| 
 
72 -  
85.MEKTÛB
      
                      
                      (Abdüllah-i Dehlevî (Kaddesallahü Teâlâ Sirrehül'azîz)) 
Büyük âlim 
Abdüllah-i Dehlevînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mekâtib-i şerîfe) kitâbının 
seksenbeşinci mektûbu aşağıdadır: 
Allahü teâlâya 
hamd olsun! Onun sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! 
Gulâm-ı Alî ismi ile meşhûr olan fakîr Abdüllah-i Kâdirî müceddidînin 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” mektûbudur. Hindistânda müslimânlar için yazmışdır. 
Allahü teâlâ, onun günâhlarını afv eylesin! 
(BÎ’AT),
söz vermek ve bu sözünde durmak demekdir. Tesavvuf 
yolunda çok kullanılan bir kelimedir. Bunu kullanmak, Eshâb-ı kirâmın sünnetidir 
“radıyallahü teâlâ anhüm”. Bî’at, üç kısmdır: Birincisi, bir büyüğün önünde, 
günâh işlememek için söz vermekdir. Buna, (tevbe bî’ati) denir. Büyük 
günâhlardan biri işlenince, bu bî’at bozulur. Yeniden bî’at etmek lâzım olur. 
Gıybet edince bozulup, bozulmamasında şübhe edildi. Bir müslimânı tahkîr ederek, 
onu kötüleyerek gıybet yapmak, elbet büyük günâhdır. Yanlış söyliyen ve yazan 
din adamlarını ve bid’at i’tikâdında olan tarîkatcıları müslimânlara haber 
vermek, duyurmak gıybet olmaz. Müslimânların bunlara aldanmaması için bunları 
söylemek lâzımdır. 
Bî’atin 
ikincisi, intisâb etmek, bereketlenmek için bir Velîye “rahmetullahi teâlâ 
aleyh” veyâ onun hakîkî mensûblarına bî’at etmekdir. Böylece, onlar için 
bildirilmiş olan müjdelere ve şefâ’atlarına kavuşulur. Meselâ, gavs-üs-sekaleyn 
Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, (Benim talebelerim tevbe etmeden 
ölmezler) buyurmuşdur. Bu müjdeye kavuşmak için, bu yolun büyüklerinden birine 
bî’at olunur. Bu bî’ati tekrâr etmek lâzım değildir. 
Bî’atin 
üçüncüsü, Evliyânın feyzlerine kavuşmak, fâidelenmek için yapılır. Tesavvuf 
büyüklerinden birine bî’at edip, Onun gösterdiği vazîfeleri ve ihlâs 
derecelerini yapıp fâide elde edemezse, Üstâdı râzı olsa da ve olmasa da, başka 
birine intisâb etmesi, başka bir âlime bî’at etmesi câizdir. Fekat, birinci 
âlimi inkâr etmemesi lâzımdır. Ondan nasîbi, kısmeti yok demekdir. Üstâdının 
islâmiyyete uymakda gevşekliğini görürse ve zenginlere yanaşdığını, dünyâya 
düşkün olduğunu anlarsa, Allahü teâlânın feyzlerini, sevgisini ve ma’rifetini 
başka birinde aramalıdır. Çocuk iken bî’at etmiş olan, akl ve şü’ûr sâhibi 
olunca, onun hakîkî âlim olduğunu anlarsa, bî’atine ve vazîfelerine devâm eder. 
Yâhud beğendiği başka birine bî’at eder. 
İslâm âlimi, 
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine [ya’nî islâmiyyete] tâbi’ 
olan, sımsıkı sarılan ve zâhir ve bâtın bid’atlerden kaçınan ve selef-i 
sâlihînin i’tikâdında olan kimsedir. Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ve 
Şeyh-ül-islâm Ferîdeddîn-i Genc-i Şeker hazretlerinin doğru olan i’tikâdında 
olur. Fıkh bilgilerinden zarûrî lâzım olanları bilir. (Mişkât-i şerîf) 
hadîs kitâbını ve Kur’ân-ı kerîm tefsîrlerini çok okur. İmâm-ı Gazâlî 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin, (Minhâc-ül-Âbidîn) ve 
(Kimyâ-yı se’âdet) kitâbları gibi tesavvuf yolundakilerin yazdığı ahlâk 
kitâblarını ve tesavvuf büyüklerinin hâllerini ve sözlerini bildiren kitâbları 
okur. Bu kitâbları okumak, kalbin tasfiyesi ve tezkiyesi için çok fâidelidir. 
