70 -
SE’ÂDET-İ EBEDİYYENİN SON SÖZÜ
Etrâfımızı beş duygu
organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir şeyden haberimiz
olmıyacakdı. Kendimizi bile bilemiyecekdik. Yürüyemiyecek, birşey yapamıyacak,
yaşıyamıyacakdık. Anamız, babamız olamıyacak, var olamıyacakdık. Rûhumuza tatlı
gelen güzelleri göremiyecek, güzel sesleri duyamıyacak, onları sevemiyecekdik.
Allahımıza yalnız duygu organlarımız için, durmadan şükr etsek, şükrünü ödemiş
olamayız.
Duygu organlarımıza etki
eden herşeye (Varlık) veyâ (Mevcûd) diyoruz. Kum, su, güneş birer
mevcûddür. Çünki, bunları görüyoruz. Ses de bir mevcûddür. Çünki, işitiyoruz.
Hava, bir mevcûddür. Çünki, elimizi açıp yelpâze gibi sallayınca, havanın
elimize çarpdığını duyuyoruz. Rüzgâr da yüzümüze çarpıyor. Bunun gibi, sıcaklık,
soğukluk da birer mevcûddür. Çünki, derimizle bunları duyuyoruz. Elektrik,
harâret, ya’nî ısı ve miknâtıs gibi enerjilerin [kudretlerin] de mevcûd
olduklarına inanıyoruz. Çünki, elektrik akımının harâret ve miknâtıs veyâ kimyâ
reaksiyonları meydâna getirdiğini, ısı gelince sıcaklık olduğunu, ısı azalınca
soğukluk olduğunu ve miknâtısın demiri çekdiğini his ediyoruz, anlıyoruz. (Ben
havanın, ısının, elektriğin mevcûd olduklarına inanmam. Çünki, bunları
görmiyorum) sözüne yanlışdır diyoruz. Çünki, bunlar görülemezlerse de,
kendilerini veyâ yapdıkları işleri, duygu organlarımız ile anlıyoruz. Bunun için
de, görülemiyen birçok varlıklara inanıyoruz. Göremediğimiz için, yok olmaları
lâzım gelmez diyoruz. Bunun gibi, (Ben Allaha inanmam. Melek, cin gibi şeyler
yokdur. Var olsalardı görürdüm) sözü de doğru değildir. Akla, fenne uygun
olmıyan bir sözdür.
Fen dersleri bildiriyor ki,
ağırlığı ve hacmi olan varlıklara (Madde) denir. Buna göre, hava, su,
taş, tahta maddedirler. Işık, elektrik akımı birer varlık iseler de, madde
değildirler. Maddenin şekl almış parçalarına, (Cism) denir. Çivi, kürek,
maşa, iğne birer cismdirler. Hepsi, aynı demir maddesinden yapılmışlardır. Duran
bir cismi harekete getiren, hareketde olan bir cismi durduran veyâ hareketini
değişdiren sebebe (Kuvvet) denir. Duran bir cisme kuvvet etki etmezse,
hep durur. Hareket eden bir cisme, kuvvet etki etmezse, hareketi değişmez ve hiç
durmaz.
Maddelerin, cismlerin ve
maddelerde bulunan enerjilerin hepsine (Âlem) veyâ (Tabî’at)
denir. Âlemde her cism hareket etmekde, değişmekdedir. Demek ki, her cisme, her
ân çeşidli kuvvetler te’sîr etmekde, değişiklik hâsıl olmakdadır. Cismlerde
meydâna gelen değişikliğe (Hâdise) veyâ (Olay) denir.
Cismlerin
yok olduklarını, başka cismlerin meydâna geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz,
eski milletler yok olmuşlar, binâlar, şehrler yok olmuş. Bizden sonra da
başkaları meydâna gelecek. Fen bilgimize göre, bu mu’azzam değişiklikleri yapan
kuvvetler vardır. Allaha inanmıyanlar, (Bunları tabî’at yapıyor. Herşeyi tabî’at
kuvvetleri yaratıyor) diyorlar. Bunlara deriz ki, bir otomobilin parçaları,
tabî’at kuvvetleri ile mi bir araya gelmişdir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan
soldan çarpan dalgaların te’sîri ile biraraya yığılan çöp kümesi gibi biraraya
yığılmışlar mıdır? Otomobil tabî’at kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket
etmekdedir? Bize gülerek, hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akl ile, hesâb ile,
plân ile, birçok kimselerin, titizlikle çalışarak yapdıkları bir san’at
eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akl, fikr yorarak, hem de trafik kâ’idelerine
uyarak, şoför tarafından yürütülmekdedir demez mi? Tabî’atdeki her varlık da,
böyle bir san’at eseridir. Bir yaprak parçası, mu’azzam bir fabrikadır. Bir kum
dânesi, bir cânlı hücre, fennin bugün biraz anlıyabildiği ince san’atlerin birer
meşheri, sergisidir. Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, bu
tabî’at san’atlerinden birkaçını görebilmek ve taklîd edebilmekdir. İslâm
düşmânlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin
bile, (Gözün yapısındaki san’at inceliğini düşündükce, hayretimden tepem atacak
gibi oluyor) demişdir. Bir otomobilin tabî’at kuvvetleri ile, tesâdüfen hâsıl
olacağını kabûl etmiyen kimse, başdan başa bir san’at eseri olan bu âlemi
tabî’at yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesâblı, plânlı, ilmli, sonsuz
kuvvetli bir yaratıcının yapdığına inanmaz mı? Tabî’at yaratmışdır. Tesâdüfen
var olmuşdur demek, câhillik, ahmaklık olmaz mı?
Allahü
teâlâ herşeyi en güzel ve en fâideli olarak yaratdı. Meselâ, Erd küresini
güneşden yüzelli milyon kilometre uzakda yaratdı. Dahâ uzakda yaratsaydı, hiç
sıcak mevsim olmaz, çok soğukdan ölürdük. Dahâ yakın yaratsaydı, çok sıcak olur,
hiç bir canlı yaşayamazdı. Etrâfımızı saran hava, hacmen yüzde yirmibir oksijen,
yüzde yetmişsekiz azot ve onbinde üç karbondioksit gazlarının karışımıdır.
Oksijen hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıdâ maddelerini yakarak,
bize kuvvet, kudret veriyor. Oksijenin havadaki mikdârı dahâ çok olsaydı,
hücrelerimizi de yakar, hepimiz kül olurduk. Mikdârı 21 den az olsaydı,
gıdâlarımızı yakamazdı. Yine, hiçbir canlı yaşayamazdı. Yağmurlu, şimşekli
havalarda, oksijen azotla birleşerek, havada nitrat tuzları hâsıl olup, yağmurla
toprağa iniyor. Bunlar, nebâtâtı besliyor. Nebâtlar da, hayvanlara, hayvanlar da
insanlara gıdâ oluyor. Görülüyor ki, rızkımız semâda hâsıl olmakda, göklerden
yağmakdadır. Havadaki karbon dioksid gazı, dimâgçedeki kalb ve teneffüs
merkezlerini tenbîh ediyor, çalışdırıyor. Havadaki karbon dioksid mikdârı
azalırsa, kalbimiz durur ve nefes alamayız. Mikdârı artarsa boğuluruz. Karbon
dioksid mikdârının hiç değişmemesi lâzımdır. Bunun için de, denizleri yaratdı.
Karbon dioksid mikdârı artınca, kısmî tazyîki de artıp, fazlası denizlerde
eriyerek, sudaki karbonat ile birleşerek, onu bi-karbonat hâline çeviriyor. Bu
da, dibe çökerek deryâların dibinde çamur tabakası hâsıl oluyor. Havada
azalınca, çamurdan ayrılıp suya ve sudan havaya geçiyor. Bütün canlılar havasız
yaşayamaz. Bunun için, havayı, her yerde, her canlıya çalışmadan, parasız
veriyor ve ciğere kadar gönderiyor. Susuz da yaşayamayız. Suyu da heryerde
yaratdı. Fekat, susuzluğa dahâ fazla tehammül edildiği için, bunu arayıp
bulacak, taşıyacak şeklde yaratdı. Fe-tebârekâllahü ahsenül-hâlikîn! İnsanlar,
bunları yapmak şöyle dursun görebilenlere, anlayabilenlere ne mutlu!
Allahü
teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde, halk etdiği
sayılamıyacak kadar çok varlıklar tesâdüfen olmuşdur diyenlerin sözleri
câhilcedir. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya
koyalım. Bunları elimizde torbadan birer birer çıkararak, sıra ile, ya’nî önce
bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak şeklde çıkarmağa
çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış
olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan başlamak
üzere çıkarmağa çalışılacakdır. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda
çıkarabilmek ihtimâli onmilyarda birdir. On aded taşın bir sıra dâhilinde
dizilme ihtimâli bu kadar az olursa, kâinatdaki sayısız düzenin tesâdüfen
meydâna gelmesine imkân ve ihtimâl yokdur.
Daktilo ile yazmasını
bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişigüzel meselâ beş kerre bassa,
elde edilen beş harfli kelimenin türkçe veyâ başka bir dilde bir ma’nâ ifâde
etmesi acabâ ne derece mümkindir? Şâyed gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle
yazmak istenilse idi, bir ma’nâ ifâde eden bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı
ki, bir sahîfe yazı veyâ kitâb teşkîl edilse, sahîfenin ve kitâbın, tesâdüfen
belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akllı denilebilir mi?
Cismler
yok oluyor. Bunlardan, başka cismler meydâna geliyor ise de, bu işde, yüzbeş
madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor denilirse, radioaktif
bozulmalar, elementlerin ve hattâ atomların da yok olduklarını, maddenin
enerjiye döndüğünü haber vermekdedir. Hattâ, Einstein adındaki Alman fizikcisi,
bu dönüşmenin matematiksel formülünü ortaya koymuşdur.
Cismlerin,
maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak
gelmiş değildir. Ya’nî, böyle gelmiş böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir
başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var
oluşlarının başlangıcı vardır demekdir. Ya’nî hiçbirşey yok iken, hepsi yokdan
yaratılmışdır demekdir. İlk, ya’nî birinci olarak maddeler yokdan yaratılmış
olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı,
şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünki, âlemin sonsuz öncelerde var
olabilmesi için, bunu meydâna getiren maddelerin dahâ önce var olmaları,
bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları
lâzım olacakdır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki
var olmazsa, sonraki de var olmıyacakdır. Sonsuz önce demek, bir başlangıç yok
demekdir. Sonsuz öncelerde var olmak demek, ilk, ya’nî, başlangıç olan bir
varlık yok demekdir. İlk, ya’nî birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da
olamaz. Herşeyin her zemân yok olması lâzım gelir. Ya’nî, herbirinin var olması
için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz.
Hepsinin yok olmaları lâzım olur.
Âlemin şimdi var olması,
sonsuzdan var olarak gelmediğini, yokdan var edilmiş bir ilk varlığın
bulunduğunu göstermekde olduğu anlaşıldı. Âlemin yokdan var edilmiş olduğunu, o
ilk âlemden hâsıl ola ola, bugünki âlemin var olduğunu anladık.
Âlemi yokdan var eden bir
yaratıcının bulunduğunu ve bu yaratıcının kadîm olması, ya’nî hep var olması,
hiç değişmeden, sonsuz var olması lâzım geldiğini, (Şerh-i mevâkıf)
kitâbı, beşinci mevkıfın birinci mersadında uzun isbât etmekdedir. Kısacası
şöyledir ki, değişmek, başka şey olmak demekdir. Yaratıcı değişince, başka olur.
