân-ı kerîmin
ma’nâsını anlamak için okunabilir. Buna birşey denmez. Bunlar, Kur’ân diye
okunamaz. Bunları, Kur’ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi
okumalıdır. Ma’nâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Ma’nâsını anlıyarak okumak,
elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir.
Mısr, Irâk, Hicâz, Fas arabcaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile
açıklanacak? Kur’ân-ı kerîmi anlamak için,
şimdiki arabcayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı
kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz,
böyle çalışıp anlıyan, islâm âlimlerinin yazmış oldukları tefsîrlerden,
açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercemeleri okuyan gençler, Kur’ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz,
fâidesiz düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur’ândan, islâmdan soğuyup, kâfir
olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur’ân tercemelerini sürerek, öztürkçe Kur’ân
okuyunuz, yabancı dil olan arabca Kur’ânı
okumayınız demek, müslimân yavrularının, şehîd evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen
islâm düşmanlarının, zındıkların yeni bir taktiği, hîlesi olsa gerekdir.
İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i
fıkhiyye) kitâbının otuzyedinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi arabîden başka harf ile yazmak ve
başka dile terceme edip, Kur’ân-ı kerîm yerine
bunu okumak, sözbirliği ile harâmdır. Selmân-ı
Fârisî “radıyallahü anh” Fâtihayı Îrânlılara fârisî harflerle yazmadı.
Tercemesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden başka
harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kur’ânı okumak harâmdır.
Kur’ân-ı kerîmi arabî harflerle, okunduğu gibi
yazmak sûreti ile değişdirmek bile, sözbirliği ile harâmdır.
Böyle yapmak (Selef-i sâlihîn)in, ya’nî
ilk yıllardaki müslimânların yapdıklarını beğenmemek, onları câhil bilmek olur.
Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde, (Ribû) yazılı ise de, (Ribâ)
okunur. Bunu, okunduğu gibi (Ribâ) yazmak
câiz değildir. Kur’ân-ı
kerîmi böyle yazarken ve başka dile terceme ederken, Allah kelâmının
îcâzı bozulmakda, nazm-ı ilâhî değişmekdedir. Herhangi bir sûrede bulunan
âyetlerin yerlerini de-
ğişdirmek
harâmdır. Çünki, âyetlerin sırası kat’î olarak
doğrudur. Sûrelerin sıralarının doğruluğu ise zannîdir. Bunun için, sûrelerin
yerini değişdirerek okumak, yazmak mekrûh
olmuşdur. Kur’ân-ı kerîmi başka harflerle veyâ
tercemesini yazmak, okumak, öğrenmesini kolaylaşdırır demek doğru değildir. Kolay
olsa bile, câiz olmasına sebeb olamaz).
(Mevdû’ât-ül-ulûm)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısmdır: Birincisini
hiçbir kuluna bildirmemişdir. Kendisini, ismlerini ve sıfatlarını kendinden
başka kimse bilemez. İkinci kısm bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma
bildirmişdir. Bu yüce Peygamberden ve Onun vârisi olan râsih âlimlerden başka
kimse bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısm bilgileri,
Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emr buyurmuşdur. Bu ilmler de ikiye
ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren (Kısas) ve dünyâda, âhıretde yaratmış olduğu ve
yaratacağı şeyleri bildiren haberler (Ahbâr)dır.
Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akl ile, tecribe ile
anlaşılamaz. Üçüncü kısm bilgilerin ikincileri, akl, tecribe ve arabî ilmler
ile anlaşılabilir. Kur’ân-ı kerîmden ahkâm
çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. İmâm-ı Nesefî “rahmetullahi teâlâ
aleyh” (Akâid)de buyuruyor ki, arabî
ilmlere göre ma’nâ verilir. İsmâilî sapıkları gibi, başka ma’nâlar vermek,
ilhâd ve küfr olur.
Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîrler
yapanlar beş dürlüdür:
1
- Tefsîr
için lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.
2
- Müteşâbih
âyetleri tefsîr edenlerdir.
3
- Sapık
fırkalardakilerin, zındıkların ve dinde reformcuların, bozuk düşünce ve
isteklerine uygun tefsîr yapanlardır.