İslâm âlimi, dünyâya düşkün olmaz ve dünyâya düşkün olanlarla birlikde bulunmaz. 
İslâmiyyetin bildirdiği iyi işleri yapar. Çalışdıklarının dünyâdaki ve 
âhıretdeki karşılığını yalnız Allahdan bekler. Ondan başka kimseden birşey 
beklemez. Kur’ân-ı kerîmi çok okur. Evliyânın  kalblerine gelen feyzlerden, 
ma’rifetlerden nasîb almışdır. Her işinde tevbe, inâbet, zühd, vera’, takvâ, 
sabr, kanâ’at, tevekkül ve rızâ yolunu tutar. Onu görenler Allahü teâlâyı 
hâtırlar. Dünyâ düşünceleri kalbinden kaçar. (Çeştiyye) yolunun büyükleri 
ile birlikde bulunan sâdık bir kimsede zevk, şevk, harâret, râhatlık, yalnızlık, 
ya’nî dünyâya düşkün olanlardan uzaklaşmak hâsıl olur. (Kâdirî) yolunun 
büyükleriyle berâber bulunmak, kalbde safâ hâsıl eder. Rûhlar ve melekler âlemi 
ile bağlılık hâsıl olur. Geçmiş ve gelecek şeylerden çoğu kendisine bildirilir.
(Müceddidî) yolunun büyükleri ile berâber olanda huzûr ve cem’ıyyet ve 
yâd-i dâşt ve dünyâya şü’ûrsuzluk ve Allahü teâlânın cezbeleri hâsıl olur. 
Kalbine, rûhuna birçok şeyler ihsân edilir. İslâm âlimi müceddidî ise, bütün 
latîfelerinde keyfiyyetler, hâller, safâ ve letâfet ve nûrlar, sırlar hâsıl 
olur. Bu söylediklerimiz hâsıl olmazsa, sâdık olan tâlib, hakîkî âlime 
kavuşamadığı için ne kadar âh etse yeridir. 
(Tâlib),
sâdık olan insan demekdir. Allahü teâlânın sevgisi 
ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzûsu ile yanmakdadır. Bilmediği, anlıyamadığı 
bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişdeki 
günâhlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allahdan korkar, titrer. 
Allahü teâlânın sevgisine kavuşduracak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde 
sabr ve afv eder. Her geçimsizlikde, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her 
nefesde Allahını düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi 
incitmekden korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini, 
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” diyerek iyi bilir. Hepsinin iyi olduğunu 
söyler. [Şimdi, böyle hakîkî tâlib kalmadı.] Peygamber efendimiz “sallallahü 
aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emr buyurdu. 
Sâlih müslimân, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı 
bir edebsizlikde bulunmakdan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allahın Resûlünü 
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi 
bilgisi ile, kendi görüşü ile Evliyâ-yı kirâmı birbirinden aşağı ve yukarı diye 
ayırmaz. Birinin dahâ yüksek, dahâ üstün olduğu ancak âyet-i kerîme ile ve 
hadîs-i şerîf ile ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile bildirmeleri ile anlaşılır. 
Muhabbet serhoşluğu elbet başkadır. Aşk sâhibi ma’zûrdur. 
(Simâ’),
bir kişinin veyâ birkaç kişinin okudukları dîni, 
îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleşdiren, şi’rleri, kasîdeleri, ilâhîleri ve 
mevlidleri dinlemek demekdir. Tesavvuf büyükleri, çalgısız olan ve kadın erkek 
karışık olmıyarak okunanları Simâ’ etmişler, dinlemişlerdir. Sultân-ı meşâyıh 
[Nizâmüddîn-i Dehlevî]nin sohbetinde, meclisinde hiçbir çalgı, hiçbir zemân 
görülmedi. O sohbetde bulunanlar, gizlice ağlar, ciğerleri yanardı. 