Yaratıcılığı bozulur. Kitâbımızın üçüncü kısm, 28. ci maddenin 2. ci sahîfesinde
bildirildiği gibi, yaratıcının değişmemesi, hep aynı kalması lâzımdır. Âlemin
sonsuz olamıyacağını anlatdığımız gibi düşünürsek, değişmiyen yaratıcının kadîm
olması, sonsuz var olması lâzımdır. Bunun için, hiç değişmiyen sonsuz var olan
bir yaratıcı vardır. Bu hiç değişmiyen bir yaratıcının ismi (Allah)dır.
Allahü teâlâ, kendini tanıtmak için, insanlara Peygamberler göndermişdir. Son ve
en üstün Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, üstünlüklerini, doğru
yazılmış kitâblardan okuyan anlayışlı ve insâflı bir kimse, Allahü teâlânın var
olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğunu hemen anlar. Seve
seve müslimân olur. Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna ve Muhammed
aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğuna ve Peygamberlerinin en üstünü olduğuna
ve bunun her sözünün doğru, fâideli olduğuna inanmağa (Îmân etmek) ve
(Müslimân olmak) denir. Böyle inanan kimseye (Mü’min) ve (Müslimân)
denir. Muhammed aleyhisselâmın sözlerine (Hadîs-i şerîf) denir.
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık olarak bildirilenlerden birine bile
inanmıyana (Kâfir) denir. Aslları Hak teâlânın kelâmı olan ve sonradan
değişdirilip, birer târîh kitâbı hâline çevrilmiş bulunan, Tevrât, Zebûr ve
İncîli, Allah kelâmı zan eden kâfirlere (Ehl-i kitâb), kitâblı kâfir
denir. Yehûdîlerin ve Hıristiyanların çoğu kitâblı kâfirdir. Kendisinde
ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inandıkları bir insanın heykeli, mezârı karşısında
secde ederek, onun herşeyi yapacağına inananlara (Müşrik) veyâ
(Putperest) denir. Berehmen, Budist ve Ateşperestler böyledir. Yehûdîlerin
ve hıristiyanların bir kısmı, büyük Kostantinden sonra, müşrik oldu. Hiçbir dîne
inanmayanlara (Ateist) ve (Dehrî) denir. Komünistler ve Masonlar
ve bunların tuzaklarına düşen din câhilleri böyledir.
Müslimânın
öğrenmesi lâzım olan ilmlere (Ulûm-i islâmiyye) denir. İslâm bilgileri,
iki kısmdır: Birinci kısmı, (Din bilgileri)dir. Bunlara (Ulûm-i
nakliyye) denir. Bunlar, ehl-i sünnet âlimlerinin (Edille-i şer’ıyye)
denilen dört kaynakdan çıkardıkları bilgiler olup, ikiye ayrılır: Birincisi,
(Ulûm-i zâhiriyye), beden bilgileridir. Bunlara (Ahkâm-ı islâmiyye)
denir. Ahkâm-ı islâmiyye bilgileri, Tefsîr, Kelâm, Fıkh ve ahlâk kitâblarında
yazılıdırlar. İkincisi, (Ulûm-i bâtınıyye), kalb bilgileridir. Bunlar,
Resûlullahın mubârek kalbinden çıkıp, Evliyânın kalblerine gelen bilgilerdir. Bu
bilgilere (Tesavvuf) denir. Ahkâm-ı islâmiyye ve tesavvuf bilgileri, hiç
değişmez. İkinci kısmı, (Fen bilgileri) veyâ (Ulûm-i akliyye)dir.
Bunlar, maddelerin, cismlerin yapılarını, değişmelerini inceler. Tecribe ve
hesâb ile öğrenilir. Bu bilgiler, zemân ile değişir. Birinci kısm, 11. ci
maddeye bakınız! Din bilgilerini, fen bilgilerine göre değişdiren kâfirlere (Felesof)
ve (Dinde reformcu) denir. Bunlar nakle değil, akla inanırlar. Din
bilgilerini, fen bilgileri ile isbât eden mü’minlere (Hukemâ) denir.
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş, şübheli bilgilere
islâm âlimleri muhtelif ma’nâlar verdi. Böylece, îmân edilecek şeylere,
birbirlerinden farklı inanan yetmişüç fırka meydâna geldi. Bunlardan îmânları
doğru olan bir fırkaya (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) denildi. Yanlış
ma’nâ verenlere (Bid’at ehli) ve sapık denir. Şî’îler ve Vehhâbîler
böyledir. Fen bilgilerine yanlış ma’nâ vererek müslimânın îmânını bozana
(Zındık) ve (Fen yobazı) denir.
Allahü
teâlâ, Cenneti ve Cehennemi yaratdı. Her ikisini de dolduracağını bildirdi.
İnsanların ve cinnin çoğu Cehenneme girecekdir. Fekat, mahlûklarının çoğunu
Cennete koyacak, rahmeti gazabını aşacakdır. Çünki, cinnîler, bütün insanların
on katından dahâ çokdur. Melekler de, cinnîlerin on katından dahâ çokdur.
Meleklerin hepsi Cennetde olduğundan, Cennetdekiler dahâ çok oluyor.
Cehennemde kimler sonsuz
kalacak? Nemâz kılmıyanlar mı? Günâh işliyenler mi? Hayır! Cehennemde, Allahü
teâlânın düşmânları, sonsuz yanacakdır. Günâh işliyen müslimânlar, Allahü
teâlânın düşmanı değildir. Kabâhatli kullarıdır. Bunlar, yaramaz, suçlu çocuğa
benzer. Yaramaz çocuğa, anası, babası düşman olur mu?
Cehennem yedi tabakadır.
Birinci tabaka, en hafîfdir. Fekat, dünyâ ateşinden yetmiş kat dahâ şiddetlidir.
Adı (Cehennem)dir. Burada, müslimânlardan bir kısmı yanıp, günâhlarından
temizleneceklerdir. Bid’at sâhibi olanlar, muhakkak Cehennemde bir müddet
yanacaklardır.
İmâm-ı Muhammed Birgivînin
(Vasıyyetnâmesi)ni şerh eden kâdı zâde Ahmed Emîn efendi diyor ki,
(Cehennemden en son çıkacak mü’min, yedibin âhıret senesi yanacakdır. Âhıretin
bir günü, dünyânın bin senesi kadar uzundur.)
Cehennemin ikinci tabakası
dahâ şiddetlidir. Adı (Sa’îr)dir. Burada, Tevrâtı değişdirenler yanacak
[İbni Âbidîn]. Bunlar, Allahın Peygamberi olan Îsâ aleyhisselâma da
inanmıyor ve bu büyük Peygambere, (Bilinmeyen babanın çocuğu) diye iftirâ
ediyorlar. Tevrâtı değişdirip, Allahü teâlânın kitâbını bozdular ve Mûsâ
aleyhisselâmdan sonra, kendilerine nasîhat için gönderilen bin Peygamberi şehîd
etdiler.
Cehennemin üçüncü tabakası
dahâ şiddetli olup, adı (Sekar)dır. Burada İncîli değişdirenler
yanacakdır. Çünki bunlar, Îsâ aleyhisselâma inanmamış oldukları gibi, onda (ülûhiyyet
sıfatı) bulunduğuna inanıyorlar. Tanrı üçdür. Îsâ tanrıdır [ba’zıları ise,
Îsâ tanrının oğludur] diyerek, yehûdîlerden kötü oluyor, müşrik oluyorlar [İbni
Âbidîn]. Hıristiyanlık çıkmadan ve putlara tapınmak başlamadan önce,
Îsevîler mü’min idi. Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, kitâblı kâfir
oldular. Yehûdîler, islâmiyyete, bunlardan dahâ uzakdır. [(Ma’rifetnâme)
ve (Tezkire-i Kurtubî)]
Dördüncü tabakanın adı da
(Cahîm)dir. Burada, güneşe, yıldızlara tapanlar, (Hutame) denilen
beşincisinde, ateşe, ineğe tapanlar, müşrik olan Budistler, Berehmenler yanacak.
Altıncı tabakası, (Lazy)dir. Burada hiç dîni olmıyanlar, müşrikler
yanacak.
Cehennemin yedinci tabakası,
en dibi, en şiddetli tabakası olup, adı (Hâviye)dir. Burada münâfıklar,
mürtedler yanacak. Bu yedi tabakanın ismlerinin sırası, (Tefsîr-i Mazherî)de
ve (Gâliyye)de başka dürlü yazılıdır. Bir kimsenin Cehenneme gideceği ve
îmânsız olduğu, son nefesinde belli olur. Bir kâfir, müslimân olursa ve günâhı,
suçu çok olan veyâ bid’at sâhibi olan bir müslimân tevbe ederse, tertemiz
müslimân olurlar. Cehenneme girmekden kurtulurlar.
Mürtedler,
anaları, babaları müslimân olduğu hâlde, islâm terbiyesi ile büyüdüğü hâlde,
câhil veyâ okuyup, diploma alıp, kendilerini âlim, fen adamı sanan dinsizlerdir.
İlm, fen denizinden bir damla tatmakla, deryâyı yutduk sanan bu zevallıların
islâm âlimlerinden, din bilgilerinden haberleri olmadığı için, küçük yaşda
işitdikleri kelimelere, hayâlleri ile ma’nâlar uydurarak, müslimânlık bunlardır
sanıyor, islâmiyyeti inkâr ediyorlar. Analarına, dedelerine örümcek kafalı,
müslimânlara gerici diyorlar. Nefslerine uyarak yalnız dünyâ arkasında
koşanlara, zevk ve safâya dalanlara, aydın, ilerici diyor. Dünyâ ile berâber
âhıreti de düşünenlere, başkalarının hakkını gözetenlere yobaz, ahmak diyor. Bu
dünyâ böyle gelmiş, böyle gider. Cennet, Cehennem boş lâfdır, kim görmüş, burada
ne yaparsan kârdır diyorlar. Başkaları ne olursa olsun, yalnız kendi
kazançlarını, nefslerini, şehvetlerini düşünüyorlar. Herkesi aldatmak için ve
geçinmek için de, iyiliği, insanlığı dillerinden düşürmüyorlar. En fecî’, en
alçak suç olarak da, gençleri, islâm yavrularını aldatmağa, bunların dinlerini,
îmânlarını çalarak, kendileri gibi felâkete sürüklemeğe uğraşıyorlar.
İslâm dîninin inançlarını,
emrlerini ve yasaklarını bildiren binlerce kıymetli kitâb yazılmış, bunların
çoğu, yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmışdır. Buna karşılık,
bozuk düşünceli, kısa görüşlü kimseler, her zemân, islâmın fâideli, feyzli ve
ışıklı prensiplerine saldırmış, onu lekelemeğe, değişdirmeğe, müslimânları
aldatmağa uğraşmışlardır. Dahâ çocuk iken, böyle yanlış yolda olanlara acırdım.
Niçin doğruyu göremediklerine, İslâm dîninin yüksekliğini anlıyamadıklarına
şaşardım. Herkesin doğru yolu bulmasını, dalâletden, dünyâ ve âhıret
felâketlerinden kurtulmalarını istiyordum. Bu yolda, insanlara hizmet için
çırpınıyordum. Kıymetli gençleri, asîl ve temiz yavruları, şehîd evlâdlarını,
bozuk yazılardan ve sözlerden koruması için ve müslimânlığın tam ve doğru ve ana
kaynaklarına uygun olarak anlaşılması için, Allahü teâlâya yalvarıyordum.
Din câhilleri, islâmiyyete
ilm ile, fen ile, ahlâk ile, sıhhat ile, temizlik ile saldıramadıklarından,
yalan söyliyerek, nâmerdce hücûm ediyorlar.