4
- Delîl ve
sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.
5
- Nefse ve
şeytâna uyarak yanlış tefsîr yapanlardır).
26 - Ahkâm-ı islâmiyyenin hepsi Kur’ân-ı
kerîmden çıkmakdadır. Kur’ân-ı kerîm,
bütün Peygamberlere “salevâtullahi aleyhim” gönderilmiş olan, bütün
kitâblardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Gözleri kör,
ilmleri az, aklları kısa olanlar, bunu göremez. Kur’ân-ı
kerîmdeki bu ahkâm üç kısmdır:
Birinci kısm ahkâmı, ilm ve akl sâhibi, (İbâret-i nass) ile ve (İşâret-i nass) ile ve (Delâlet-i
nass) ile ve (Mazmûn-i nass) ile
ve (İltizâm-i nass) ile ve (İktizâ-i nass) ile kolayca anlıyabilir. Ya’nî,
her âyet-i kerîmede, ibâret, delâlet, işâret, iltizâm, iktizâ ve tazammün
bakımından çeşidli ma’nâlar ve hükmler vardır. (Nass),
ma’nâları açık ve meydânda olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere denir.
Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâmdan ikinci kısmı açıkca anlaşılmaz.
İctihâd ve istinbât yolu ile meydâna çıkarılabilir.
Ahkâm-ı ictihâdiyyede, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize
“sallallahü aleyhi ve sellem” uymayabilirdi. Fekat bu ahkâm, Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında hatâlı ve şübheli olamazdı. Çünki,
Cebrâîl “aleyhisselâm” gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından
hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı.
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”
âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle
olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahy
zemânında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır.
Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ’
hâsıl olmıyan ictihâdlarda şübhe etmek, îmânı gidermez. [Bu husûs (Mektûbât)ın ikinci cild, 36. cı mektûb sonunda
da yazılıdır.]
Kur’ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin
ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar,
Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak
Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” gösterilmiş, bildirilmişdir.
Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur’ân-ı kerîmden
çıkarılıyor ise de, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından
açıklanmış
olduklarından, bunlara (Sünnet) denir.
Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden “sallallahü aleyhi ve
sellem” ayrılamaz. Bütün müslimânların, bunlara inanması ve tâbi’ olması
lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi’
olması lâzımdır. Başka müctehidlerin ahkâmına tâbi’ olamaz. Bir müctehid, başka
müctehide, ictihâdından dolayı yanıldı, doğru yoldan ayrıldı diyemez. Zîrâ, her
müctehide, kendi ictihâdı hakdır ve doğrudur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi
ve sellem” uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları
mes’elelerde, Kur’ân-ı kerîmin hükmü ile hareket
etmelerini, Kur’ân-ı kerîmde bulamazlar ise,
hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re’y ve
ictihâdları ile amel etmelerini emr buyururdu. Kendilerinden dahâ âlim, dahâ
yüksek olsalar bile, başkalarının fikr ve ictihâdlarına tâbi’ olmakdan men’
ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în” başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara,
fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.
Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sonra
gelen müctehidlerin en büyüğü, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “radıyallahü anh”. Bu
büyük imâm, her hareketinde, vera’ ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamberimize
“sallallahü aleyhi ve sellem” tâm ma’nâsı ile tâbi’ idi. İctihâd ve istinbâtda,
öyle yüksek bir dereceye ulaşmışdı ki, buraya kimse varamadı.
[Kendisinden dahâ önceleri, dahâ âlim ve dahâ yüksek
kimseler geldi ise de, onların zemânında sapıtmalar yayılmamış olduğundan,
doğruyu ayıracak mi’yârlar hâzırlamamışlar, diğer dahâ kıymetli işlerle
uğraşmışlardır.]
