| 
 
67 -  
ÜÇÜNCÜ CİLD 
- 44.MEKTÛB
      
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Bu mektûb, 
mîr Muhammed Nu’mânın oğlu mîr Abdürrahmân için yazılmışdır. Cennetde Allahü 
teâlânın görüleceğine inanmıyanlara cevâb vermekdedir: 
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlânın görüleceğine inanmıyanlar, Allahü 
teâlâ görülemez diyenler, sözlerini isbât etmek için, (Görülen şeyin, görenin 
karşısında olması lâzımdır. Allahü teâlâ, birşeyin karşısında olamaz. Çünki O, 
cihetsizdir. Cihetli olmak demek, sınırı, sonu, etrâfı olmak demekdir. Bunlar 
ise, Allahü teâlâ için kusûrdur, noksânlıkdır. İlâhda bu kusûrlar olamaz) 
diyorlar. 
Bunlara cevâb 
olarak deriz ki, Allahü teâlânın kudreti, kuvveti o kadar çokdur ki, bu geçici 
ve za’îf olan dünyâ hayâtında, hissiz, hareketsiz, içi boş iki sinir parçasına, 
karşısında olan şeyleri görebilmek kuvveti vermişdir. Sinirlere bu kuvveti veren 
yüce Allah, âhıretde, dahâ kuvvetli ve hiç yok olmıyacak olan bu iki sinir 
parçasına, karşısında olmıyanları, cihetsiz veyâ her cihetde olanları da görmek 
kuvvetini veremez mi? Çünki O, sonsuz kudret sâhibidir ve âhıretde his edilmesi 
ve görülmesi kâbildir. Ba’zı yerlerde ve zemânlarda, görmek için, karşılıklı ve 
belli yönde bulunmağı şart kılmış, başka yerlerde ve zemânlarda, bu şart olmadan 
görmek kuvveti vermişdir. Bu iki yer birbirine hiç benzemediği hâlde, birinde 
lâzım olan şartları, ötekinde de lâzımdır demek, doğrusu pek insâfsızlık olur. 
Mahlûkları yalnız bu görünen, ölçülen (Âlem-i mülk) olarak bilip, akl ile 
anlaşılmayan (Âlem-i melekût)daki şaşılacak varlıklara inanmamak olur. 
Süâl: 
Allahü teâlâ görülürse, çevresi olması ve gözle anlaşılması îcâb eder. Bu da, 
sonu, sınırlı olduğunu bildirir. Allahü teâlâda, bu kusûrlar olamaz. 
Cevâb:
Allahü teâlânın görünmesi, fekat çevresi 
bulunmaması ve gözle anlaşılamaması câizdir. En’âm sûresinin yüzüçüncü âyetinde 
meâlen, (Onu gözler anlıyamaz. O ise, gözleri bilir, anlar. O, ihsân sâhibi 
bilicidir) buyruldu. Mü’minler, âhıretde Allahü teâlâyı görecekler, gördük 
diyeceklerdir. Görmekde hâsıl olan zevkı, lezzeti duyacaklardır. Fekat, görüneni 
anlıyamıyacaklardır. Görmekden birşey elde edemiyeceklerdir. Görmeği 
anlıyacaklar, görmenin tadını alacaklar, fekat gördüklerini anlamıyacaklardır. 
Fârisî beyt tercemesi: 
  
Ankâ avlanamaz, tuzağını topla! 
bu avdan tuzakda kalır ancak hava. 
  
Allahü teâlâ 
görülecek, fekat anlaşılamıyacakdır. Görmekde hiç kusûr olmıyacakdır. İhsân ve 
ikrâm ederek, âşıklarına kendini gösterecekdir. Kendini görmek lezzetini onlara 
bol bol verecekdir. Bundan, Ona hiç kusûr, noksânlık gelmez. Çevrilmiş, 
cihetlenmiş olmaz. Fârisî beyt tercemesi: 
  
O tarafdan kemâli noksân kabûl eylemez. 
Bu tarafdan şerefin, söze, ölçüye gelmez. 
  
Allahü teâlâyı 
görmek için, görenin karşısında bulunması, doğrultusunda olması şartdır 
denilirse, Allahü teâlânın görmesi için de bu şartların bulunması lâzım olur. 
Çünki, görülende bu şartların bulunması, görende de bulunması demekdir. Allahü 
teâlânın, mahlûkları görmesinde de bu şartların bulunması lâzım olup, görmemesi 
îcâb eder. Allahü teâlânın görmek sıfatı inkâr edilmiş olur. Kur’ân-ı kerîme 
inanılmamış olur. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin birçok sûresinde, (Allahü teâlâ 
yapdıklarınızı görücüdür) ve (O, işitici ve görücüdür) ve (Allahü teâlâ 
amelinizi görür) meâllerinde âyetler vardır. Bundan başka, görmemek kusûrdur. 