(Fevâid-ül-füâd) ve (Siyer-ül-Evliyâ) kitâbları bunu uzun 
anlatmakdadır. Tesavvuf büyüklerinin yolundan ayrılmak kalbi karartır. O 
büyükler, kalbde hâsıl olan kabzı, bast hâline çevirmek için veyâ inbisâtı ya’nî 
bast, râhatlık, ferahlık hâlini artdırmak için simâ’a izn vermişlerdir. Simâ’ 
kalbdeki Allah sevgisini ve rikkati artdırır buyurmuşlardır. Gâfillerin ya’nî 
kalblerinde Allah sevgisi bulunmıyanların simâ’ları câiz değildir. Böyle simâ’ 
meclisleri, toplantıları, fısk [günâh] meclisi olur. Her müslimân böyle 
simâ’lardan sakınmalıdır. Tesavvufculardan, ney gibi çalgılara câiz diyenler 
oldu ise de, bunu aşk ve muhabbet serhoşluğu hâlinde söylemişlerdir. 
İslâmiyyetin yasak etdiği böyle sözlere uyulmaz. [Tahtâvînin (Merâkıl-felâh) 
şerhi yüzyetmişdört (174). cü sahîfesine bakınız!] 
Allah ismini 
yüksek sesle söylemek, kalb hastalığının ilâcıdır dediler. Fekat sessiz 
söylemek, dahâ fâidelidir. Sessiz yapılan zikrin dahâ efdal olduğu hadîs-i 
şerîfde bildirildi. Kalbdeki ateşi artdırmak ve gevşekliği gidermek için sesle 
söylemek câiz olabilir. Çok söyleyince ve riyâzetler çekilince, kalbde Allah 
sevgisi çoğalır, (Vahdet-i vücûd) sırları hâsıl olur. (Vahdet-i vücûd), 
mümkinâtı ya’nî mahlûkâtı tek bir varlık görmekdir. Yoksa, mahlûkları Allahü 
teâlâ bilmek değildir. Aşk-ı ilâhînin kalbde hâsıl etdiği hâl sâhiblerinin 
vahdet-i vücûd sözlerini işiterek, kendi görüşleri ile ve hayâlleri ile böyle 
konuşup kendini vahdet-i vücûd sâhibi göstermek akla da, islâmiyyete de uygun 
değildir. Rüknüd-dîn Alâüddevle-i Semnânî ve müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî 
“rahmetullahi aleyhimâ” ve bunların izinde giden büyükler, vahdet-i vücûd 
ma’rifetinden başka ve Peygamberlerin hepsinde hâsıl olan “aleyhimüssalevâtü 
vesselâm” me’ârif de bulunduğunu görmüşler ve anlamışlardır. 
(Tesavvuf),
Allahü teâlâ ile olmak ve iyi ahlâk edinmek ve 
islâmiyyete uymakdır. Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbden çıkarıp bütün 
a’zânın Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine uymasıdır. 
Allahü teâlâ ile olmağa, (Hudûr) denir ki, hadîs-i şerîfde bildirilen 
(İhsân) mertebesidir. İnsanın kalbi bu mertebede olmalıdır. Bu ni’meti kime 
ihsân ederlerse, büyük se’âdet bilsin! 
(Tevhîd-i 
ef’âlî), 
mahlûkların bütün işlerini, bütün hareketlerini, 
tek bir yapıcının işlerinden olarak görmekdir. 
(Tevhîd-i 
sıfâtî), 
mahlûkların sıfatlarını, özelliklerini, Hak teâlânın sıfatlarının görüntüleri 
bilmek ve her varlığı Allahü teâlânın varlığında yok görmekdir. Evliyâyı kirâm 
“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hep böyle idiler. 
(İcâzet)
ve (Hilâfet), tâliblerin kalblerine ihlâs 
yerleşdirmesi için, olgun birisine izn vermek demekdir. Kendisine izn verilen 
zâta (Halîfe) veyâ (Vesîle) denir. Kendisine izn verilecek zâtın 
bâtınının [ya’nî kalbi ve diğer dört latîfesinin] nisbete ve hâllere kavuşmuş 
olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması ve sabr, 
tevekkül, kanâ’at, rızâ, teslîm sâhibi olması, dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. 
