| 
 
70 -  
SE’ÂDET-İ EBEDİYYENİN SON SÖZÜ 
Etrâfımızı beş duygu 
organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir şeyden haberimiz 
olmıyacakdı. Kendimizi bile bilemiyecekdik. Yürüyemiyecek, birşey yapamıyacak, 
yaşıyamıyacakdık. Anamız, babamız olamıyacak, var olamıyacakdık. Rûhumuza tatlı 
gelen güzelleri göremiyecek, güzel sesleri duyamıyacak, onları sevemiyecekdik. 
Allahımıza yalnız duygu organlarımız için, durmadan şükr etsek, şükrünü ödemiş 
olamayız. 
Duygu organlarımıza etki 
eden herşeye (Varlık) veyâ (Mevcûd) diyoruz. Kum, su, güneş birer 
mevcûddür. Çünki, bunları görüyoruz. Ses de bir mevcûddür. Çünki, işitiyoruz. 
Hava, bir mevcûddür. Çünki, elimizi açıp yelpâze gibi sallayınca, havanın 
elimize çarpdığını duyuyoruz. Rüzgâr da yüzümüze çarpıyor. Bunun gibi, sıcaklık, 
soğukluk da birer mevcûddür. Çünki, derimizle bunları duyuyoruz. Elektrik, 
harâret, ya’nî ısı ve miknâtıs gibi enerjilerin [kudretlerin] de mevcûd 
olduklarına inanıyoruz. Çünki, elektrik akımının harâret ve miknâtıs veyâ kimyâ 
reaksiyonları meydâna getirdiğini, ısı gelince sıcaklık olduğunu, ısı azalınca 
soğukluk olduğunu ve miknâtısın demiri çekdiğini his ediyoruz, anlıyoruz. (Ben 
havanın, ısının, elektriğin mevcûd olduklarına inanmam. Çünki, bunları 
görmiyorum) sözüne yanlışdır diyoruz. Çünki, bunlar görülemezlerse de, 
kendilerini veyâ yapdıkları işleri, duygu organlarımız ile anlıyoruz. Bunun için 
de, görülemiyen birçok varlıklara inanıyoruz. Göremediğimiz için, yok olmaları 
lâzım gelmez diyoruz. Bunun gibi, (Ben Allaha inanmam. Melek, cin gibi şeyler 
yokdur. Var olsalardı görürdüm) sözü de doğru değildir. Akla, fenne uygun 
olmıyan bir sözdür. 
Fen dersleri bildiriyor ki, 
ağırlığı ve hacmi olan varlıklara (Madde) denir. Buna göre, hava, su, 
taş, tahta maddedirler. Işık, elektrik akımı birer varlık iseler de, madde 
değildirler. Maddenin şekl almış parçalarına,  (Cism) denir. Çivi, kürek, 
maşa, iğne birer cismdirler. Hepsi, aynı demir maddesinden yapılmışlardır. Duran 
bir cismi harekete getiren, hareketde olan bir cismi durduran veyâ hareketini 
değişdiren sebebe (Kuvvet) denir. Duran bir cisme kuvvet etki etmezse, 
hep durur. Hareket eden bir cisme, kuvvet etki etmezse, hareketi değişmez ve hiç 
durmaz. 
Maddelerin, cismlerin ve 
maddelerde bulunan enerjilerin hepsine (Âlem) veyâ (Tabî’at) 
denir. Âlemde her cism hareket etmekde, değişmekdedir. Demek ki, her cisme, her 
ân çeşidli kuvvetler te’sîr etmekde, değişiklik hâsıl olmakdadır. Cismlerde 
meydâna gelen değişikliğe (Hâdise) veyâ (Olay) denir. 
Cismlerin 
yok olduklarını, başka cismlerin meydâna geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, 
eski milletler yok olmuşlar, binâlar, şehrler yok olmuş. Bizden sonra da 
başkaları meydâna gelecek. Fen bilgimize göre, bu mu’azzam değişiklikleri yapan 
kuvvetler vardır. Allaha inanmıyanlar, (Bunları tabî’at yapıyor. Herşeyi tabî’at 
kuvvetleri yaratıyor) diyorlar. Bunlara deriz ki, bir otomobilin parçaları, 
tabî’at kuvvetleri ile mi bir araya gelmişdir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan 
soldan çarpan dalgaların te’sîri ile biraraya yığılan çöp kümesi gibi biraraya 
yığılmışlar mıdır? Otomobil tabî’at kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket 
etmekdedir? Bize gülerek, hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akl ile, hesâb ile, 
plân ile, birçok kimselerin, titizlikle çalışarak yapdıkları bir san’at 
eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akl, fikr yorarak, hem de trafik kâ’idelerine 
uyarak, şoför tarafından yürütülmekdedir demez mi? Tabî’atdeki her varlık da, 
böyle bir san’at eseridir. Bir yaprak parçası, mu’azzam bir fabrikadır. Bir kum 
dânesi, bir cânlı hücre, fennin bugün biraz anlıyabildiği ince san’atlerin birer 
meşheri, sergisidir. Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, bu 
tabî’at san’atlerinden birkaçını görebilmek ve taklîd edebilmekdir. İslâm 
düşmânlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin 
bile, (Gözün yapısındaki san’at inceliğini düşündükce, hayretimden tepem atacak 
gibi oluyor) demişdir. Bir otomobilin tabî’at kuvvetleri ile, tesâdüfen hâsıl 
olacağını kabûl etmiyen kimse, başdan başa bir san’at eseri olan bu âlemi 
tabî’at yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesâblı, plânlı, ilmli, sonsuz 
kuvvetli bir yaratıcının yapdığına inanmaz mı? Tabî’at yaratmışdır. Tesâdüfen 
var olmuşdur demek, câhillik, ahmaklık olmaz mı? 
Allahü 
teâlâ herşeyi en güzel ve en fâideli olarak yaratdı. Meselâ, Erd küresini 
güneşden yüzelli milyon kilometre uzakda yaratdı. Dahâ uzakda yaratsaydı, hiç 
sıcak mevsim olmaz, çok soğukdan ölürdük. Dahâ yakın yaratsaydı, çok sıcak olur, 
hiç bir canlı yaşayamazdı. Etrâfımızı saran hava, hacmen yüzde yirmibir oksijen, 
yüzde yetmişsekiz azot ve onbinde üç karbondioksit gazlarının karışımıdır. 
Oksijen hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıdâ maddelerini yakarak, 
bize kuvvet, kudret veriyor. Oksijenin havadaki mikdârı dahâ çok olsaydı, 
hücrelerimizi de yakar, hepimiz kül olurduk. Mikdârı 21 den az olsaydı, 
gıdâlarımızı yakamazdı. Yine, hiçbir canlı yaşayamazdı. Yağmurlu, şimşekli 
havalarda, oksijen azotla birleşerek, havada nitrat tuzları hâsıl olup, yağmurla 
toprağa iniyor. Bunlar, nebâtâtı besliyor. Nebâtlar da, hayvanlara, hayvanlar da 
insanlara gıdâ oluyor. Görülüyor ki, rızkımız semâda hâsıl olmakda, göklerden 
yağmakdadır. Havadaki karbon dioksid gazı, dimâgçedeki kalb ve teneffüs 
merkezlerini tenbîh ediyor, çalışdırıyor. Havadaki karbon dioksid mikdârı 
azalırsa, kalbimiz durur ve nefes alamayız. Mikdârı artarsa boğuluruz. Karbon 
dioksid mikdârının hiç değişmemesi lâzımdır. Bunun için de, denizleri yaratdı. 
Karbon dioksid mikdârı artınca, kısmî tazyîki de artıp, fazlası denizlerde 
eriyerek, sudaki karbonat ile birleşerek, onu bi-karbonat hâline çeviriyor. Bu 
da, dibe çökerek deryâların dibinde çamur tabakası hâsıl oluyor. Havada 
azalınca, çamurdan ayrılıp suya ve sudan havaya geçiyor. Bütün canlılar havasız 
yaşayamaz. Bunun için, havayı, her yerde, her canlıya çalışmadan, parasız 
veriyor ve ciğere kadar gönderiyor. Susuz da yaşayamayız. Suyu da heryerde 
yaratdı. Fekat, susuzluğa dahâ fazla tehammül edildiği için, bunu arayıp 
bulacak, taşıyacak şeklde yaratdı. Fe-tebârekâllahü ahsenül-hâlikîn! İnsanlar, 
bunları yapmak şöyle dursun görebilenlere, anlayabilenlere ne mutlu! 
Allahü 
teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde, halk etdiği 
sayılamıyacak kadar çok varlıklar tesâdüfen olmuşdur diyenlerin sözleri 
câhilcedir. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya 
koyalım. Bunları elimizde torbadan birer birer çıkararak, sıra ile, ya’nî önce 
bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak şeklde çıkarmağa 
çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış 
olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan başlamak 
üzere çıkarmağa çalışılacakdır. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda 
çıkarabilmek ihtimâli onmilyarda birdir. On aded taşın bir sıra dâhilinde 
dizilme ihtimâli bu kadar az olursa, kâinatdaki sayısız düzenin tesâdüfen 
meydâna gelmesine imkân ve ihtimâl yokdur. 
Daktilo ile yazmasını 
bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişigüzel meselâ beş kerre bassa, 
elde edilen beş harfli kelimenin türkçe veyâ başka bir dilde bir ma’nâ ifâde 
etmesi acabâ ne derece mümkindir? Şâyed gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle 
yazmak istenilse idi, bir ma’nâ ifâde eden bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı 
ki, bir sahîfe yazı veyâ kitâb teşkîl edilse, sahîfenin ve kitâbın, tesâdüfen 
belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akllı denilebilir mi? 
Cismler 
yok oluyor. Bunlardan, başka cismler meydâna geliyor ise de, bu işde, yüzbeş 
madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor denilirse, radioaktif 
bozulmalar, elementlerin ve hattâ atomların da yok olduklarını, maddenin 
enerjiye döndüğünü haber vermekdedir. Hattâ, Einstein adındaki Alman fizikcisi, 
bu dönüşmenin matematiksel formülünü ortaya koymuşdur. 
Cismlerin, 
maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak 
gelmiş değildir. Ya’nî, böyle gelmiş böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir 
başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var 
oluşlarının başlangıcı vardır demekdir. Ya’nî hiçbirşey yok iken, hepsi yokdan 
yaratılmışdır demekdir. İlk, ya’nî birinci olarak maddeler yokdan yaratılmış 
olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, 
şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünki, âlemin sonsuz öncelerde var 
olabilmesi için, bunu meydâna getiren maddelerin dahâ önce var olmaları, 
bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları 
lâzım olacakdır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki 
var olmazsa, sonraki de var olmıyacakdır. Sonsuz önce demek, bir başlangıç yok 
demekdir. Sonsuz öncelerde var olmak demek, ilk, ya’nî, başlangıç olan bir 
varlık yok demekdir. İlk, ya’nî birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da 
olamaz. Herşeyin her zemân yok olması lâzım gelir. Ya’nî, herbirinin var olması 
için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. 
Hepsinin yok olmaları lâzım olur. 
Âlemin şimdi var olması, 
sonsuzdan var olarak gelmediğini, yokdan var edilmiş bir ilk varlığın 
bulunduğunu göstermekde olduğu anlaşıldı. Âlemin yokdan var edilmiş olduğunu, o 
ilk âlemden hâsıl ola ola, bugünki âlemin var olduğunu anladık. 
Âlemi yokdan var eden bir 
yaratıcının bulunduğunu ve bu yaratıcının kadîm olması, ya’nî hep var olması, 
hiç değişmeden, sonsuz var olması lâzım geldiğini, (Şerh-i mevâkıf) 
kitâbı, beşinci mevkıfın birinci mersadında uzun isbât etmekdedir. Kısacası 
şöyledir ki, değişmek, başka şey olmak demekdir. Yaratıcı değişince, başka olur. 