İmâm-ı şâfi’î hazretleri, İmâm-ı a’zamın ictihâdının
inceliğinden, az birşey anlıyabildiği içindir ki, (Bütün müctehidler, imâm-ı
a’zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) demişdir. Îsâ “aleyhisselâm”, kıyâmete yakın
bir zemânda, gökden inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek
ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkaracakdır. İslâm
büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki, (Îsâ “aleyhisselâm”
gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya’nî, İmâm-ı
a’zamın ictihâdına uygun olacakdır). Bu da, İmâm-ı a’zamın “radıyallahü anh”
ictihâdının, ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb
gözleriyle, Hanefî mezhebini, büyük deniz gibi,
diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını
söylemişlerdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri,
ictihâdında da sünnete tâbi’ olmakda, herkesden
ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak
almışdır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde
tutmuşdur. Onların, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında,
sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesden
dahâ iyi anlamışdır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamışdır. İmâm-ı a’zam
için, kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur’ân-ı kerîme
ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamışdır diyenler, yeryüzünde asrlardan beri
ibâdet etmekde olan milyonlarca müslimânı, yanlış ve uydurma yolda
bulundurmakla ve hattâ müslimânlıkdan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor. Bunu ise,
yâ kendi cehllerini de bilmeyen kara kafalı câhiller, yâhud dîn-i islâmı
yıkmak, bozguna uğratmak isteyen islâm düşmanları, zındıklar söyler. Birkaç
câhil, birkaç zındık, birkaç hadîs ezberleyip, ahkâm-ı islâmiyyeyi bu kadarcık
sanarak, işitmedikleri ve bilmedikleri hükmleri inkâr ediyor. Evet, bir kaya
kovuğunda ilişmiş kalmış bir böcek, yerleri ve gökleri, bu delikden ibâret
sanır.
Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, imâm-ı a’zam Ebû
Hanîfedir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı
islâmiyyenin dörtde üçü, onundur. Kalan dörtde birinde de, ortakdır.
İslâmiyyetde ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun
çocuklarıdır.
[Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine (Mezheb) denir. Ehl-i
sünnetin
yüzlerce
mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen
unutulmuşdur. Bu dört imâmın ismleri ve vefât târîhleri: Ebû Hanîfe 150, Mâlik
bin Enes Esbahî 179, Muhammed Şâfi’î 204 ve
Ahmed bin Hanbel 241 dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve
ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. Demek ki,
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yolu, Kur’ân-ı
kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya’nî sünnet
ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîkadan başka,
bir de, (İcmâ’-ı ümmet) vardır ki,
Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin sözbirliği olduğu, İbni Âbidînde (Habs) bahsinde yazılıdır. Ya’nî gördükleri ve
işitdikleri zemân, hiçbirisinin red ve inkâr etmediği şeylerdir. Şî’îlerin (Minhâc-üs-sâlihîn) kitâbında, ölmüş olana tâbi’
olmak câiz değildir demeleri doğru değildir.]
Dîn-i islâm, bu dört vesîka ile bizlere gelmişdir. Bu dört
vesîkaya (Edille-i şer’ıyye) denir.
Bunların dışında kalan herşey bid’atdir,
zındıklıkdır ve dinsizlikdir. Tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar,
keşfler, ahkâm-ı islâmiyye için sened ve vesîka olamaz. Keşflerin, ilhâmların
doğru olup olmadığı, islâmiyyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır.
Tesavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan,
aşağı derecelerdeki müslimânlar gibi, bir müctehide tâbi’ olmak
mecbûriyyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî
gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi’ olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı
islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilmler,
ma’rifetler, keşfler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın
meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekden maksad, meyve elde etmekdir. Fekat,
meyve kazanmak için, ağaç dikmek şartdır. Ya’nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı
islâmiyye yapılmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddi’âda
bulunanlar, zındıkdır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmakdan dahâ
çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve
îmânını alır. [(Merec-ül-bahreyn)de,
Ahmed Zerrûkdan alarak diyor ki, İmâm-ı mâlik
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fıkh
öğrenmeyip, tesavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. (Zındık)
olur. Fıkh öğrenip tesavvufdan haberi olmıyan [(Bid’at sâhibi), ya’nî] sapık olur. Her ikisini edinen,
hakîkate varır) buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tesavvufun zevkıni alan, kâmil
insan olur. Tesavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkh âliminin
mezhebinde idi. Tesavvufcunun mezhebi yokdur demek, mezheblerin hepsini bilir,
hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demekdir. Cüneyd-i Bağdâdî,
Süfyân-ı Sevrînin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, mâlikî
idi. İmâm-ı Rabbânî ve Cerîrî, hanefî idi.