Bu yüksek mertebe, ancak (Selef-i sâlihîn)e uymakla ele geçebilir. 
[Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i ızâma (Selef-i sâlihîn) denir. Üçüncü ve 
dördüncü asrlarda gelen islâm âlimlerine, (Halef-i sâdıkîn) denir.] Bu 
hâller ve keyfiyyetler kalbde hâsıl olmadan, va’z etmesi için izn vermek 
harâmdır. Tesavvuf büyüklerinin yolunu bozmak olur. Birisini mağrûr yapmak 
[kendini beğenmesine sebeb olmak], bir tâlibi, bir âşıkı da acemi ellere 
düşürerek mahrûm etmek, akla da, islâmiyyete de uygun değildir. [Şimdi Türkiyede 
hakîkî tarîkat, mürşid, mürîd, şeyh yokdur. Vardır diyenlere, şeyh olduğunu 
söyliyenlere inanmamalıdır. Sahte şeyhlerin, câhil tarîkatcıların tuzaklarına 
düşmemek için uyanık olmalıdır.] 
Nemâzı cemâ’at 
ile kılmak ve (Tümânînet) ile kılmak, rükü’dan sonra (Kavme) 
yapmak ve iki secde arasında (Celse) yapmak bizlere Allahın Peygamberi 
tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler 
vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden (Kâdîhân), bu ikisinin vâcib 
olduğunu, ikisinden birisini unutunca (Secde-i sehv) yapmak vâcib 
olduğunu ve bilerek yapmıyanın nemâzı tekrâr kılmasını bildirmişdir. Müekked 
sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet demişlerdir. Sünneti 
hafîf görerek, ehemmiyyet vermiyerek terk etmek küfrdür. Nemâzın kıyâmında, 
rükü’unda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zemânında, ayrı 
ayrı, başka başka keyfiyyetler, hâller hâsıl olur. Bütün ibâdetler nemâz içinde 
toplanmışdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek [ya’nî sübhânallah demek], 
Resûlullaha salevât söylemek ve günâhlara istiğfâr etmek ve ihtiyâcları yalnız 
Allahü teâlâdan istiyerek Ona düâ etmek nemâz içinde toplanmışdır. Ağaçlar, 
otlar, nemâzda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükü’ hâlinde, cansızlar da 
nemâzda (Ka’de)de oturur gibi yere serilmişlerdir. Nemâz kılan, bunların 
ibâdetlerinin hepsini yapmakdadır. Nemâz kılmak, mi’râc gecesi farz oldu. O 
gece, mi’râc yapmakla şereflenen, Allahın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek 
nemâz kılan bir müslimân, O yüce Peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaşdıran 
makâmlarda yükselir. Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne karşı edebi takınarak huzûr 
ile nemâz kılanlar, bu mertebelere yükseldiklerini anlarlar. Allahü teâlâ ve 
Onun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük ihsânda bulunmuşlar, nemâz 
kılmağı farz etmişlerdir. Bunun için Rabbimize hamd ve şükr olsun! Onun sevgili 
Peygamberine salevât ve tehıyyât ve düâlar ederiz! Nemâz kılarken hâsıl olan 
safâ ve huzûr şaşılacak şeydir. Üstâdım [Mazher-i Cân-ı Cânân] buyurdu ki, 
(Nemâz kılarken, Allahü teâlâyı görmek mümkin değil ise de, görür gibi bir hâl 
hâsıl olmakdadır). Bu hâlin hâsıl olduğunu tesavvuf büyükleri sözbirliği ile 
bildirmişlerdir. İslâmiyyetin başlangıcında nemâz Kudüse karşı kılınırdı. 