Yaratıcılığı bozulur. Kitâbımızın üçüncü kısm, 28. ci maddenin 2. ci sahîfesinde 
bildirildiği gibi, yaratıcının değişmemesi, hep aynı kalması lâzımdır. Âlemin 
sonsuz olamıyacağını anlatdığımız gibi düşünürsek, değişmiyen yaratıcının kadîm 
olması, sonsuz var olması lâzımdır. Bunun için, hiç değişmiyen sonsuz var olan 
bir yaratıcı vardır. Bu hiç değişmiyen bir yaratıcının ismi (Allah)dır. 
Allahü teâlâ, kendini tanıtmak için, insanlara Peygamberler göndermişdir. Son ve 
en üstün Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, üstünlüklerini, doğru 
yazılmış kitâblardan okuyan anlayışlı ve insâflı bir kimse, Allahü teâlânın var 
olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğunu hemen anlar. Seve 
seve müslimân olur. Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna ve Muhammed 
aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğuna ve Peygamberlerinin en üstünü olduğuna 
ve bunun her sözünün doğru, fâideli olduğuna inanmağa (Îmân etmek) ve 
(Müslimân olmak) denir. Böyle inanan kimseye (Mü’min) ve (Müslimân)
denir. Muhammed aleyhisselâmın sözlerine (Hadîs-i şerîf) denir. 
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık olarak bildirilenlerden birine bile 
inanmıyana (Kâfir) denir. Aslları Hak teâlânın kelâmı olan ve sonradan 
değişdirilip, birer târîh kitâbı hâline çevrilmiş bulunan, Tevrât, Zebûr ve 
İncîli, Allah kelâmı zan eden kâfirlere (Ehl-i kitâb), kitâblı kâfir 
denir. Yehûdîlerin ve Hıristiyanların çoğu kitâblı kâfirdir. Kendisinde 
ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inandıkları bir insanın heykeli, mezârı karşısında 
secde ederek, onun herşeyi yapacağına inananlara (Müşrik) veyâ 
(Putperest) denir. Berehmen, Budist ve Ateşperestler böyledir. Yehûdîlerin 
ve hıristiyanların bir kısmı, büyük Kostantinden sonra, müşrik oldu. Hiçbir dîne 
inanmayanlara (Ateist) ve (Dehrî) denir. Komünistler ve Masonlar 
ve bunların tuzaklarına düşen din câhilleri böyledir. 
Müslimânın 
öğrenmesi lâzım olan ilmlere (Ulûm-i islâmiyye) denir. İslâm bilgileri, 
iki kısmdır: Birinci kısmı, (Din bilgileri)dir. Bunlara (Ulûm-i 
nakliyye) denir. Bunlar, ehl-i sünnet âlimlerinin (Edille-i şer’ıyye) 
denilen dört kaynakdan çıkardıkları bilgiler olup, ikiye ayrılır: Birincisi, 
(Ulûm-i zâhiriyye), beden bilgileridir. Bunlara (Ahkâm-ı islâmiyye) 
denir. Ahkâm-ı islâmiyye bilgileri, Tefsîr, Kelâm, Fıkh ve ahlâk kitâblarında 
yazılıdırlar. İkincisi, (Ulûm-i bâtınıyye), kalb bilgileridir. Bunlar, 
Resûlullahın mubârek kalbinden çıkıp, Evliyânın kalblerine gelen bilgilerdir. Bu 
bilgilere (Tesavvuf) denir. Ahkâm-ı islâmiyye ve tesavvuf bilgileri, hiç 
değişmez. İkinci kısmı, (Fen bilgileri) veyâ (Ulûm-i akliyye)dir. 
Bunlar, maddelerin, cismlerin yapılarını, değişmelerini inceler. Tecribe ve 
hesâb ile öğrenilir. Bu bilgiler, zemân ile değişir. Birinci kısm, 11. ci 
maddeye bakınız! Din bilgilerini, fen bilgilerine göre değişdiren kâfirlere (Felesof) 
ve (Dinde reformcu) denir. Bunlar nakle değil, akla inanırlar. Din 
bilgilerini, fen bilgileri ile isbât eden mü’minlere (Hukemâ) denir. 
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş, şübheli bilgilere 
islâm âlimleri muhtelif ma’nâlar verdi. Böylece, îmân edilecek şeylere, 
birbirlerinden farklı inanan yetmişüç fırka meydâna geldi. Bunlardan îmânları 
doğru olan bir fırkaya (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) denildi. Yanlış 
ma’nâ verenlere (Bid’at ehli) ve sapık denir. Şî’îler ve Vehhâbîler 
böyledir. Fen bilgilerine yanlış ma’nâ vererek müslimânın îmânını bozana 
(Zındık) ve (Fen yobazı) denir. 
Allahü 
teâlâ, Cenneti ve Cehennemi yaratdı. Her ikisini de dolduracağını bildirdi. 
İnsanların ve cinnin çoğu Cehenneme girecekdir. Fekat, mahlûklarının çoğunu 
Cennete koyacak, rahmeti gazabını aşacakdır. Çünki, cinnîler, bütün insanların 
on katından dahâ çokdur. Melekler de, cinnîlerin on katından dahâ çokdur. 
Meleklerin hepsi Cennetde olduğundan, Cennetdekiler dahâ çok oluyor. 
Cehennemde kimler sonsuz 
kalacak? Nemâz kılmıyanlar mı? Günâh işliyenler mi? Hayır! Cehennemde, Allahü 
teâlânın düşmânları, sonsuz yanacakdır. Günâh işliyen müslimânlar, Allahü 
teâlânın düşmanı değildir. Kabâhatli kullarıdır. Bunlar, yaramaz, suçlu çocuğa 
benzer. Yaramaz çocuğa, anası, babası düşman olur mu? 
Cehennem yedi tabakadır. 
Birinci tabaka, en hafîfdir. Fekat, dünyâ ateşinden yetmiş kat dahâ şiddetlidir. 
Adı (Cehennem)dir. Burada, müslimânlardan bir kısmı yanıp, günâhlarından 
temizleneceklerdir. Bid’at sâhibi olanlar, muhakkak Cehennemde bir müddet 
yanacaklardır. 
İmâm-ı Muhammed Birgivînin
(Vasıyyetnâmesi)ni şerh eden kâdı zâde Ahmed Emîn efendi diyor ki, 
(Cehennemden en son çıkacak mü’min, yedibin âhıret senesi yanacakdır. Âhıretin 
bir günü, dünyânın bin senesi kadar uzundur.) 
Cehennemin ikinci tabakası 
dahâ şiddetlidir. Adı (Sa’îr)dir. Burada, Tevrâtı değişdirenler yanacak
[İbni Âbidîn]. Bunlar, Allahın Peygamberi olan Îsâ aleyhisselâma da 
inanmıyor ve bu büyük Peygambere, (Bilinmeyen babanın çocuğu) diye iftirâ 
ediyorlar. Tevrâtı değişdirip, Allahü teâlânın kitâbını bozdular ve Mûsâ 
aleyhisselâmdan sonra, kendilerine nasîhat için gönderilen bin Peygamberi şehîd 
etdiler. 
Cehennemin üçüncü tabakası 
dahâ şiddetli olup, adı (Sekar)dır. Burada İncîli değişdirenler 
yanacakdır. Çünki bunlar, Îsâ aleyhisselâma inanmamış oldukları gibi, onda (ülûhiyyet 
sıfatı) bulunduğuna inanıyorlar. Tanrı üçdür. Îsâ tanrıdır [ba’zıları ise, 
Îsâ tanrının oğludur] diyerek, yehûdîlerden kötü oluyor, müşrik oluyorlar [İbni 
Âbidîn]. Hıristiyanlık çıkmadan ve putlara tapınmak başlamadan önce, 
Îsevîler mü’min idi. Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, kitâblı kâfir 
oldular. Yehûdîler, islâmiyyete, bunlardan dahâ uzakdır. [(Ma’rifetnâme) 
ve (Tezkire-i Kurtubî)] 
Dördüncü tabakanın adı da 
(Cahîm)dir. Burada, güneşe, yıldızlara tapanlar, (Hutame) denilen 
beşincisinde, ateşe, ineğe tapanlar, müşrik olan Budistler, Berehmenler yanacak. 
Altıncı tabakası, (Lazy)dir. Burada hiç dîni olmıyanlar, müşrikler 
yanacak. 
Cehennemin yedinci tabakası, 
en dibi, en şiddetli tabakası olup, adı (Hâviye)dir. Burada münâfıklar, 
mürtedler yanacak. Bu yedi tabakanın ismlerinin sırası, (Tefsîr-i Mazherî)de 
ve (Gâliyye)de başka dürlü yazılıdır. Bir kimsenin Cehenneme gideceği ve 
îmânsız olduğu, son nefesinde belli olur. Bir kâfir, müslimân olursa ve günâhı, 
suçu çok olan veyâ bid’at sâhibi olan bir müslimân tevbe ederse, tertemiz 
müslimân olurlar. Cehenneme girmekden kurtulurlar. 
Mürtedler, 
anaları, babaları müslimân olduğu hâlde, islâm terbiyesi ile büyüdüğü hâlde, 
câhil veyâ okuyup, diploma alıp, kendilerini âlim, fen adamı sanan dinsizlerdir. 
İlm, fen denizinden bir damla tatmakla, deryâyı yutduk sanan bu zevallıların 
islâm âlimlerinden, din bilgilerinden haberleri olmadığı için, küçük yaşda 
işitdikleri kelimelere, hayâlleri ile ma’nâlar uydurarak, müslimânlık bunlardır 
sanıyor, islâmiyyeti inkâr ediyorlar. Analarına, dedelerine örümcek kafalı, 
müslimânlara gerici diyorlar. Nefslerine uyarak yalnız dünyâ arkasında 
koşanlara, zevk ve safâya dalanlara, aydın, ilerici diyor. Dünyâ ile berâber 
âhıreti de düşünenlere, başkalarının hakkını gözetenlere yobaz, ahmak diyor. Bu 
dünyâ böyle gelmiş, böyle gider. Cennet, Cehennem boş lâfdır, kim görmüş, burada 
ne yaparsan kârdır diyorlar. Başkaları ne olursa olsun, yalnız kendi 
kazançlarını, nefslerini, şehvetlerini düşünüyorlar. Herkesi aldatmak için ve 
geçinmek için de, iyiliği, insanlığı dillerinden düşürmüyorlar. En fecî’, en 
alçak suç olarak da, gençleri, islâm yavrularını aldatmağa, bunların dinlerini, 
îmânlarını çalarak, kendileri gibi felâkete sürüklemeğe uğraşıyorlar. 
İslâm dîninin inançlarını, 
emrlerini ve yasaklarını bildiren binlerce kıymetli kitâb yazılmış, bunların 
çoğu, yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmışdır. Buna karşılık, 
bozuk düşünceli, kısa görüşlü kimseler, her zemân, islâmın fâideli, feyzli ve 
ışıklı prensiplerine saldırmış, onu lekelemeğe, değişdirmeğe, müslimânları 
aldatmağa uğraşmışlardır. Dahâ çocuk iken, böyle yanlış yolda olanlara acırdım. 
Niçin doğruyu göremediklerine, İslâm dîninin yüksekliğini anlıyamadıklarına 
şaşardım. Herkesin doğru yolu bulmasını, dalâletden, dünyâ ve âhıret 
felâketlerinden kurtulmalarını istiyordum. Bu yolda, insanlara hizmet için 
çırpınıyordum. Kıymetli gençleri, asîl ve temiz yavruları, şehîd evlâdlarını, 
bozuk yazılardan ve sözlerden koruması için ve müslimânlığın tam ve doğru ve ana 
kaynaklarına uygun olarak anlaşılması için, Allahü teâlâya yalvarıyordum. 
Din câhilleri, islâmiyyete 
ilm ile, fen ile, ahlâk ile, sıhhat ile, temizlik ile saldıramadıklarından, 
yalan söyliyerek, nâmerdce hücûm ediyorlar. 
