İşte budur, miftâh-ı genc-i kadîm;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbını yazmağa E’ûzü
ve Besmele okuyarak başlıyorum. E’ûzü okumak, (E’ûzü billâhi
mineşşeytânirracîm) demekdir. Besmele okumak, (Bismillâhirrahmânirrahîm)
demekdir. Abdüllah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” buyurdu ki, (Kur’ân-ı kerîme saygı göstermek, E’ûzü okuyarak başlamakla olur ve Kur’ân-ı kerîmin anahtarı, Besmeledir). Bunun için, bu kitâba bu ikisini okuyarak başlanmasını,
okuyucularımdan istirhâm ederim. Böylece kitâbı, bu iki zînet ile süslemiş ve
bu iki hazînede, dostlar için toplanmış olan fâidelere kavuşmuş olursunuz!
Allahü teâlâya yaklaşmak isteyenler, E’ûzü’ye yapışmakda, Ondan korkanlar da,
E’ûzü’ye sarılmakdadır. Günâhı çok olanlar E’ûzü’ye sığınmışdır. Allahü teâlâ,
Nahl sûresinin doksanyedinci âyetinde meâlen, Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kur’ân-ı kerîm okuyacağın
zemân E’ûzü... söyle) buyurmuşdur. Bu emr, (Allahın
rahmetinden uzak olan ve gazabına uğrayarak dünyâda ve âhiretde helâk olan
şeytândan, Allahü teâlâya sığınırım, korunurum, yardım beklerim. Ona haykırır,
feryâd ederim de!) demekdir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü
teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için
sened yazdırır). Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anh” diyor ki,
(Cehennemde azâb yapan ondokuz melekden kurtulmak istiyen, Besmele okusun!
Besmele, ondokuz harfdir). Levh-i mahfûzda, ilk yazılan, Besmeledir. Âdeme
“aleyhisselâm” ilk gelen, Besmeledir. Mü’minler, Besmele yardımı ile, Sırâtdan
geçer. Cennet da’vetiyyesinin imzâsı Besmeledir.
Besmelenin ma’nâsı: (Her var olana, onu yaratmakla iyilik
etmiş ve varlıkda durdurmakla, yok olmakdan korumakla iyilik etmiş olan Allahü
teâlânın yardımı ile, bu kitâbı yazabiliyorum. Ârifler, Onu ilah olarak tanıdı.
Âlemler, Onun merhameti ile rızk buldu. Günâh işliyenler, Onun rahmeti ile
Cehennemden kurtuldu) demekdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı
kerîme bu üç ismi ile başladı. Çünki, insanın üç hâli vardır. Dünyâ,
kabr ve âhiret hâlleri. İnsan, Allahü teâlâya ibâdet ederse, dünyâda işlerini
kolaylaşdırır. Kabrde ona acır, âhiretde günâhlarını afv eder.
Elhamdülillah! Herhangi bir kimse, herhangi bir zemânda,
herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi
bir sûretle hamd ederse, bu hamd ve senâların, medhlerin hepsi, Allahü teâlânın
hakkıdır. Hamd, bütün ni’metleri Allahü teâlânın yaratdığına ve gönderdiğine
inanmak ve söylemek demekdir.
Şükr, bütün ni’metleri islâmiyyete uygun olarak kullanmak
demekdir. Ni’met,
fâideli şey demekdir. Ni’metler, Ehl-i sünnet
âlimlerinin kitâblarında yazılıdır. Ehl-i sünnet
âlimleri, meşhûr olan dört mezhebin âlimleridir. Herşeyi yaratan, terbiye eden,
yetişdiren, her iyiliği yapdıran, gönderen hep Odur. Kuvvet ve kudret sâhibi
yalnız Odur. O hâtırlatmazsa, kimse, iyilik ve kötülük yapmağı irâde, arzû
edemez. Kulun irâdesinden sonra, O da istemedikce, kuvvet ve fırsat vermedikce,
hiçbir kimse, hiçbir kimseye, zerre kadar,
iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği herşeyi, O da irâde ederse, dilerse yaratır.
Yalnız Onun dilediği olur. İyilik ve kötülük yapmağı, çeşidli sebeblerle
hâtırlatmakdadır. Merhamet etdiği kulları kötülük yapmak irâde edince, O irâde
etmez ve yaratmaz. İyilik yapmak irâde etdikleri zemân, O da irâde eder ve
yaratır. Böyle kullardan hep iyilik meydâna gelir. Gazab etdiği düşmanlarının
kötü irâdelerinin yaratılmasını, O da irâde eder ve yaratır. Bu kötü kullar,
iyilik yapmak irâde etmedikleri için, bunlardan hep fenâlık hâsıl olur. Demek
oluyor ki, insanlar, bir âlet, bir vâsıtadır. Kâtibin elindeki kalem gibidir.
Şu kadar var ki, kendilerine ihsân edilmiş olan (İrâde-i
cüz’iyye)lerini kullanarak, iyilik yaratılmasını istiyen, sevâb,
kötülük yaratılmasını istiyen, günâh kazanır. Allahü teâlâ, insanların istekli
işlerini onların irâdeleri ile yaratmasını ezelde dilemişdir. İşlerin insan
irâdesi ile yaratılması, ezeldeki ilâhî irâde ile yaratılması demekdir.
Bütün düâlar, iyilikler, Onun Peygamberi ve en sevdiği kulu,
insanların her bakımdan en güzeli, en
üstünü olan Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Ehl-i
beytine ve Eshâbına “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve bunları sevenlere
ve izlerinde gidenlere olsun!
