| 
 
47 
- 
İKİNCİ CİLD - 44.MEKTÛB  
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Bu mektûb, hâce Muhammed 
Mü’minin oğlu Muhammed Sâdıka yazılmış olup, vahdet-i vücûd 
[panteizm]ü bildirmekdedir: 
Allahü teâlâya hamd ederim. 
Onun beğendiği, seçdiği kullarına selâmet vermesini düâ ederim! Soruyorsunuz ki, 
tesavvufcular, vahdet-i vücûd söylüyor. Âlimler ise, bu söze küfr ve zındıklık 
diyor. Hâlbuki, her iki taraf da Ehl-i sünnetdir. Siz bu işe ne dersiniz? 
Sevgili yavrum! Bu işi, 
birçok mektûblarımda ve risâlelerimde uzun uzun anlatmışdım. İki taraf arasında, 
kelime farkından başka bir ayrılık olmadığını bildirmişdim. Bununla berâber, 
mâdemki siz de soruyorsunuz, süâle cevâb lâzımdır. İster istemez birkaç kelime 
yazıyorum. Biliniz ki, Sôfiyye-i aliyyeden (Vahdet-i vücûd vardır ve herşeyde 
Hak teâlâyı görüyoruz ve herşey Odur) diyen, herşey, Hak teâlâ ile birleşmiş, O, 
herşeyden ayrı değil, herşeye benzer, bu âlem ile berâber ve birlikde var oldu, 
işte O görünüyor, gibi şeyler demek istemiyor. Böyle söyleyen, kâfir olur, 
zındık, dinsiz olur. Allahü teâlâ mahlûkları ile birleşik değildir. Onların aynı 
değildir. Onlara benzer değildir. O hep var idi, hep öyledir. Zâtında ve 
sıfatlarında, ismlerinde hiç değişiklik olmaz. Birşeyi yaratmakla, bunlarda 
değişiklik olmaz. O, hiçbir bakımdan mahlûklarına benzemez. Onun varlığı, 
lâzımdır. Ondan başkası, olsa da olur, olmasa da. O büyüklerin, (Herşey Odur) 
demeleri, hiçbirşey yokdur. Yalnız O vardır, demekdir. Meselâ, Hallâc-ı Mensûr, 
enelhak [ben Hakkım] dedi. Böylece, ben Hakkım, Hak teâlâ ile birleşdim demek 
istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün 
ma’nâsı, (Ben yokum, Hak teâlâ vardır) demekdir. İşte sôfiyye, herşeyi, Hak 
teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın 
[kendisinin] bunlarla birleşdiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. 
Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile 
birleşmiş, onun aynıdır veyâ o kimse inerek, o gölge şekline girmişdir, gibi 
şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu 
kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka birşey görmez. Gölge, o 
kimsenin aynıdır diyebilir. Ya’nî gölge yokdur, yalnız o insan vardır der. 
Bundan anlaşıldı ki, sôfiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydâna gelmişdir, Hak teâlâ 
değildir diyor. O hâlde, sôfiyyenin (Herşey Odur) sözleri, (Herşey Ondandır) 
demekdir ki, âlimler de böyle söylemekdedir. İki taraf arasında bir fark yokdur. 
Yalnız şu fark vardır ki, Sôfiyye, eşyâya, Hakkın görünüşü diyor. Âlimler bunu 
söylemekden çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın 
diye, bu sözü söylemiyor. 
Süâl: 
Sôfiyye, eşyâya, Hak 
teâlânın görünüşü dedikleri gibi, bunları dışarda yok biliyor. Hâricde Allahü 
teâlâdan başka birşey yokdur, diyor. Âlimler ise, eşyâyı hâricde mevcûd biliyor. 
O hâlde, iki tarafın bilgisi de, kelimeleri gibi, farklı değil midir? 