Beyt-ül-mukaddese karşı kılmağı bırakıp, İbrâhîm aleyhisselâmın kıblesine dönmek 
emr olunduğu zemân, Medînedeki yehûdîler kızdılar. (Beyt-ül-mukaddese karşı 
kılmış olduğunuz nemâzlar ne olacak?) dediler. Bekara sûresinin 143. cü âyet-i 
kerîmesi gelerek, (Allahü teâlâ îmânlarınızı zâyı’ eylemez!) meâlinde 
buyuruldu. Nemâzların karşılıksız kalmıyacakları bildirildi. Nemâz, îmân 
kelimesi ile bildirildi. Bundan anlaşılıyor ki, nemâzı sünnete uygun olarak 
kılmamak, îmânı zâyı’ etmek olur. Resûlullah efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi 
ve sellem”, (Gözümün nûru ve lezzeti nemâzdadır) buyurdu. Bu hadîs-i 
şerîf, (Allahü teâlâ nemâzda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme 
râhatlık geliyor) demekdir. Bir hadîs-i şerîfde, (Yâ Bilâl “radıyallahü 
teâlâ anh”! Beni râhatlandır!) buyuruldu ki, (Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve 
nemâzın ikâmetini söyliyerek, beni râhata kavuşdur) demekdir. Nemâzdan başka bir 
şeyde râhatlık arıyan bir kimse, makbûl değildir. Nemâzı zâyı’ eden, elden 
kaçıran, başka din işlerini dahâ çok kaçırır. 
Fâidesiz şeyler 
söylemek, müslimânları gıybet etmek, orucun sevâbını giderir. Gıybet etmek, 
ibâdetlerin sevâblarını yok eder. Gıybetden sakınmak vâcibdir. Zahmet çekerek, 
sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da, bunun sevâbını yok etmek ne kadar 
aklsızlıkdır. İbâdetler Allahü teâlâya arz olunur. Gıybeti ve fâidesiz sözleri 
sâhibinin huzûruna çıkarmak, Ona karşı edebsizlikdir. 
Şarkı, çalgı ve 
tanbur dinlemek ve raks [dans] seyr etmek ve hazret-i Hasen ile Hüseynin 
“radıyallahü anhümâ” şehîd edilmelerini [Kerbelâ vak’asını] anlatmak, yazmak 
müslimânlığa yakışmaz. Zemânımız şeyhleri, tarîkatcılığı bunları yapmak şekline 
sokdular. Din büyüklerinin resmlerini yaparak ziyâret ediyorlar. Bunları 
ziyâret, Allahü teâlânın rızâsına kavuşdurur diyorlar. İslâmiyyetde böyle şeyler 
yokdur. Görmeden uydurma yapılan resmlere büyüklerin ismini koymak iftirâ olur. 
Allahü teâlâ bunlara tevbe etmek nasîb eylesin! Medîne-i münevverenin büyük 
âlimlerinden, hadîs ilmi mütehassısı seyyid İsmâ’îl efendi “rahmetullahi teâlâ 
aleyh”, ulûm-i müceddidîye kavuşmak için Medîne-i münevvereden Hindistâna kadar 
bu fakîri görmeğe geldi. Bu zâtı (Âsâr-ı şerîf)i [ya’nî mukaddes 
emânetleri] ziyâret etmesi için büyük mescide [ya’nî Asyânın en büyük câmi’i 
olan Delhîdeki Şâh Cihân Câmi’ine] gönderdim. Hemen geri gelip, orada 
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nûrları bulunmakla berâber, putların 
zulmeti de duyuluyor dedi. Câmi’deki vazîfelilerden araşdırdım. Odadaki bir 
sandıkda büyüklerin ismini taşıyan resmlerin bulunduğunu öğrendim. Seyyid 
İsmâ’îl efendinin, bu zulmetlerin te’sîri altında kaldığını anlamış oldum. 
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem”, hazret-i İbrâhîm 
aleyhisselâmın resmini gösterdiklerinde, mübârek eli ile bu resmi yırtdı. Yûsüf 
sûresinin 106. cı âyetinin, (Onların çoğu Allahü teâlâya îmân ediyoruz 
derler. Fekat îmânsızdırlar. Başka şeylere ibâdet ederek müşrik olmuşlardır) 
meâl-i şerîfi, bu hâli haber vermekdedir. Horoz döğüşdürmek, güvercinle oynamak 
gibi her oyun harâmdır. Bir taşı yontarak, (Kadem-i şerîf) adını takıp, 
Peygamberin ayağının izidir demek de resmlere, putlara tapınmak gibidir. 