İlk tahsîlimi, baba yerim olan İstanbulda, Eyyûb sultânda,
Reşâdiyye nümûne mektebinde yapdım. Evimden ve ilk mektebden din terbiyesi, din
bilgisi aldım. Halıcıoğlu Askerî lisesi Orta ve Lise kısmında okurken,
mekteblerden Kur’ân-ı kerîm ve din dersleri
kaldırıldı. Allahü teâlânın, sevgili Peygamberimizin ve islâm âlimlerinin
ismleri söylenmez oldu. Hiçbir hocamız din bilgisi vermiyordu. Onları yüksek,
olgun tanıyor, çok saygılı olmak istiyordum. Fekat, mukaddesâtıma saldıranları
görünce, hayâl kırıklığına uğradım. Îmân ile küfr arasında bocaladım. Küçük
aklımla düşünerek, müslimânlık olarak öğrendiğim bütün bilgilerimi
inceliyordum. Hepsinin fâideli, iyi, kıymetli olduğunu görüyor, bunları fedâ
edemiyordum. Altı sene, bu iki te’sîr altında sarsıldım. Birkaç sene önce,
berâber oruc tutduğumuz, nemâz kıldığımız arkadaşlarım, öğretmenlerin ve
gazetelerin iftirâlarına aldanarak, ibâdetden vazgeçdiler. Yalnız kalmak, beni
dahâ da üzdü. Acabâ haksızmıyım, yanlış yoldamıyım diyordum. (m. 1929)
senesinde, lise son sınıfda, onsekiz yaşında idim. Kadr gecesi, mektebde
yatmışdık. Uyuyamadım. Şaşkın olarak, yatağımdan fırladım. Düşüncelerimde,
îmânda yalnız kalmışdım. Sıkılıyordum, bunalıyordum. Bağçeye çıkdım. Gökyüzü
yıldızlarla dolu idi. Eyyûb sultânın, ya’nî Hâlid bin Zeydin türbesine karşı,
Halîcin ışıklı dalgaları, sanki bana, üzülme, sen haklısın diyorlardı.
Hıçkırarak ağladım. (Yâ Rabbî! Sana inanıyorum.
Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni,
din düşmanlarına aldanmakdan koru!) diye yalvardım. Allahü teâlâ, bu
ma’sûm ve hâlis düâmı kabûl buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilm
deryâsı Abdülhakîm efendi, önce rü’yâda, sonra câmi’de karşıma çıkdı. Beni,
cezb etdi. Eczâcı mektebinde talebe iken, Bâyezîd câmi’i şerîfinde va’zlarına,
sonra evine gitdim. Bana acıdı. Sarf, nahv, mantık, fıkh öğretdi. Çok kitâb
okutdu. Fransızca Maten gazetesine de abone etdirdi. Arabî ve fârisî öğretdi. (Emâlî kasîdesi)ni, (Hâlid-i
Bağdâdî dîvânı)nın bir kısmını ezberletdi. Sohbetleri o kadar tatlı,
o kadar fâideli idi ki, çok def’a, sabâhdan gece yarısına kadar yanından
ayrılmazdım. Şimdi, o sohbetleri hâtırladığım ânlar, hayâtımın en zevkli
dakîkaları olmakdadır. (m. 1936)ya kadar askerî tıbbiyye mektebinde müzâkereci iken,
hem kimyâ yüksek mühendisliğine devâm etdim, hem de o islâm âliminin
va’zlarından, sohbetinden ilm ve zevk topladım. Kalbimdeki küfr pislikleri
temizlendi. İslâmiyyetin dünyâ ve âhıret se’âdeti için, biricik kaynak olduğunu
anladım. Önceleri, büyük sandığım kimseleri, islâm âlimle-
rinin
büyüklükleri yanında, çocuk gibi gördüm. Onların ilm diye söyledikleri ba’zı
şeylerin, ilmden, fenden çok uzak, alçakça düzülmüş plânlar, iftirâlar olduğunu
anladım. (m. 1936) dan sonra, Ankarada, Mamak kimyâhânesinde vazîfeli iken,
almanca öğrenmemi ve İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” (Mektûbât)ını devâmlı okumamı söyledi. Her
fırsatda İstanbula gelip, ma’rifetler deryâsından inci, mercân topladım. O ilm
güneşinin üfûlünden sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar, sonra Kadıköyü müftîsi,
fazîletli seyyid ahmed Mekkî efendinin halka-i tedrîsine kabûl buyuruldum.
Büyük bir şefkat ve mehâret ile, (fıkh),
(tefsîr), (hadîs),
ma’kûl ve menkûl, üsûl ve fürû’ ilmlerini ta’lîm buyurup beni, 27 Ramezân-ı
mubârek 1373 [m. 1953] Pazar günü icâzet-i mutlaka ile, tedrîse me’zûn eyledi.
(m. 1947) den sonra, öğretmenlik hayâtımda, engin denizden
bir damla gibi olan bilgilerimi, gençlerin temiz rûhlarına, onların gonca gibi
açılmakda olan körpe dimâglarına akıtmak için çırpındım. İçimde yanan îmân
ışığından, onların saf kalblerine birer kıvılcım salmak istedim. Elhamdülillah!
Rabbim kolaylık gösterdi. Senelerce uğraşarak hâzırladığım ve fâideli ve nefîs
kokulu çiçeklerden toplanarak doldurulan tatlı ve şifâlı bal gibi, birkaç
sahîfeye yerleşdirdiğim (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbı
birinci kısmının basılması (m. 1956) senesinde nasîb oldu.