İslâmiyyete 
ilm ile nasıl karşı durulabilir? İslâmiyyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’ân-ı 
kerîmin birçok yeri, ilmi emr etmekde, ilm adamlarını övmekdedir. Meselâ Zümer 
sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, (Bilen ile bilmiyen hiç bir olur mu? Bilen 
elbette kıymetlidir) buyruldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” 
ilmi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çokdur ve meşhûrdur ki, 
düşmanlarımız da, bunları biliyor. Meselâ (İhyâ-ül’ulûm) ve (Mevdû’ât-ül’ulûm) 
kitâblarında, ilmin fazîleti anlatılırken, (İlmi, Çinde de olsa, alınız!) 
hadîs-i şerîfi yazılıdır. Ya’nî dünyânın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, 
gidip ilm öğreniniz! Bu gâvur îcâdıdır, istemem, demeyiniz. Bir hadîs-i şerîfde 
de, (Beşikden mezâra kadar ilm öğreniniz, çalışınız!) buyuruldu. Ya’nî, 
bir ayağı mezârda olan seksenlik ihtiyârın da çalışması lâzımdır. Öğrenmesi 
ibâdetdir. Bir def’a da, (Yarın ölecekmiş gibi âhırete ve hiç ölmiyecekmiş 
gibi dünyâ işlerine çalışınız!) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bilerek 
yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetden dahâ iyidir!) 
buyurdu. Bir kerre, (Şeytânın bir âlimden korkması, câhil olan bin âbidden 
korkmasından dahâ çokdur!) buyurdu. İslâm dîninde kadın, kocasının izni 
olmadan nâfile hacca gidemez. Sefere, müsâfirliğe gidemez. Fekat, kocası 
öğretmezse ve izn vermezse, ondan iznsiz, ilm öğrenmeğe gidebilir. Görülüyor ki, 
büyük ibâdet olan hacca iznsiz gitmesi günâh olduğu hâlde, ilm öğrenmeğe iznsiz 
gitmesi günâh olmuyor. 
O hâlde, kâfirler, 
islâmiyyete ilm ile nasıl saldırabilir? İlm, ilmi kötüler mi? Elbette beğenir. 
Kıymetlendirir. İslâmiyyete, ilm ile saldıran, mağlûb olur. 
Fen ile de saldıramazlar. 
Fen (Mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini 
yapmak) demekdir ki, bu üçünü de, Kur’ân-ı kerîm emr etmekdedir. Fen 
bilgilerine, san’ate, en modern harb silâhlarını yapmağa uğraşmak, farz-ı 
kifâyedir. Düşmanlardan dahâ çok çalışmamızı, dînimiz emr etmekdedir. 
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” fenni emr eden pek cânlı sözlerinden 
birini kitâbımın birinci kısm, 11. ci madde, ikinci sahîfesinde bildirmişdim. O 
hâlde, islâmiyyet, fenni, tecribeyi, müsbet çalışmayı emr eden dinamik bir 
dindir. 
İslâm dînine karşı olanlar, 
ona doktorluk ile de saldıramıyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, 
tıb bilgisini çeşidli şekllerde medh buyurdu. Meselâ, (İlm ikidir: Beden 
bilgisi, din bilgisi). Ya’nî ilmler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din 
bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir diyerek, herşeyden önce, rûhun ve 
bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emr buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, (Riyâd-un-nâsıhîn) 
üçyüzseksenbirinci [381] sahîfesinde yazılıdır ve (Zübdet-ül-ahbâr)dan 
aldığını bildirmekdedir. Bunun, imâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyh” sözü 
olduğunu bildirenler de vardır. Bu yüce imâmın her sözü, âyet-i kerîme ve 
hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. İslâmiyyet, beden bilgisini, din bilgisinden 
önce öğrenmeği emr ediyor. Çünki, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile 
yapılabilir. 
Bugün, bütün üniversitelerde 
okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen, ya’nî sıhhati korumak. 
İkincisi, terapötik, ya’nî hastaları, iyi etmekdir. Bunlardan birincisi başda 
gelmekdedir. İnsanları hastalıkdan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın 
birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kerre, ârızalı, çürük 
kalır. İşte islâmiyyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiş, 
te’mînât altına almışdır. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısmda, Kur’ân-ı 
kerîmin, tıbbın iki kısmını da teşvîk buyurduğu, âyet-i kerîmeler gösterilerek 
isbât edilmekdedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rum imperatörü 
Herakliüs ile mektûblaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Her iki tarafın 
sözlerini, mektûblarını, kitâblarda okuyoruz. (Mevâhib-i ledünniyye) 
tercemesi, ikiyüzotuzsekizinci [238] sahîfesinde mektûbların aslı da var. 
Sefîrlerin ismleri, hayâtları, vak’aları ile meydânda iken, bindörtyüz sene 
sonra, bunlar yalandır demek, hangi ilm, hangi iz’ân sâhibine yakışır. Din 
düşmanlığı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize karşı kinleri, 
akllarını örtmüş, muhâkemelerini işlemez hâle getirmiş olacak ki, gençleri 
aldatmak için, vak’aları, senedleri, vesîkaları göremiyor, açık yalanlar 
söylemekden de çekinmiyorlar. Yalan, iftirâ, insanı herkese karşı rezîl eder, 
yüz karasını meydâna çıkarır! Yâ Rabbî! Senin adâletin tâm yerindedir. 
İslâmiyyete, insanların se’âdetine saldıranlar, sonsuz azâbları hak etmekdedir! 
Bir def’a, Herakliüs birkaç 
hediyye göndermişdi. Bu hediyyelerden biri, bir doktor idi. Doktor gelince dedi 
ki, (Efendim! İmperatör hazretleri, beni, size hizmet için gönderdi. 
Hastalarınıza bedâva bakacağım!). Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, 
kabûl buyurdu. Emr eyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek 
götürdüler. Günler, aylar geçdi. Bir müslimân, doktora gelmedi. Doktor, utanıp 
gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Bugüne kadar, bir hasta 
gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, râhat etdim. Artık gideyim) diye izn 
isteyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tebessüm buyurdu. (Sen 
bilirsin! Eğer dahâ kalırsan, müsâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, 
müslimânların başda gelen vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu 
bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünki, Eshâbım hasta olmaz! 
İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermişdir. Eshâbım temizliğe çok dikkat 
eder. Acıkmadıkca birşey yimez ve sofradan, doymadan önce kalkar!) dedi. 
Görülüyor ki, müslimân, ya’nî islâmiyyetin emrlerine uyan, hastalık çekmez. 
Müslimânlardan hastalık çekenler, emrleri öğrenmiyenler ve yapmıyanlardır. Evet, 
ölüm hastalığı herkese gelecekdir. Bu hastalık mü’minlere bir ni’metdir. Âhıret 
yolculuğunun habercisidir. Hâzırlanmak, tevbe, vasıyyet etmek için, alârm 
işâretidir. Cenâb-ı Hak, çeşidli hastalıkları, ölüme sebeb kılmışdır. Eceli 
gelen, bir hastalığa yakalanacakdır: 
  
Ecel geldi cihâna, 
baş ağrısı behâne. 
  
Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, 
ya’nî islâmiyyetin gösterdiği yolda giden kimsenin hayâtı hastalıkla geçmez. 
Fekat, Peygamberlerden başka herkes, nefsine uyabilir. Günâh işliyebilir. Cenâb-ı 
Hak, günâh işliyen müslimânları, illet, kıllet veyâ zilletle îkâz etmekde, 
gafletden uyandırmakdadır. 
Din câhilleri, islâmiyyete 
temizlik ile de hiç saldıramıyor. Çünki, Tâbi’înden gençler, Eshâb-ı kirâma 
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Allahü teâlâ sizi çok seviyor. Kur’ân-ı 
kerîmde sizi övüyor. Bunun sebebi nedir? Bize söyleyin de, biz de, sizin gibi 
olalım, bizi de çok sevsin dediklerinde, (Bizi çok seviyor. Çünki biz, temizliğe 
çok dikkat ederiz) diye cevâb verdiler. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde çeşidli 
yerlerde, (Temiz olanları severim!) buyuruyor. Resûlullahın “sallallahü 
aleyhi ve sellem” o güzel nûrlu yüzünü gören kimseye, (Sahâbî) denir. 
Birkaç dânesine (Eshâb) denir. O güzeli göremeyip de, yalnız, Sahâbîyi 
görenlere (Tâbi’în) denir. Müslimânlar, câmi’lere, evlere ayakkabı ile 
girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslimânın evinde hamâm 
olur. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrop ve 
hastalık bulunmaz. Fransızların dünyâya övündükleri Versay serâyında bir hamâm 
yok. Kâfirler pis oluyor. 
İslâmiyyete, 
ahlâk, fazîlet, adâlet, insanlık meziyyetleri ile de, hiç saldıramıyorlar. İslâm 
dîni, başdan başa ahlâk ve fazîletdir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara 
karşı yapılmasını emr etdiği iyilik, adâlet, cömertlik, aklları şaşırtacak 
derecede yüksekdir. Ondört asrlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi 
göstermişdir. Sayılamıyacak kadar çok vesîkalardan hâtıra geleni bildirelim: 
Bursa müzesi arşivinde [ya’nî 
evrâk mahzeninde] ikiyüz sene öncesine âid bir mahkeme kaydında diyor ki, 
Altıparmakdaki yehûdî mahallesi yanında bir arsaya müslimânlar câmi’ yapıyor. 
Yehûdîler, arsa bizimdir, yapamazsınız diyerek, iş, mahkemeye düşüyor. Arsanın 
yehûdîlere âid olduğu anlaşılarak, mahkeme, câmi’in yıkılmasına, arsanın 
yehûdîlere verilmesine karâr veriyor. Adâlete bakınız! 
Resûlullah 
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İyi huyları temâmlamak, iyi ahlâkı 
dünyâya yaymak için gönderildim). Bir hadîs-i şerîfde, (Îmânı yüksek 
olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır!) buyuruldu. Îmân bile, ahlâk ile 
ölçülmekdedir! (İslâm ahlâkı) kitâbında, islâmın güzel ahlâkı yazılıdır. 
İslâmiyyete 
karşı olan câhiller, ahlâkla da hiç hücûm edemedikleri için, müslimân 
yavrularını aldatmak, bu ma’sûmların îmânını çalmak için, (İngiliz üsûlü) 
ile, ya’nî yalan ile, iftirâ ile, alçakca hücûm ediyorlar. Çok def’a, müslimân 
şekline girip abdestsiz, guslsüz nemâz kılarak, câmi’ yapılırken para vererek, 
müslimân görünüyorlar. Yalanlarına, hîle ve uydurmalarına inandırmağa 
çalışıyorlar. 
Kâfirlerin tuzaklarına 
düşmemek için ne lâzım olduğunu Peygamberimiz bildiriyor: (Nerede ilm varsa, 
orada müslimânlık vardır. Nerede ilm yoksa, orada kâfirlik vardır!) 
buyuruyor. İşte burada da, ilmi emr etmekdedir. 
O hâlde, kâfirlere 
aldanmamak için dînimizi öğrenmekden başka çâre yokdur. 
Dînimizi nereden 
öğreneceğiz? Gençleri aldatmak için iftirâ ve yalanlarla hâzırlanan veyâ papas, 
mason kitâblarından terceme edilmiş olan süslü yazılardan, radyolardan, 
filmlerden, gazetelerden mi? Yoksa, para kazanmak için yanlış kitâbları, Kur’ân 
tercemeleri yazan câhillerden mi? 1960 senesi Ramezân-ı şerîfinde de Moskova 
radyosu, çok iğrenç, pek alçak yalanlarla, islâmiyyete küstâhca saldırdı. Düşman 
filmleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hayâtını, islâm 
târîhini, yanlış, iğrenç olarak gösteriyor, uydurma resmler yapıyorlar. 
Müslimânlar, bu bozuk filmleri, doğru sanarak, seyr ediyor. Dinleri, îmânları 
bozuluyor. Düşmanların radyosu, filmleri, mecmû’aları, böyle yaylım ateşine 
devâm etmekdedir. Bu hücûmlardan korunmak için, dînimizi nereden öğrenelim! 
Gözü ağrıyan kime baş vurur? 
Çöpçüye mi, avukata mı, matematik öğretmenine mi, yoksa göz mütehassısı olan 
doktora mı? Elbet, mütehassısa gidip, çâresini öğrenir. Dînini, îmânını 
kurtarmak için çâre arayanın da, avukata, matematikçiye, gazeteye, sinemaya 
değil, din mütehassısına baş vurması lâzımdır. Din mütehassısı nerede ve kim? 