Nevruz günü [ve 
Noel gecesi] mecûsîler gibi bayram yapmak, kâfirlere teşebbüh olur. 
Tarîkatcılar, şeyhler bu çirkin işleri yapınca mürîdlerine  nümûne olur. Sened 
olur. Onlar da bu felâkete, bu akıntıya kapılırlar. Hakîkî müslimânlık, takvâ 
ile olur. Şirkden ve harâmlardan sakınmakla olur. Kalbde hâllerin hâsıl olması 
ve ba’zı şeylerin keşf olunması, görülmesi ve fen bilgilerinin dışında aklları 
şaşırtacak işlerin yapılması, kâfirlerde de hâsıl olur. Riyâzetler çekmek, belli 
şeyleri ibâdet olarak yapmak, muska yazmağı, hastaları, büyülenmiş olanları 
okumağı, üflemeyi, san’at hâline getirmek, din işleri değildir. Câhilleri, 
ahmakları toplamak ve dünyâlık ele geçirmek için yapılmakdadır. İslâmiyyetde 
bunların kıymeti ve ehemmiyyeti yokdur. İslâmiyyetde kıymeti olan ve ehemmiyyeti 
olan ve insanı Allahü teâlâya yaklaşdıran şey, ancak, Onun Resûlüne, 
Peygamberine “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” uymak, O yüce Peygamberin 
izinde bulunmakdır. Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızâmın “radıyallahü anhüm” 
yolu budur. Kur’ân-ı kerîm bu yolu göstermek için gönderilmişdir. Allahü teâlâ, 
hepimizi sevgili Peygamberinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı 
kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızâmın yolunda bulundursun! Âmîn. 
[(Dürr-ül-muhtâr) 
beşinci cild, 481. ci sahîfede diyor ki, (Nevruz veyâ Mihrican [Martın ve 
Eylülün yirminci] günlerinde, bunların ismlerini söyliyerek hediyye vermek 
harâmdır. Bu günleri bayram bilerek vermek, küfr olur. Bu günleri ta’zîm ederek 
kâfire yumurta veren kâfir olur. Bu günlerde birşey satın almak da böyledir. Her 
zemân aldığını satın alırsa, kâfir olmaz). (Bezzâziyye) fetvâsında diyor 
ki, (Nevruz günü, mecûsîlerin bayramıdır. O gün, mecûsîlerin yanına gidip, 
onların yapdıklarını yapmak küfrdür. O gün, bayram yapan müslimânın îmânı gider 
de haberi olmaz). Noel günü ve gecesinde ve kâfirlerin paskalya ve yortularında, 
onlar gibi bayram yapanın da kâfir olduğu bu fetvâdan anlaşılmakdadır. 
(Tefsîr-i 
Mazherî)de, 
Mâide sûresinin kırkdördüncü âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki, (Hadîs-i şerîfde,
(Îsâ aleyhisselâmın yapdığını yapmakda ben herkesden ilerideyim. Peygamberler
“aleyhimüsselâm”, babaları bir olan kardeşler gibidirler. Anaları 
ayrıdır. Dinleri birdir) buyuruldu. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi 
aleyh”, bu hadîs-i şerîfe uyarak, önceki dinlerin, Muhammed “aleyhisselâm” 
tarafından değişdirilmemiş olan hükmleri ile amel etmemiz vâcibdir buyurdu. 
Ya’nî, geçmiş dinlerin hükmü olduğu, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf ile 
bildirilmiş ve nesh edildiği bildirilmemiş olan hükmler ile amel edilir). Amel 
etmemiz lâzım olan böyle hükmlerin hepsini, fıkh âlimlerimiz tesbît etmişlerdir. 