Cevâb: Sôfiyye, 
hâricde birşey yokdur diyorsa da, eşyânın hâricde (Vücûd-i vehmî) ile var 
olduğunu söylüyor. Hâricde hiç yokdurlar demiyor. Hâricde kesret-i vehmiyye 
vardır, diyor. Fekat, hâricde görünen bu (Vücûd-i vehmî), bizim vehm ve 
hayâl ve düşüncelerimizde olan vücûd, ya’nî varlık gibi değildir. Çünki, vehm, 
hayâl ve düşüncemizi durdursak, bunlardaki varlıklar kalmaz, yok olur. Ya’nî, 
vehmlerimiz, hayâllerimiz devâmlı değildir. Hâlbuki, bu kâinâtın (Vücûd-i 
vehmî)leri ve hayâlî görünüşleri, bizim vehm ve hayâllerimizde olmayıp, Hak 
teâlânın yaratması ile ve Onun kâmil, [ya’nî sonsuz] kudreti ile olduğundan, yok 
olmuyor. Varlıkları devâm ediyor. Âhıretin ebedî, sonsuz işleri, dünyâdaki bu 
varlığa bağlı bulunuyor. Yunân feylesoflarından Sofistâî [sophiste] denilen 
mugâletacılar, safsatacılar, bu kâinâtı, evhâm ve hayâlât sandı. Hayâlimiz 
olmasa, bir şey olmazdı dedi. Eşyânın varlığı, bizim inancımıza bağlıdır, 
hakîkatde hiçbirşey yokdur. Gökleri yer kabûl edersek, yer olurlar, yerler de, 
i’tikâdımıza göre gök olur. Tatlıyı acı bilirsek, acı olur. Acılık, bizim 
inancımıza göre tatlı olur, dediler. Bu ahmaklar, ihtiyârı, isteği olan Yaratanı 
inkâr etdi. Aldandılar ve çoklarını aldatdılar. Sôfiyye-i aliyye, eşyâyı, 
hâricde, vücûd-i vehmî ile var biliyor. Böyle vücûd, devâmlıdır. Ya’nî bizim 
vehmimizin yok olması ile yok olmaz. Âhıretin sonsuz hayâtını, bu vücûda bağlı 
bilirler. Âlimler, eşyâyı hâricde mevcûd bilir. Âhıretin sonsuz hayâtı, bu 
eşyâya göre olacakdır der. Bununla berâber, eşyânın hâricde varlığını, Hak 
teâlânın varlığı yanında za’îf, kuvvetsiz ve hattâ, yok bilir. Görülüyor ki, her 
iki taraf da, eşyâya hâricde var diyor. Dünyâ ve âhıret işlerini, bu varlık 
üzerine kuruyor. Vehmin, hayâlin yok olması ile yok olmaz, diyor. Yalnız, 
sôfiyye, bu varlığa vehmî diyor. Çünki, bunlar, tesavvuf yolunda yükselirken, 
hiçbirşey görmiyor. Hak teâlânın varlığından başka, birşey gözlerine görünmiyor. 
Âlimler ise, bunların varlığına vehmî demekden kaçınıyor, câhillerin, yanlış 
anlayıp, hayâlin yok olması ile, yok olur sanacaklarından ve ebedî, sonsuz azâbı 
ve sevâbı inkâr etmelerinden korkuyorlar. 
Süâl: 
Sôfiyye, eşyânın vücûd-i 
vehmîsi vardır demekle, bu varlık devâmlı olmakla berâber, hakîkî değildir 
vehmdir diyor. Âlimler ise, eşyâ hâricde hakîkatde vardır diyor. Böylece, iki 
taraf arasında, yine ayrılık bulunmuyor mu? 
Cevâb: 
Vücûd-i vehmî ve hayâlde görünüş, vehm ve hayâlin yok olması ile yok 
olmadığından, hakîkatde var demekdir. Çünki, bu varlık, devâmlıdır. Bütün 
vehmlerin yok olması ile, yok olmuyor. Hakîkî varlık da, bu demekdir. Yalnız şu 
kadar varki, mahlûkların hakîkî varlıkları, Vâcib teâlânın hakîkî varlığı 
yanında, yok gibidir, vehm ve hayâl gibidir. Böylece, iki taraf arasında fark 
kalmamış olur. 
Süâl: 
Eşyânın vücûd-i vehmîsi 
hakîkî olunca, hakîkî var olan, birden çok olur. Bu ise vahdet-i vücûdü bozar. 
Vahdet-i vücûd, hakîkî var olanın bir olması değil midir? 
Cevâb: 
Her iki varlık da, 
hakîkîdir. Var olan hakîkat de ikidir: [Yaratan ve yaratılanlar.] Fekat, iki 
varlığın hakîkî olmaları, aynı bakımdan değildir. Meselâ, bir kimsenin şekli, 
aynada görülünce, aynada hakîkatde bir cism yokdur. Görünen şekl, aynanın ne 
üzerindedir, ne de içindedir. Aynadaki o şeklin varlığı, hayâlimizdedir. Bu 
vücûd-i vehmî ve hayâlî görünüş ise, bir rü’yâ değildir. Hakîkatde mevcûddur. 