İlâhlık sıfatından mahrûm olmakdır. 
Süâl: 
Allahü teâlânın görmesi, ilm sâhibi olması, herşeyi bilmesi demek değil midir? 
Allahü teâlânın ciheti, sınırı olmasını îcâb etdiren başka birşeyin de 
bulunduğunu söylemeğe lüzûm var mıdır? 
Cevâb: 
Görmek, bir güzel sıfatdır. Başka sıfatlardan başka olarak, Allahü teâlâda bu 
sıfatın da bulunduğunu Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Görmek, ilmden başka 
birşey değildir demek, Kur’ân-ı kerîme uygun olmaz. İlm denilince, bilinenin 
karşısında bulunmakdan kurtarılmış olmaz. İlm, sanki iki kısmdan hâsıl olur. 
Birincisinde, bilinen şey ile karşı karşıya olmak şart değildir. İkincisinde ise 
şartdır. Buna, (Rü’yet), ya’nî görmek denir. Mahlûklarda ilmin en 
kuvvetlisi, en yüksek derecesi, görmekdir. Ancak görmekle, kalbde itmi’nân, 
emniyyet hâsıl olur. Düşünülen, bilinen şeylere, insanın vehmi karşı çıkabilir. 
His ederek anlaşılan şeylere, vehm karşı koyamaz. Böyle şeyler, bu tehlükeden 
kurtulur. Bunun içindir ki, İbrâhîm Halîlurrahman “alâ Nebiyyinâ ve 
aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlânın ölüleri dirilteceğine inandığı ve 
kalbinde yakîn bulunduğu hâlde, kalbinde (İtmi’nân), ya’nî emniyyet hâsıl 
olması için, ölülerin nasıl dirildiğini görmek istedi. 
Görmek gibi 
güzel bir sıfat Allahü teâlâda yokdur denirse, bu güzel sıfatın mahlûklara 
nereden geldiğini sorarız. Çünki, mahlûklarda bulunan her güzellik, Allahü 
teâlâda bulunan güzelliğin aksidir, zuhûrudur. Mahlûkda bulunan bir güzelliğin, 
iyiliğin, Vâcib-ül-vücûdda bulunmaması, olacak şey değildir. Çünki, mümkinler, 
kötülükden, noksânlıkdan başka birşey değildirler. Onlarda görülen her kemâl, 
her güzellik, vücûb mertebesinden âriyet olarak verilmişdir. Çünki vücûb 
mertebesi; yalnız kemâl, yalnız güzellikdir. Fârisî beyt tercemesi: 
  
Önceden, evden birşey getirmedim ben, 
ben de ve herşeyim de, sendendir senden! 
  
İlk süâle cevâb 
olarak, şöyle de deriz ki, ileri sürdüğünüz sebeb, Allahü teâlânın varlığı için 
de tehlükeli bir düşünüşdür. Onu görmek olamaz derken, Onun varlığı da olamaz 
demekdir. Bu ise, akla uygun düşünüş değildir. Çünki, Allahü teâlâ var olunca, 
bu âlemin bir cihetinde bulunması lâzım olur. Yukarıda veyâ aşağıda, önde yâhud 
arkada, sağda, solda olur. Bu ise, Onun çevrilmesi, sınırlanması demekdir ki, 
noksânlıkdır, kusûrdur. İlâhda hiçbir kusûr bulunmaması lâzımdır. 
Süâl: 
Onun 
varlığı, belki âlemin her cihetindedir. Böylece, çevrilmiş ve sınırlanmış olmaz 
mı? 
Cevâb:
Âlemin her tarafında olmak, çevrilmiş, sınırlanmış 
olmakdan kurtarmaz. Âlemin dışında bulunması lâzım olur. Başka olan birşey, 
dışarda olur. İkilik, başka yerde olmakdır. Bu da, çevrilmiş, sınırlanmış 
olmakdır. 
Böyle yanlış ve 
aldatıcı düşüncelerden kurtulmak için, bilinmiyen şeyleri, bilinenler gibi 
sanmak hastalığından kurtulmak lâzımdır. Gâibi şâhide kıyâs etmemelidir. Görülen 
şeyde bulunan güzel bir hâl, görünmiyenin güzelliğini giderebilir. Çünki şartlar 
başka olunca, sıfatlar, hâller de başka olur. Hele, şartların başkalığı, ters 
olacak kadar çok ise, hâllerin başkalığı da ters olmağa kadar gider. Arabî 
mısra’ tercemesi: 
Tozlu, topraklı olan, temiz olana benzer mi? 