Fıkh âlimlerinin izn verdiklerinden başka olan ibâdetlerine uymamız câiz 
değildir. Çünki, yehûdîlerin ve hıristiyanların şimdi yapmakda oldukları 
ibâdetlerin ba’zısını, sonradan kendileri uydurmuşlardır. Bunlara uymamız, küfr 
veyâ harâm veyâ mekrûh olur. Doğruyu, yanlışı, fıkh kitâblarından öğrenmeliyiz! 
İmâm-ı Şâfi’î “rahime-hullahü teâlâ aleyh” ise, önceki dinlerin hiçbir hükmü, 
bizim için huccet olmaz buyurdu. 
(Birgivî 
vasıyyetnâmesi) 
şerhi, 115 ve 202. ci sahîfelerinde diyor ki, 
(Zünnâr denilen papaz kuşağını bağlamak ve putlara, heykellere, meselâ haç, 
salîb denilen, Îsâ aleyhisselâmın asılmış hâli dedikleri, birbirine dik kesişen 
iki çubuğa tapınmak, boynuna asarak ta’zîm etmek ve islâmiyyeti bildiren din 
kitâblarından birini tahkîr etmek, islâm âlimlerinden birini istihzâ, alay etmek 
ve küfre sebeb olan bir söz söylemek ve yazmak ve ta’zîm etmemiz emr olunan 
birşeyi tahkîr ve tahkîr etmemiz emr olunan birşeyi ta’zîm etmek küfrdür. 
Bunları yapanın îmânı gider, kâfir olur. Fekat, büyük bir günâh işliyen, bu işin 
fenâ olduğunu düşünür, yapdığına pişmân olur, üzülür. Allahü teâlâdan utanırsa, 
îmânı gitmez, kâfir olmaz. İ’tikâdı sahîh olup, küfr alâmeti olmıyan büyük 
günâhı işliyen kâfir olmaz. Bu günâhına tevbe eder, Allahü teâlâdan afv dilerse, 
afv olur. Tevbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ dilerse, yine afv eder. Dilerse, 
günâhı kadar azâb edip, sonra Cennete kor. Fekat îmânsız olarak ölen kâfir ve 
bid’at sâhibi, âhıretde hiç afv olunmıyacak, muhakkak Cehennemde yanacakdır. 
Kâfir, Cehennemden hiç çıkarılmıyacak, bid’at sâhibi, çıkarılacakdır). 
Îmânı olmayan 
kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber efendimiz haber 
verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, 
bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Sonsuz olarak ateşde yanmak ne demekdir? 
Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşde yanmak felâketini düşünürse, korkudan 
aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketden kurtulmak çâresini arar. 
Bunun çâresi ise, çok kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed 
aleyhisselâmın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber verdiği şeylerin 
hepsinin doğru olduğuna inanmak) insanı bu sonsuz felâketden kurtarmakdadır. Bir 
kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketden 
korkmuyorum, bu felâketden kurtulmak çâresini aramıyorum derse, buna deriz ki, 
(İnanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi ilm, hangi fen inanmana 
mâni’ oluyor?) Elbet vesîka gösteremiyecekdir. Senedi, vesîkası olmayan söze 
ilm, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli 
olsa da, (sonsuz olarak ateşde yanmak) korkunç felâketinden sakınmak lâzım olmaz 
mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felâketden sakınmaz mı? Sonsuz ateşde 
yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı? Görülüyor ki, her akl 
sâhibinin îmân etmesi lâzımdır. Îmân etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük 
taşımak, ibâdet zahmeti çekmek, zevkli tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara 
katlanmak lâzım değildir. Yalnız kalb ile, ihlâs ile, samîmî olarak inanmak 
kâfîdir. Bu inancını inanmayanlara bildirmek de şart değildir. İmâm-ı Rabbânî 
“rahime-hullahü teâlâ” yetmişüçüncü mektûbda buyuruyor ki, (Sonsuz ateşde 
yanmaya inanmayanın, buna çok az da bir ihtimâl vermesi, zannetmesi akl 
îcâbıdır). Sonsuz olarak ateşde yanmak ihtimâli karşısında, bunun yegâne ve 
kat’î çâresi olan (ÎMÂN) ni’metinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük 
şaşkınlık olmaz mı?] 
                                                |