Bir kimse, Ahmedi aynada gördüm dese, akl ve âdet ona inanır. Yemîn etse, günâha 
girmez. Görülüyor ki, Ahmed, hakîkatde aynada değildir. Vehm ve hayâl 
bakımından, aynada olması da hakîkatdir. Fekat, birincisi, her bakımdan hakîkî, 
ikincisi ise, vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Şaşılacak şeydir ki, hakîkatin 
zıddı olan vehm ve hayâl, burada varlığı hakîkî yapmağa sebeb oluyor. Çünki, 
vehm ve hayâl bakımından demeseydik, aynadaki görünüş hakîkî olmıyacakdı. İkinci 
bir misâl de, (Noktâ-i cevvâle)dir. [Ya’nî, dâire şeklinde hızlı dönen, 
bir noktadır.] Vehm ve hayâl, bunu, hâricde dâire görür. Hâlbuki, hakîkatde, 
dâire yokdur. Nokta vardır. Fekat, vehm ve hayâl bakımından, hâricde dâirenin 
bulunması hakîkîdir. Şu kadar var ki, noktanın hâricde bulunması, her bakımdan 
hakîkî iken, bundan meydâna gelen dâirenin hâricde bulunması, yalnız vehm ve 
hayâl bakımından, hakîkîdir. İşte vahdet-i vücûd, her bakımdan hakîkîdir. Birden 
ziyâde varlık ise, vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Bu iki varlıkdan 
birincisi (Her bakımdan), ikincisi de (Yalnız bir bakımdan) hakîkat oluyor. Zıd 
birşey olmuyorlar. 
Süâl: 
Vehm ve hayâl bakımından var 
olan birşey, vehm ve hayâl yok olunca, niçin yok olmuyor? 
Cevâb: 
Bu vücûd-i vehmî yalnız vehm 
tarafından hâsıl olmamışdır ki, vehm ile berâber o da yok olsun. Bunları, Allahü 
teâlâ vehm mertebesinde yaratmışdır. Fekat, sâbit, devâmlı olmuşlardır. Allahü 
teâlâ, bunları vehm ve hayâl mertebesinde yaratdığı için, Vücûd-i vehmî 
demişlerdir. Hangi mertebede olursa olsun, hattâ hakîkî varlık olmıyan mertebede 
olsa  da, O yaratdığı için, o mertebede var olmaları, hakîkîdir. Allahü teâlâ, 
bu eşyâyı his ve vehm mertebesinde yaratmışdır demek, eşyâyı öyle bir mertebede 
yaratmışdır ki, o mertebe, yalnız his ve vehmde vardır. Hâricde yokdur. Meselâ 
bir hokkabaz, mevcûd olmıyan şeyleri, var imiş gibi, gösteriyor. Birşeyi, on 
dâne gösteriyor. Bu on dâne şey, hakîkatde yokdur. Yalnız, his ve vehmde vardır. 
Hakîkatde, yalnız birşey vardır. Görülen bu on şey, eğer Allahü teâlânın sonsuz 
kudreti ile kuvvet ve devâm kazanıp, çabuk gayb olmakdan korunursa, varlıkları, 
bu mertebe için hakîkî olur. Bu vakt bu on şey, hakîkatde hem vardır, hem de 
yokdur. Fekat, iki ayrı bakımdan düşünülmekdedir. Ya’nî his ve vehm mertebesini 
düşünmezsek, yokdurlar. His ve vehm düşünülürse, vardırlar. Hindistânda meşhûr 
olan bir hikâye vardır. Bir Hind şehrinde, hokkabazlar, pâdişâhın karşısında 
oyun yaparken, göz boyamakla, aynada bağçe ve ağaçlar gösterirler. Hakîkatde 
bulunmıyan bu ağaçların büyüyerek meyve verdiklerini gösterirler. Meyveleri 
koparıp sultâna ve seyrcilere yidirirler. O vakt, sultân emr eder. Oyuncuları 
hemen öldürürler. Çünki, oyun yaparken, hokkabazlar öldürülürse, görülen 
oyunlar, Allahü teâlânın kudreti ile, o hâlde kalır, yok olmazlar diye işitmiş, 
imiş, Hokkabazlar öldürülünce, o ağaclar, aynada öylece kalır. Bu zemâna kadar 
durdukları, meyvelerini herkesin yidikleri söyleniyor. Bu hikâyenin hepsi veyâ 
bir kısmı doğru veyâ yanlış olması bir tarafa, sözümüzü aydınlatdığı için burada 
söyledik. 