İslâmiyyete
ilm ile nasıl karşı durulabilir? İslâmiyyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’ân-ı
kerîmin birçok yeri, ilmi emr etmekde, ilm adamlarını övmekdedir. Meselâ Zümer
sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, (Bilen ile bilmiyen hiç bir olur mu? Bilen
elbette kıymetlidir) buyruldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
ilmi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çokdur ve meşhûrdur ki,
düşmanlarımız da, bunları biliyor. Meselâ (İhyâ-ül’ulûm) ve (Mevdû’ât-ül’ulûm)
kitâblarında, ilmin fazîleti anlatılırken, (İlmi, Çinde de olsa, alınız!)
hadîs-i şerîfi yazılıdır. Ya’nî dünyânın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa,
gidip ilm öğreniniz! Bu gâvur îcâdıdır, istemem, demeyiniz. Bir hadîs-i şerîfde
de, (Beşikden mezâra kadar ilm öğreniniz, çalışınız!) buyuruldu. Ya’nî,
bir ayağı mezârda olan seksenlik ihtiyârın da çalışması lâzımdır. Öğrenmesi
ibâdetdir. Bir def’a da, (Yarın ölecekmiş gibi âhırete ve hiç ölmiyecekmiş
gibi dünyâ işlerine çalışınız!) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bilerek
yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetden dahâ iyidir!)
buyurdu. Bir kerre, (Şeytânın bir âlimden korkması, câhil olan bin âbidden
korkmasından dahâ çokdur!) buyurdu. İslâm dîninde kadın, kocasının izni
olmadan nâfile hacca gidemez. Sefere, müsâfirliğe gidemez. Fekat, kocası
öğretmezse ve izn vermezse, ondan iznsiz, ilm öğrenmeğe gidebilir. Görülüyor ki,
büyük ibâdet olan hacca iznsiz gitmesi günâh olduğu hâlde, ilm öğrenmeğe iznsiz
gitmesi günâh olmuyor.
O hâlde, kâfirler,
islâmiyyete ilm ile nasıl saldırabilir? İlm, ilmi kötüler mi? Elbette beğenir.
Kıymetlendirir. İslâmiyyete, ilm ile saldıran, mağlûb olur.
Fen ile de saldıramazlar.
Fen (Mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini
yapmak) demekdir ki, bu üçünü de, Kur’ân-ı kerîm emr etmekdedir. Fen
bilgilerine, san’ate, en modern harb silâhlarını yapmağa uğraşmak, farz-ı
kifâyedir. Düşmanlardan dahâ çok çalışmamızı, dînimiz emr etmekdedir.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” fenni emr eden pek cânlı sözlerinden
birini kitâbımın birinci kısm, 11. ci madde, ikinci sahîfesinde bildirmişdim. O
hâlde, islâmiyyet, fenni, tecribeyi, müsbet çalışmayı emr eden dinamik bir
dindir.
İslâm dînine karşı olanlar,
ona doktorluk ile de saldıramıyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,
tıb bilgisini çeşidli şekllerde medh buyurdu. Meselâ, (İlm ikidir: Beden
bilgisi, din bilgisi). Ya’nî ilmler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din
bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir diyerek, herşeyden önce, rûhun ve
bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emr buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, (Riyâd-un-nâsıhîn)
üçyüzseksenbirinci [381] sahîfesinde yazılıdır ve (Zübdet-ül-ahbâr)dan
aldığını bildirmekdedir. Bunun, imâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyh” sözü
olduğunu bildirenler de vardır. Bu yüce imâmın her sözü, âyet-i kerîme ve
hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. İslâmiyyet, beden bilgisini, din bilgisinden
önce öğrenmeği emr ediyor. Çünki, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile
yapılabilir.
Bugün, bütün üniversitelerde
okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen, ya’nî sıhhati korumak.
İkincisi, terapötik, ya’nî hastaları, iyi etmekdir. Bunlardan birincisi başda
gelmekdedir. İnsanları hastalıkdan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın
birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kerre, ârızalı, çürük
kalır. İşte islâmiyyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiş,
te’mînât altına almışdır. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısmda, Kur’ân-ı
kerîmin, tıbbın iki kısmını da teşvîk buyurduğu, âyet-i kerîmeler gösterilerek
isbât edilmekdedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rum imperatörü
Herakliüs ile mektûblaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Her iki tarafın
sözlerini, mektûblarını, kitâblarda okuyoruz. (Mevâhib-i ledünniyye)
tercemesi, ikiyüzotuzsekizinci [238] sahîfesinde mektûbların aslı da var.
Sefîrlerin ismleri, hayâtları, vak’aları ile meydânda iken, bindörtyüz sene
sonra, bunlar yalandır demek, hangi ilm, hangi iz’ân sâhibine yakışır. Din
düşmanlığı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize karşı kinleri,
akllarını örtmüş, muhâkemelerini işlemez hâle getirmiş olacak ki, gençleri
aldatmak için, vak’aları, senedleri, vesîkaları göremiyor, açık yalanlar
söylemekden de çekinmiyorlar. Yalan, iftirâ, insanı herkese karşı rezîl eder,
yüz karasını meydâna çıkarır! Yâ Rabbî! Senin adâletin tâm yerindedir.
İslâmiyyete, insanların se’âdetine saldıranlar, sonsuz azâbları hak etmekdedir!
Bir def’a, Herakliüs birkaç
hediyye göndermişdi. Bu hediyyelerden biri, bir doktor idi. Doktor gelince dedi
ki, (Efendim! İmperatör hazretleri, beni, size hizmet için gönderdi.
Hastalarınıza bedâva bakacağım!). Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
kabûl buyurdu. Emr eyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek
götürdüler. Günler, aylar geçdi. Bir müslimân, doktora gelmedi. Doktor, utanıp
gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Bugüne kadar, bir hasta
gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, râhat etdim. Artık gideyim) diye izn
isteyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tebessüm buyurdu. (Sen
bilirsin! Eğer dahâ kalırsan, müsâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek,
müslimânların başda gelen vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu
bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünki, Eshâbım hasta olmaz!
İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermişdir. Eshâbım temizliğe çok dikkat
eder. Acıkmadıkca birşey yimez ve sofradan, doymadan önce kalkar!) dedi.
Görülüyor ki, müslimân, ya’nî islâmiyyetin emrlerine uyan, hastalık çekmez.
Müslimânlardan hastalık çekenler, emrleri öğrenmiyenler ve yapmıyanlardır. Evet,
ölüm hastalığı herkese gelecekdir. Bu hastalık mü’minlere bir ni’metdir. Âhıret
yolculuğunun habercisidir. Hâzırlanmak, tevbe, vasıyyet etmek için, alârm
işâretidir. Cenâb-ı Hak, çeşidli hastalıkları, ölüme sebeb kılmışdır. Eceli
gelen, bir hastalığa yakalanacakdır:
Ecel geldi cihâna,
baş ağrısı behâne.
Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan,
ya’nî islâmiyyetin gösterdiği yolda giden kimsenin hayâtı hastalıkla geçmez.
Fekat, Peygamberlerden başka herkes, nefsine uyabilir. Günâh işliyebilir. Cenâb-ı
Hak, günâh işliyen müslimânları, illet, kıllet veyâ zilletle îkâz etmekde,
gafletden uyandırmakdadır.
Din câhilleri, islâmiyyete
temizlik ile de hiç saldıramıyor. Çünki, Tâbi’înden gençler, Eshâb-ı kirâma
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Allahü teâlâ sizi çok seviyor. Kur’ân-ı
kerîmde sizi övüyor. Bunun sebebi nedir? Bize söyleyin de, biz de, sizin gibi
olalım, bizi de çok sevsin dediklerinde, (Bizi çok seviyor. Çünki biz, temizliğe
çok dikkat ederiz) diye cevâb verdiler. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde çeşidli
yerlerde, (Temiz olanları severim!) buyuruyor. Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” o güzel nûrlu yüzünü gören kimseye, (Sahâbî) denir.
Birkaç dânesine (Eshâb) denir. O güzeli göremeyip de, yalnız, Sahâbîyi
görenlere (Tâbi’în) denir. Müslimânlar, câmi’lere, evlere ayakkabı ile
girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslimânın evinde hamâm
olur. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrop ve
hastalık bulunmaz. Fransızların dünyâya övündükleri Versay serâyında bir hamâm
yok. Kâfirler pis oluyor.
İslâmiyyete,
ahlâk, fazîlet, adâlet, insanlık meziyyetleri ile de, hiç saldıramıyorlar. İslâm
dîni, başdan başa ahlâk ve fazîletdir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara
karşı yapılmasını emr etdiği iyilik, adâlet, cömertlik, aklları şaşırtacak
derecede yüksekdir. Ondört asrlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi
göstermişdir. Sayılamıyacak kadar çok vesîkalardan hâtıra geleni bildirelim:
Bursa müzesi arşivinde [ya’nî
evrâk mahzeninde] ikiyüz sene öncesine âid bir mahkeme kaydında diyor ki,
Altıparmakdaki yehûdî mahallesi yanında bir arsaya müslimânlar câmi’ yapıyor.
Yehûdîler, arsa bizimdir, yapamazsınız diyerek, iş, mahkemeye düşüyor. Arsanın
yehûdîlere âid olduğu anlaşılarak, mahkeme, câmi’in yıkılmasına, arsanın
yehûdîlere verilmesine karâr veriyor. Adâlete bakınız!
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İyi huyları temâmlamak, iyi ahlâkı
dünyâya yaymak için gönderildim). Bir hadîs-i şerîfde, (Îmânı yüksek
olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır!) buyuruldu. Îmân bile, ahlâk ile
ölçülmekdedir! (İslâm ahlâkı) kitâbında, islâmın güzel ahlâkı yazılıdır.
İslâmiyyete
karşı olan câhiller, ahlâkla da hiç hücûm edemedikleri için, müslimân
yavrularını aldatmak, bu ma’sûmların îmânını çalmak için, (İngiliz üsûlü)
ile, ya’nî yalan ile, iftirâ ile, alçakca hücûm ediyorlar. Çok def’a, müslimân
şekline girip abdestsiz, guslsüz nemâz kılarak, câmi’ yapılırken para vererek,
müslimân görünüyorlar. Yalanlarına, hîle ve uydurmalarına inandırmağa
çalışıyorlar.
Kâfirlerin tuzaklarına
düşmemek için ne lâzım olduğunu Peygamberimiz bildiriyor: (Nerede ilm varsa,
orada müslimânlık vardır. Nerede ilm yoksa, orada kâfirlik vardır!)
buyuruyor. İşte burada da, ilmi emr etmekdedir.
O hâlde, kâfirlere
aldanmamak için dînimizi öğrenmekden başka çâre yokdur.
Dînimizi nereden
öğreneceğiz? Gençleri aldatmak için iftirâ ve yalanlarla hâzırlanan veyâ papas,
mason kitâblarından terceme edilmiş olan süslü yazılardan, radyolardan,
filmlerden, gazetelerden mi? Yoksa, para kazanmak için yanlış kitâbları, Kur’ân
tercemeleri yazan câhillerden mi? 1960 senesi Ramezân-ı şerîfinde de Moskova
radyosu, çok iğrenç, pek alçak yalanlarla, islâmiyyete küstâhca saldırdı. Düşman
filmleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hayâtını, islâm
târîhini, yanlış, iğrenç olarak gösteriyor, uydurma resmler yapıyorlar.
Müslimânlar, bu bozuk filmleri, doğru sanarak, seyr ediyor. Dinleri, îmânları
bozuluyor. Düşmanların radyosu, filmleri, mecmû’aları, böyle yaylım ateşine
devâm etmekdedir. Bu hücûmlardan korunmak için, dînimizi nereden öğrenelim!
Gözü ağrıyan kime baş vurur?
Çöpçüye mi, avukata mı, matematik öğretmenine mi, yoksa göz mütehassısı olan
doktora mı? Elbet, mütehassısa gidip, çâresini öğrenir. Dînini, îmânını
kurtarmak için çâre arayanın da, avukata, matematikçiye, gazeteye, sinemaya
değil, din mütehassısına baş vurması lâzımdır. Din mütehassısı nerede ve kim?