Hanefî mezhebine göre hâzırlanmış olan bu küçük kitâbın,
gazete ve mecmû’alarda reklâmı yapılmamış, dıvârlara i’lânları asılmamış,
köşedeki bir dükkânın raflarına emânet edilivermişdi. Müslimân ecdâdının nûrlu
ve uğurlu yolundan ayrılmayan, mukaddes dînini öğrenmek aşkı ile dâimâ kalbi
yanan, asîl ve îmânlı gençler, bu küçük kitâbı aradı, buldu. Az zemânda
kapışdı.
Vatanına saldıran düşmana karşı, kükremiş arslanlar gibi
döğüşerek, istiklâl savaşını kazanan şehîdlerin ve gâzîlerin temiz çocukları,
bugün de, aynı aşk ve îmânla, babalarının yolunda yürüyerek, istiklâlleri gibi,
îmânlarını da, her çeşid tecâvüzden korumağa çalışıyor. Hakka, hakîkate,
doğruya koşuyor. Kur’ân-ı kerîme sarılıyor.
Târîh gösteriyor ki, yalnız kendi râhatlarını, keyflerini
düşünen krallar, diktatörler, islâm dîninin, kendi zulmlerini, kötülüklerini
meydâna çıkardığını görerek, cinâyetlerini, hıyânetlerini gizliyebilmek ve
yalanlarına herkesi inandırabilmek için, islâmiyyete saldırmışlardır. Zâlim
düşman kumandanları, müte’assıb haçlı orduları, her zemân, karşılarında
müslimân türk kahramanlarını bulmuşlar, ecdâdımızın îmân dolu göğüslerini
aşamamış, silâhlarını, ölülerini bırakarak hep kaçmışlardır.
Târîh yine gösteriyor ki, islâmiyyet, her zemân dahâ üstün,
dahâ yeni ve dahâ fennî harb vâsıtalarının ve medenî cihâzların yapılmasına ve
dahâ akllı, dahâ kahraman milletlerin yetişmesine sebeb olmuş; dinsizler,
ilmde, fende, silâhda ve şecâ’atde dâimâ geri kalmışlardır. Hattâ, bir islâm
ordusu, her cihetden adâlete bağlılığı nisbetinde gâlib geldiği hâlde, aynı
orduda adâletden uzaklaşıldıkca, başarının azaldığı görülmüşdür. İslâm
devletlerinin, kurulması, yükselmesi, durması ve çökmeleri de hep, adâlete
bağlılıkları nisbetinde olmuşdur.
Dinsiz diktatörler, ellerini kana boyayıp, memleketlere
hâkim olmuş, zulm, fesâd ile insanları
inleterek ve hayvan gibi çalışdırarak, ağır harb sanâyı’i, büyük fabrikalar,
üstün silâhlar yapmış, dünyâyı korkutmuş iseler de, çabuk yıkılmışlar ve
târîh boyunca, la’netle anılmışlardır. Örümcek yuvası gibi çabuk kurulan
tuzakları, sabâh rüzgârı gibi ferâhlatıcı, hafîf bir kuvvetle uçmuş, insanlığa
yarar birşey bırakmamışlardır. Şimdi de, dinsiz bir temele dayanan devletler,
ne kadar büyük ve kuvvetli görünseler de, elbette yıkılacak, zulm pâyidâr olamayacakdır. Böyle kâfirler, bir ânda
parlıyan kibrite benzer ki, etrâfındaki saman, talaş gibi hafîf şeyleri
tutuşdurur, eli yakar, evleri harâb edebilir. Kendi ise, hemen söner, biter.
Adâlete dayanan milletler ise, kaloriferlerin radyatörü gibidir. Radyatör,
birşeyi yakmaz, odaları ısıtarak, insanlara râhatlık verir. Sıcaklığı aşırı,
zararlı değildir. Fekat harâret, enerji kaynağına mâlikdir. İslâmiyyet de,
böyle fâideli bir enerji kaynağı olup, kendisine bağlanan ferdleri, âileleri ve
cem’iyyetleri besler, kuvvetlendirir.
Allahü teâlânın merhameti, ihsânı,
ni’metleri, o kadar çokdur ki, sonsuzdur.
Kullarına çok acıdığı için,
onların dünyâda râhat, huzûr içinde, kardeşce yaşamaları, âhiretde de, sonsuz
se’âdete, bitmez, tükenmez ni’metlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan
iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine, melek
vâsıtası ile bildirmiş, bunları bildiren bir çok kitâb da göndermişdir. Bu
kitâblardan, yalnız Kur’ân-ı kerîm bozulmamış,
diğerlerinin hepsi, kötü kimseler tarafından değişdirilmişdir. Dinli olsun,
dinsiz olsun, inansın inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veyâ bilmeyerek, Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâma, ya’nî emr ve yasaklara
uyduğu kadar, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Bu, fâideli bir ilâcı
kullanan herkesin, derdden, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, dinsiz,
îmânsız çok kimsenin ve müslimân olmıyan, hattâ islâm düşmanı olan ba’zı
milletlerin birçok işlerinde, muvaffak olmaları, râhat, huzûr içinde
yaşamaları, inanmadıkları, bilmedikleri hâlde, Kur’ân-ı
kerîmin ahkâmına uygun olarak çalışdıkları içindir. Müslimân olduklarını
söyliyen, âdet olarak ibâdetleri yapan, çok kimselerin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi
de, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği ahkâma ve güzel
ahlâka uymadıkları içindir. Kur’ân-ı kerîme
uyarak âhıretde sonsuz se’âdete kavuşabilmek
için ise, önce buna îmân etmek, inanmak ve bilerek, niyyet ederek uymak lâzımdır.