Hâris-i Muhâsibî, şâfi’î idi “Kaddesallahü
teâlâ esrârehüm”.]
27 - Seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” (Eshâb-ı kirâm) kitâbında buyuruyor ki, (İctihâd,
insan gücünün yetdiği kadar, ya’nî cehd ile zahmet çekerek çalışmak demekdir.
Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde
sarîh ve açık bildirilmemiş bulunan ahkâmı ve mes’eleleri, açık ve geniş
anlatılmış mes’elelere benzeterek, meydâna çıkarmağa uğraşmakdır. Bunu ancak
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Onun Eshâbının hepsi ve diğer
müslimânlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek
insanlara, (Müctehid) denir. Cenâb-ı
Hak, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, ictihâd
etmeği emr ediyor. O hâlde, ma’nâları açıkça anlaşılmayan âyet-i
kerîme ve hadîs-i şerîflerin derinliklerinde
bulunan ahkâm-ı islâmiyyeyi ve mesâil-i dîniyyeyi, mefhûm ile ve delâlet
ile anlıyabilen büyüklere, ya’nî mutlak müctehidlere, ictihâd etmek farzdır. Müctehid olmak için, arabî yüksek ilmleri
temâmen bilip, Kur’ân-ı kerîmi ezber bilmek, her
âyet-i kerîmenin ma’nây-ı murâdîsini, ma’nây-ı işârîsini ve ma’nây-ı zımnî ve
iltizâmîsini bilmek ve âyet-i kerîmelerin geldikleri zemânları ve gelme
sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, küllî ve cüz’î olduklarını, nâsih veyâ
mensûh olduklarını, mukayyed veyâ mutlak olduklarını ve kırâet-i seb’a ve
aşereden ve kırâet-i şâzzeden nasıl çıkarıldıkla-
rını
bilmek, Kütüb-i sittedeki ve diğer hadîs
kitâblarındaki, yüzbinlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zemân ve
ne için îrâd buyurulduğunu ve ma’nâsının ne kadar genişlediğini ve hangi
hadîsin diğerinden önce veyâ sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve
hangi vak’a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu ve kimler tarafından nakl ve
rivâyet olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ne ahlâkda olduklarını
bilmek, fıkh ilminin üsûl ve kâ’idelerini tanımak, oniki ilmi ve Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin işâretlerini,
rumûzlarını ve açık ve kapalı ma’nâlarını kavramak ve bu ma’nâlar kalbinde yer
etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak ve itmînân ile dolu, nûrlu ve sâf bir
kalbe ve vicdâna mâlik olmak lâzımdır. İctihâd ve tefsîr hakkında, fârisî (Redd-i Vehhâbî) kitâbında uzun bilgi vardır. (Redd-i Vehhâbî) kitâbı, 1264 h. de Delhîde ve
1415 de İstanbulda tab’ edilmişdir.
Bütün bu üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz
sene içinde yetişen, ba’zı büyüklerde bulunabildi. Dahâ sonraları, fikrler,
re’yler dağılıp, bid’atler çıkıp yayıldı. Böyle
üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları hâiz kimse, ya’nî
mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi). Hicretden dörtyüz sene sonra,
müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünki, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed
aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayât şekllerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak
değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdiler.
Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu
ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh
kitâblarında bildirirler. (Müceddid) denen
bu âlimler kıyâmete kadar mevcûddur. (Fen vâsıtaları değişdi. Yeni hâdiselerle
karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsîrler yazılmalı, yeni
ictihâdlar yapılmalıdır) diyerek, nasslara ilâveler, değişiklikler yapmak lâzım
olduğunu savunanların (Zındık) ve islâm
düşmanı oldukları anlaşılır. İslâm düşmanlarının en zararlısı ingilizlerdir.
İslâm düşmanlığı, zulm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine
kurulmuş olan İngiliz İmperatorluğu, Kanada ve Avustralya ile Asyada ve
Afrikada kırk memleketi kültür emperyalizmi ve kuvvet yolu ile işgâl ederek,
ingiliz sömürgesi yapdı. İğrenç ingiliz politikası gereği olarak önce bu
ülkelerin dilleri, dinleri, örf ve âdetleri tahrib edildi. Sonra da yeraltı ve
yerüstü zenginlikleri sömürüldü. Her dürlü direnme kanlı bir şeklde basdırıldı.