Beyrutda, Mısrda, Sûriyede, Irâkda arabca öğrenen tercümânlar mı? Hayır. Din
mütehassısları, şimdi toprak altında! Dünyâda bulmak çok güc!
Din âlimi olmak için,
edebiyyât ve fen üzerinde, fen ve edebiyyât fakültelerinden diploma almış
olanlar kadar bilgi sâhibi olmak, Kur’ân-ı kerîmi ve ma’nâlarını ezberden
bilmek, binlerle hadîs-i şerîfi ve ma’nâlarını ezber bilmek, islâmın yirmi ana
ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek, dört
mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilmlerde ictihâd derecesine yükselmek,
tesavvufun en yüksek derecesi olan (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye)
denilen kemâle yetişmiş olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din
adamı tanınanlar, mükemmel arabca bilenler, acabâ bu büyüklerin kitâblarını
okuyabilir ve anlıyabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydâna çıksa idi, kimse dîne
saldıramaz, hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı.
Eskiden medreselerde, câmi’lerde, zemânın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm
âlimleri fen bilgilerini öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultân Abdülmecîd zemânında,
mason Reşîd pâşanın, ingiliz sefîri ile berâber hâzırladığı ve 26 Şa’bân 1255
[m. 1839] da i’lân etdiği tanzîmât kanûnu, fen derslerinin medreselerde
okutulmasını yasakladı. Böylece, din adamlarının câhil olmalarına ilk adım
atıldı.
Hakîkî din âlimi, vaktîle
çok vardı. Bunlardan biri, imâm-ı Muhammed Gazâlîdir “rahmetullahi aleyh”. Din
bilgilerindeki derinliğine, ictihâdda derecesinin yüksekliğine, eserleri
şâhiddir. Bu eserleri okuyup anlıyabilen, onu tanır. Onu tanıyamıyan, kendi
kusûrunu Ona yüklemeğe yeltenir. Âlimi tanımak için, âlim olmak lâzımdır. O,
zemânının bütün fen bilgilerinde de, mütehassıs idi. Bağdâd Üniversitesinin
rektörü idi. O zemânın ikinci dili olan rumcayı iki senede öğrenmiş, eski Yunân
ve Roma felsefesini, fennini incelemiş, yanlışlarını, yüz karalarını
kitâblarında bildirmişdir. Dünyânın döndüğünü, maddenin yapısını, ay, güneş
tutulmasının hesâblarını, dahâ nice teknik ve sosyal bilgileri yazmışdır.
İslâm âlimlerinden biri de,
İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkîdir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Bunun din
bilgilerindeki derinliği ve ictihâd derecesinin yüksekliği, hele tesavvufdaki,
vilâyetdeki kemâli, aklın, idrâkin üstünde olduğunu, dinde söz sâhibi olanlar,
ittifakla söylediği gibi, Amerikada yeni çıkan kitâblar da, bu se’âdet güneşinin
ışıkları ile aydınlanmağa başlamışdır. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”,
zemânının fen bilgilerinde de mütehassıs idi. (Mektûbât)ın birinci
kısmının ikiyüzaltmışaltıncı mektûbunda, (Oğlum Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, bugünlerde, (Şerh-ı mevâkıf) kitâbını temâmladı.
Derslerinde, Yunân felsefecilerinin hatâlarını anladı) buyuruyor. Bu kitâb,
islâm medreselerinin, yüksek [Üniversite] kısmında son zemânlara kadar okutulan
bir fen kitâbıdır. Kâdî Adûd yazmış, seyyid şerîf Alî Cürcânî “rahmetullahi
teâlâ aleyhimâ” şerh etmişdir. Bin sahîfe kadar olup, o zemânın fen bilgilerini
anlatmakdadır. Kitâb, altı mevkıfe ayrılmış olup, her birinde mersadlar vardır.
Dördüncü mevkıf, birinci mersad üçüncü kısm, ikinci maksadda yer küresinin
yuvarlak olduğunu, altıncı maksadda da, batıdan doğuya doğru döndüğünü isbât
etmekde, atomu, maddenin çeşidli hâllerini, kuvvetleri ve psikolojik olayları
bildirmekdedir.
Avrupalılar, fen
bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini islâm kitâblarından aldı. Avrupalılar,
dünyâ tepsi gibi düz, etrâfı dıvar çevrili zan ederken, müslimânlar yer
küresinin yuvarlak olup döndüğünü buldular. (Şerh-i mevâkıf) ve (Ma’rifetnâme)
kitâbları, bunu uzun yazmakdadır. Mûsul ve Diyâr-ı Bekr arasındaki Sincâr
sahrâsında, meridyenin uzunluğunu ölçdüler ve bugünkü gibi buldular. 581 [m.
1185] de vefât eden Nûr-üd-dîn Batrûcî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Endülüs İslâm
Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayât) kitâbında bugünkü
astronomiyi yazmakdadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyânın döndüğünü müslimân
kitâblarından öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papaslar
tarafından muhâkeme edilip habs olundu. Tanzîmâta kadar medreselerde fen
dersleri okutuluyordu. Aydın din adamları yetişiyordu. Dünyâya önderlik
ediyorlardı. Fen dersleri kaldırılınca, keşfler, buluşlar da durdu. Batı, doğuyu
geçmeğe başladı.
Bugün, dînimizi, o büyük
âlimlerin kitâblarından okuyup, öğreneceğiz! Din bilgileri, Ehl-i sünnet
âlimlerinden veyâ bunların kitâblarından öğrenilir. Keşf ile, ilhâm ile, ilm
elde edilmez. Bunların kitâblarını okuyan, hem ilm öğrenir, hem de kalbleri
temizlenir.
İnsânların, sıhhatli, sağlam
ve râhat, neş’eli yaşamalarına ve âhıretde sonsuz se’âdete kavuşmalarına sebeb
olan fâideli şeylere (Ni’met) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu
için, kullarına lâzım olan bütün ni’metleri yaratdı. Bunlardan nasıl istifâde
edileceğini, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri ile gönderdiği kitâblarında
bildirdi. Bu bilgilere (Din) ve (Ahkâm-ı islâmiyye) denir.
Müslimân olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bu kitâblara uygun yaşarsa,
dünyâda râhat ve huzûr içinde olur. Meselâ, bir eczâhânede yüzlerce fâideli ilâc
vardır. Her ilâcın kutusunda târifnâmesi vardır. İlâcı, târifeye uygun kullanan,
fâidesini görür. Târifeye uymayan ilâcdan zarar görür. Kur’ân-ı kerîme uygun
yaşayan da ni’metlerden fâide görür.
Dünyâda ve âhıretde se’âdete
kavuşmak, râhat ve neşeli yaşamak için müslimân olmak lâzımdır. Îmânı olan ve
ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, ya’nî harâmlardan sakınıp ve ibâdetlerini yapan
kimseye, müslimân denir. Îmân, belli altı şeye ve bütün emr ve yasakların
hepsine inanmak demekdir. Allahü teâlâ hakîkî müslimândan râzı olur. Onu sever.
Hakîkî müslimân olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân
etmek ve ibâdetlerini doğru ve (İhlâs) ile yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ
doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyâda
feyzler, nûrlar vereceğini, âhıretde de (Sevâb), ya’nî iyilik vereceğini
va’d etdi. (İbâdet), emrleri yapmak, (Takvâ) harâmlardan, yasak
edilmiş olanlardan sakınmak demekdir. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl
yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır.
(İhlâs), gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün
ibâdetleri, meselâ hayrât ve hasenât yapmağı, müslimânları sevindirmeği, onları
sıkıntıdan kurtarmağı, zikri, istigfârı Allah rızâsı için yapmakdır. Mal, mevkı’,
hurmet, şöhret kazanmak için yapılan ibâdetde ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle
ibâdete sevâb verilmez. Günâh olur, azâb yapılır. Bid’at işliyenlerin, harâm
işliyenlerin ve böyle kimselerle ve kâfirlerle, mezhebsizlerle arkadaşlık,
komşuluk yapanların kalblerinde, ihlâs kalmaz. Zulmet, kara lekeler hâsıl olur.
İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” birinci cildin elli dokuzuncu mektûbunda
buyuruyor ki, (Bütün mü’minler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emr etdiği ve
beğendiği için yapmağa niyyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fekat
bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen
gelmesi lâzımdır. Ba’zı kimselerde, ibâdetlere başlarken yapılan niyyet, ihlâs,
zahmet çekerek, kendini zorlıyarak hâsıl oluyor ve kısa bir zemân devâm ediyor.
Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Devâmlı ihlâs sâhiblerine (Muhlas)
denir. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiblerine (Muhlis)
denir. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünki bunlarda,
nefslerinin arzûsu ve şeytânın vesvesesi kalmamışdır. Böyle ihlâs, insanın
kalbine ancak bir Velînin kalbinden gelir). İbâdete başlarken nefs ve şeytân ile
mücâdele ederek, devâmsız olan ihlâs elde edilebilince, böyle ihlâs ile yapılan
ibâdetler de, zemânla nefsi za’îfletir, devâmlı ihlâs elde etmeğe sebeb olur.
Fekat buna kavuşmak senelerce sürer.
Şimdi biliyoruz ki, ültra
viyole şuâ’lar, mikropları öldürüyor. Verem hastaları senatoryumlarda şuâ’
tedâvîsi ile ciğerlerini temizliyor. Ültra viyole ışınlar, ciğerleri temizlediği
gibi, kalb aynasını temizleyen, kalbi hastalıkdan kurtaran şuâ’lar da vardır. Bu
şuâ’lara (Nûr), (Feyz) denir. Kalbin hasta olması, nefse uyarak harâmları
beğenmesi, bunlara düşkün olması demekdir. Ültra viyole ışınlarını güneş
yayıyor. Nûrların saçıldığı kaynak ise, Evliyânın kalbleridir. Evliyânın
kalbleri, ondördüncü ay gibidir. Ay güneşden aldığı ışıkları saçıyor. Velîlerin
kalbi de, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güneş gibi nûr saçan
mubârek kalbinden saçılıp, kendilerine gelen nûrları cihâna yaymakdadır. Evliyâ,
öldü. Bugün bulunanın da nerede olduğu bilinmiyor. Fekat, insan ölünce, kalb ve
rûh ölmez. Hattâ, beden kafesinden kurtulduğu için, dahâ kuvvetli olur. Bugün,
her yerde, her odada elektro manyetik dalgalar var. Fekat, haberimiz olmuyor.
Bunları almak, duymak için, alıcı kuvvet, meselâ radyo lâzım. Her yerde nûr
şuâ’ları da vardır. Fekat, bunlardan da haberimiz yok. Bunları almak,
fâidelenmek için de, bir kuvvet, bir âlet lâzımdır. Bu alıcı kuvvet, yine
kalbdir. Kalbler, fosforessans hâssası olan madde gibidir. Aldığı nûrları,
karanlık kalblere saçarak, onları parlatır. Mü’min çok yaşayıp, ibâdetleri ve
takvâsı artdıkca, kalbinin alabileceği nûr mikdârı da artar. Fekat, bu nûrları,
feyzleri çabuk ve çok alabilmek için, bir Velîyi sevmek lâzımdır. Sohbetinde,
yanında bulunarak, onun sevgisini de kazanırsa, dahâ çok feyz alır.