Allahü teâlâ 
akl ve insâf versin de, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmiş olan (Nass)lara 
karşı gelmesinler. Sahîh hadîsleri inkâr etmesinler. Bunlar gibi, açık 
bildirilmiş olanlara îmân etmek lâzımdır. Bunların nasıl olduklarını Allah bilir 
demelidir. Anlamadıkları için, aklım ermiyor demelidir. Kendi aklına güvenip, 
anlamadığına inanmamak, çok yanlış ve pek haksızdır. Doğru olan çok şey vardır 
ki, akl bunların doğru ve düzgün olduklarını anlıyamaz. Akl herşeyi doğru olarak 
kavrıyabilseydi, aklına güvenenlerin önderlerinden olan Ebû Alî Sînâ gibiler, 
herşeyi doğru olarak anlarlar, hiç yanılmazlardı. Hâlbuki, kendisi, (Birşeyden 
yalnız birşey meydâna gelir) diyerek öyle yanılmışdır ki, az düşünmekle hemen 
anlaşılmakdadır. İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, onun bu sözüne çok sert çatmakda, 
(Bütün ömrünü, insanı yanlış düşünmekden koruyan ilmlerle uğraşmakla geçirmiş 
iken, bu en kıymetli ve önemli yerde, çocukları bile güldürecek kadar 
yanılmışdır) demekdedir. 
[(Ahlâk-ı 
Alâî) kitâbında diyor ki, (İbni Sînâ, (Mu’âd) kitâbında, kıyâmetde 
dirilmeği inkâr eyledi. Öleceğine yakın, gusl abdesti alıp, vezîr iken yapdığı 
zulmlere tevbe etdiği söyleniyor ise de, i’tikâdı bozuk olanın guslü, nemâzı ve 
düâsı kabûl olmaz buyuruldu). Eflâtun ve Aristo gibi eski Yunan felesoflarının 
da yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyyetin asrlarca geri kalmasına sebeb 
olduklarını yirminci asrın fen adamları bildirmekdedir. Birinci kısmda, 
yirmidördüncü maddeye bakınız! Avrupada, bugünkü modern kimyânın babası denen 
Fransız kimyâgeri Lavoisier de öyle yanlış ve bozuk şeyler söyledi ki, 
mütehassısı olduğu kimyâ ilmine yapdığı zararlar hizmetlerini aşmış bulunuyor. 
İkinci kısmda, yirmisekizinci maddeye bakınız! 
İmâm-ı Gazâlî,
(El-münkız) kitâbında, kendilerini akllı, ilm adamı ve hiç yanılmaz sanan 
dinsizleri üçe ayırmışdır: Birincisi, Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar, 
Yunan felesoflarından asrlarca evvel vardı. [Bugün de, fen adamı geçinen ba’zı 
ahmaklar, komünistler, masonlar bu kısmdadır.] Bunlar, Allahü teâlânın varlığına 
inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecekdir. Bunun yaratanı 
(Hâşâ) yokdur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak 
sürecekdir, diyor. Dehrî olup da, müslimân görünerek, müslimânların dînini, 
îmânını bozmağa, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışana (Zındık) ve (Fen 
yobazı) denir. İkinci kısmı, tabî’iyyeciler olup, canlılarda ve 
cansızlardaki, akllara hayret veren intizâmı ve incelikleri görerek, Allahü 
teâlânın varlığını söylemeğe mecbûr kalmışlarsa da, tekrâr dirilmeği, âhıreti, 
Cenneti ve Cehennemi inkâr etmişlerdir. Üçüncü kısm, sonra gelen Yunan 
felesofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da talebesi 
Aristonun felsefeleridir. Bunlar dehrîleri ve tabî’iyyecileri red ederek, 
aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine hâcet 
kalmıyacak kadar şeyler söyledi. Fekat bunlar da, küfrden kurtulamamışdır. Bu üç 
kısm da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Ba’zı saf kimselerin, 
bunları din adamı sanması ve hattâ Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu 
yolda hadîs bile uydurdukları hayretle işitilmekdedir. Kâfirler, herşey 
söyliyebilir. Fekat, müslimân görünenlerin îmân ile küfrü ayırd edememesi, çok 
acınacak bir hâldir. 
(Nebrâs) 
ve bunun Berhurdâr “rahmetullahi teâlâ aleyh” hâşiyesinde diyor ki: Mahlûkların 
hepsine (Âlem) denir. Âlem, ya’nî herşey yok idi. Allahü teâlâ, herşeyi 
yokdan var etdi. Dimokrat, (Âlem yok idi. Kendi kendine var oldu) dedi. 