Beyrutda, Mısrda, Sûriyede, Irâkda arabca öğrenen tercümânlar mı? Hayır. Din 
mütehassısları, şimdi toprak altında! Dünyâda bulmak çok güc! 
Din âlimi olmak için, 
edebiyyât ve fen üzerinde, fen ve edebiyyât fakültelerinden diploma almış 
olanlar kadar bilgi sâhibi olmak, Kur’ân-ı kerîmi ve ma’nâlarını ezberden 
bilmek, binlerle hadîs-i şerîfi ve ma’nâlarını ezber bilmek, islâmın yirmi ana 
ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek, dört 
mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilmlerde ictihâd derecesine yükselmek, 
tesavvufun en yüksek derecesi olan (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) 
denilen kemâle yetişmiş olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din 
adamı tanınanlar, mükemmel arabca bilenler, acabâ bu büyüklerin kitâblarını 
okuyabilir ve anlıyabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydâna çıksa idi, kimse dîne 
saldıramaz, hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. 
Eskiden medreselerde, câmi’lerde, zemânın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm 
âlimleri fen bilgilerini öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultân Abdülmecîd zemânında, 
mason Reşîd pâşanın, ingiliz sefîri ile berâber hâzırladığı ve 26 Şa’bân 1255 
[m. 1839] da i’lân etdiği tanzîmât kanûnu, fen derslerinin medreselerde 
okutulmasını yasakladı. Böylece, din adamlarının câhil olmalarına ilk adım 
atıldı. 
Hakîkî din âlimi, vaktîle 
çok vardı. Bunlardan biri, imâm-ı Muhammed Gazâlîdir “rahmetullahi aleyh”. Din 
bilgilerindeki derinliğine, ictihâdda derecesinin yüksekliğine, eserleri 
şâhiddir. Bu eserleri okuyup anlıyabilen, onu tanır. Onu tanıyamıyan, kendi 
kusûrunu Ona yüklemeğe yeltenir. Âlimi tanımak için, âlim olmak lâzımdır. O, 
zemânının bütün fen bilgilerinde de, mütehassıs idi. Bağdâd Üniversitesinin 
rektörü idi. O zemânın ikinci dili olan rumcayı iki senede öğrenmiş, eski Yunân 
ve Roma felsefesini, fennini incelemiş, yanlışlarını, yüz karalarını 
kitâblarında bildirmişdir. Dünyânın döndüğünü, maddenin yapısını, ay, güneş 
tutulmasının hesâblarını, dahâ nice teknik ve sosyal bilgileri yazmışdır. 
İslâm âlimlerinden biri de, 
İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkîdir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Bunun din 
bilgilerindeki derinliği ve ictihâd derecesinin yüksekliği, hele tesavvufdaki, 
vilâyetdeki kemâli, aklın, idrâkin üstünde olduğunu, dinde söz sâhibi olanlar, 
ittifakla söylediği gibi, Amerikada yeni çıkan kitâblar da, bu se’âdet güneşinin 
ışıkları ile aydınlanmağa başlamışdır. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, 
zemânının fen bilgilerinde de mütehassıs idi. (Mektûbât)ın birinci 
kısmının ikiyüzaltmışaltıncı mektûbunda, (Oğlum Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi 
teâlâ aleyh”, bugünlerde, (Şerh-ı mevâkıf) kitâbını temâmladı. 
Derslerinde, Yunân felsefecilerinin hatâlarını anladı) buyuruyor. Bu kitâb, 
islâm medreselerinin, yüksek [Üniversite] kısmında son zemânlara kadar okutulan 
bir fen kitâbıdır. Kâdî Adûd yazmış, seyyid şerîf Alî Cürcânî “rahmetullahi 
teâlâ aleyhimâ” şerh etmişdir. Bin sahîfe kadar olup, o zemânın fen bilgilerini 
anlatmakdadır. Kitâb, altı mevkıfe ayrılmış olup, her birinde mersadlar vardır. 
Dördüncü mevkıf, birinci mersad üçüncü kısm, ikinci maksadda yer küresinin 
yuvarlak olduğunu, altıncı maksadda da, batıdan doğuya doğru döndüğünü isbât 
etmekde, atomu, maddenin çeşidli hâllerini, kuvvetleri ve psikolojik olayları 
bildirmekdedir. 
Avrupalılar, fen 
bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini islâm kitâblarından aldı. Avrupalılar, 
dünyâ tepsi gibi düz, etrâfı dıvar çevrili zan ederken, müslimânlar yer 
küresinin yuvarlak olup döndüğünü buldular. (Şerh-i mevâkıf) ve (Ma’rifetnâme)
kitâbları, bunu uzun yazmakdadır. Mûsul ve Diyâr-ı Bekr arasındaki Sincâr 
sahrâsında, meridyenin uzunluğunu ölçdüler ve bugünkü gibi buldular. 581 [m. 
1185] de vefât eden Nûr-üd-dîn Batrûcî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Endülüs İslâm 
Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayât) kitâbında bugünkü 
astronomiyi yazmakdadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyânın döndüğünü müslimân 
kitâblarından öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papaslar 
tarafından muhâkeme edilip habs olundu. Tanzîmâta kadar medreselerde fen 
dersleri okutuluyordu. Aydın din adamları yetişiyordu. Dünyâya önderlik 
ediyorlardı. Fen dersleri kaldırılınca, keşfler, buluşlar da durdu. Batı, doğuyu 
geçmeğe başladı. 
Bugün, dînimizi, o büyük 
âlimlerin kitâblarından okuyup, öğreneceğiz! Din bilgileri, Ehl-i sünnet 
âlimlerinden veyâ bunların kitâblarından öğrenilir. Keşf ile, ilhâm ile, ilm 
elde edilmez. Bunların kitâblarını okuyan, hem ilm öğrenir, hem de kalbleri 
temizlenir. 
İnsânların, sıhhatli, sağlam 
ve râhat, neş’eli yaşamalarına ve âhıretde sonsuz se’âdete kavuşmalarına sebeb 
olan fâideli şeylere (Ni’met) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu 
için, kullarına lâzım olan bütün ni’metleri yaratdı. Bunlardan nasıl istifâde 
edileceğini, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri ile gönderdiği kitâblarında 
bildirdi. Bu bilgilere (Din) ve (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. 
Müslimân olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bu kitâblara uygun yaşarsa, 
dünyâda râhat ve huzûr içinde olur. Meselâ, bir eczâhânede yüzlerce fâideli ilâc 
vardır. Her ilâcın kutusunda târifnâmesi vardır. İlâcı, târifeye uygun kullanan, 
fâidesini görür. Târifeye uymayan ilâcdan zarar görür. Kur’ân-ı kerîme uygun 
yaşayan da ni’metlerden fâide görür. 
Dünyâda ve âhıretde se’âdete 
kavuşmak, râhat ve neşeli yaşamak için müslimân olmak lâzımdır. Îmânı olan ve 
ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, ya’nî harâmlardan sakınıp ve ibâdetlerini yapan 
kimseye, müslimân denir. Îmân, belli altı şeye ve bütün emr ve yasakların 
hepsine inanmak demekdir. Allahü teâlâ hakîkî müslimândan râzı olur. Onu sever. 
Hakîkî müslimân olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân 
etmek ve ibâdetlerini doğru ve (İhlâs) ile yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ 
doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyâda 
feyzler, nûrlar vereceğini, âhıretde de (Sevâb), ya’nî iyilik vereceğini 
va’d etdi. (İbâdet), emrleri yapmak, (Takvâ) harâmlardan, yasak 
edilmiş olanlardan sakınmak demekdir. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl 
yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. 
(İhlâs), gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün 
ibâdetleri, meselâ hayrât ve hasenât yapmağı, müslimânları sevindirmeği, onları 
sıkıntıdan kurtarmağı, zikri, istigfârı Allah rızâsı için yapmakdır. Mal, mevkı’, 
hurmet, şöhret kazanmak için yapılan ibâdetde ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle 
ibâdete sevâb verilmez. Günâh olur, azâb yapılır. Bid’at işliyenlerin, harâm 
işliyenlerin ve böyle kimselerle ve kâfirlerle, mezhebsizlerle arkadaşlık, 
komşuluk yapanların kalblerinde, ihlâs kalmaz. Zulmet, kara lekeler hâsıl olur. 
İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” birinci cildin elli dokuzuncu mektûbunda 
buyuruyor ki, (Bütün mü’minler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emr etdiği ve 
beğendiği için yapmağa niyyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fekat 
bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen 
gelmesi lâzımdır. Ba’zı kimselerde, ibâdetlere başlarken yapılan niyyet, ihlâs, 
zahmet çekerek, kendini zorlıyarak hâsıl oluyor ve kısa bir zemân devâm ediyor. 
Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Devâmlı ihlâs sâhiblerine (Muhlas) 
denir. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiblerine (Muhlis) 
denir. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünki bunlarda, 
nefslerinin arzûsu ve şeytânın vesvesesi kalmamışdır. Böyle ihlâs, insanın 
kalbine ancak bir Velînin kalbinden gelir). İbâdete başlarken nefs ve şeytân ile 
mücâdele ederek, devâmsız olan ihlâs elde edilebilince, böyle ihlâs ile yapılan 
ibâdetler de, zemânla nefsi za’îfletir, devâmlı ihlâs elde etmeğe sebeb olur. 
Fekat buna kavuşmak senelerce sürer. 
Şimdi biliyoruz ki, ültra 
viyole şuâ’lar, mikropları öldürüyor. Verem hastaları senatoryumlarda şuâ’ 
tedâvîsi ile ciğerlerini temizliyor. Ültra viyole ışınlar, ciğerleri temizlediği 
gibi, kalb aynasını temizleyen, kalbi hastalıkdan kurtaran şuâ’lar da vardır. Bu 
şuâ’lara (Nûr), (Feyz) denir. Kalbin hasta olması, nefse uyarak harâmları 
beğenmesi, bunlara düşkün olması demekdir. Ültra viyole ışınlarını güneş 
yayıyor. Nûrların saçıldığı kaynak ise, Evliyânın kalbleridir. Evliyânın 
kalbleri, ondördüncü ay gibidir. Ay güneşden aldığı ışıkları saçıyor. Velîlerin 
kalbi de, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güneş gibi nûr saçan 
mubârek kalbinden saçılıp, kendilerine gelen nûrları cihâna yaymakdadır. Evliyâ, 
öldü. Bugün bulunanın da nerede olduğu bilinmiyor. Fekat, insan ölünce, kalb ve 
rûh ölmez. Hattâ, beden kafesinden kurtulduğu için, dahâ kuvvetli olur. Bugün, 
her yerde, her odada elektro manyetik dalgalar var. Fekat, haberimiz olmuyor. 
Bunları almak, duymak için, alıcı kuvvet, meselâ radyo lâzım. Her yerde nûr 
şuâ’ları da vardır. Fekat, bunlardan da haberimiz yok. Bunları almak, 
fâidelenmek için de, bir kuvvet, bir âlet lâzımdır. Bu alıcı kuvvet, yine 
kalbdir. Kalbler, fosforessans hâssası olan madde gibidir. Aldığı nûrları, 
karanlık kalblere saçarak, onları parlatır. Mü’min çok yaşayıp, ibâdetleri ve 
takvâsı artdıkca, kalbinin alabileceği nûr mikdârı da artar. Fekat, bu nûrları, 
feyzleri çabuk ve çok alabilmek için, bir Velîyi sevmek lâzımdır. Sohbetinde, 
yanında bulunarak, onun sevgisini de kazanırsa, dahâ çok feyz alır. 
Kalb, 
göğsümüzün sol tarafındaki et parçası demek değildir. Ona yürek denir. Yürek, 
hayvanda da bulunur. İnsana mahsûs olan kalbe (gönül) diyoruz. Kalb, bir 
kuvvetdir, görünmez. Te’sîrleri ile, eserleri ile tanınır. Elektrik cereyânı da 
görünmiyor. Ampulden geçdiği zemân, rezistans telini ısıtarak, ışık saçdırdığı 
için, ampulde bulunduğunu anlıyoruz. Hâlbuki, elektrik madde değildir. Bir yer 
kaplamaz. Kalb dediğimiz kuvvet de, madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek denilen 
et parçasında eserleri göründüğü için, kalbin yeri yürekdir diyoruz. 