Kalb,
göğsümüzün sol tarafındaki et parçası demek değildir. Ona yürek denir. Yürek,
hayvanda da bulunur. İnsana mahsûs olan kalbe (gönül) diyoruz. Kalb, bir
kuvvetdir, görünmez. Te’sîrleri ile, eserleri ile tanınır. Elektrik cereyânı da
görünmiyor. Ampulden geçdiği zemân, rezistans telini ısıtarak, ışık saçdırdığı
için, ampulde bulunduğunu anlıyoruz. Hâlbuki, elektrik madde değildir. Bir yer
kaplamaz. Kalb dediğimiz kuvvet de, madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek denilen
et parçasında eserleri göründüğü için, kalbin yeri yürekdir diyoruz.
[Kalb adalesi veyâ kapakları
bozuk olup ameliyyat ile düzeltilemiyen kimsenin yüreği çıkartılarak, ölüm
hâline gelmiş olan başkasının sağlam yüreği buna takılmakdadır. Kalb
takılanların birkaç günde öldüklerini işitiyoruz. Yaşıyacaklarını düşünürsek,
bunların gönül dediğimiz kalb latîfesi değişmemekde, kalbinde ve rûhunda bir
değişiklik olmamakdadır. Yürek veyâ başka bir organ takılan kimse gençleşmez.
Yaşı ilerlemesine devâm eder.]
Elektrik, bakır tel ile
iletiliyor. Radyo vericisi ile alıcısı, birbirine elektromanyetik titreşimlerle
bağlanıyor. Kalbleri birbirine bağlıyan bağın da, muhabbet olduğu (Mektûbât)ın
dördüncü cildinin yirmibirinci mektûbunda yazılıdır. Bir insan, bir Velîyi görüp
konuşarak veyâ kitâblarını okuyarak, onun islâmiyyete tâm bağlı olduğunu, deryâ
gibi ilm sâhibi olduğunu, güzel ahlâkını, herkese iyilik yapdığını anlayıp
sever. Resûlullahı çok sevdiği için, Onun izinde bulunanı da sever. Fekat, bu
güzel sıfatları sevmesi yetişmez. Bu sıfatların sâhibini iyi tanıyıp sevmesi
lâzımdır. Çünki, bu sıfatlar münâfıklarda, kâfirlerde, masonlarda da
görülebilir. Bunun için, mürşid olduğunu anlayıp, onu görmekden ve kendini
göremeyince, şeklini, sûretini kalbine, hayâline getirmekden zevk almak
lâzımdır. Bu hâle (Râbıta) yapmak denir. Ona her zemân râbıta yaparak,
görmüş gibi olur. His uzvlarına te’sîr eden herşey kalbe de te’sîr eder. Güzel
birşeyi görmek kalbe te’sîr etdiği gibi, o şeyi düşünmek de kalbe te’sîr eder.
Ya’nî, (Râbıta) yapmak, yanında bulunmak gibi olur. Ne kadar çok
sevişirlerse, o kadar çok feyz alır. Ubeydullah-ı Ahrâr, (Kalbi, mala, mülke ve
her çeşid dünyâ işlerine bağlamak suç olmuyor da, bir mü’mine bağlamak niçin suç
olsun?) buyurmuşdur.
Güneşin karşısına bir ayna
koyalım. Bu ayna karşısına, ikinci bir ayna, bunun karşısına da üçüncü bir ayna,
bunun karşısına dördüncü, böylece otuzuncu aynaya bakınca, güneş bu aynada
görünür. Çünki, her ayna birbirine güneşi göstermekdedir. Bunun gibi, Eshâb-ı
kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin kalbi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” mubârek kalbinden saçılan nûrların te’sîri ile, ayna gibi cilâlandı.
Çünki Onu, çok, pekçok seviyorlardı. Onun güzel ahlâkını, tatlı sözlerini ve
mu’cizelerini ve nûrlu yüzünü görerek, kendisine âşık olmuşlardı. Her işlerinde
Onun gibi olmağa çalışıyorlardı. Herbiri, canını, Onun bir işâreti ile fedâ
ediyordu. Onu iyi anlayıp, çok severek ve sohbetinde bulunarak, bol bol
aldıkları nûrları, kendilerine âşık olan, bağlanan genç kalblere yayıp, bunları
temizlediler. Bu nûrlar, bu kalblerden de, bunlara bağlanan başka gençlerin
kalbine geldi. Böylece, binüçyüz sene kadar, aynı nûrlar, Evliyânın kalbinden
saçılarak, her asrda, bu kalblere bağlanan kalbleri temizleyip ayna gibi
yapdılar. Ya’nî, kalb gözleri açıldı. Bu se’âdete kavuşan bahtiyârlara,
(Velî), (Evliyâ) denildi. Evliyânın büyüklerinden, zemânının kutbu, Mazher-i
Cân-ı Cânân buyuruyor ki, (Bütün kazanclarıma, mürşidlerimi çok sevmekle
kavuşdum. Se’âdetlerin anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmekdir). Alî
Râmîtenî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretleri buyurdu ki, (Allah
adamlarının kalbleri, Hakkın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da, o
nazardan nasîb erişir.)
Kalb,
hem nefse, hem his uzvlarına bağlıdır. His uzvları ne ile meşgûl olursa, kalb
ona bağlanır. İnsan güzel bir şeyi görünce, güzel bir ses duyunca, tatlı birşey
alınca, kalb bunlara bağlanır. Bu sevgi insanın elinde olmaz. İnsan güzel birşey
okuyunca, kalb, bunların ma’nâlarına, yazarına bağlanır. Güzel, tatlı demek,
kalbe güzel, tatlı gelen şey demekdir. İnsan, çok def’a hakîkî güzelliği
anlıyamaz. Nefse güzel gelen ile, kalbe güzel geleni birbiri ile karışdırır.
Kalb kuvvetli ise, hakîkî güzelliği anlayıp, onu sever, bağlanır. Âyet-i
kerîmeler, hadîs-i şerîfler, Evliyânın sözleri, düâ, tesbîh gibi kıymetli
şeyler, aslında güzeldir. Çok tatlıdır. Kalbin nefse bağlılığı azalınca ve
nefsin elinden kurtulunca, bunları okuduğu, duyduğu zemân, bunların güzelliğini
anlar ve bağlanır da, insanın haberi olmaz. Kur’ân-ı kerîm okuyunca veyâ
dinleyince, zikr yapınca, ibâdetleri yapınca, Allahü teâlâyı sever. Kalbi,
nefsin elinden, baskısından kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi uyandırıp
kuvvetlendirmek lâzımdır. Bu da, Resûlullaha uymakla olur. Muhammed
aleyhisselâma uyarak, kalbini nefsinin pençesinden kurtaran bir kimse, bir
Velîyi incelerse, onun Resûlullahın vârisi, Allahın sevgili kulu olduğunu anlar.
Allahü teâlâyı çok sevdiği için, Allahın sevdiğini de çok sever. Fekat,
sevebilmek kolay birşey değildir. Nefsin sevdiklerini, kalbin sevdiği hakîkî
güzellikler sanarak aldananlar çok olmuş, felâkete sürüklenmişlerdir.
Allahü
teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana (Sâlih) denir. Bu sevgiye
kavuşmuş olana (Ârif) veyâ (Velî) denir. Başkalarının da
kavuşmalarına vâsıta olana (Vesîle) ve (Mürşîd), bunların üçüne de
(Sâdık) denir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyetinde,
meâlen buyuruyor ki, (Onlara söyle! Eğer Allahı seviyorsanız, bana tâbi’
olunuz! Allah, bana tâbi’ olanları sever). Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti,
Onun Resûlüne tâbi’ olmakdır. Tâbi’ olmak, emrlerine ve yasaklarına uymak
demekdir. Onun emrlerine ve yasaklarına (İslâmiyyet) ve (Ahkâm-ı
islâmiyye) denir. Allahü teâlâyı seviyorum diyenin, islâmiyyete uyması
lâzımdır. İslâmiyyete uyan kimseye (Müslimân) denir. Allahü teâlâ,
müslimânların, birbirlerini sevmelerini emr etdi. Kâfirleri ve münâfıkları ve
mürtedleri sevmemeği emr etdi. Bunun için, (Hubb-i fillah), ya’nî Allahı
sevenleri sevmek ve (Bugd-ı fillah) ya’nî Allahü teâlânın düşmanlarını
sevmemek, îmânın şartı oldu. Müslimân olmıyana (Kâfir) denir.
Müslimânlıkdan ayrılıp, kâfir olana (Mürted) denir. Müslimân olmıyan,
fekat, müslimân görünen kâfire (Münâfık) denir. Bunların üçünü de
sevmemek, îmânın şartıdır. Tevbe sûresi, yüzyirminci âyetinde meâlen, (Ey
mü’minler! Dâimâ, her zemân, sâdıklar ile birlikde bulunun!) buyuruldu. Bu
âyet-i kerîme, berâber olmağı emr etmekdedir. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü
teâlânın, kalbime akıtdığı, doldurduğu feyzlerin, nûrların hepsini Ebû Bekrin
kalbine akıtdım!) buyuruyor. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, takvâsı ve
ibâdetleri herkesden çok olduğu için ve Resûlullahın büyüklüğünü ve Ona nazaran
kendinin hiç olduğunu herkesden çok anladığı ve Resûlullahın sevgisini herkesden
çok kazandığı için, feyzler, Ona başkalarına gelenden dahâ çok geldi ve gelen
feyzlerin hepsini aldı. Bunlardan ve benzerlerinden anlaşılıyor ki, dînimiz,
Evliyâ ile berâber bulunmağı, Resûlullahın yolunu bunlardan öğrenmeği
istemekdedir.
Eshâb-ı
kirâm ile Tâbi’în-i izâma (Selef-i sâlihîn) denir. Bunlardan sonra,
hicretin dörtyüz senesi sonuna kadar gelen Ehl-i sünnet âlimlerine, (Halef-i
sâdıkîn) denir. Halef-i sâdıkîn, îmân ve amel bilgilerinde ve kalb
ma’rifetlerinde, hep Selef-i sâlihîne tâbi’ olmuşlar, bunların yolundan hiç
ayrılmamışlardır. Dörtyüz senesinden sonra, mutlak müctehid kalmadığı gibi,
bindörtyüz senesinden sonra da, insân-ı kâmil görülemez oldu. İnsân-ı kâmil
olmıyan, Evliyâ ve müctehid olmıyan müceddidler “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”, kıyâmete kadar, yeryüzünde bulunacakdır. Bu müceddidler, müctehidlerin
kitâblarını her tarafa yayacaklar, unutulmuş olan hak yolunu, Ehl-i sünnet
bilgilerini insanlara bildireceklerdir. Dünyâya yayılmış olan, bid’at
sâhiblerinin ve sahte tarîkatcıların ve zındıkların, fen ve din yobazlarının,
yalanlarına, iftirâlarına cevâblar vereceklerdir. Bunların yazdıkları doğru
kitâbları bulup okuyanlar, dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşacaklardır.
Büyük islâm devleti olan
Gaznevî imperatorluğunun kurucusu, sultân Mahmûd-i Gaznevî, Ebül-Hasen-i
Harkânîye, (Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?) diye sordu. Cevâbında, (Bâyezîd,
öyle kâmil bir Velî idi ki, Onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın
râzı olduğu kimselerden olurdu) dedi. Sultân Mahmûd, bu cevâbı beğenmedi. (Ebû
Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi “sallallahü aleyhi
ve sellem” nice kerre gördüler. Bunlar hidâyete gelmedi de, Bâyezîdi görenlerin
hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? O, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve
sellem” dahâ yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan,
Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfrden kurtulamadı da, Bâyezîdi
görenler nasıl kurtulur?) dedi. Ebül-Hasen “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Ebû
Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini
“sallallahü aleyhi ve sellem” görmediler. Ebû Tâlibin yetîmi, Abdüllahın oğlu
Muhammedi “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüler. O gözle bakdılar. Eğer, Ebû
Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıkdan, küfrden
kurtulur, Onun gibi kemâle gelirlerdi). Meâl-i şerîfi, (Onların sana
bakdıklarını görürsün. Onlar, seni anlıyamıyorlar. Üstünlüğünü göremiyorlar)
olan A’râf sûresinin yüzdoksanyedinci [197] âyeti bu inceliği bildirmekdedir.