İslâm dînini öğreten bütün medrese ve mektebleri de kapatdılar. Halka doğru
yolu gösterebilecek bütün âlimleri ve din adamlarını, hattâ talebeleri bile
öldürdüler. Yalnız Çanakkale harbinde ingilizlerin 274 bin müslimânı şehîd
etdiği, 18.3.2000 târîhli Türkiye gazetesinde yazılıdır. Yeni nesillerin dinsiz
yetişmesi için de İslâm dînini öğreten kitâbları imhâ etdiler.
1877 de Osmânlı-Rus harbi esnâsında, İngiltere, Hindistanın
ilhâkını îlân ederken, Midhat Pâşanın desteğini dahâ önceden garantilemişdi.
Çünki, Midhat Pâşa, meşhûr İskoç locasına kayıdlı olması sebebi ile ingiliz
hükûmeti tarafından ingiliz ajanı gibi kullanılarak, Osmânlı Devletini harbe
sokmuş ve Sultân Abdül’azîz Hânı da şehîd etdirmişdi.
Batıya şartlandırılan devlet adamları ile Batılı uzman
olarak görevlendirilen ajanların işbirliği sâyesinde; “Fen bilgisi din adamına
lâzım olmaz!” iftirâsında bulunarak, medreselerden fen dersleri kaldırıldı.
Ondan sonra da, fen bilgilerinden mahrûm edilen din adamlarını, “Fen
bilgilerinden anlamadıkları” gerekçesi ile, câhillik ile suçlayıp, horlamak
sûretiyle gençleri dinden soğutdular.
28 - Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
yapdığı ve kaçındığı şeyler iki kısmdır:
Birisi, ibâdet olarak yapdığı ve kaçındığı şeylerdir. Her
müslimânın bunlara tâbi’ olması lâzımdır. Bunlara uymayan şeyler bid’atdir. İkincisi, âdet olarak ya’nî, bulundukları
şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakda oldukları şeylerdir. Bunları da
beğenmiyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fekat, bunları yapmak, mecbûrî değildir.
Bunlara uymayan şey, bid’at değildir. Bunları
yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubâh
kısmındandırlar. Din ile
bağlılıkları yokdur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hattâ, bir memleketin
âdeti, zemânla değişir.
[İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” abdestin sünnetlerini anlatırken, buyuruyor ki, (Meşrû’ât, ya’nî ibâdetler, ya’nî müslimânlara
yapılması emr olunan şeyler, dört kısmdır: Farz,
vâcib, sünnet,
nâfile. Allahü teâlânın açık olarak bildirdiği emrlerine (Farz) denir. Açık olmayıp, zan ederek anlaşılan
emrlerine (Vâcib) denir. Farz veyâ
vâcib olmayıp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” kendiliğinden emr etdiği veyâ yapdığı ibâdetlere (Sünnet) denir. Bunları devâmlı yaparak, nâdiren
terk etmiş ve terk edenlere birşey dememiş ise, (Sünnet-i
hüdâ) veyâ (Müekked sünnet) denir.
Bunlar, islâm dîninin şi’ârıdır. [Ya’nî, bu dîne mahsûsdurlar. Başka dinlerde
yokdurlar.] Vâcibleri terk edeni görünce, terk
etmesine mâni’ olurdu. Kendisi ara sıra terk etmiş ise, (Sünnet-i gayr-ı müekkede) denir. Müekked sünneti, özrsüz olarak devâmlı terk etmek mekrûh olur. Küçük günâh olur. Allahü teâlâ, bütün
ibâdetlere sevâb vereceğini va’d etdi. Söz verdi. Fekat, ibâdete sevâb
verilmesi için, niyyet etmek lâzımdır. Niyyet, emre itâat ve Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmak için yapdığını kalbinden geçirmek demekdir. [Bu üç kısm
ibâdeti belli zemânlarda yapmağa (Edâ etmek) denir.