[Kalb adalesi veyâ kapakları 
bozuk olup ameliyyat ile düzeltilemiyen kimsenin yüreği çıkartılarak, ölüm 
hâline gelmiş olan başkasının sağlam yüreği buna takılmakdadır. Kalb 
takılanların birkaç günde öldüklerini işitiyoruz. Yaşıyacaklarını düşünürsek, 
bunların gönül dediğimiz kalb latîfesi değişmemekde, kalbinde ve rûhunda bir 
değişiklik olmamakdadır. Yürek veyâ başka bir organ takılan kimse gençleşmez. 
Yaşı ilerlemesine devâm eder.] 
Elektrik, bakır tel ile 
iletiliyor. Radyo vericisi ile alıcısı, birbirine elektromanyetik titreşimlerle 
bağlanıyor. Kalbleri birbirine bağlıyan bağın da, muhabbet olduğu (Mektûbât)ın 
dördüncü cildinin yirmibirinci mektûbunda yazılıdır. Bir insan, bir Velîyi görüp 
konuşarak veyâ kitâblarını okuyarak, onun islâmiyyete tâm bağlı olduğunu, deryâ 
gibi ilm sâhibi olduğunu, güzel ahlâkını, herkese iyilik yapdığını anlayıp 
sever. Resûlullahı çok sevdiği için, Onun izinde bulunanı da sever. Fekat, bu 
güzel sıfatları sevmesi yetişmez. Bu sıfatların sâhibini iyi tanıyıp sevmesi 
lâzımdır. Çünki, bu sıfatlar münâfıklarda, kâfirlerde, masonlarda da 
görülebilir. Bunun için, mürşid olduğunu anlayıp, onu görmekden ve kendini 
göremeyince, şeklini, sûretini kalbine, hayâline getirmekden zevk almak 
lâzımdır. Bu hâle (Râbıta) yapmak denir. Ona her zemân râbıta yaparak, 
görmüş gibi olur. His uzvlarına te’sîr eden herşey kalbe de te’sîr eder. Güzel 
birşeyi görmek kalbe te’sîr etdiği gibi, o şeyi düşünmek de kalbe te’sîr eder. 
Ya’nî, (Râbıta) yapmak, yanında bulunmak gibi olur. Ne kadar çok 
sevişirlerse, o kadar çok feyz alır. Ubeydullah-ı Ahrâr, (Kalbi, mala, mülke ve 
her çeşid dünyâ işlerine bağlamak suç olmuyor da, bir mü’mine bağlamak niçin suç 
olsun?) buyurmuşdur. 
Güneşin karşısına bir ayna 
koyalım. Bu ayna karşısına, ikinci bir ayna, bunun karşısına da üçüncü bir ayna, 
bunun karşısına dördüncü, böylece otuzuncu aynaya bakınca, güneş bu aynada 
görünür. Çünki, her ayna birbirine güneşi göstermekdedir. Bunun gibi, Eshâb-ı 
kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin kalbi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve 
sellem” mubârek kalbinden saçılan nûrların te’sîri ile, ayna gibi cilâlandı. 
Çünki Onu, çok, pekçok seviyorlardı. Onun güzel ahlâkını, tatlı sözlerini ve 
mu’cizelerini ve nûrlu yüzünü görerek, kendisine âşık olmuşlardı. Her işlerinde 
Onun gibi olmağa çalışıyorlardı. Herbiri, canını, Onun bir işâreti ile fedâ 
ediyordu. Onu iyi anlayıp, çok severek ve sohbetinde bulunarak, bol bol 
aldıkları nûrları, kendilerine âşık olan, bağlanan genç kalblere yayıp, bunları 
temizlediler. Bu nûrlar, bu kalblerden de, bunlara bağlanan başka gençlerin 
kalbine geldi. Böylece, binüçyüz sene kadar, aynı nûrlar, Evliyânın kalbinden 
saçılarak, her asrda, bu kalblere bağlanan kalbleri temizleyip ayna gibi 
yapdılar. Ya’nî, kalb gözleri açıldı. Bu se’âdete kavuşan bahtiyârlara, 
(Velî), (Evliyâ) denildi. Evliyânın büyüklerinden, zemânının kutbu, Mazher-i 
Cân-ı Cânân buyuruyor ki, (Bütün kazanclarıma, mürşidlerimi çok sevmekle 
kavuşdum. Se’âdetlerin anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmekdir). Alî 
Râmîtenî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretleri buyurdu ki, (Allah 
adamlarının kalbleri, Hakkın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da, o 
nazardan nasîb erişir.) 
Kalb, 
hem nefse, hem his uzvlarına bağlıdır. His uzvları ne ile meşgûl olursa, kalb 
ona bağlanır. İnsan güzel bir şeyi görünce, güzel bir ses duyunca, tatlı birşey 
alınca, kalb bunlara bağlanır. Bu sevgi insanın elinde olmaz. İnsan güzel birşey 
okuyunca, kalb, bunların ma’nâlarına, yazarına bağlanır. Güzel, tatlı demek, 
kalbe güzel, tatlı gelen şey demekdir. İnsan, çok def’a hakîkî güzelliği 
anlıyamaz. Nefse güzel gelen ile, kalbe güzel geleni birbiri ile karışdırır. 
Kalb kuvvetli ise, hakîkî güzelliği anlayıp, onu sever, bağlanır. Âyet-i 
kerîmeler, hadîs-i şerîfler, Evliyânın sözleri, düâ, tesbîh gibi kıymetli 
şeyler, aslında güzeldir. Çok tatlıdır. Kalbin nefse bağlılığı azalınca ve 
nefsin elinden kurtulunca, bunları okuduğu, duyduğu zemân, bunların güzelliğini 
anlar ve bağlanır da, insanın haberi olmaz. Kur’ân-ı kerîm okuyunca veyâ 
dinleyince, zikr yapınca, ibâdetleri yapınca, Allahü teâlâyı sever. Kalbi, 
nefsin elinden, baskısından kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi uyandırıp 
kuvvetlendirmek lâzımdır. Bu da, Resûlullaha uymakla olur. Muhammed 
aleyhisselâma uyarak, kalbini nefsinin pençesinden kurtaran bir kimse, bir 
Velîyi incelerse, onun Resûlullahın vârisi, Allahın sevgili kulu olduğunu anlar. 
Allahü teâlâyı çok sevdiği için, Allahın sevdiğini de çok sever. Fekat, 
sevebilmek kolay birşey değildir. Nefsin sevdiklerini, kalbin sevdiği hakîkî 
güzellikler sanarak aldananlar çok olmuş, felâkete sürüklenmişlerdir. 
Allahü 
teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana (Sâlih) denir. Bu sevgiye 
kavuşmuş olana (Ârif) veyâ (Velî) denir. Başkalarının da 
kavuşmalarına vâsıta olana (Vesîle) ve (Mürşîd), bunların üçüne de
(Sâdık) denir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyetinde, 
meâlen buyuruyor ki, (Onlara söyle! Eğer Allahı seviyorsanız, bana tâbi’ 
olunuz! Allah, bana tâbi’ olanları sever). Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, 
Onun Resûlüne tâbi’ olmakdır. Tâbi’ olmak, emrlerine ve yasaklarına uymak 
demekdir. Onun emrlerine ve yasaklarına (İslâmiyyet) ve (Ahkâm-ı 
islâmiyye) denir. Allahü teâlâyı seviyorum diyenin, islâmiyyete uyması 
lâzımdır. İslâmiyyete uyan kimseye (Müslimân) denir. Allahü teâlâ, 
müslimânların, birbirlerini sevmelerini emr etdi. Kâfirleri ve münâfıkları ve 
mürtedleri sevmemeği emr etdi. Bunun için, (Hubb-i fillah), ya’nî Allahı 
sevenleri sevmek ve (Bugd-ı fillah) ya’nî Allahü teâlânın düşmanlarını 
sevmemek, îmânın şartı oldu. Müslimân olmıyana (Kâfir) denir. 
Müslimânlıkdan ayrılıp, kâfir olana (Mürted) denir. Müslimân olmıyan, 
fekat, müslimân görünen kâfire (Münâfık) denir. Bunların üçünü de 
sevmemek, îmânın şartıdır. Tevbe sûresi, yüzyirminci âyetinde meâlen, (Ey 
mü’minler! Dâimâ, her zemân, sâdıklar ile birlikde bulunun!) buyuruldu. Bu 
âyet-i kerîme, berâber olmağı emr etmekdedir. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü 
teâlânın, kalbime akıtdığı, doldurduğu feyzlerin, nûrların hepsini Ebû Bekrin 
kalbine akıtdım!) buyuruyor. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, takvâsı ve 
ibâdetleri herkesden çok olduğu için ve Resûlullahın büyüklüğünü ve Ona nazaran 
kendinin hiç olduğunu herkesden çok anladığı ve Resûlullahın sevgisini herkesden 
çok kazandığı için, feyzler, Ona başkalarına gelenden dahâ çok geldi ve gelen 
feyzlerin hepsini aldı. Bunlardan ve benzerlerinden anlaşılıyor ki, dînimiz, 
Evliyâ ile berâber bulunmağı, Resûlullahın yolunu bunlardan öğrenmeği 
istemekdedir. 
Eshâb-ı 
kirâm ile Tâbi’în-i izâma (Selef-i sâlihîn) denir. Bunlardan sonra, 
hicretin dörtyüz senesi sonuna kadar gelen Ehl-i sünnet âlimlerine, (Halef-i 
sâdıkîn) denir. Halef-i sâdıkîn, îmân ve amel bilgilerinde ve kalb 
ma’rifetlerinde, hep Selef-i sâlihîne tâbi’ olmuşlar, bunların yolundan hiç 
ayrılmamışlardır. Dörtyüz senesinden sonra, mutlak müctehid kalmadığı gibi, 
bindörtyüz senesinden sonra da, insân-ı kâmil görülemez oldu. İnsân-ı kâmil 
olmıyan, Evliyâ ve müctehid olmıyan müceddidler “rahmetullahi teâlâ aleyhim 
ecma’în”, kıyâmete kadar, yeryüzünde bulunacakdır. Bu müceddidler, müctehidlerin 
kitâblarını her tarafa yayacaklar, unutulmuş olan hak yolunu, Ehl-i sünnet 
bilgilerini insanlara bildireceklerdir. Dünyâya yayılmış olan, bid’at 
sâhiblerinin ve sahte tarîkatcıların ve zındıkların, fen ve din yobazlarının, 
yalanlarına, iftirâlarına cevâblar vereceklerdir. Bunların yazdıkları doğru 
kitâbları bulup okuyanlar, dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşacaklardır. 
Büyük islâm devleti olan 
Gaznevî imperatorluğunun kurucusu, sultân Mahmûd-i Gaznevî, Ebül-Hasen-i 
Harkânîye, (Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?) diye sordu. Cevâbında, (Bâyezîd, 
öyle kâmil bir Velî idi ki, Onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın 
râzı olduğu kimselerden olurdu) dedi. Sultân Mahmûd, bu cevâbı beğenmedi. (Ebû 
Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi “sallallahü aleyhi 
ve sellem” nice kerre gördüler. Bunlar hidâyete gelmedi de, Bâyezîdi görenlerin 
hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? O, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve 
sellem” dahâ yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan, 
Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfrden kurtulamadı da, Bâyezîdi 
görenler nasıl kurtulur?) dedi. Ebül-Hasen “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Ebû 
Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini 
“sallallahü aleyhi ve sellem” görmediler. Ebû Tâlibin yetîmi, Abdüllahın oğlu 
Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüler. O gözle bakdılar. Eğer, Ebû 
Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıkdan, küfrden 
kurtulur, Onun gibi kemâle gelirlerdi). Meâl-i şerîfi, (Onların sana 
bakdıklarını görürsün. Onlar, seni anlıyamıyorlar. Üstünlüğünü göremiyorlar) 
olan A’râf sûresinin yüzdoksanyedinci [197] âyeti bu inceliği bildirmekdedir. 