Sultân Mahmûd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” bu cevâbı çok beğendi. Din
büyüklerine olan sevgisi artdı.
Mevkı’i,
etiketi ne olursa olsun, dîne saldıranların, din câhili oldukları, islâmiyyetden
birşey bilmedikleri anlaşılır.
(Se’âdet-i Ebediyye)
kitâbını okuyarak
anlıyan bahtiyâr bir kimse, hem din bilgilerini öğrenir, hem de İmâm-ı Rabbânîyi
“rahmetullahi aleyh” tanıyarak, kalbi Ona meyl eder, bağlanır. Onun bütün
dünyâya saçdığı nûrları alıp, olgunlaşmağa, kemâle gelmeğe başlar da haberi
olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zemânla olgunlaşdığı,
tatlılaşdığı gibi yetişerek kâmil bir insan olur. Bu dünyâyı, hayâtı görüşünde
değişiklikler olduğunu his eder. Hâller, zevkler, tatlı rü’yâlar görmeğe başlar.
İmâm-ı Rabbânîyi, Evliyâyı, Eshâb-ı kirâmı ve Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve
sellem” rü’yâda görmeğe, uyanık iken rûhlarını insan şeklinde görmeğe, bunlarla
konuşmağa başlar. Nefsi de gafletden kurtulup, nemâzın tadını duymağa,
ibâdetlerden zevk almağa başlar. Günâhlardan, harâm olan şeylerden, kötü
huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder.
Cem’iyyete, millete fâideli olur. Se’âdet-i ebediyyeye kavuşur ve başkalarını da
kavuşdurur. Hanefî mezhebinin büyük âlimlerinden seyyid Şerîf Cürcânî
hazretleri, (Şerh-i mevâkıf) sonlarında ve (Şerh-ul-metâli’ hâşiyesi)
baş tarafında ve (Berîka)nın ikiyüzyetmişinci sahîfesinde buyurduğu
gibi, Evliyânın sûretleri, öldükden sonra da talebesine görünüp feyz verirler.
Fekat, bunları görebilmek ve rûhlarından feyz alabilmek kolay değildir. Ehl-i
sünnet i’tikâdını ve ahkâm-ı islâmiyyeyi, kitâblardan öğrenmek ve öğrendiklerine
uymak ve Evliyâyı sevmek, saygılı olmak lâzımdır. (Merec-ül-bahreyn)de
diyor ki: (Tesavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet idi. Bid’at sâhiblerinden
hiçbiri, Allahü teâlânın ma’rifetine yaklaşamamışdır. Vilâyet nûrları, bunların
kalblerine girmemişdir. Amelde ve i’tikâdda olan bid’atin zulmeti, vilâyet
nûrunun kalbe girmesine mâni’ olur. Kalb, bid’at pisliklerinden temizlenmedikce
ve Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süslenmedikce, hakîkat güneşinin ışıkları oraya
giremez. O kalb, yakîn nûru ile aydınlanamaz). (Mekâtîb-i şerîfe)de
altmışdokuzuncu mektûba bakınız!
(İrşâd-üt-tâlibîn)de
diyor ki, (Büyük âlim vefât edince, feyz vermesi kesilmez. Hattâ artar. Fekat [kalb
hastalıklarına şifâ olan bakışları ve sözleri devâm etmediği için] bir insanın
meyyit ile olan bağlılığı, diri ile olan gibi olamaz. Bunun için, (Üveysî)
olmak, ya’nî meyyitin rûhâniyyetinden feyz almak az olur. Fenâ ve Bekâya
yükselen dirilerin meyyit ile irtibâtları, diri iken olduğu kadar değil ise de,
çok olur ve bunlar meyyitden çok feyz alırlar. Fekat, diri iken dahâ fazla
alırlar. Çünki diriler, yanındakilerin ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmalarını sağlar.
Bütün hâlleri ve sözleri ile kalblerine te’sîr ederek, muhabbetin artmasına,
böylece dahâ çok feyz almalarına sebeb olurlar). Görülüyor ki, bir Mürşid aramak
lâzımdır. Sâdık ve temiz bir müslimân, Evliyâ diri iken de, kabrde iken de,
rûhlarından feyz alır ise de, diri olan Evliyâ, bunun yapması lâzım olan
vazîfeleri söyler. Hatâlarını düzeltir. Böylece, feyz alması kolaylaşır ve çok
olur. Ölüler ise birşey söyliyemez. Yol gösteremez. Kusûrlarını bildiremez. Feyz
alması azalır veyâ durur. İlhâm ve rü’yâ ile meyyitden ders almak da olamaz.
Çünki, ilhâmlara ve rü’yâlara, vehm, hayâl ve şeytân karışabilir. Karışmamış
olanları da, te’vîlli, ta’bîrli olabilir. Doğruları, iğrilerinden ayırd
edilemez. Kazanç pek kıymetli ise de, zarâr da, o derece tehlükelidir. Böyle
olmakla berâber, hakîkî âlim bulunmadığı zemânlarda, mürşid geçinen câhillere
aldanmayıp, mevtâların rûhlarından feyz almağa çalışmalıdır. Buna kavuşmak için,
Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak ve ahkâm-ı islâmiyyeye uymak ve hakîkî âlimlerin
kitâblarını okumak ve okuyan ile sohbet etmek şartdır. Küçük çocuk, en çok
anasını sever ve ona sığınır. Aklı başına gelince, babasına dahâ çok güvenir,
buna sığınır ve bundan fâidelenir. Mektebe veyâ san’ata başlayınca, hocasına,
ustasına sarılır. Bunlardan fâidelenir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Rûhun
kazançları da, bunun gibi, önce ana, baba ve âlim, sonra Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” vâsıtası ile alınıyor.
Süâl: Hicrî
ondördüncü asrın yarısından sonra, dünyânın hiçbir yerinde Velî görülemediğine
göre, eski Velîlerin sözlerini okuyup, onları tanıyarak, kalbimizi, kalblerine
bağlayacağımıza, niçin doğruca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
efendimizin kalbine bağlamıyor, Onun kuvvetli olan nûrunu almıyoruz. Ona intisâb,
ya’nî bağlanmak, ya’nî inanmak ve sevmek, zâten îmânın şartı değil midir?
Cevâb: Doğruca
Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, vefâtından sonra da, mubârek
rûhuna bağlanmak, elbet dahâ fâideli, hattâ lâzım ve vâcibdir. (Mekâtîb-i
şerîfe)nin seksenbirinci mektûbunda diyor ki, (Evliyâyı bir gözlük olarak
düşünüp, Resûlullaha ve Allahü teâlâya bu gözlük ile bakmalıdır.) Bir Velîyi
veyâ kitâblarını bulup, bunu tanımak, buna râbıta yapmak, Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek rûhuna bağlanmak içindir. Bir
insânın hiç görmediği kimsenin şeklini, sûretini, yalnız işitmekle, okumakla
öğrenerek, hayâline getirmesi çok zordur. Onun kendisi değil, başkası
görünebilir. Bunun için, Resûlullaha râbıta yapılmaz. Çünki, başkasının
Resûlullah olduğuna inanmak küfr olur. Evliyâyı düşünmekde, bu tehlüke yokdur.
Bir Velîyi düşünen, gönül gözü ile, onun mubârek kalbine bakmış olur. Orada
Resûlullahın mubârek kalbini görür. Böylece, Resûlullaha bağlanmış olur. Bizim
gibi câhillerin, gâfillerin, Resûlullahı düşünmemiz ancak böyle olur. Bu sûret
ile, Ondan feyz aldıkdan sonra, doğruca kendisine bağlanmak ve Evliyânın
kabrlerinden, rûhlarından feyz almak, mümkin ve kolay olur. Resûlullaha
bağlanarak feyz alan kimse, Onu çok sever. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”
(Eyyühel-veled) kitâbının sonunda buyuruyor ki, (Her müslimân, terbiye edici
bir üstâda muhtâcdır. Üstâd onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır.
Bunların yerine iyi huyları yerleşdirir. Terbiye etmek, çiftcinin tarladaki
dikenleri, zararlı otları temizliyerek ekdiği tohumların kuvvetli, iyi olmasına
çalışması gibidir. Allahü teâlâ, kullarına doğru yolu göstermek için, Peygamber
“sallallahü aleyhi ve sellem” gönderdi. Peygamber vefât edince, Ona vekîl olarak
Evliyâyı yaratdı. Velînin alâmeti şunlardır: ..........) Bu kitâbın arabî olan
aslı ile türkçe ve fransızca tercemeleri Hakîkat Kitâbevi tarafından
basdırılmışdır. Velî, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iyi
tanıdığı ve bağlandığı için, Onun mubârek kalbinden feyz almakda ve bu feyzler,
bunun kalbinden, kendisine bağlananların kalblerine akmakdadır. [Feyz gelen
kalbler temizlenir. Ahlâkı güzel olur.] İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”
ikiyüzaltmışıncı mektûbda diyor ki, (Velînin kalbindeki feyzler, nûrlar, güneşin
ziyâsı gibi, her yere yayılmakdadır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan ve Onu seven
müslimânların kalblerine akar. Onların bu feyzleri aldıklarından haberleri
olmaz. Kalblerinin temizlendiğini anlarlar. Karpuzun güneş karşısında
olgunlaşdığı gibi, kemâle gelirler. Eshâb-ı kirâm “rıdvanullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinde, böyle
kemâle geldiler. Müslimânın feyz almasına mâni’ olan en zararlı şey, bid’at
sâhibi olmasıdır.) Altmışbirinci mektûbda diyor ki, (İnsanda Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmak arzûsunu yok eden en zararlı şey, yalancı, câhil
tarîkatcılardır. Bunların kitâbları, sözleri, kalbleri karartır. Bunların
tuzaklarına düşen kimse, sahte, câhil doktora giden hastaya benzer.) Hakîkî
Velîyi, yalancı sahte şeyhden ayıran en açık alâmet, hakîkî Velînin vera’ ve
takvâ sâhibi olmasıdır. (Takvâ), Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun olarak
îmân edip, harâmlardan sakınmak demekdir. Şübheli olan şeylerden de sakınmağa
(Vera’) denir. Ehl-i sünnet âlimleri, vera’ ve takvâ sâhibleri idi. Muhammed
Ma’sûm “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)ının ikinci cildinin 112. ci
mektûbundaki hadîs-i şerîfde, (Vera’ sâhibi ile birlikde oturmak ibâdetdir)
buyuruldu. Böyle islâm âlimleri küfre sebeb olan şeyleri ve harâmları ve
şübheli olanları bildiren çok kitâb yazdılar. İbni Nüceym-i Mısrînin
“rahmetullahi aleyh” (El-kebâir) kitâbı meşhûrdur. Türkçe tercemesi ile
birlikde, 1304 de İstanbulda basdırılmışdır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsînin
“rahmetullahi aleyh” (Küfr ve kebâir) risâlesinde, üçyüzüç büyük günâh
ile yüzonbir küfre sebeb olan şey yazılıdır.
Resûlullahdan
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen din bilgileri, ikiye ayrılır: Beden
bilgileri ve kalb bilgileri. Beden bilgilerini, ya’nî kalb ile inanılması ve
yapılması ve beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan îmân ve ibâdet
bilgilerinin hepsini Eshâbının hepsine teblîg etmek, öğretmek vazîfesi idi.
Bunları bizzât ve bilvâsıta bildirdi. Ma’rifet ve tesavvuf denilen kalb
bilgileri ise, güneş şuâ’ları gibi, mubârek kalbinden her ân etrâfa yayılıyordu.