Zemânında yapmayıp, zemân geçdikden sonra yapmağa (Kazâ
etmek) denir. Edâ veyâ kazâ etdikden sonra, kendiliğinden tekrâr
yapmağa (Nâfile ibâdet) denir.] Farzları ve vâcibleri
nâfile olarak yapmak, müekked sünnetleri
yapmakdan dahâ çok sevâb olur. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ibâdet
olarak değil de, âdet olarak, devâmlı yapdığı şeylere (Sünnet-i zevâid) denir. Elbiseleri, oturması,
kalkması, iyi şeyleri yapmağa sağdan başlaması böyledir. Bunları yapanlara da
sevâb verilir. Bunlara sevâb verilmesi için, niyyet etmek lâzım değildir.
Niyyet edilirse, sevâbları çoğalır. Zevâid sünnetleri
ve nâfile ibâdetleri terk etmek mekrûh olmaz.)]
Bunlarla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullaha
“sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak, dünyâda ve âhıretde, insana çok şey
kazandırır ve çeşidli se’âdetlere yol açar.
29 - İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”,
nemâzın mekrûhlarını anlatırke buyuruyor ki;
(Kâfirlerin yapdıkları ve kullandıkları şeyler de iki kısmdır:
Birisi, âdet olarak, ya’nî her kavmin,
her memleketin âdeti olarak yapdıkları şeylerdir. Bunlardan, harâm olmayıp, insanlara fâideli olanları yapmak ve
kâfirlere benzemeği düşünmiyerek kullanmak hiç günâh değildir. [Pantalon, fes
ve çeşidli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yimek ve herkesin
önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşidli
eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubâhdırlar. Bunları
kullanmak, bid’at olmaz, günâh olmaz.]
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” papasların kullandığı ayakkabıyı
kullanmışdır). Bunlardan, fâideli olmıyanları ve çirkin ve mezmûm olanları
kullanmak ve yapmak harâm olur. Fekat, iki
müslimân bunları kullanınca (Âdet-i islâm) olur
ve üçüncü kullanan müslimâna harâm olmaz.
Birinci ve ikinci müslimân günâhkâr olursa da, başkaları olmaz. (Kâmûs-ül-a’lâm)da, Timürtaş pâşada diyor ki,
(Osmânlı sancağının rengini ve [bugünkü ay-yıldızlı Türk bayrağının] şeklini
ta’yîn eden ve o zemâna kadar beyâz olan fesi kırmızıya boyayan, Timürtaş
pâşadır). Abbâsî devletinin bayrağı siyâh idi. Halîfe Memûn zemânında yeşile
çevrildi. Görülüyor ki, fes macarlardan alınmamışdır. Türk yapısıdır.
(Birgivî vasıyyetnâmesi)nde diyor ki,
(Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yapdıkları ve
kâfirlik alâmeti olan ve islâmiyyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve
tahkîr etmemiz vâcib olan şeylerdir ki, bunları
yapan ve kullanan kâfir olur. Bunlar, ölümle veyâ bir uzvun kesilmesi ile veyâ
bunlara sebeb olan, şiddetli dayak, habs,
bütün malını almak ile tehdîd edilmedikce kullanılamaz. Bunlardan meşhûr
olanlarını bilmiyerek veyâ şaka olarak veyâ herkesi güldürmek için yapan da,
kâfir olur. Meselâ, papasların ibâdetlerine mahsûs şeyi kul-
lanmak
küfr olur. Buna (Küfr-i hükmî) denir.