Tabî’iyyecilerin çoğu da böyle dedi. Aristoya göre âlem Heyûlâ [madde]dan 
yapılmışdır. Şekl almış heyûlâya Sûret [cism] dedi. Cism de üç fizikî hâlinde 
[gaz, sıvı, katı] görünür. Âlem, böyle gelmiş, böyle gider dedi. Dört unsur 
[ateş, hava, su, toprak] ezelîdir, hep var idiler. Cismler, birbirlerinden hâsıl 
oluyor ise de, aslları olan bu dört madde kadîmdir dedi. Eflâtun, âlem önce 
yokdu. Sonradan var oldu diyerek, eski Peygamberlerin kitâblarından işitdiğini 
söyledi. Fisagors ve talebesi Sokrat da, Aristo gibi söylediler. Dimokrat, 
maddenin küçük zerrelerden [atomlardan] yapıldığını, bunların boşlukda hareket 
etdiklerini söyledi. Calinos ise, âlemin kadîm veyâ hâdis olduğunu 
anlıyamadığını söyledi. Onlara göre, (Ezelî bir yaratıcının, yaratdıkları da 
ezelî olur. Sonradan yaratmağa başladı demek, kudretinin önceden noksân olduğunu 
gösterir). Cevâb olarak deriz ki, (Ezelî olan irâdesi, isteyince yaratmağa 
başladı. Susamış kimsenin, iki bardak sudan birini seçip alması gibidir. Bu 
kimsede, dahâ önce irâde ve kudret yokdu denilemez. Şimdi de, irâde edince, yeni 
şeyler yaratdığını görüyoruz). (Âlem, önce yokdu demek, âlem yok iken, zemân 
vardı demekdir. Zemân da, âlemdendir. Âlem yok iken, âlemin bir parçasının var 
olmasını söylemek, olacak şey değildir) derlerse, biz (âlem yok iken, zemân 
vardı) demiyoruz. Bu husûsda (Akâid-i Celâliyye)de geniş bilgi vardır. 
Şimdi, bu âlemden sonsuza doğru, sonsuz uzunluk olduğunu söylemek gibi saçma 
olur. 
Ehl-i sünnet 
âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” diyor ki: (Âlem, ayn ya’nî madde 
ve araz ya’nî özellikden meydâna gelmişdir. Madde, boşlukda yer kaplıyan, araz 
ise, yalnız bulunamayıp, başkası ile birlikde bulunan şeydir. Şu’â’ ya’nî ışık 
arazdır. Cism olsaydı, camdan, sudan geçemezdi. Çünki, iki başka cism, aynı 
zemânda, aynı mekânda bulunamaz. Harâret [ısı] da böyledir. Madde, 
cevher-ül-ferdlerden [atomlardan] yapılmışdır. Madde, basît cevher [Element] 
veyâ mürekkeb [Bileşik] olur. Maddeyi meydâna getiren atomlar arasında, his 
edilemiyecek kadar küçük boşluklar vardır. Her cism [maddeler, atomlar] 
değişmekdedir. Değişen şeyler, hâdisdir [yok iken var olmuşdur]. O hâlde, âlem 
hâdisdir. Bu üç cümleden ilk ikisi mukaddemedir. Mantık ilminde, birincisine 
(Sugrâ), ikincisine (Kübrâ) denir. Üçüncüsü de (Netîce)dir. 
Madde ezelde var olsaydı, ezelde de değişirdi. Ezel, kendinden önce, başka şey 
yok demekdir. Ezelde, değişiklik yok demekdir. O hâlde, madde ezelî olamaz. 
Nebrâsdan terceme temâm oldu. 
Ahmed Âsım 
efendi, (Emâlî) kasîdesi şerhinde diyor ki: Âlem, bütün parçaları ile 
birlikde hâdisdir. Ya’nî, yok iken, sonradan var olmuşlardır. Yerler, gökler, 
herşey yok idi. Hıristiyanlar, yehûdîler ve mecûsîler de, böyle inanmakdadırlar. 
Aristo, Fârâbî ve İbni Sînâ, madde kadîmdir dediler. İslâm âlimleri diyor ki, 
(Ezelî olan şey değişmez. Maddenin [elementlerin] fizik ve kimyâ özellikleri, 
hep değişmekdedir. Maddeler, ezelde değişmemiş olsalardı, ebedî olarak, şimdi 
de, değişmezlerdi. Önceden değişmek yokdu. Sonradan değişmeler hâsıl oldu da 
denilemez. Çünki, değişmek için, bir kuvvetin te’sîr etmesi lâzımdır. Değişmek 
sonradan başlayınca, kuvvetin de, sonradan var olduğu, ezelî olmadığı 
anlaşılır). Ahmed Âsım efendinin yazısı temâm oldu. Görülüyor ki, maddenin ezelî 
olduğunu söylemek, tabî’at kuvvetlerinin hâdis olduklarını, ezelî olmadıklarını 
ortaya koymakdadır. 