Bunlara (Nûr) ve (Feyz) denir. Her Sahâbî, kendi kalbine gelen
feyzlerden [akanlardan] kendi isti’dâdı, kâbiliyyeti kadarının hepsine hemen
kavuşdu. Resûlullaha muhabbetleri pekçok olduğu için, yayılan nûrlardan
isti’dâdları kadarına hemen kavuşdular. Kavuşdukları nûrlar, ihlâslarının çabuk
ve çok artmasına sebeb oldu. Birinci kısm, 46. cı maddenin sonuna bakınız! Beden
bilgileri (Edille-i şer’ıyye) denilen dört kaynakdan öğrenilmiş, fıkh
kitâbları vâsıtası ile bizlere gelmişdir. Resûlullaha uymak istiyenlerin, fıkh
kitâblarının bildirdiği ve mürşid-i kâmilin söylediği gibi ibâdet etmeleri
lâzımdır. Kalb bilgileri ise, bizlere Evliyânın kalbleri vâsıtası ile gelmişdir.
Resûlullahın mubârek kalbinden bu bilgileri almak istiyenin, bir Velînin yanında
bulunarak, bunun kalbinden alması lâzımdır. Velî, insanın kalbi ile,
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbi arasında, bir
vâsıtadır, yoldur. Kalb bilgilerine, tesavvuf kitâblarını okumakla kavuşulamaz.
Bu bilgileri sunan menba’, âriflerin kalbleridir. Böyle olduğu, (Semerât-ül-füâd)
kitâbının sonunda da yazılıdır. Her Sahâbî de, Resûlullahdan aldıkları, beden ve
kalb bilgilerini, istiyen müslimânlara bildirdiler. Dahâ sonra gelen müslimânlar
da, beden bilgilerini fıkh kitâblarından, kalb bilgilerini, Evliyânın
kalblerinden aldılar. (Ben, beden bilgilerini, doğruca Resûlullahın sözlerinden,
ya’nî hadîs-i şerîflerden öğreneceğim) diyenler, hadîs-i şerîfleri yanlış
anlıyarak, nefsin ve şeytânın tuzaklarına düşdükleri gibi, (Ben kalb bilgilerini
doğruca Resûlullahın kalbinden alacağım) diyenler de, nefsin ve şeytânın
tuzaklarına düşmüşlerdir. Beden bilgilerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin
sözlerinden veyâ kitâblarından, kalb bilgilerinin de, bu âlimlerin, hayâtda
olanlarının kalblerinden, vefâtlarından sonra da, rûhlarından alınması lâzımdır.
Bu bilgilerin mütehassısları, ya’nî Müctehidler ve Velîler, böyle
söylemişlerdir. (Künûz-üd-dekâık)da yazılı olan, (Talebesi arasında
âlim, Eshâbı arasındaki Peygamber gibidir), (Âlimin talebesinden üstünlüğü,
Peygamberin ümmetinden üstünlüğü gibidir), (Herşeyin bir kaynağı vardır.
Takvânın menba’ı âriflerin kalbleridir), (Fıkh dersinde bulunmak, bir sene
ibâdet yapmakdan dahâ iyidir), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir) hadîs-i
şerîfleri, yukarıdaki yazımızın vesîkasıdır. Allahü teâlâ, islâm dîninin
kıyâmete kadar devâm edeceğini va’d etdi. Beden bilgilerini muhâfaza için
Osmânlı devletini, kalb bilgilerini muhâfaza için Evliyâyı yaratdı. İslâmın en
büyük düşmanı olan ingiliz devleti asrlarca çalışarak, bu iki muhâfızı yok etdi.
Allahü teâlâ, yeni muhâfızlar yaratmakda, islâmiyyet devâm etmekdedir.
Şunu da bildirelim ki,
kalbin, rûhun hastalığı, herkesde başkadır ve herkesin (İdiosynkrasie=Überempfindlichkeit
gegen bestimmte Reize) denilen hassâsiyyeti, isti’dâdı ayrıdır. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” yalnız kalbin hastalıklarını ve tedâvîsini
bildirmekle kalmamış, ferdlere, âilelere, cem’iyyetlere, harblere, mîrâs
hesâblarına, ya’nî her çeşid dünyâ ve âhıret işlerine âid yüzbinlerle bilgiyi
söylemişdir. Kendi hastalığını ve kalbinin ilâcını bilmiyen bizim gibi
câhillerin, bu hadîs-i şerîflerden kendine uygun olanları seçip alması imkânsız
gibidir. İkinci cild, 54.MEKTÛBda diyor ki, (Şimdi hadîsler unutuldu.
Bid’atler yayıldı. Doğru ve iğri kitâblar birbirine karışdı.) Evliyâ, kalb, rûh
mütehassısları olup, herkesin bünyesine ve hastalığına ve zemânının zulmetine ve
fesâdına uygun rûh ilâclarını, hadîs-i şerîflerden seçerek söylemişler ve
yazmışlardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dünyâ eczâhânesine
yüzbinlerce ilâc hâzırlayan baş tabîb olup, Evliyâ da, bu hâzır ilâcları,
hastaların derdlerine göre dağıtan, emrindeki yardımcı tabîbler gibidir.
Yüzondokuzuncu mektûba bakınız! Hastalığımızı bilemediğimiz, ilâcları
tanımadığımız için, yüzbinlerce hadîs içinden, kendimize ilâc aramağa kalkarsak,
(Allergie) aks-i te’sîr hâsıl olarak, câhilliğimizin cezâsını çeker, fâide
yerine zarâr görürüz. İşte bunun için, hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi
kendi anladığına göre tefsîr eden kâfir olur) buyuruldu. Mezhebsizler, bu
inceliği anlıyamadıkları için, (Herkes Kur’ân ve hadîs okumalı, dînini bunlardan
kendi anlamalı, mezheb kitâblarını okumamalıdır) diyerek, Ehl-i sünnet
âlimlerinin kitâblarının okunmasını yasak ediyorlar. Bütün müslimânları felâkete
sürükliyorlar. Fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbı, mezhebsizlerin bu
iftirâlarına, çok güzel cevâb vermekdedir. İmâm-ı Rabbânî de, ikinci cildin, 97.
ci mektûbunda, cevâb vermekdedir.
Sonsöz olarak, yine
bildireyim ki, Velî demek, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmuş olan,
Ehl-i sünnet âlimi demekdir. (Ehl-i sünnet) demek, Kur’ân-ı kerîmin ve
hadîs-i şerîflerin gösterdiği yol demekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yolu Eshâb-ı
kirâmdan öğrendiler. Kendi anladıklarına değil, Eshâb-ı kirâmdan işitdiklerine
sarıldılar. Ehl-i sünnetden ayrılmak, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin
doğru yolundan ayrılmak olur. Ehl-i sünnetden ayrılanlar arasında, Kur’ân-ı
kerîmdeki ve mütevâtir olan hadîs-i şerîflerdeki şübheli delîlleri yanlış te’vîl
edenler, kâfir olmazlar ise de, bid’at sâhibi oluyorlar. Bu delîllerden
çıkardıkları yanlış ve bozuk bilgilere, (Kur’ân yolu), (Eshâb yolu) diyerek,
ahmakları, câhilleri aldatıyorlar.
Allahü
teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için, ihlâs, kalb-i selîm sâhibi olmak
lâzımdır. Kalb de, ancak Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmak, Onu
sevmek ve Ona tâbi’ olmakla temizlenir. Bunun için, birinci yol, hayâtda olan
bir Velîyi tanıyıp, Onun sözlerinden, kitâblarından Ehl-i sünnet i’tikâdını,
ahkâm-ı islâmiyyeyi ve tesavvufun edeblerini öğrenmek ve bunlara uymak şartı
ile, Ona (Râbıta) yapmak, ya’nî kalbini Onun kalbine bağlamakdır. Bir
Velî, kendi üstâdlarından almış olduğu yazılı vesîkadan ve bütün sözlerinin,
hareketlerinin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olmasından anlaşılır. Böyle bir Velî
görülemediği zemân, herhangi bir Velîye râbıta yapan Onun (Üveysî)si
olur. Birinci cildde ikiyüzseksenaltıncı ve ikinci cildde seksendokuzuncu
mektûbda diyor ki, (Bir Ârifin sohbetine kavuşamıyana, büyüklerin rûhlarından
feyz almak nasîb olur. Allahü teâlâ onun ilerlemesi için, bunların rûhlarını
vâsıta yapar.) Ârifler, Velîler, birinci kısmın kırkaltıncı maddesinin sonunda
bildirdiğimiz hadîs-i kudsîde, Allahü teâlânın va’d etdiği müjdeye kavuşdukları
için, öldükden sonra da, tâliblere feyz verirler. İkinci kısmda, ellidördüncü
maddeye bakınız! Ve ikiyüzdoksanbirinci mektûba da bakınız! Vefât etmiş olan
Velînin rûhundan nasıl feyz alınacağı, ikinci kısmın, onyedinci maddesinde
bildirildi. Muhammed Masûm-i Fârûkî “rahmetullahi aleyh” üçüncü cildin
yüzkırkikinci mektûbunda buyuruyor ki, (İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” kabr-i
şerîfini ziyâret niyyeti ile Serhend şehrine gelmeniz çok iyi olur. Buradaki
feyzlere ve bereketlere kavuşursunuz. Medîne-i münevveredeki menba’dan buraya
gelen nûrlardan ve esrârdan istifâde edersiniz. Hindistândaki küfr ve isyân
zulmetleri, kalbleri karartmakda, rûhları hasta yapmakda ise de, rûhlara hayât
veren ve kalbleri temizliyen şifâlı su, karanlık ormanlarda bulunduğu gibi,
bugün Serhend şehri, Medîne-i münevveredeki kaynakdan [Evliyânın mubârek
kalbleri vâsıtası ile] gelen feyzlerin, nûrların yayıldığı yerdir. Burasını
Hindistânın küfr, zulm yerleri gibi sanmayınız. Burası, [insanı Allahü teâlânın
rızâsına, sevgisine kavuşduran] vilâyet yolunun kapısıdır. Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden gelen envâr ve esrâr,
buradan fışkırmakdadır. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak istiyenler, inanarak
bu mezârı ziyâret ediyor, sevgileri nisbetinde, bu feyzlere, bereketlere
kavuşuyorlar. Bu mubârek makâmda bulunanların çoğu, inanmadıkları, kıymetini
bilmedikleri için, bu ni’metden mahrûmdurlar. Misk bulunan odaya giren, güzel
kokuyu duyar. Miski, nezle hastasının burnuna soksan, kokusunu duyamaz.)
Bunların, Eşrefzâde Abdüllah Rûmînin, (Müzekkin-nüfûs) kitâbının sonunda
da yazılı olduğu, arabî (Tuhfet-ül-uşşak)da bildirilmekdedir. (Tuhfe),
(El-münkız) sonunda basılmışdır. Sohbetde feyzler, ma’rifetler bol bol
alındığı hâlde, Üveysîler damla damla alabilir. Fekat bunun tek damlası, bütün
dünyâ kazançlarından dahâ kıymetli ve pek lezzetlidir. Kabrini ziyâret etmek,
damlaların artmasına, mezhebsizlerin, sapıkların ve sahte, yalancı şeyhlerin
tuzaklarına düşmek de, büsbütün kesilmesine sebeb olur. Kalblerin, rûhların
arasındaki bağ, inanmak, sevmek ve istemekdir.
Bir müslimân, bir Velînin
sohbetine kavuşursa veyâ hep onu düşünürse, ya’nî onun sûretini, yüzünü hayâline
getirirse, yâhud hayâtını, sözlerini öğrenip, severek, ağlayarak düşünürse, onun
kalbindeki feyzler, ma’rifetler, bunun kalbine akar. Yalnız uzakdan düşünerek
yetişmiş, Velî olmuş mes’ûd, bahtiyâr zatlar çok vardı. Bu kazançlarını ve
kavuşdukları yüksek dereceleri, kitâblarında bildirmişlerdir. Allahü teâlânın bu
merhameti, bu ihsânı, kıyâmete kadar devâm edecekdir.