İslâm dînini bilmedikleri için, ona karşı olanlar, asrlar
boyunca yapdıkları kanlı ve acı tecribelerle anladılar ki, îmânını yıkmadıkça,
müslimân milleti yıkmağa, imkân yokdur. Hakîkatde her ilerlemenin ve
yükselmenin hâmîsi ve teşvîkcisi olan islâmiyyeti, ilmin, fennin ve yeğitliğin
düşmanı gibi göstermeğe yeltendiler. Genç nesllerin, bilgisiz, dinsiz
kalmasını, onları ma’nevî cebheden vurmağı hedef edindiler. Bu yolda milyonlar
dökdüler. İlm ve îmân silâhları çürümüş, hırs ve şehvetlerine kapılmış olan
ba’zı câhiller, kâfirlerin bu hücûmları ile hemen bozuldu. Bunlardan bir kısmı,
ismlerini siper edinip, müslimân görünerek, fen adamı, kalem sâhibi ve din
âlimi, hattâ müslimânların hâmîsi şekline girip, temiz gençlerin îmânlarını
çalmağa koyuldular. Kötülükleri hüner şeklinde,
îmânsızlığı moda şeklinde gösterdiler. Dîni, îmânı olanlara softa, gerici
denildi. Din bilgilerine, islâmın kıymetli kitâblarına, irticâ’,
gericilik ve te’assub diyenler oldu. Kendilerinde bulunan ahlâksızlık ve
şerefsizlikleri, müslimânlara, islâm büyüklerine atf ve isnâd ederek, o temiz
insanları kötülemeğe, evlâdları babalarından soğutmağa uğraşdılar. Târîhimize
de dil uzatıp, parlak ve şerefli sahîfelerini karartmağa, temiz yazılarını
lekelemeğe, vak’a ve vesîkaları değişdirmeğe kalkışdılar. Böylece, gençleri
dinden, îmândan ayırmağa, islâmiyyeti ve müslimânları yok etmeğe çalışdılar.
İlmi, fenni, güzel ahlâkı, fazîleti ve yeğitliği ile dünyâya şân ve şeref
saçan, ecdâdımızın sevgisini genç kalblere yerleşdiren mukaddes bağları çözmek,
gençliği dedelerinin kemâlâtından, ululuğundan mahrûm ve habersiz bırakmak
için, kalblere, rûhlara ve vicdânlara hücûm etdiler. Hâlbuki, anlıyamıyorlardı
ki, islâmiyyetden uzaklaşdıkca, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
yolundan ayrıldıkca, ahlâk bozulduğu gibi, her vâsıtayı yapmakda ve her asrın
îcâb etdirdiği yeni bilgilerde, üstünlüğü gayb ediyor, ecdâdımızın
askerlikdeki, fen ve san’atdaki başarılarını gösteremiyor, hattâ geri kalmağa
başlıyorduk. Bu maskeli dinsizler, böylece, bir tarafdan ilmde, fende geri kalmamıza
çalışıyor, diğer tarafdan da, islâmiyyet geriliğe sebeb oluyor. Garb sanâyı’ine
yetişebilmemiz için, bu kara perdeyi kaldırmamız, şark dîninden, çöl
kanûnlarından kurtulmamız lâzımdır, diyorlardı. Bu sûretle maddî ve ma’nevî
kıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza, milletimize, dışardaki düşmanların,
asrlarca yapmak istedikleri, fekat yapamadıkları kötülüğü yapdılar. Müslimân
ismini taşıyan islâm düşmanlarına (Zındık) denir.
Zındıkların islâmiyyete zararları, kâfirlerin, misyonerlerin zararlarından dahâ
çok oldu.
Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamıyacak kadar çok
ni’met, iyilik vermişdir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak da,
Resûller ve Nebîler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” göndererek, islâmiyyeti,
se’âdet-i ebediyye yolunu göstermişdir ve İbrâhîm
sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Ni’metlerimin
kıymetini bilir, şükr ederseniz, ya’nî emr etdiğim gibi kullanırsanız, onları
artdırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır,
şiddetli azâb ederim) buyurmuş-
dur.
Bir asrdan beri islâmiyyetin garîb olması ve son zemânlarda büsbütün
uzaklaşarak, dünyânın küfr ve irtidâd
karanlığı ile kaplanması, hep islâm ni’metlerinin kıymetlerini bilmeyip, onlara
şükr etmemenin, arka çevirmenin netîcesidir.
Allahü teâlâ, sevdiklerini hayrlı işlere vâsıta kıldığı
gibi, kendisine inanmıyanları, düşmanlık edenleri de, fenâ yerlerde
çalışdırmakdadır.
İslâm ni’metlerinin elden çıkmasına sebeb olanlar iki
kısmdır:
Birincileri, küfrlerini, düşmanlıklarını açıklayan kâfirler
olup, bunlar bütün silâhlı kuvvetleri ile, bütün propaganda vâsıtaları ve
siyâsî oyunları ile, islâmiyyeti yıkmağa uğraşıyorlar. Müslimânlar, bunları
biliyor ve onlardan üstün olmağa çalışıyor.
İkinci kısm kâfirler, kendilerine müslimân ismini ve süsünü
verip, din adamı tanıtdırıp, müslimânlığı, kendi aklları ile, keyflerine ve
şehvetlerine uygun bir şekle çevirmeğe uğraşıyor, müslimânlık ismi altında,
yeni, uydurma bir din kurmak istiyorlar. Hîle ve yalanları ile, sözlerini isbât
etmeğe, yaldızlı, yaltakcı yazılar ile, müslimânları aldatmağa çalışıyorlar.