Sultân Mahmûd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” bu cevâbı çok beğendi. Din 
büyüklerine olan sevgisi artdı. 
Mevkı’i, 
etiketi ne olursa olsun, dîne saldıranların, din câhili oldukları, islâmiyyetden 
birşey bilmedikleri anlaşılır. 
(Se’âdet-i Ebediyye)
kitâbını okuyarak 
anlıyan bahtiyâr bir kimse, hem din bilgilerini öğrenir, hem de İmâm-ı Rabbânîyi 
“rahmetullahi aleyh” tanıyarak, kalbi Ona meyl eder, bağlanır. Onun bütün 
dünyâya saçdığı nûrları alıp, olgunlaşmağa, kemâle gelmeğe başlar da haberi 
olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zemânla olgunlaşdığı, 
tatlılaşdığı gibi yetişerek kâmil bir insan olur. Bu dünyâyı, hayâtı görüşünde 
değişiklikler olduğunu his eder. Hâller, zevkler, tatlı rü’yâlar görmeğe başlar. 
İmâm-ı Rabbânîyi, Evliyâyı, Eshâb-ı kirâmı ve Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve 
sellem” rü’yâda görmeğe, uyanık iken rûhlarını insan şeklinde görmeğe, bunlarla 
konuşmağa başlar. Nefsi de gafletden kurtulup, nemâzın tadını duymağa, 
ibâdetlerden zevk almağa başlar. Günâhlardan, harâm olan şeylerden, kötü 
huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. 
Cem’iyyete, millete fâideli olur. Se’âdet-i ebediyyeye kavuşur ve başkalarını da 
kavuşdurur. Hanefî mezhebinin büyük âlimlerinden seyyid Şerîf Cürcânî 
hazretleri, (Şerh-i mevâkıf) sonlarında ve (Şerh-ul-metâli’ hâşiyesi)
baş tarafında ve (Berîka)nın ikiyüzyetmişinci sahîfesinde buyurduğu 
gibi, Evliyânın sûretleri, öldükden sonra da talebesine görünüp feyz verirler. 
Fekat, bunları görebilmek ve rûhlarından feyz alabilmek kolay değildir. Ehl-i 
sünnet i’tikâdını ve ahkâm-ı islâmiyyeyi, kitâblardan öğrenmek ve öğrendiklerine 
uymak ve Evliyâyı sevmek, saygılı olmak lâzımdır. (Merec-ül-bahreyn)de 
diyor ki: (Tesavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet idi. Bid’at sâhiblerinden 
hiçbiri, Allahü teâlânın ma’rifetine yaklaşamamışdır. Vilâyet nûrları, bunların 
kalblerine girmemişdir. Amelde ve i’tikâdda olan bid’atin zulmeti, vilâyet 
nûrunun kalbe girmesine mâni’ olur. Kalb, bid’at pisliklerinden temizlenmedikce 
ve Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süslenmedikce, hakîkat güneşinin ışıkları oraya 
giremez. O kalb, yakîn nûru ile aydınlanamaz). (Mekâtîb-i şerîfe)de 
altmışdokuzuncu mektûba bakınız! 
(İrşâd-üt-tâlibîn)de 
diyor ki, (Büyük âlim vefât edince, feyz vermesi kesilmez. Hattâ artar. Fekat [kalb 
hastalıklarına şifâ olan bakışları ve sözleri devâm etmediği için] bir insanın 
meyyit ile olan bağlılığı, diri ile olan gibi olamaz. Bunun için, (Üveysî)
olmak, ya’nî meyyitin rûhâniyyetinden feyz almak az olur. Fenâ ve Bekâya 
yükselen dirilerin meyyit ile irtibâtları, diri iken olduğu kadar değil ise de, 
çok olur ve bunlar meyyitden çok feyz alırlar. Fekat, diri iken dahâ fazla 
alırlar. Çünki diriler, yanındakilerin ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmalarını sağlar. 
Bütün hâlleri ve sözleri ile kalblerine te’sîr ederek, muhabbetin artmasına, 
böylece dahâ çok feyz almalarına sebeb olurlar). Görülüyor ki, bir Mürşid aramak 
lâzımdır. Sâdık ve temiz bir müslimân, Evliyâ diri iken de, kabrde iken de, 
rûhlarından feyz alır ise de, diri olan Evliyâ, bunun yapması lâzım olan 
vazîfeleri söyler. Hatâlarını düzeltir. Böylece, feyz alması kolaylaşır ve çok 
olur. Ölüler ise birşey söyliyemez. Yol gösteremez. Kusûrlarını bildiremez. Feyz 
alması azalır veyâ durur. İlhâm ve rü’yâ ile meyyitden ders almak da olamaz. 
Çünki, ilhâmlara ve rü’yâlara, vehm, hayâl ve şeytân karışabilir. Karışmamış 
olanları da, te’vîlli, ta’bîrli olabilir. Doğruları, iğrilerinden ayırd 
edilemez. Kazanç pek kıymetli ise de, zarâr da, o derece tehlükelidir. Böyle 
olmakla berâber, hakîkî âlim bulunmadığı zemânlarda, mürşid geçinen câhillere 
aldanmayıp, mevtâların rûhlarından feyz almağa çalışmalıdır. Buna kavuşmak için, 
Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak ve ahkâm-ı islâmiyyeye uymak ve hakîkî âlimlerin 
kitâblarını okumak ve okuyan ile sohbet etmek şartdır. Küçük çocuk, en çok 
anasını sever ve ona sığınır. Aklı başına gelince, babasına dahâ çok güvenir, 
buna sığınır ve bundan fâidelenir. Mektebe veyâ san’ata başlayınca, hocasına, 
ustasına sarılır. Bunlardan fâidelenir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Rûhun 
kazançları da, bunun gibi, önce ana, baba ve âlim, sonra Resûlullah “sallallahü 
teâlâ aleyhi ve sellem” vâsıtası ile alınıyor. 
Süâl: Hicrî 
ondördüncü asrın yarısından sonra, dünyânın hiçbir yerinde Velî görülemediğine 
göre, eski Velîlerin sözlerini okuyup, onları tanıyarak, kalbimizi, kalblerine 
bağlayacağımıza, niçin doğruca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” 
efendimizin kalbine bağlamıyor, Onun kuvvetli olan nûrunu almıyoruz. Ona intisâb, 
ya’nî bağlanmak, ya’nî inanmak ve sevmek, zâten îmânın şartı değil midir? 
Cevâb: Doğruca 
Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, vefâtından sonra da, mubârek 
rûhuna bağlanmak, elbet dahâ fâideli, hattâ lâzım ve vâcibdir. (Mekâtîb-i 
şerîfe)nin seksenbirinci mektûbunda diyor ki, (Evliyâyı bir gözlük olarak 
düşünüp, Resûlullaha ve Allahü teâlâya bu gözlük ile bakmalıdır.) Bir Velîyi 
veyâ kitâblarını bulup, bunu tanımak, buna râbıta yapmak, Resûlullahın 
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek rûhuna bağlanmak içindir. Bir 
insânın hiç görmediği kimsenin şeklini, sûretini, yalnız işitmekle, okumakla 
öğrenerek, hayâline getirmesi çok zordur. Onun kendisi değil, başkası 
görünebilir. Bunun için, Resûlullaha râbıta yapılmaz. Çünki, başkasının 
Resûlullah olduğuna inanmak küfr olur. Evliyâyı düşünmekde, bu tehlüke yokdur. 
Bir Velîyi düşünen,  gönül gözü ile, onun mubârek kalbine bakmış olur. Orada 
Resûlullahın mubârek kalbini görür. Böylece, Resûlullaha bağlanmış olur. Bizim 
gibi câhillerin, gâfillerin, Resûlullahı düşünmemiz ancak böyle olur. Bu sûret 
ile, Ondan feyz aldıkdan sonra, doğruca kendisine bağlanmak ve Evliyânın 
kabrlerinden, rûhlarından feyz almak, mümkin ve kolay olur. Resûlullaha 
bağlanarak feyz alan kimse, Onu çok sever. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” 
(Eyyühel-veled) kitâbının sonunda buyuruyor ki, (Her müslimân, terbiye edici 
bir üstâda muhtâcdır. Üstâd  onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. 
Bunların yerine iyi huyları yerleşdirir. Terbiye etmek, çiftcinin tarladaki 
dikenleri, zararlı otları temizliyerek ekdiği tohumların kuvvetli, iyi olmasına 
çalışması gibidir. Allahü teâlâ, kullarına doğru yolu göstermek için, Peygamber 
“sallallahü aleyhi ve sellem” gönderdi. Peygamber vefât edince, Ona vekîl olarak 
Evliyâyı yaratdı. Velînin alâmeti şunlardır: ..........) Bu kitâbın arabî olan 
aslı ile türkçe ve fransızca tercemeleri Hakîkat Kitâbevi tarafından 
basdırılmışdır. Velî, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iyi 
tanıdığı ve bağlandığı için, Onun mubârek kalbinden feyz almakda ve bu feyzler, 
bunun kalbinden, kendisine bağlananların kalblerine akmakdadır. [Feyz gelen 
kalbler temizlenir. Ahlâkı güzel olur.] İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” 
ikiyüzaltmışıncı mektûbda diyor ki, (Velînin kalbindeki feyzler, nûrlar, güneşin 
ziyâsı gibi, her yere yayılmakdadır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan ve Onu seven 
müslimânların kalblerine akar. Onların bu feyzleri aldıklarından haberleri 
olmaz. Kalblerinin temizlendiğini anlarlar. Karpuzun güneş karşısında 
olgunlaşdığı gibi, kemâle gelirler. Eshâb-ı kirâm “rıdvanullahi teâlâ aleyhim 
ecma’în”, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinde, böyle 
kemâle geldiler. Müslimânın feyz almasına mâni’ olan en zararlı şey, bid’at 
sâhibi olmasıdır.) Altmışbirinci mektûbda diyor ki, (İnsanda Allahü teâlânın 
rızâsına kavuşmak arzûsunu yok eden en zararlı şey, yalancı, câhil 
tarîkatcılardır. Bunların kitâbları, sözleri, kalbleri karartır. Bunların 
tuzaklarına düşen kimse, sahte, câhil doktora giden hastaya benzer.) Hakîkî 
Velîyi, yalancı sahte şeyhden ayıran en açık alâmet, hakîkî Velînin vera’ ve 
takvâ sâhibi olmasıdır. (Takvâ), Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun olarak 
îmân edip, harâmlardan sakınmak demekdir. Şübheli olan şeylerden de sakınmağa 
(Vera’) denir. Ehl-i sünnet âlimleri, vera’ ve takvâ sâhibleri idi. Muhammed 
Ma’sûm “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)ının ikinci cildinin 112. ci 
mektûbundaki hadîs-i şerîfde, (Vera’ sâhibi ile birlikde oturmak ibâdetdir)
buyuruldu. Böyle islâm âlimleri küfre sebeb olan şeyleri ve harâmları ve 
şübheli olanları bildiren çok kitâb yazdılar. İbni Nüceym-i Mısrînin 
“rahmetullahi aleyh” (El-kebâir) kitâbı meşhûrdur. Türkçe tercemesi ile 
birlikde, 1304 de İstanbulda basdırılmışdır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsînin 
“rahmetullahi aleyh” (Küfr ve kebâir) risâlesinde, üçyüzüç büyük günâh 
ile yüzonbir küfre sebeb olan şey yazılıdır. 
Resûlullahdan 
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen din bilgileri, ikiye ayrılır: Beden 
bilgileri ve kalb bilgileri. Beden bilgilerini, ya’nî kalb ile inanılması ve 
yapılması ve beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan îmân ve ibâdet 
bilgilerinin hepsini Eshâbının hepsine teblîg etmek, öğretmek vazîfesi idi. 
Bunları bizzât ve bilvâsıta bildirdi. Ma’rifet ve tesavvuf denilen kalb 
bilgileri ise, güneş şuâ’ları gibi, mubârek kalbinden her ân etrâfa yayılıyordu. 