Fen ve tabî’at 
âlimleri, birçok bitki ve hayvan nesllerinin tükenip yok olduklarını, birçok 
türlerin de, sonradan meydâna geldiklerini anlamışlardır. Canlı, cansız herşeyin 
bir ömrü vardır. Herşeyin ömrü, ya’nî varlıkda kalma zemânı başkadır. Ömrü 
sâniye ile ölçülen varlıklar olduğu gibi, asrlarca yaşıyanlar da vardır. En uzun 
ömrlü varlıklar, element denilen basît cismlerdir. Bunların ömrlerinin çok uzun 
olması, tabî’iyyecileri şaşırtmış, (Cismler yok olur, madde değişir. Fekat, 
madde yok olmaz) diyenler olmuşdur. Hâlbuki, maddenin, cismlerin değişmelerinin 
sonsuz olarak, böyle gelip, böyle gideceğini söylemek, ezelî ve ebedî olan 
varlığa inandığını söylemekdir. Allahü teâlânın varlığının, önceden sonsuz ve 
sonradan da sonsuz olduğunu, maddecilerin ve tabî’atcıların da inkâr 
edemiyeceklerini göstermekdedir. Bu ahmaklar, canlı cansız, herşeyin sonsuz 
olarak, birbirlerinden meydâna geldiklerini, bu arada, elementlerin hiç yok 
olmadıklarını söyliyorlar. Hâlbuki, elementler de atomlardan meydâna gelmişdir. 
Atom yığınıdırlar. Allahü teâlâ, atomları da yokdan var etdi. Elementler sonsuz 
öncelerde var olup, herşey bunların çeşidli birleşmelerinden, sonsuz öncelerde 
meydâna gelseydi, bunları birleşdirmek için, sonsuz öncelerde, mu’azzam 
enerjinin, sonsuz kudretin bulunması lâzım olurdu. Çünki, enerji olmadan, 
atomlar birleşemez. Sonsuz öncelerde bulunması lâzım olan o kudret, işte Allahü 
teâlânın kudretidir. Atomlar da, elementler de, sonsuz öncelerde yokdu. Sonsuz 
öncelerde, yalnız Allahü teâlâ vardı. Müslimânlar, Allahın, herşeyi yokdan 
meydâna getirdiğine inanıyor. Onların söylediğine göre, herşeyin var olması 
için, o şeyi meydâna getiren şeyin önceden var olması, bunun da var olması için, 
bunu meydâna getiren şeyin var olması lâzımdır. Sonsuz önce demek, ucu, 
başlangıcı yok demekdir. Başlangıcda birşey olmazsa, ondan meydâna gelecek 
şeyler de olmaz. Ya’nî, gördüğümüz, bildiğimiz şeylerin hiçbirinin var olmaması 
lâzım olur. O hâlde, herşeyin, önceden yok iken sonradan var edilmiş, yaratılmış 
olan tek birşeyden üremekde oldukları anlaşılmakdadır. Maddecilerin (sonsuz 
öncelerde var olmak) sözlerinin, maddeler, cismler için, mümkin olmadığı 
anlaşıldı ise de, bu sözleri, maddeleri yaratan, fekat madde olmıyan, bir 
yaratıcı için mümkin, hattâ lâzımdır. Böyle söylemek yukarıda bildirilen 
çelişgiye sebeb olmamakdadır. Görülüyor ki, sonsuz olan bir varlık vardır. Bu 
varlık, maddecilerin, tabî’atcıların, komünistlerin dedikleri gibi, câhil, âciz, 
kısa bir zemân varlıkda durabilen, sonra çürüyüp yok olan, bildiğimiz cismler 
gibi değildir. Bu sonsuz varlık, madde olmıyan, hiçbirşeye benzemiyen, herşeyi 
bilen, gören, herşeye gücü yeten, müslimânların inandıkları bir Allahdır. 
Herşeyi O yaratmışdır ve yaratmakdadır. Tabî’at dediğimiz bu maddeler, cismler, 
canlılar ve çeşidli enerjiler, onların zan etdikleri gibi, yaratıcı değildir. 