Müslimânların çoğu bu düşmanları, ba’zı sözlerinden ve islâmiyyeti yıkıcı davranışlarından seziyor ise de, çok kurnaz idâre
edildikleri için, birçok sözleri revâc bulup, müslimânlar arasında
yerleşiyor. Müslimânlık dîni, yavaş yavaş bozularak, bu zındıkların
istedikleri, plânladıkları şekle dönüyor.
Ba’zıları da: (Bu asrda yaşıyabilmemiz için, milletce,
topluca garblılaşmalıyız) diyor. Bu sözün iki ma’nâsı vardır: Birincisi,
garblıların fende, tecribede, san’atda, i’mâr ve terfîh vâsıtalarında bulduklarını öğrenmek, yapmak, bunlardan
istifâdeye çalışmakdır ki, bunu islâmiyyet de, zâten emr etmekdedir. Fen
bilgilerini öğrenmenin farz-ı kifâye olduğu,
kitâbımın çeşidli yerlerinde, vesîkaları ile bildirilmişdir. Resûl-i ekrem “sallallahü
aleyhi ve sellem”, bir hadîs-i şerîfde: (Hikmet [ya’nî
fen ve san’at], mü’minin gayb etdiği malıdır.
Nerede bulursa alsın!) buyurdu. Fekat bu, garba uymak değil, ilmi,
fenni onlarda bile arayıp almak ve onların üstünde olmağa çalışmakdır. İkinci ma’nâda
garblılaşmak ise, ecdâdımızın doğru ve mukaddes yolunu bırakıp, garbın bütün
an’anesini, âdetlerini, ahlâksızlıklarını, pisliklerini ve hepsinden dahâ acı,
dahâ şaşkın olarak, dinsizliklerini ve putlarını alıp, câmi’leri kilise ve eski
san’at eseri şekline sokmak, müslimânlığa şark dîni, gerilik dîni, Kur’ân-ı kerîme çöl kanûnu, puta tapmağa, ibâdete
müzik karışdırmağa garb dîni, modern ve medenî din demek ve islâmiyyeti
bırakıp, hıristiyanlığa, mûsikî âletleri ile ibâdete dönmeğe, (Dinde reform) ismini vermekdir.
Herkes şunu iyi bilsin ki, bu milletin
damarlarında dolaşan asîl kan, ne bugün, ne de, onların ümmîd ile bekledikleri günlerde,
bu ma’nâda aslâ garblılaşmayacak ve dinsiz olmayacak, zındıkların yalanlarına
aldanmıyacakdır. Ecdâdının mukaddesâtını ayaklar altında çiğnetmiyecekdir!
İslâmiyyeti yıkmağa çalışan diğer bir kuvvet de, din bilgisi
vermek için, din düşmanlarını (gûyâ) susdurmak için yazılan mecmû’alar ve
kitâblardır. Îmândan ve islâmdan haberi olmıyan, tesavvufun hakîkatine, rûhuna,
inceliklerine ermemiş olan zındıklar, dünyâ işlerinde söz sâhibi olunca,
kendilerini din âlimi görüyor, bozuk düşüncelerini yaymak için veyâ yalnız para
kazanmak için, din kitâbları yazıyorlar. Bu kitâblarında, din büyüklerinin
sözlerini anlamadıkları, birçok bilgileri yanlış ve ters yazdıkları, acı acı
görülüyor. Zındıkları islâm âlimi olarak tanıtıyorlar. Bunların câhil kafaları
ile, sapık düşünceleri ile yazdıkları yıkıcı ve bölücü kitâblarını terceme
ederek, din bilgisi diye gençliğin önüne sürüyorlar. Bunların zararlarını,
bozuk olduklarını ortaya koyan, yüzkaralarını meydâna çıkaran, böylece
kazançlarına, milleti sömürmelerine mâni’ olan kitâblarımın basılmasına,
yayılmasına mâni’ olmak için bu fakîre câhilce, ahmakca iftirâ ediyorlar. Dünyâ
çıkarları için dinlerini satan münâfıklardan bir kısmının, dahâ da aşırı
giderek, tarîkatçılık yapıyor gibi yalanları yaydıklarını, böylece beni kanûna
karşı suçlu duruma düşürerek, kitâblarımın yasaklatılmasına uğraşdıklarını
işitdim. Hâlbuki, hiçbir kitâbımda böyle birşey yazılı değildir. Kitâbımda
tarîkatler üzerinde bilgiler varsa da, bunlar, eski asrlarda yaşamış olan,
tesavvuf âlimlerinin yazmış oldukları ki-
tâblardan
terceme edilmişdir. Ben de, bunları okuyup anlamağa çalışmakdayım. Bir tarîkat
ile ve bir şeyh ile hiçbir ilgim olmamışdır ve yokdur.
Evet, islâm âlimi gördüm. Müslimânlığın ne olduğunu ve
islâmiyyetin yüksek bilgilerini ondan öğrenmekle şereflendim. Onun islâm
ilmlerinde ve fen ve târîh bilgilerinde engin bir denize benzediğini ve islâm
dîninden kaynaklanan güzel ahlâkını görerek hayrân oldum. Bu büyük zâtdan,
şeyhlikle, mürîdlikle ilgisi olduğunu gösteren bir söz işitmedim. Tekkelerin
kapatılmasından önce ve sonra ismleri duyulan ba’zı tarîkatcıların, islâmiyyete
ve tesavvuf bilgilerine uymadıklarını, zararlı olduklarını söylerdi. Dünyânın
her yerinde, her dilde tesavvuf kitâbları yazılmakdadır. Kanûnlar, tesavvuf
kitâbı yazmağı ve tesavvuf ilmini övmeği değil, tesavvuf perdesi altında, şahsî
menfe’at sağlamağı ve tesavvufda bulunmıyan kötülükleri yapmağı suç
saymakdadır. Tesavvuf âlimleri de, böyle tarîkatcıları red etmişler, bunların
din hırsızları olduklarını, islâmiyyeti içerden yıkdıklarını bildirmişlerdir.