Hâricde ve hakîkatde, Allahü 
teâlâdan başka, mevcûd yokdur. Allahü teâlâ, kudreti ile, kendi ismlerinin ve 
sıfatlarının kemâlâtını mümkinât sûretlerinin perdesinde göstermiş, ya’nî 
eşyâyı, kendi kemâlâtına uygun olarak, his ve vehm mertebesinde, îcâd etmiş, var 
etmişdir. Böylece, eşyâ, vehmde görünmekde, hayâlde devâm etmekdedir. O hâlde 
eşyâ, hayâlde göründüğü için vardır. Lâkin Allahü teâlâ, bu görünüşe devâm 
verdiği, yok olmakdan koruduğu eşyânın yapısına sağlamlık verdiği ve ebedî 
mu’ameleyi de bunlara bağlı kıldığı için, vehmdeki varlık ve hayâldeki devâm da, 
hakîkî varlık olmuşdur. Bunun için, eşyâ hâricde [ilmde, hayâlde değil], bir 
bakımdan, hakîkaten vardır deriz. Bir bakımdan da yokdur diyebiliriz. Bu fakîrin 
babası, hakîkate varmış âlimlerden idi “kuddise sirruh”. Buyurdu ki, kâdî 
Celâleddîn-i Egrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, derin âlimlerden idi. Bir gün bana 
sordu ki, (Nefs-ül-emr, vahdet midir, yoksa kesret mi? Ya’nî hakîkatde var olan, 
bir mi, yoksa çok mu? Eğer bir ise, bu emrler, sevâblar, azâblar, kimedir? Bu 
âmirlik, me’mûrluk nedir? Yok eğer hakîkî var olan çok ise, sôfiyyenin vahdet-i 
vücûd sözleri yanlış olur). Pederim buyurmuş ki, (Her ikisi de, nefs-i emrîdir). 
Ya’nî hakîkatde, hem vahdet vardır, hem kesret. Ve bu cevâbı îzâh etdiler. Fekat 
neler söylediklerini, şimdi hâtırlamıyorum. Bu fakîrin kalbine akıtılan 
bilgileri size yazdım. Demek ki, Vahdet-i vücûd söyliyen tesavvufcular haklıdır. 
Âlimlerin kesret-i vücûd sözleri de haklıdır, ya’nî doğrudur. Tesavvufcuların 
hâli, vahdete uygundur. Âlimlerin hâli de, kesrete uygundur. Çünki, islâmiyyet 
kesret üzerine kurulmuşdur. Çeşidli emrler kesret ile olur. Peygamberlerin 
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmesi, Cennet ni’metleri ve Cehennem 
azâbları, hep kesrete bağlıdır. Allahü teâlâ (Bilinmeyi, tanınmayı sevdim)
buyurduğu için ve kesreti istediği için ve zâhir olmağı sevdiği için kesret 
mertebesine de inanmalıyız! Çünki, Allahü teâlâ, bu mertebeyi seçmiş, 
beğenmişdir. Büyük bir sultânın, hademeleri de, askerleri de vardır. Onun 
büyüklüğü, yalvaranların, titriyenlerin, Ona muhtâcların çokluğu ile ölçülür. 
Vahdet-i vücûd dahâ doğru ve kesret-i vücûd, bunun yanında, mecâzdır. Ya’nî 
hakîkate benzemekdedir. Bunun için, o âleme (Hakîkat âlemi) ve bu âleme
(Âlem-i mecâz) derler. Fekat bu zuhûrâtı, Allahü teâlâ sevdiği için ve 
eşyânın varlığını sonsuz yapdığı için ve kudretine hikmet elbisesi giydirdiği ve 
kendi fi’lini, yaratmasını sebebler altında gizlediği için, o hakîkat, ikinci 
derecede kalmış ve bu mecâz, meşhûr olmuşdur. Hakîkatde var olan, nokta-i 
cevvâledir. Bunun dönmesinden görünen dâire, mecâzdır. Fekat, hakîkat gayb 
olmuş, mecâz görünmüş, tanınmışdır. 
(Allahü teâlâ bir kulunu 
severse, günâh işlemek ona zarar vermez) sözünün ma’nâsını soruyorsunuz. Şöyle 
biliniz ki, Allahü teâlâ, bir kulunu severse, onu günâh işlemekden korur. Evet 
onlar, günâh işliyebilir. Ya’nî Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” 
gibi değildirler. Çünki, Peygamberler günâh işlemekden ma’sûmdur, temizdir, 
günâh işliyemezler. İşte Evliyâ günâh işlemiyeceği için, günâhın zararından 
kurtulmuş olur. Bu sözdeki günâh, belki de evvelki günâhlar, ya’nî vilâyet 
derecesine varmadan önce işlediği günâhdır. Çünki, islâm, evvelki günâhları yok 
etmekdedir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Unutarak, yanılarak 
söylediklerimizi ve yapdıklarımızı afv et! Bizi bunlar için cezâlandırma! Allahü 
teâlâ, size ve doğru yolda gidenlere selâmet versin. Âmîn. 
  
Üç nişan olur velîlerde, demiş, erbâb-ı dil, 
biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur. 
  
Onun ikinci nişânı, oldur ki, iyi bil, 
her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur. 
  
Üçüncüsüne gelince, cümle a’zâsı anın, 
şer’ ile âdâb ile, her zemân, âmil olur. 
                                                |