Bunların hepsini Allahü teâlâ yaratmış, birbirlerine te’sîr etmek kuvvetini, 
kendilerine vermiş, yenilerini yaratmasına eskilerini sebebler, vesîleler 
yapmışdır. Allahü teâlânın sebeblere, sebeblerin te’sîr etmelerine ihtiyâcı 
yokdur. Hiç sebeb olmadan da yaratabilir. Fekat, sebebleri, vâsıtaları araya 
koyarak yaratmakdadır. Sebebler ile yaratmasında hikmetler, kullarına fâideler 
vardır. Bu fâidelerden biri, insan oğlu, bu sebeblere verilmiş olan te’sîrleri, 
özellikleri görerek, başka kimselerden işiterek öğrenip, maddî ve ma’nevî 
sebebleri kullanır. Bir yandan, yeni sentezler, analizler yaparak, yeni 
maddelerin, cismlerin yaratılmasına sebeb olur. Çeşidli sanâyı’ tesîsleri, 
fabrikalar yapılır. Bir yandan da, kalb, ahlâk temizlenerek, insan melek gibi 
olur. Allahın Velîsi olur. Ma’rifet-ullaha kavuşur. İnsan, istediği şeyin 
sebebine yapışarak, ona kavuşur. Sebeblere yapışmak, Peygamberlerin 
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” âdetidir. İnsan zekâsı, insan gücü de, Allahü 
teâlânın yaratmasına sebeb olmakdadır. Sebebler zincirinin bir halkası 
olmakdadır. Tabî’atcıların, komünistlerin, sebebleri yaratıcı zan etmeleri, 
çocuğun, babası çukulata getirince, (çukulatayı babam yaratdı) demesine 
benzemekdedir. Çünki o, çukulatayı babasının verdiğini görmekde, başka birşey 
bilmemekdedir. 
Ahmed Âsım 
efendi, yine diyor ki: Allahü teâlâ, kadîm olmasaydı, hâdis olsaydı, onu yaratan 
bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı kadîm ise, Allah odur. Hâdis ise, onu da 
yaratan biri lâzım olur. Böylece, kadîm olmıyan yaratıcılar zinciri mevcûd olur. 
Bu zincire, (Teselsül) denir. Teselsül ise, muhâldir, olacak şey 
değildir. Teselsülün muhâl olduğu, (Burhân-ı tatbîk) ile isbât olunur: 
Birşeyin sonsuz yaratıcılarını, birinciden başlıyarak, sonsuz olarak, yan yana 
dizelim. İkinci yaratıcıdan başlıyarak, ikinci bir sıra dahâ düşünelim. Sonsuza 
giden ikinci sıra, birinci sıradan bir noksân olduğu için, kısadır. Kısa olana 
sonsuz denilemez. İkinci sıra, sonsuz olamadığı için, bundan bir fazla olan 
birinci sıra da, sonsuz olamaz. Ya’nî, bir ucu sonsuza giden yarım doğru 
düşünülebilir. Fekat böyle birşey mevcûd olamaz. Teselsül olamaz. Sonsuz sayıda 
yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu tek yaratıcı, 
ezelîdir, ebedîdir, sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından 
değildir. Âkıl ve bâlig olan kimse, Allahü teâlânın sonsuz var olduğunu ve başka 
herşeyin yokdan var edildiklerini işitdikden sonra, aklını kullanmayıp, 
düşünmeyip, buna inanmazsa veyâ aklını kullanıp, düşünüp de, bunu akl kabûl 
etmez, fenne uygun değildir diyerek inanmazsa kâfir olur. Cehennemde sonsuz azâb 
görür, yanar. Ahmed Âsım efendinin yazısı temâm oldu. İnsan, işitmediği için 
düşünmezse ve düşünmediği için de, anlamaz, îmân etmez ise, yine kâfir olur. 
Cennete girmez. Fekat, Cehenneme de girmez. Kâfirlere yapılan azâb, buna 
yapılmaz. Hesâbı görüldükden sonra, hayvanlar gibi, toprak olur, yok olur. 
Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Peygamber 
göndermedikce azâb yapmayız!) buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, 
Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabî’atdaki nizâmı, 
düzeni incelemek, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber 
vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrendikden sonra farz 
olmakdadır. İbni Âbidîn mürted bâbında buyuruyor ki, (Buhârâ âlimleri dediler 
ki, (Peygamber gönderilmeden, teblîg yapılmadan önce teklîf yapılmaz). Eş’arî 
mezhebi böyledir. Muhtâr olan kavl de budur. Bu âlimler, (Yerleri ve gökleri ve 
kendini gören, aklı başında bir kimsenin Allahü teâlânın varlığını anlamaması 
özr olmaz) sözünden murâd ve maksad, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü 
vetteslîmât” işitdikden sonra, anlamaması özr olmaz demekdir, dediler). İmâm-ı 
Rabbânî “kuddise sirruh” de, 266. cı mektûbunda böyle buyurmuşdur. 