Kitâblarımda ve konuşmalarımda hep, (Müslimânın kanûnlara uyması lâzımdır. Fitne
çıkarmak harâmdır) diyorum. Böyle söyliyen
kimse, kanûna uymıyan iş yapar mı? Hasedcilerimin, beni kendileri gibi münâfık
zan etdikleri anlaşılıyor. Çok yanılıyorlar! Münâfık kelimesini, burada kâfir
ma’nâsına kullanmıyorum. Dışı içine uymıyan, iki yüzlü demek istiyorum. Söz ile
olan bu nifâkın küfr olmadığı, harâm olduğu, (Hadîka)da, dil âfetlerinde yazılıdır. Bu
zevallılar, bilerek veyâ bilmiyerek, islâm düşmanlarının ekmeklerine yağ
sürüyor ve islâmiyyete, onlardan dahâ çok
zararlı oluyorlar. Çünki, bunların kitâblarını ve dergilerini okuyan sâf
müslimânlar ve hele asîl ve kahramân ecdâdının mukaddes dînini öğrenmeğe
susamış olan temiz gençler, bunların yaldızlı kelimelerle övdükleri zındıkları,
din âlimi sanıp, bozuk ve yanlış yazılarına din ve îmân diye sarılıyor. Böyle,
para kazanmak, mevkı’, etiket ele geçirmek için, kısacası dünyâlığa kavuşmak
için, mukaddes dînimizi âlet eden câhillere (Ulemâ-i
sû’), ya’nî (Zındık) denir.
Bu din yobazları ve fen adamı olarak ortaya çıkıp, fen bilgilerini değişdirerek
ve kendi hâin düşüncelerini fen bilgisi imiş gibi söyliyerek, islâmiyyeti
yıkmağa çalışan (Fen yobazları) ya’nî (Zındık)lar, bu millete çok zarar verdiler.
Kardeşi kardeşe düşman yapdılar. İç harblere sebeb oldular. Hâlbuki, islâm
dîni, birleşmeği, sevişmeği, yardımlaşmağı, hükûmete, kanûnlara karşı
gelmemeği, fitne, ya’nî anarşi çıkarmamağı, kâfirlerin haklarını da gözetmeği,
kimseyi incitmemeği emr etmekdedir. İslâm âlimleri, bütün istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek, dînimizin bu güzel
emrlerini bildirmek ve torunlarının dinlerini, îmânlarını korumak için,
çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere yâdigâr bırakmışdır. Sonra
gelen âlimler, bu kitâblara açıklamalar yapmış, bunlara (hocamızın tarîkati)
denilerek çeşidli tarîkatlar meydâna gelmişdir. Ehl-i
sünnet düşmanları, bid’at sâhiblerinin
kitâblarına da bu mübârek ismleri koymuşlardır. Bid’at
sâhibleri, Kur’ândan ve hadîs-i şerîflerden yanlış ma’nâ çıkarıyorlar.
Zındıklar, kendi anladıklarına, düşüncelerine âyet ve hadîs diyor. Güzel ahlâkı,
adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yeğitliği dünyâ
târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı
ve şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını dökdüğü ve
bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine
onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup
öğrenmeliyiz. İngiliz câsûslarının tuzaklarına düşmüş olan, satılmış
zındıkların kalemlerinden çıkan, süslü kelimelerle örtülmüş, aynı ismi taşıyan
kitâbları okuyarak, azîz ve sevgili îmânımızı kapdırmamağa, aldanmamağa çok
dikkat etmeliyiz!
Şunu da bildireyim ki, hadîs-i şerîfler ve islâm âlimlerinin
açıklamaları, din adamlarının siyâsete karışmalarını şiddetle men’ etmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”, bu yasağa titizlikle uymuşlardır. Müslimânlar, dîni siyâsete âlet
etmez. Bunun için ben, hiçbir zemân siyâsete karışmadım. Hiçbir yazımda, şu veyâ bu devlet şeklinin
savunuculuğunu yapmadım. Ba’zı kimselerin, böyle davranışımı
beğenmediklerini, bu yüzden de kitâblarıma bozukdur diyerek, vatandaşların
okuyup öğrenmelerine mâni’ olduklarını, (neresi bo-
zukdur?)
diyenlere karşı, bir cevâb veremiyerek, şaşırıp kaldıklarını işitiyorum. Hased
edenler, satılmış olanlar, her zemân Ehl-i sünnet
kitâblarına saldırdı. Sonunda rezîl oldular. Bana iftirâ edenlerin gafletden
uyanmaları, hidâyete kavuşmaları için (Yüz karası) kitâbını
hâzırladım. 1970 de basıldı.
Otuz madde ve altmış sahîfe olan (Se’âdet-i
Ebediyye) kitâbımı okuyanların teşvîki ile, ikinci kısmını da, üç yüz sahîfe olarak hâzırladım. Bu da, (m.