Bunlara (Nûr) ve (Feyz) denir. Her Sahâbî, kendi kalbine gelen 
feyzlerden [akanlardan] kendi isti’dâdı, kâbiliyyeti kadarının hepsine hemen 
kavuşdu. Resûlullaha muhabbetleri pekçok olduğu için, yayılan nûrlardan 
isti’dâdları kadarına hemen kavuşdular. Kavuşdukları nûrlar, ihlâslarının çabuk 
ve çok artmasına sebeb oldu. Birinci kısm, 46. cı maddenin sonuna bakınız! Beden 
bilgileri (Edille-i şer’ıyye) denilen dört kaynakdan öğrenilmiş, fıkh 
kitâbları vâsıtası ile bizlere gelmişdir. Resûlullaha uymak istiyenlerin, fıkh 
kitâblarının bildirdiği ve mürşid-i kâmilin söylediği gibi ibâdet etmeleri 
lâzımdır. Kalb bilgileri ise, bizlere Evliyânın kalbleri vâsıtası ile gelmişdir. 
Resûlullahın mubârek kalbinden bu bilgileri almak istiyenin, bir Velînin yanında 
bulunarak, bunun kalbinden alması lâzımdır. Velî, insanın kalbi ile, 
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbi arasında, bir 
vâsıtadır, yoldur. Kalb bilgilerine, tesavvuf kitâblarını okumakla kavuşulamaz. 
Bu bilgileri sunan menba’, âriflerin kalbleridir. Böyle olduğu, (Semerât-ül-füâd) 
kitâbının sonunda da yazılıdır. Her Sahâbî de, Resûlullahdan aldıkları, beden ve 
kalb bilgilerini, istiyen müslimânlara bildirdiler. Dahâ sonra gelen müslimânlar 
da, beden bilgilerini fıkh kitâblarından, kalb bilgilerini, Evliyânın 
kalblerinden aldılar. (Ben, beden bilgilerini, doğruca Resûlullahın sözlerinden, 
ya’nî hadîs-i şerîflerden öğreneceğim) diyenler, hadîs-i şerîfleri yanlış 
anlıyarak, nefsin ve şeytânın tuzaklarına düşdükleri gibi, (Ben kalb bilgilerini 
doğruca Resûlullahın kalbinden alacağım) diyenler de, nefsin ve şeytânın 
tuzaklarına düşmüşlerdir. Beden bilgilerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin 
sözlerinden veyâ kitâblarından, kalb bilgilerinin de, bu âlimlerin, hayâtda 
olanlarının kalblerinden, vefâtlarından sonra da, rûhlarından alınması lâzımdır. 
Bu bilgilerin mütehassısları, ya’nî Müctehidler ve Velîler, böyle 
söylemişlerdir. (Künûz-üd-dekâık)da yazılı olan, (Talebesi arasında 
âlim, Eshâbı arasındaki Peygamber gibidir), (Âlimin talebesinden üstünlüğü, 
Peygamberin ümmetinden üstünlüğü gibidir), (Herşeyin bir kaynağı vardır. 
Takvânın menba’ı âriflerin kalbleridir), (Fıkh dersinde bulunmak, bir sene 
ibâdet yapmakdan dahâ iyidir), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir) hadîs-i 
şerîfleri, yukarıdaki yazımızın vesîkasıdır. Allahü teâlâ, islâm dîninin 
kıyâmete kadar devâm edeceğini va’d etdi. Beden bilgilerini muhâfaza için 
Osmânlı devletini, kalb bilgilerini muhâfaza için Evliyâyı yaratdı. İslâmın en 
büyük düşmanı olan ingiliz devleti asrlarca çalışarak, bu iki muhâfızı yok etdi. 
Allahü teâlâ, yeni muhâfızlar yaratmakda, islâmiyyet devâm etmekdedir. 
Şunu da bildirelim ki, 
kalbin, rûhun hastalığı, herkesde başkadır ve herkesin (İdiosynkrasie=Überempfindlichkeit 
gegen bestimmte Reize) denilen hassâsiyyeti, isti’dâdı ayrıdır. Resûlullah 
“sallallahü aleyhi ve sellem” yalnız kalbin hastalıklarını ve tedâvîsini 
bildirmekle kalmamış, ferdlere, âilelere, cem’iyyetlere, harblere, mîrâs 
hesâblarına, ya’nî her çeşid dünyâ ve âhıret işlerine âid yüzbinlerle bilgiyi 
söylemişdir. Kendi hastalığını ve kalbinin ilâcını bilmiyen bizim gibi 
câhillerin, bu hadîs-i şerîflerden kendine uygun olanları seçip alması imkânsız 
gibidir. İkinci cild, 54.MEKTÛBda diyor ki, (Şimdi hadîsler unutuldu. 
Bid’atler yayıldı. Doğru ve iğri kitâblar birbirine karışdı.) Evliyâ, kalb, rûh 
mütehassısları olup, herkesin bünyesine ve hastalığına ve zemânının zulmetine ve 
fesâdına uygun rûh ilâclarını, hadîs-i şerîflerden seçerek söylemişler ve 
yazmışlardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dünyâ eczâhânesine 
yüzbinlerce ilâc hâzırlayan baş tabîb olup, Evliyâ da, bu hâzır ilâcları, 
hastaların derdlerine göre dağıtan, emrindeki yardımcı tabîbler gibidir. 
Yüzondokuzuncu mektûba bakınız! Hastalığımızı bilemediğimiz, ilâcları 
tanımadığımız için, yüzbinlerce hadîs içinden, kendimize ilâc aramağa kalkarsak, 
(Allergie) aks-i te’sîr hâsıl olarak, câhilliğimizin cezâsını çeker, fâide 
yerine zarâr görürüz. İşte bunun için, hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi 
kendi anladığına göre tefsîr eden kâfir olur) buyuruldu. Mezhebsizler, bu 
inceliği anlıyamadıkları için, (Herkes Kur’ân ve hadîs okumalı, dînini bunlardan 
kendi anlamalı, mezheb kitâblarını okumamalıdır) diyerek, Ehl-i sünnet 
âlimlerinin kitâblarının okunmasını yasak ediyorlar. Bütün müslimânları felâkete 
sürükliyorlar. Fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbı, mezhebsizlerin bu 
iftirâlarına, çok güzel cevâb vermekdedir. İmâm-ı Rabbânî de, ikinci cildin, 97. 
ci mektûbunda, cevâb vermekdedir. 
Sonsöz olarak, yine 
bildireyim ki, Velî demek, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmuş olan, 
Ehl-i sünnet âlimi demekdir. (Ehl-i sünnet) demek, Kur’ân-ı kerîmin ve 
hadîs-i şerîflerin gösterdiği yol demekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yolu Eshâb-ı 
kirâmdan öğrendiler. Kendi anladıklarına değil, Eshâb-ı kirâmdan işitdiklerine 
sarıldılar. Ehl-i sünnetden ayrılmak, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin 
doğru yolundan ayrılmak olur. Ehl-i sünnetden ayrılanlar arasında, Kur’ân-ı 
kerîmdeki ve mütevâtir olan hadîs-i şerîflerdeki şübheli delîlleri yanlış te’vîl 
edenler, kâfir olmazlar ise de, bid’at sâhibi oluyorlar. Bu delîllerden 
çıkardıkları yanlış ve bozuk bilgilere, (Kur’ân yolu), (Eshâb yolu) diyerek, 
ahmakları, câhilleri aldatıyorlar. 
Allahü 
teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için, ihlâs, kalb-i selîm sâhibi olmak 
lâzımdır. Kalb de, ancak Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmak, Onu 
sevmek ve Ona tâbi’ olmakla temizlenir. Bunun için, birinci yol, hayâtda olan 
bir Velîyi tanıyıp, Onun sözlerinden, kitâblarından Ehl-i sünnet i’tikâdını, 
ahkâm-ı islâmiyyeyi ve tesavvufun edeblerini öğrenmek ve bunlara uymak şartı 
ile, Ona (Râbıta) yapmak, ya’nî kalbini Onun kalbine bağlamakdır. Bir 
Velî, kendi üstâdlarından almış olduğu yazılı vesîkadan ve bütün sözlerinin, 
hareketlerinin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olmasından anlaşılır. Böyle bir Velî 
görülemediği zemân, herhangi bir Velîye râbıta yapan Onun (Üveysî)si 
olur. Birinci cildde ikiyüzseksenaltıncı ve ikinci cildde seksendokuzuncu 
mektûbda diyor ki, (Bir Ârifin sohbetine kavuşamıyana, büyüklerin rûhlarından 
feyz almak nasîb olur. Allahü teâlâ onun ilerlemesi için, bunların rûhlarını 
vâsıta yapar.) Ârifler, Velîler, birinci kısmın kırkaltıncı maddesinin sonunda 
bildirdiğimiz hadîs-i kudsîde, Allahü teâlânın va’d etdiği müjdeye kavuşdukları 
için, öldükden sonra da, tâliblere feyz verirler. İkinci kısmda, ellidördüncü 
maddeye bakınız! Ve ikiyüzdoksanbirinci mektûba da bakınız! Vefât etmiş olan 
Velînin rûhundan nasıl feyz alınacağı, ikinci kısmın, onyedinci maddesinde 
bildirildi. Muhammed Masûm-i Fârûkî “rahmetullahi aleyh” üçüncü cildin 
yüzkırkikinci mektûbunda buyuruyor ki, (İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” kabr-i 
şerîfini ziyâret niyyeti ile Serhend şehrine gelmeniz çok iyi olur. Buradaki 
feyzlere ve bereketlere kavuşursunuz. Medîne-i münevveredeki menba’dan buraya 
gelen nûrlardan ve esrârdan istifâde edersiniz. Hindistândaki küfr ve isyân 
zulmetleri, kalbleri karartmakda, rûhları hasta yapmakda ise de, rûhlara hayât 
veren ve kalbleri temizliyen şifâlı su, karanlık ormanlarda bulunduğu gibi, 
bugün Serhend şehri, Medîne-i münevveredeki kaynakdan [Evliyânın mubârek 
kalbleri vâsıtası ile] gelen feyzlerin, nûrların yayıldığı yerdir. Burasını 
Hindistânın küfr, zulm yerleri gibi sanmayınız. Burası, [insanı Allahü teâlânın 
rızâsına, sevgisine kavuşduran] vilâyet yolunun kapısıdır. Resûlullahın 
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden gelen envâr ve esrâr, 
buradan fışkırmakdadır. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak istiyenler, inanarak 
bu mezârı ziyâret ediyor, sevgileri nisbetinde, bu feyzlere, bereketlere 
kavuşuyorlar. Bu mubârek makâmda bulunanların çoğu, inanmadıkları, kıymetini 
bilmedikleri için, bu ni’metden mahrûmdurlar. Misk bulunan odaya giren, güzel 
kokuyu duyar. Miski, nezle hastasının burnuna soksan, kokusunu duyamaz.) 
Bunların, Eşrefzâde Abdüllah Rûmînin, (Müzekkin-nüfûs) kitâbının sonunda 
da yazılı olduğu, arabî (Tuhfet-ül-uşşak)da bildirilmekdedir. (Tuhfe),
(El-münkız) sonunda basılmışdır. Sohbetde feyzler, ma’rifetler bol bol 
alındığı hâlde, Üveysîler damla damla alabilir. Fekat bunun tek damlası, bütün 
dünyâ kazançlarından dahâ kıymetli ve pek lezzetlidir. Kabrini ziyâret etmek, 
damlaların artmasına, mezhebsizlerin, sapıkların ve sahte, yalancı şeyhlerin 
tuzaklarına düşmek de, büsbütün kesilmesine sebeb olur. Kalblerin, rûhların 
arasındaki bağ, inanmak, sevmek ve istemekdir. 
Bir müslimân, bir Velînin 
sohbetine kavuşursa veyâ hep onu düşünürse, ya’nî onun sûretini, yüzünü hayâline 
getirirse, yâhud hayâtını, sözlerini öğrenip, severek, ağlayarak düşünürse, onun 
kalbindeki feyzler, ma’rifetler, bunun kalbine akar. Yalnız uzakdan düşünerek 
yetişmiş, Velî olmuş mes’ûd, bahtiyâr zatlar çok vardı. Bu kazançlarını ve 
kavuşdukları yüksek dereceleri, kitâblarında bildirmişlerdir. Allahü teâlânın bu 
merhameti, bu ihsânı, kıyâmete kadar devâm edecekdir. 