Eflâtûnun Îsâ 
“aleyhisselâm” zemânında yaşadığı (Burhân-ı kâtı’)da yazılıdır. Avrupa 
kitâblarında, Eflâtûnun, mîlâddan, ya’nî Îsâ aleyhisselâmın dünyâyı teşrîfinden 
[347] sene önce öldüğü yazılıdır. Platon ismi de verilen bu Yunan felesofunun 
dersleri meşhûr olduğundan, ölüm zemânına inanılırsa da, Îsâ “aleyhisselâm”, 
gizli dünyâya gelip ve dünyâda az kalıp, göke çıkarıldığından ve kendisini ancak 
oniki havârî bilip, Îsevîler az ve asrlarca gizli yaşadıklarından, mîlâd, ya’nî 
noel gecesi doğru anlaşılamamışdır. Mîlâdın, birinci kânûn [aralık] yirmibeşinde 
veyâ ikinci kânûn [ocak] altıncı veyâ başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü 
mîlâdî senenin beş sene fazla olduğu, çeşidli dillerdeki kitâblarda, meselâ 
Hasîb beğin 1333 [m. 1915] baskılı (Kozmografya) kitâbında ve 
(Takvîm-i Ebüzziyâ)da yazılıdır. O hâlde, mîlâdî sene, müslimânların senesi 
olan hicrî sene gibi doğru ve kat’î olmayıp, günü de, senesi de şübheli ve 
yanlışdır. İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” ve (Burhân-ı kâtı’)ın 
bildirdiklerine göre, üçyüz seneden fazla olarak noksândır ve Îsâ “aleyhisselâm” 
ile Muhammed “aleyhisselâm” arasındaki zemân, bin seneden az değildir. 
(Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cild, üçüncü faslda diyor ki: (İbni Asâkirin, 
Şa’bîden “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” haber verdiğine göre, Îsâ aleyhisselâm 
ile Muhammed aleyhisselâm arasında, [963] sene fark vardır). 
İmâm-ı Muhammed 
Gazâlî, imâm-ı Ahmed Rabbânî ve dahâ birçok islâm büyükleri, Yunan felsefesini 
inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin, ne kadar câhil, ahmak ve kâfir 
olduklarını bildirmişlerdir. Müslimânların, böyle kâfirleri beğenmemelerini, 
onlara aldanmamalarını, birçok kitâblarında yazmışlardır. 
O hâlde, 
kâfirlerin, mürtedlerin, islâm düşmanlarının (İslâm âlimleri, tesavvuf adamları, 
Yunan felesoflarının, Roma tesavvufcularının, Batlemyus mektebinin te’sîri 
altında kalmış) demeleri temâmen yersiz ve yanlışdır. İslâm âlimlerini 
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, onların talebesi ve taklîdcisi şekline 
sokarak, bunları küçültmek için, düşmanca yapılan iftirâlardır. Hâlbuki, islâm 
âlimleri, Yunan ve Roma felsefesini ve hukûkunu, çok ince ve kuvvetli bilgileri 
ile çürüterek yere sermiş, onların hukûk, ahlâk ve tıb üzerindeki sözlerinden 
doğru olanlarının, eski Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” 
kitâblarından çalma olduklarını bildirmişlerdir. Sôfiyye-i aliyyenin tesavvufa 
âid sözleri, câhillerin zan etdikleri gibi, kitâbdan okumakla, başkalarından 
öğrenmekle ve taklîd ile değil, keşf ile ya’nî mubârek kalblerine, temiz 
rûhlarına akıp gelmekle anladıkları ma’rifetlerdir. Bu hakîkatleri, 
(Mektûbât)ın birçok mektûbu, çok güzel bildirmekdedir. 
Eski Yunan 
felsefecileri ve şimdiki komünistler, herşeyi akl ile anlamağa, akla uydurmağa 
kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın 
erebileceği şeylerde doğruyu bulabilir ise de, aklın kavrıyamadığı, erişemediği 
birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, eski Yunan felsefecilerinin 
sonra gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini 
beğenmemişlerdir. 
İslâm âlimleri 
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, zemânlarına kadar olan fen bilgilerini 
okuyup ve seksen bilgiyi iyi öğrendikden sonra, islâmiyyetin gösterdiği yolda, 
kalblerini açarak, nefslerini temizliyerek, aklın erişemediği bilgilerde de 
doğruyu bulmuşlar, hakîkate varmışlardır. İslâm âlimlerine felesof demek, 
bunları küçültmek olur. Felsefeciler, yanılıcı olan aklın esîri, mahkûmu 
kimselerdir. Bunlar tecribe etmeyip, akl ile söylediklerinde ve deneyleri 
açıklarken vehmlerine kapıldıkları zemânlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. 
Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için, bunlar, islâm âlimi gibi yüksek 
olamaz. 