1957) de basdırıldı. Bu iki kitâb, temiz gençlikde, islâmiyyete karşı,
öyle bir alâka ve câzibe uyandırdı ki, süâl yağmuru altında kaldım. Bu çeşidli
soruları cevâblandırmak için, mu’teber kitâblardan terceme ederek yapdığım
açıklamalar ve ilâvelerle, birinci kısmın otuz maddesine yetmiş madde dahâ
ekliyerek ikinci baskısı meydâna geldi ve dörtyüz sahîfe oldu. Nihâyet Allahü teâlâ, ihsân ederek, yıpratıcı
çalışmakla, üçüncü kısmın hâzırlanması da müyesser oldu ve 1379 [m.
1960] da basıldı.
Salâhiyyetim olmadığını bildiğim hâlde, yalnız İslâm
âlimlerinin, aklları durduran üstünlüklerine hayrânlığımın ve onlara karşı
taşıdığım sevgi ve saygının mükâfâtı olarak ve bu temiz milletin, asîl
gençlerin, din simsarlarının tuzaklarından kurtulmaları, dünyâ ve âhıret
se’âdetine kavuşmaları için, kalbim sızlayarak etdiğim düâların karşılığı
olarak, Allahü teâlânın tevfîkı ile meydâna gelen bu üç kitâbı, (m. 1963) de
bir araya getirip, (Tâm ilmihâl) adını
verdim. Devâmlı süâller sebebi ile, kitâbımın her baskısına yeni ilâveler
yapılmakdadır. Hepsi ingilizceye de terceme edilerek (Endless Bliss) ismi verildi ve Hakîkat Kitâbevi tarafından
beş cild olarak basdırılmışdır. Bu kitâbda, bu fakîre âid hiçbir bilgi ve fikr
yokdur. Terceme ve toplamakdan başka nasîbim olmamışdır. Büyük, mubârek
zâtların yazıları olduğu için, okuyanların fâidelendiklerini, zevk aldıklarını
ve bölücülere, kitâblarıma saldıran, iftirâ eden zındıklara aldanmadıklarını görmekle,
cenâb-ı Hakka şükr ediyorum. Böylece, temiz rûhlu, sâf kanlı, mubârek
gençlerin, müstecâb düâlarına kavuşacağımı düşünerek seviniyor, bu kitâbı ve
düâları kıyâmet günü için, biricik sermâyem biliyorum.
(Se’âdet-i Ebediyye) ya’nî (Tâm ilmihâl) kitâbımdaki fıkh bilgileri, hanefî mezhebine göre yazılmışdır. Bu bilgilerin
çoğu, Muhammed Emîn ibni Âbidînin (Redd-ül-muhtâr) kitâbının
1272 [m. 1856] senesinde Mısrda Bulak matba’asında beş cild olarak yapılan
baskısından terceme edilmiş, sahîfe numaraları bu baskıya göre bildirilmişdir. Hanefî mezhebindeki fıkh kitâblarının en kıymetlisi
olan (Redd-ül-muhtâr)ın çoğunu muhterem Ahmed Davudoğlu türkçeye
terceme etmiş, Şâmil kitâbevi tarafından 1982-1986 arasında onyedi cild
olarak basdırılmışdır. Kitâblarımızda âyet-i kerîmelerin tercemeleri değil,
tefsîrleri ve meâlleri yazılmışdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
bildirdiği ma’nâlara (Tefsîr) denir. Bir
kelimenin, Allahü teâlâ ve Resûlullah tarafından, açık bildirilmemiş
ma’nâlarından, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olanı seçmeğe (Te’vîl) ve bu ma’nâya meâl denir. Âyet-i
kerîmeyi başka lisâna nakl edince, tercemesi denir. Âyet-i kerîmeler kısa ve
tam terceme edilemez. İslâm âlimleri, âyet-i kerîmelerin tercemelerini değil,
uzun tefsîr ve te’vîllerini bildirmişlerdir. Kitâbıma, ençok (Tefsîr-i Mazherî ) ve (Tefsîr-i Hüseynî)deki açıklamalardan aldım. Âyet-i
kerîmelerin sıra numaralarını hâfız Osmânın “rahmetullahi aleyh” yazdığı Kur’ân-ı kerîme göre koydum.
Bu (Tam İlmihâl)i
okuyanlar, dedelerinin dînini şu’ûrlu olarak öğrenip, bölücülerin iftirâlarına
aldanmıyacak, câhillerin, münâfıkların ve tarîkatcı ismi altında gençliği
zehrliyen zındıkların, maddî ve ma’nevî soygunculuğundan kurtulacaklardır. Hak
yolda birleşecekler, sevgili kardeşler olacaklardır.
Müslimân, iyi insan, aklı başında kimse demekdir. Hakîkî
müslimân, Allahü teâlânın emrlerine itâat eder. Allahü teâlânın emrlerine
uymamak günâh olur. Kul haklarını, devlete olan borçlarını öder. Devletin
kanûnlarına karşı gelmez. Kanûna karşı gelmek suç olur. Müslimân günâh yapmaz
ve suç işlemez. Vatanını, milletini ve bayrağını sever. Herkese iyilik eder.
Kötülük yapanlara nasîhat verir. Böyle olan müslimânı Allah da sever, kullar da
sever. Râhat ve huzûr içinde yaşar.