Bir kimseyi seviyorum 
deyince, ona karşı sûrî, mecâzî muhabbeti olduğu anlaşılır. Câhil ve bid’at 
sâhibi ve sâlih ve sâdık her müslimân, Resûlullahı böyle sevmekdedir. Müslimân 
olmak için de, bu kadar muhabbet kâfîdir. Feyz getiren hakîkî sevginin hâsıl 
olması için, onun sözlerini, işlerini, hâllerini ve ahlâkını öğrenmesi ve 
bunları sevmesi lâzımdır. Sevilene itâ’at edilir. Herşeyde ona tâbi’ olunur. 
Hakîkî sevgi pekçok olursa, sevdiğinden başka herşeyi unutur. Bu unutmağa 
(Fenâ-yi kalb) denir. Hattâ kendini de unutur. Kendini de unutmağa (Fenâ-yı 
nefs) denir. (Mekâtîb-i şerîfe)nin doksanıncı mektûbunda diyor ki, 
(Fenâ-yi kalb hâsıl olunca, kalbde hatara [mahlûkların düşüncesi] kalmaz. Fekat 
dimâgdan gitmezler. Fenâ-yi nefs olunca, dimâgdan da giderler. Bu yazımızı 
tesavvuf ehli anlar. Liselerde, üniversitelerde okumakla öğrenilmez.) Böylece,
(Fenâ) hâsıl olunca, ya’nî bir Ârif böyle çok sevilince, onun kalbine 
Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelmiş olan feyzler, ilâhî 
ma’rifetler, nûrlar, sevenin kalbine akarak, hakîkî ihlâsa kavuşur. Böylece 
hakîkî ibâdet yapmak nasîb olarak, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur. 
Bundan sonra (Fenâ fir-Resûl) hâsıl olur. Ya’nî Resûlullahı “sallallahü 
teâlâ aleyhi ve sellem” hakîkî muhabbet ile severek, feyzleri doğruca Onun 
mubârek kalbinden alır. Artık, vesîleye ihtiyâc kalmaz. 
Dünyâ ve âhıret se’âdetine 
kavuşmak için biricik yol, müslimân olmakdır. Müslimân olmak için, Allahü 
teâlânın var olduğuna, bir olduğuna, herşeyi gördüğüne, bildiğine, herşeyi Onun 
yapdığına [yaratdığına] ve Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna ve 
öldükden sonra, Cennet denilen yerde sonsuz ni’metler, tatlı hayât olduğuna ve 
Cehennem denilen yerde sonsuz olarak ateşde yanmak olduğuna ve müslimân olanın 
Cennete gideceğine, müslimân olmıyanın, ya’nî işitdikden sonra inanmayanın, 
inkâr edenin, Cehennemde sonsuz olarak yanacağına inanmak lâzımdır. Dünyâ 
nüfûsunun yüzde doksandan fazlası, ya’nî bütün hıristiyanlar, bütün yehûdîler, 
Avrupadaki, Amerikadaki bütün siyâset ve devlet adamları, bütün fen adamları, 
kumandanlar, berehmenler, budistler, ateşe, putlara tapanlar, öldükden sonra 
tekrâr dirileceğimize, Cehennemde sonsuz azâb olduğuna inanıyor. İnanmamak, 
dünyâdaki bütün ilm, fen ve siyâset adamlarına uymamak olur. Böyle kimse tam 
gerici ve ahmakdır. İnanmak yalnız laf ile olmaz. Kalb ile olur. Kalbde îmân 
bulunduğunun iki alâmeti vardır: Söz ve iş. 
İslâm dîninden, islâmın 
güzel ahlâkından ve insan haklarından haberi olmıyan ba’zı câhilleri, ahmakları 
işitiyoruz. Gündüzleri spor sâhalarında, plajlarda, geceleri de eğlence 
yerlerinde, kızlarla, oğlanlarla, zevk, safâ, fuhş içinde, çalgı, oyun, kumar, 
içki ile ömrlerini ziyân ediyorlar. Zevkleri için lâzım olan parayı, hak, hukuk, 
kanûn tanımadan topluyorlar. Bu taşkınlıkları, hîleleri, azgınlıkları ile hem 
kendilerine, hem de cem’iyyete, insanlara, canlara, ırzlara zarâr veriyorlar. 
Dinsizliğe, îmânsızlığa (ilericilik), (aydın gençlik) diyorlar. Aklı olan böyle 
yaşar diyorlar. Böyle yapmakla Avrupalılara, Amerikalılara benziyoruz diyerek 
övünüyorlar. Dîni, îmânı, temiz ahlâkı olan, herkesin hakkını tanıyan, doğru, 
nâmûslu müslimânlara, gerici, yobaz diyorlar. Böylece kendilerini avutuyorlar. 
Bütün Avrupalılar, Amerikalılar, dinlerine bağlı oldukları için, aklsız da, 
yalnız bunlar mı akllı? Felâket yolunda olduklarını, birkaç senelik zevk için, 
sonsuz azâblara sürüklendiklerini anlıyamıyorlar. Târîhden de ibret almıyorlar. 
Hâlbuki islâmiyyet, dünyâ zevklerinden hiçbirini yasak etmemişdir. Bunların, 
hayvanlar gibi, açıkca, azgınca, zararlı olarak yapılmasını men’ etmişdir. 
Bunların tuzaklarına düşenlere, ancak acınır! Dünyâ zevklerine düşkün, gâfil, 
can yakan ve başkasının malına, nâmûsuna saldıranlar islâm dînini gençlerden  
saklıyorlar ise de, aklı olan bir insanın, fen, biyoloji ve astronomi 
bilgilerini öğrenince, dinleri inceliyerek, akla, ilme uygun olan islâm dînini 
seçmesi îcâb eder. Bunu başaramıyanın da, bütün dünyânın inandığı, Cehennemde 
sonsuz yanmak tehlükesi karşısında, korkarak, titriyerek hemen müslimân olması 
lâzımdır. Yine inanmazsa, akla uymamış olur. 
Hulâsa, dünyâ ve âhıret 
se’âdetlerinin başı, en iyisi, Allahü teâlânın rızâsına, sevmesine kavuşmakdır. 
Allahü teâlâya yakın olmak, Onun sevmesine kavuşmak demekdir. Bu se’âdete 
kavuşana (Velî) ve (Ârif) denir. Velî olmak için, farzları yapmak 
lâzımdır. Farzlar, sıra ile, evvelâ Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi 
îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak, farz olan ibâdetleri yapmak ve sâlih 
olan mü’minleri sevmekdir. İhlâs ile yapılmıyan ibâdetin fâidesi olmaz, sevâbı 
olmaz. (İhlâs), herşeyi yalnız Allah rızâsı için yapmakdır. İhlâs, Allahü 
teâlâdan başka hiçbir şeyi sevmemekle, yalnız Onu sevmekle, kendiliğinden hâsıl 
olur. Kalbin yalnız Onu sevmesine (Kalbin tasfiyesi), (Kalbin itmînânı) 
veyâ (Fenâ fillah) denir. Kalbin itmînâna kavuşması, ancak Onu çok 
hâtırlamakla, büyüklüğünü, ni’metlerini düşünmekle olacağını, Ra’d sûresinin 
yirmisekizinci âyeti bildirmekdedir. İnsanda, akl, kalb ve nefs denilen üç 
kuvvet vardır. Aklın ve nefsin yeri dimâgdır. Kalbin yeri yürekdir. Akl, mekteb 
dersleri, san’at hesâbları, mâl sâhibi olmak, âhireti kazanmak yolları gibi 
şeyleri düşünür. İsterse düşünür. İstemezse düşünmez. Aklın bu düşünceleri ve 
insanın bunlara kavuşmak için çalışması câizdir. Hattâ, çok sevâb olur. Bunların 
kalbe sirâyet etmeleri zararlıdır. Nefs dâimâ harâmları, zararlı şeyleri yapmağı 
düşünür. Kalbin kendinde hiç düşünce yokdur. Ona, aklın ve nefsin ve his 
uzvlarından dimâga ve dimâgdan kalbe ulaşan harâm şeylerin düşünceleri gelerek 
hasta yapar. Kalbi bu hataralardan kurtarmak güçdür. Bu düşüncelerden 
kurtulursa, Allahü teâlâyı hâtırlar, düşünür. Ya’nî kalb, hiç düşüncesiz kalmaz. 
Kalbin hataralardan kurtulması Allahü teâlânın ismini çok söylemekle veyâ bir 
Velîyi severek görmek ile olur. Bir Velî bulamazsa, ismini işitdiği bir Velînin 
hayâtını okuyup öğrenir. Onu çok sever. Hep onu düşünür. Bir Velîyi görmek, 
Allahü teâlâyı hâtırlamağa sebeb olacağı, (Onlar görüldükleri zemân, Allahü 
teâlâ zikr edilmiş olur) hadîs-i şerîfi ile bildirilmişdir. Bu hadîs-i 
şerîf, (İrşâd-üt-tâlibîn), (İbni Mâce), (Ezkâr) ve Abdülhakîm efendinin
(Râbıta-i şerîfe)sinde ve Dost Muhammed Kandihârînin onbirinci mektûbunda 
vardır. Bir insan, kendisine islâmiyyeti doğru olarak öğreten, kendisini dünyâ 
ve âhıretde felâketlerden kurtaran, ebedî se’âdete kavuşduran vesîleyi  görerek 
veyâ kitâblarından tanıyarak, onu cânı gibi sever. Onu görünce, göremezse, 
severek düşündükce, Resûlullahdan ona gelen feyzler bunun kalbine de akar. 
(Makâmât-i Mazheriyye), 74. cü sahîfesinde diyor ki, (Mükerrem hân öleceği 
zemân, başına Ubeydüllah-ı Ahrârın takkesini koydular. Onu alın! Yerine 
üstâdımın külâhını geçirin! Çünki, beni se’âdetlere kavuşduran odur, dedi). 
Düşünülen şeklin, Velînin tam kendisi olması şart değildir. Hergün, sabâh ve 
akşam gözleri kapatıp, beş-on dakîka aynı sûret düşünülürse, bir müddet sonra, 
bu Velînin rûhu, o sûretde görünerek, rü’yâda olduğu gibi, konuşmağa başlar. 
İhsânlarda bulunur. İkinci kısmın 17. ci maddesinde bildirdiğimiz hadîs-i 
kudsîden anlaşılıyor ki, bir müslimân, sohbetlerinde bulunarak veyâ kitâblardan 
okuyarak, tanıdığı ve sevdiği, uzakda veyâ kabrde bulunan bir Velîyi, ismi ile 
çağırır ve yalvarırsa, Allahü teâlâ, o Velîye işitdirir. Velî de, ona imdâd 
eder. Bir Velî, olmuş veyâ ilerde olacak birşeyi öğrenmek isterse, Allahü teâlâ, 
ona bildirir. Allahü teâlânın, Velîlere olan, bunlar gibi ihsânlarına, 
ikrâmlarına (Kerâmet) denir. Bedreddîn-i Serhendî, (Hadarât-ül-kuds)
kitâbında, imâm-ı Rabbânînin kerâmetlerinden binlerce gördüğünü ve 
işitdiğini yazıyor ve bunlardan yüzden fazlasını bildiriyor. Kalb fânî olunca, 
ya’nî hiçbirşeyi hâtırlamayınca, aklın, fikrin ve hâfızanın da dünyâ işlerini 
unutması îcâb etmez. Kalb, fânî iken de, bütün organlara, akla, fikre, hâfızaya, 
her nev’ dünyâ işlerini yapdırır, başka insanlar gibi dünyâ işlerine de çalışır. 
Bütün insanlık vazîfesini, her iyiliği Allah rızâsı için yapar. Bütün yapdıkları 
ibâdet olur. Birinci kısmda, 46. cı madde sonuna bakınız! 
                                                |