Aklı olmıyan 
delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhetdir. Aklı az 
olan da ahmakdır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde 
yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, 
yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek 
insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde, islâmiyyetde felsefe yokdur, islâm 
felsefesi, islâm felesofu yokdur. Felsefenin üstünde olan islâm ilmleri ve 
felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” 
vardır. 
Akl, göz 
gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Ya’nî insanın aklı, gözü gibi za’îf 
yaratılmışdır. Gözümüz, maddeleri, cismleri karanlıkda göremiyor. Allahü teâlâ, 
görme âletimizden fâidelenmemiz için, güneşi, ışığı yaratmışdır. Güneşin ve 
çeşidli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlükeli 
cismlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, fâideli şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü 
açmıyan veyâ gözü bozuk olan, güneşden fâidelenemez. Fekat, bunların güneşe 
kabâhat bulmağa hakları olmaz. 
Aklımız da, 
yalnız başına ma’neviyyâtı, fâideli, zararlı şeyleri anlıyamıyor. Allahü teâlâ, 
aklımızdan fâidelenmemiz için, Peygamberleri, islâmiyyet ışığını yaratdı. 
Peygamberler, dünyâda ve âhıretde râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız 
bulamaz, işe yaramazdı. Tehlükelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, 
islâmiyyete uymıyan veyâ aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden 
fâidelenemez. Dünyâda ve âhıretde tehlükelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen 
vâsıtaları, mevkı’, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin 
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gösterdiği yolda gitmedikce, hiçbir ferd, hiçbir 
cem’ıyyet mes’ûd olamaz. Ne kadar neş’eli, sevinçli görünseler de, içleri kan 
ağlamakdadır. Dünyâda da, âhıretde de râhat ve mes’ûd yaşayanlar, ancak, 
Peygamberlere uyanlardır. Râhata, se’âdete kavuşmak için, müslimân olduğunu 
söylemek, müslimân görünmek yetişmez. Müslimânlığı iyi öğrenmek ve emrlere, 
yasaklara uymak lâzımdır]. 
Ehl-i sünnet 
âlimleri, dînimizin bildirdiklerini, akl ersin ermesin, isbât etdiler. Allahü 
teâlâ, onların çalışmalarına bol bol mükâfat versin! Bu bilgilerden hiçbirine, 
akl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece, kabr azâbına, kabrde (Münker) 
ve (Nekîr) denilen iki meleğin süâl soracaklarına, sırat köprüsüne, 
kıyâmetdeki terâzîye hemen inandılar. Akl ermediği için, olmaz demediler. Çünki 
bu büyükler, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uydular. Aklı bu iki temel 
kaynağa bağladılar. Anlıyabildiklerini anlatdılar. Anlıyamadıklarına öylece 
inandılar. Anlamadıklarına, aklımız ermediği için anlıyamadık dediler. Eski 
Yunan felsefecileri gibi yapmadılar. Onlar, akl eren şeylere inanıp, akllarının 
ermediklerine, anlıyamadıklarına inanmadılar. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü 
vetteslîmât” gönderilmeleri, Allahü teâlânın beğendiği şeylerden birçoğuna aklın 
eremediği için olduğunu bilemediler. Akl huccetdir. Fekat, tâm huccet değildir. 
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmeleri ile tâm huccet 
olmuşdur. [Ya’nî, O büyüklerin gönderilmeleri ile, akl herşeyi öğrenebilmişdir.] 
İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Biz, Peygamber göndermedikçe, azâb 
yapıcı değiliz) buyruldu. 
Yine sözümüze 
dönerek deriz ki, karşıda bulunan şeyi görmek için, aynı doğrultuda bulunmak 
lâzım ise de, yanında olmıyanı görmek için lâzım değildir. Uzakda olan birşey, 
insanın bir cihetinde olmadığı gibi, görülmesi de bir yanda olmaz. Görmeden 
önce, bir cihetde olmıyan şey, görürken de bir cihetde olmaz. Anlaşılamıyan 
birşeyi görmek de, anlaşılamıyacak hâlde olur. Maddeli olan, maddesiz olanı 
anlıyamaz. Arabî mısra’ tercemesi: 
Sultânın bol hediyyelerini, onun vâsıtaları 
taşıyabilir. 
Anlaşılamıyanın 
görülmesini, anladığımız şeylerin görülmelerine benzetmek yanlış olur. 
İnsafsızlık olur. İnsanı doğruluğa kavuşduran yalnız Allahü teâlâdır. 
  
Müslimânım, gece gündüz, tapdığım dergâh 
bir, 
bir dakîka, tevhîdden ayrılmadım, Allah bir! 
                                                |