(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının her üç
kısmının şimdi seksensekizinci baskısı yapıldı. Birinci kısmda doksansekiz
madde, ikinci kısmda yetmişüç madde, üçüncü kısmda yetmiş madde vardır. Bu
ikiyüzkırkbir [241] maddeden yüzsekiz [108] maddesi, büyük islâm âlimi,
tesavvuf bilgilerinin, zevklerinin kaynağı, Muhammed aleyhisselâmın hakîkî
vârisi, imâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed-i Fârûkînin (Mektûbât) kitâbının ikinci ve üçüncü
cildlerinden, yüzotuzüç [133] maddesi de, salâhiyyetli islâm âlimlerinin
kitâblarından toplanmışdır. Mektûbâtın birinci cildinin hepsi Müstekîmzâde
Süleymân Sa’deddîn efendi tarafından türkçeye terceme edilmişdir. Hakîkat
Kitâbevinin bu tercemeyi (Müjdeci Mektûblar) ismi
ile basdırdığını görerek Rabbime şükr eyledim. İslâm bilgilerinin deryâsı ve
tesavvuf ma’rifetlerinin mütehassısı seyyid Abdülhakîm efendi, (Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs kitâblarından sonra, islâm
kitâblarının en üstünü imâm-ı Rabbânînin Mektûbâtıdır) ve (İslâm âleminde,
imâm-ı Rabbânînin Mektûbâtı kadar kıymetli bir kitâb dahâ yazılmamışdır) buyururdu.
Bir mektûbunda diyor ki, (Hilmi! Mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinize şükr
etdim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarayan ve dîn-i islâmda misli te’lîf olmıyan
(Mektûbât) kitâbını okuyup, ba’zısını
anlamak, pek ziyâde bir fadl ve ihsân-ı ilâhîdir. Hilminin bu ihsâna
kavuşduğunu öğrenince, Rabbime çok şükr eyledim.) Kitâbımda yazılı ismlerden
binyirmi [1020] adedinin hâl tercemeleri de sonuna eklenmişdir.
Bu kitâb bir ilm kitâbıdır. Her ilmde olduğu gibi, din
bilgisinin de kendine mahsûs kelimeleri vardır. Bu kelimelerin ma’nâları,
sırası geldikçe bildirildi. Bunlar, kitâbı temâmen
okuyunca, öğrenilir. Bunları öğrenmiyen, kafasını yormıyan bir câhil, kitâbdaki
ilmleri anlıyamaz. (Bu kitâb anlaşılmıyor) diyerek, kendi kusûrunu
kitâba yükler. (Câhil kimse, anlıyamadığı şeyi beğenmez) sözü meşhûrdur. Gülün
kıymetini bülbül bilir. Altının hâlisini sarrâf seçer. Bir kayada ne cevher
bulunduğunu kimyâger anlar. Bunun için, bu kitâbı, gazete okur gibi, bir göz
gezdirip elinden bırakmamalı. Her kelimesini iyi düşünmelidir. Her cümlesinin
ma’nâsını iyi anlamağa çalışmalı, her maddeyi bitirince tekrârlamalı, bir
hülâsa hâlinde hâfızaya yerleşdirmelidir. Evlâda, ahbâba da öğretmelidir.
Çalışmalı, bu yolda ilerlemelidir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (İki gün aynı hâlde bulunan, [ya’nî hergün
ilerlemiyen, yeni bir şey öğrenmiyen], aldandı,
ziyân etdi) buyurdu. Görülüyor ki, islâm dîni, gerilemeği değil,
duraklamağı bile red ediyor. Dâimâ ilerlemeği ve yükselmeği emr ediyor. Bu
kitâbı hâzırlamakdan ve neşr etmekden hâsıl olan sevâbları ve okuyup istifâde
eden müslimânların düâlarının hepsini, kitâbdaki ilmlerin kaynağı olan seyyid
Abdülhakîm Arvâsînin mubârek rûhuna hediyye ediyorum. Allahü teâlâ vâsıl
eylesin. Âmîn! Bu kitâbda yazarın boş kafasından çıkan hiçbir yazı yokdur.
Seyyid Abdülhakîm efendinin sohbetlerinden hâsıl olan bilgilerdir. Kıyâmet
günü, Onun kölesi olarak yanında bulunmağı, kendime se’âdet biliyorum. Hakîkat
Kitâbevinin neşr etdiği kitâblar, (İnternet) ve bilgisayar vâsıtası ile her memlekete
gönderilmekdedir. (Kıymetsiz Yazılar) kitâbımızın
sonuna bakınız!
TENBÎH: Bugün müslimân ismi
altında üç büyük islâm fırkası vardır. Şî’îliği yehûdîler kurdu. Vehhâbîliği
ingilizler kurdu. İslâmiyyeti türkler korudu. Misyonerler, hıristiyanlığı yaymağa,
yehûdîler, Talmûtu yaymağa, İstanbuldaki Hakîkat Kitâbevi, islâmiyyeti yaymağa,
masonlar ise, dinleri yok etmeğe çalışıyorlar. Aklı, ilmi ve insâfı olan,
bunlardan doğrusunu iz’ân, idrâk eder, anlar. Bunun yayılmasına yardım ederek,
bütün insanların dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmalarına sebeb olur.
İnsanlara bundan dahâ kıymetli ve dahâ fâideli bir hizmet olamaz. Bugün
hıristiyanların ve yehûdîlerin ellerindeki Tevrât
ve İncîl denilen din kitâblarının, insanlar
tarafından yazılmış olduklarını kendi adamları da söyliyor. Kur’ân-ı kerîm ise, Allahü teâlâ tarafından
gönderildiği gibi tertemizdir. Bütün papazların ve hahamların, Hakîkat
Kitâbevinin neşr etdiği kitâbları dikkat ile ve insâf ile okuyup anlamağa
çalışmaları lâzımdır.
Mîlâdî
Hicrî şemsî
Hicrî kamerî
2003
1381
1424