Onlara mahsûs olan şeyleri kullanmanın küfr olduğu, islâm âlimlerinin temel
kitâblarında yazılıdır. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi
teâlâ aleyh” beşinci cild, dörtyüzseksenbirinci sahîfeyi okuyunuz! Din
düşmanları, müslimânları aldatmak için, kâfirlerin
âdetlerini, bayramlarını, müslimân âdeti, müslimânların mubârek günü diyerek, bunların
gâvurluk ve kâfirlik olduğunu örtmeğe uğraşıyorlar. Büyük Kostantinin
hıristiyanlık dînine karışdırdığı Noel gecesini ve Cemşîdin ortaya çıkardığı
Nevruz günü mecûsî bayramını, millî bayram olarak tanıtıyorlar. Müslimânların
bu günlerde bayram yapmalarını istiyorlar. Genç ve sâf müslimânlar bunlara
aldanmamalıdır. Güvendikleri hâlis müslimânlara, nemâz kılan akrabâlarına,
dînini bilen baba dostlarına sorup öğrenmelidir. Bugün bütün dünyâda, gerek
îmânı ve küfrü tanımakda, gerekse ibâdetleri doğru yapmakda, câhillik özr
değildir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennemden
kurtulamıyacakdır. Allahü teâlâ, bugün, dînini dünyânın her tarafına duyurmuş,
îmânı, halâli, harâmı, farzları,
güzel ahlâkı öğrenmek pek kolaylaşmışdır. Bunları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Öğrenmeyip câhil kalan farzı terk etmiş olur. Öğrenmeğe lüzûm görmiyen,
ehemmiyyet vermiyen kâfir olur.
30 - Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak
yedi derecedir: Birincisi, ahkâm-ı
islâmiyyeye inanarak, bunları öğrenmek ve yapmakdır. Bütün müslimânların ve âlimlerin
ve zâhidlerin ve âbidlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” tâbi’ olması,
bu derecededir. Bunların nefsleri îmân etmemişdir. Allahü teâlâ, merhamet
ederek, yalnız kalbin îmânını kabûl etmekdedir.
İkincisi, emrleri yapmakla berâber, Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” bütün sözlerini ve âdetlerini yapmak ve kalbi kötü huylardan
temizlemekdir. Tesavvuf yolunda yürüyenler bu derecededir.
Üçüncüsü, Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” bulunan
hâllere, zevklere ve kalbe doğan şeylere de tâbi’ olmakdır. Bu derece,
tesavvufun (Vilâyet-i hâssa) dediği
makâmda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itâ’at eder ve bütün ibâdetler,
hakîkî ve kusûrsuz olur.
Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün
hayrlı işler hakîkî ve kusûrsuz olmakdır. Bu derece, (Ulemâ-i
râsihîn) denilen
büyüklere mahsûsdur. Bu râsih ilmli âlimler, Kur’ân-ı
kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin
ma’nâlarını ve işâretlerini anlar. Bütün Peygamberlerin Eshâbı “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în”, böyle idi. Hepsinin nefsleri îmân etmiş, mutmainne
olmuşdur. Böyle tâbi’ olmak, yâ tesavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veyâ
bütün sünnetlere yapışarak bütün bid’atlerden kaçanlara nasîb olur. Bugün, dünyâyı bid’at kaplamış, sünnetler
gayb olmuşdur. Bugün, sünnetleri bulup yapışmak
ve bid’at deryâsından kurtulmak, imkân hâricinde
kalmışdır. Bid’atler, âdet hâlini almışdır.
Hâlbuki, âdetler ne kadar yerleşmiş ve yayılmış olsalar ve ne kadar güzel
görünseler de, din ve ahkâm-ı islâmiyye olamaz. Küfre sebeb olan ve harâm olan şeyler, âdet hâlini alsalar, halâl ve câiz
olmazlar. [Demek ki, bu dereceye kavuşmak için, tesavvuf yolundan ilerlenir. Bu
yola, tarîkat denir. İlk asrlarda, sünnetlerin
hepsine uymak kolay idi. Tesavvufa lüzûm yokdu.]
Beşincisi, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûs
kemâlâta, yüksekliklere tâbi’ olmakdır. Bu kemâlât, ilm ve ibâdet ile ele
geçemez. Ancak, Allahü teâlâdan, lutf ve
ihsân ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük Peygamberler “salevâtullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” ve bu ümmetin pek az büyükleridir.
Altıncısı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
mahbûbiyyet ve ma’şûkıyyet kemâlâtına tâbi’ olmakdır ki, Allahü teâlânın çok
sevdiklerine mahsûsdur ve lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.
Yedinci derece, insan vücûdünün her zerresinin tâbi’
olmasıdır. Tâbi’ metbû’a o kadar benzer ki, tâbi’ olmaklık aradan kalkar.
Bunlar da, sanki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gibi, aynı kaynakdan,
herşeyi alır.