Bir kimseyi seviyorum
deyince, ona karşı sûrî, mecâzî muhabbeti olduğu anlaşılır. Câhil ve bid’at
sâhibi ve sâlih ve sâdık her müslimân, Resûlullahı böyle sevmekdedir. Müslimân
olmak için de, bu kadar muhabbet kâfîdir. Feyz getiren hakîkî sevginin hâsıl
olması için, onun sözlerini, işlerini, hâllerini ve ahlâkını öğrenmesi ve
bunları sevmesi lâzımdır. Sevilene itâ’at edilir. Herşeyde ona tâbi’ olunur.
Hakîkî sevgi pekçok olursa, sevdiğinden başka herşeyi unutur. Bu unutmağa
(Fenâ-yi kalb) denir. Hattâ kendini de unutur. Kendini de unutmağa (Fenâ-yı
nefs) denir. (Mekâtîb-i şerîfe)nin doksanıncı mektûbunda diyor ki,
(Fenâ-yi kalb hâsıl olunca, kalbde hatara [mahlûkların düşüncesi] kalmaz. Fekat
dimâgdan gitmezler. Fenâ-yi nefs olunca, dimâgdan da giderler. Bu yazımızı
tesavvuf ehli anlar. Liselerde, üniversitelerde okumakla öğrenilmez.) Böylece,
(Fenâ) hâsıl olunca, ya’nî bir Ârif böyle çok sevilince, onun kalbine
Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelmiş olan feyzler, ilâhî
ma’rifetler, nûrlar, sevenin kalbine akarak, hakîkî ihlâsa kavuşur. Böylece
hakîkî ibâdet yapmak nasîb olarak, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur.
Bundan sonra (Fenâ fir-Resûl) hâsıl olur. Ya’nî Resûlullahı “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hakîkî muhabbet ile severek, feyzleri doğruca Onun
mubârek kalbinden alır. Artık, vesîleye ihtiyâc kalmaz.
Dünyâ ve âhıret se’âdetine
kavuşmak için biricik yol, müslimân olmakdır. Müslimân olmak için, Allahü
teâlânın var olduğuna, bir olduğuna, herşeyi gördüğüne, bildiğine, herşeyi Onun
yapdığına [yaratdığına] ve Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna ve
öldükden sonra, Cennet denilen yerde sonsuz ni’metler, tatlı hayât olduğuna ve
Cehennem denilen yerde sonsuz olarak ateşde yanmak olduğuna ve müslimân olanın
Cennete gideceğine, müslimân olmıyanın, ya’nî işitdikden sonra inanmayanın,
inkâr edenin, Cehennemde sonsuz olarak yanacağına inanmak lâzımdır. Dünyâ
nüfûsunun yüzde doksandan fazlası, ya’nî bütün hıristiyanlar, bütün yehûdîler,
Avrupadaki, Amerikadaki bütün siyâset ve devlet adamları, bütün fen adamları,
kumandanlar, berehmenler, budistler, ateşe, putlara tapanlar, öldükden sonra
tekrâr dirileceğimize, Cehennemde sonsuz azâb olduğuna inanıyor. İnanmamak,
dünyâdaki bütün ilm, fen ve siyâset adamlarına uymamak olur. Böyle kimse tam
gerici ve ahmakdır. İnanmak yalnız laf ile olmaz. Kalb ile olur. Kalbde îmân
bulunduğunun iki alâmeti vardır: Söz ve iş.
İslâm dîninden, islâmın
güzel ahlâkından ve insan haklarından haberi olmıyan ba’zı câhilleri, ahmakları
işitiyoruz. Gündüzleri spor sâhalarında, plajlarda, geceleri de eğlence
yerlerinde, kızlarla, oğlanlarla, zevk, safâ, fuhş içinde, çalgı, oyun, kumar,
içki ile ömrlerini ziyân ediyorlar. Zevkleri için lâzım olan parayı, hak, hukuk,
kanûn tanımadan topluyorlar. Bu taşkınlıkları, hîleleri, azgınlıkları ile hem
kendilerine, hem de cem’iyyete, insanlara, canlara, ırzlara zarâr veriyorlar.
Dinsizliğe, îmânsızlığa (ilericilik), (aydın gençlik) diyorlar. Aklı olan böyle
yaşar diyorlar. Böyle yapmakla Avrupalılara, Amerikalılara benziyoruz diyerek
övünüyorlar. Dîni, îmânı, temiz ahlâkı olan, herkesin hakkını tanıyan, doğru,
nâmûslu müslimânlara, gerici, yobaz diyorlar. Böylece kendilerini avutuyorlar.
Bütün Avrupalılar, Amerikalılar, dinlerine bağlı oldukları için, aklsız da,
yalnız bunlar mı akllı? Felâket yolunda olduklarını, birkaç senelik zevk için,
sonsuz azâblara sürüklendiklerini anlıyamıyorlar. Târîhden de ibret almıyorlar.
Hâlbuki islâmiyyet, dünyâ zevklerinden hiçbirini yasak etmemişdir. Bunların,
hayvanlar gibi, açıkca, azgınca, zararlı olarak yapılmasını men’ etmişdir.
Bunların tuzaklarına düşenlere, ancak acınır! Dünyâ zevklerine düşkün, gâfil,
can yakan ve başkasının malına, nâmûsuna saldıranlar islâm dînini gençlerden
saklıyorlar ise de, aklı olan bir insanın, fen, biyoloji ve astronomi
bilgilerini öğrenince, dinleri inceliyerek, akla, ilme uygun olan islâm dînini
seçmesi îcâb eder. Bunu başaramıyanın da, bütün dünyânın inandığı, Cehennemde
sonsuz yanmak tehlükesi karşısında, korkarak, titriyerek hemen müslimân olması
lâzımdır. Yine inanmazsa, akla uymamış olur.
Hulâsa, dünyâ ve âhıret
se’âdetlerinin başı, en iyisi, Allahü teâlânın rızâsına, sevmesine kavuşmakdır.
Allahü teâlâya yakın olmak, Onun sevmesine kavuşmak demekdir. Bu se’âdete
kavuşana (Velî) ve (Ârif) denir. Velî olmak için, farzları yapmak
lâzımdır. Farzlar, sıra ile, evvelâ Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi
îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak, farz olan ibâdetleri yapmak ve sâlih
olan mü’minleri sevmekdir. İhlâs ile yapılmıyan ibâdetin fâidesi olmaz, sevâbı
olmaz. (İhlâs), herşeyi yalnız Allah rızâsı için yapmakdır. İhlâs, Allahü
teâlâdan başka hiçbir şeyi sevmemekle, yalnız Onu sevmekle, kendiliğinden hâsıl
olur. Kalbin yalnız Onu sevmesine (Kalbin tasfiyesi), (Kalbin itmînânı)
veyâ (Fenâ fillah) denir. Kalbin itmînâna kavuşması, ancak Onu çok
hâtırlamakla, büyüklüğünü, ni’metlerini düşünmekle olacağını, Ra’d sûresinin
yirmisekizinci âyeti bildirmekdedir. İnsanda, akl, kalb ve nefs denilen üç
kuvvet vardır. Aklın ve nefsin yeri dimâgdır. Kalbin yeri yürekdir. Akl, mekteb
dersleri, san’at hesâbları, mâl sâhibi olmak, âhireti kazanmak yolları gibi
şeyleri düşünür. İsterse düşünür. İstemezse düşünmez. Aklın bu düşünceleri ve
insanın bunlara kavuşmak için çalışması câizdir. Hattâ, çok sevâb olur. Bunların
kalbe sirâyet etmeleri zararlıdır. Nefs dâimâ harâmları, zararlı şeyleri yapmağı
düşünür. Kalbin kendinde hiç düşünce yokdur. Ona, aklın ve nefsin ve his
uzvlarından dimâga ve dimâgdan kalbe ulaşan harâm şeylerin düşünceleri gelerek
hasta yapar. Kalbi bu hataralardan kurtarmak güçdür. Bu düşüncelerden
kurtulursa, Allahü teâlâyı hâtırlar, düşünür. Ya’nî kalb, hiç düşüncesiz kalmaz.
Kalbin hataralardan kurtulması Allahü teâlânın ismini çok söylemekle veyâ bir
Velîyi severek görmek ile olur. Bir Velî bulamazsa, ismini işitdiği bir Velînin
hayâtını okuyup öğrenir. Onu çok sever. Hep onu düşünür. Bir Velîyi görmek,
Allahü teâlâyı hâtırlamağa sebeb olacağı, (Onlar görüldükleri zemân, Allahü
teâlâ zikr edilmiş olur) hadîs-i şerîfi ile bildirilmişdir. Bu hadîs-i
şerîf, (İrşâd-üt-tâlibîn), (İbni Mâce), (Ezkâr) ve Abdülhakîm efendinin
(Râbıta-i şerîfe)sinde ve Dost Muhammed Kandihârînin onbirinci mektûbunda
vardır. Bir insan, kendisine islâmiyyeti doğru olarak öğreten, kendisini dünyâ
ve âhıretde felâketlerden kurtaran, ebedî se’âdete kavuşduran vesîleyi görerek
veyâ kitâblarından tanıyarak, onu cânı gibi sever. Onu görünce, göremezse,
severek düşündükce, Resûlullahdan ona gelen feyzler bunun kalbine de akar.
(Makâmât-i Mazheriyye), 74. cü sahîfesinde diyor ki, (Mükerrem hân öleceği
zemân, başına Ubeydüllah-ı Ahrârın takkesini koydular. Onu alın! Yerine
üstâdımın külâhını geçirin! Çünki, beni se’âdetlere kavuşduran odur, dedi).
Düşünülen şeklin, Velînin tam kendisi olması şart değildir. Hergün, sabâh ve
akşam gözleri kapatıp, beş-on dakîka aynı sûret düşünülürse, bir müddet sonra,
bu Velînin rûhu, o sûretde görünerek, rü’yâda olduğu gibi, konuşmağa başlar.
İhsânlarda bulunur. İkinci kısmın 17. ci maddesinde bildirdiğimiz hadîs-i
kudsîden anlaşılıyor ki, bir müslimân, sohbetlerinde bulunarak veyâ kitâblardan
okuyarak, tanıdığı ve sevdiği, uzakda veyâ kabrde bulunan bir Velîyi, ismi ile
çağırır ve yalvarırsa, Allahü teâlâ, o Velîye işitdirir. Velî de, ona imdâd
eder. Bir Velî, olmuş veyâ ilerde olacak birşeyi öğrenmek isterse, Allahü teâlâ,
ona bildirir. Allahü teâlânın, Velîlere olan, bunlar gibi ihsânlarına,
ikrâmlarına (Kerâmet) denir. Bedreddîn-i Serhendî, (Hadarât-ül-kuds)
kitâbında, imâm-ı Rabbânînin kerâmetlerinden binlerce gördüğünü ve
işitdiğini yazıyor ve bunlardan yüzden fazlasını bildiriyor. Kalb fânî olunca,
ya’nî hiçbirşeyi hâtırlamayınca, aklın, fikrin ve hâfızanın da dünyâ işlerini
unutması îcâb etmez. Kalb, fânî iken de, bütün organlara, akla, fikre, hâfızaya,
her nev’ dünyâ işlerini yapdırır, başka insanlar gibi dünyâ işlerine de çalışır.
Bütün insanlık vazîfesini, her iyiliği Allah rızâsı için yapar. Bütün yapdıkları
ibâdet olur. Birinci kısmda, 46. cı madde sonuna bakınız!
|