| 
 
22 - 
HURÛFÎLİK 
Bektâşî deyince 
iki dürlü insan anlaşılır: Birincisi, hakîkî, doğru Bektâşî olup, hâcı Bektâş-ı 
Velî hazretlerinin gösterdiği hak yolunda giden temiz müslimânlardır. 
Bektâşîlerin 
ikincisi, sahte, yalancı Bektâşîlerdir. Bunlar, bozuk yolda olan hurûfîlerdir. 
Eskiden Bektâşî denilen kimselerin çoğu bunlardı. Zemânla azaldılar, yok 
oldular. Şimdi Türkiyede sahte, bozuk bektâşî yokdur. Sahte bektâşîler, 
müslimânlar arasında râhat yaşamak ve inançlarını saklayarak, gençleri 
aldatabilmek için, bu kıymetli ismi maske olarak kullanmışlardı. Böyle, çeşidli 
kıymetli ismler altında saklanan dinsizler az değildir. Meselâ, (Melâmî) 
ismi böyledir. Hiç ibâdet yapmayan, her çeşid günâhı, kötülüğü işliyen, 
islâmiyyete uymayan sapıklar, kendilerine melâmî dediler. Hâlbuki melâmî, beş 
vakt nemâz gibi farzları câmi’de kılıp, harâmlardan kaçınan, nâfile ve 
sünnetleri evinde gizli kılıp, şöhretden sakınan temiz kimse demekdir. Tokadlı 
İshak efendi (Kâşif-ül-esrâr) kitâbında diyor ki: 
Müslimânları 
aldatmak için kendilerine kıymetli bir ism takan yalancılardan biri de, Bektâşî 
tarîkati adı altında toplanan hurûfîlerdi. Hurûfîlik, bir mezheb değildir. Bir 
tarîkatdir. Bu bozuk tarîkatde bulunanlar, önceleri iç yüzlerini saklıyorlardı. 
[1288] hicrî yılında, maskelerini kaldırmağa başladılar. (Câvidân) 
adındaki gizli kitâblarını ortaya çıkardılar. Bu kitâbları altı formadır. Bir 
formasını hurûfîliğin kurucusu olan Fadlullah bin Ebî Muhammed Tebrîzî, fârisî 
dili ile yazmış, beş formasını da, bunun talebesinden ba’zıları düzmüşdür. 
Bunlardan Ferişteh oğlunun (Işknâme) adındaki formasında, küfrleri, öteki 
formalardaki kadar açık yazmadığından, bunu, 1288 [m. 1871] de İstanbulda taş 
üzerinden basdılar. 
Fadlullah 
Hurûfî adındaki zındık, (Karâmıtî) tarîkati kalıntılarından birinin 
dervîşi idi. Karâmıtîlere (İbâhiyye) de denir. Bunlar, harâmlara halâl deyip, 
yetmiş seksen sene hâcıları soydular. Müslimânları öldürdüler. Hükûmet kurdular. 
Hükûmetleri 372 [m. 983] senesinde yıkılınca, dağıldıkları yerlerde gizlendiler. 
Bunlardan Hasen Sabbâhın kurduğu (İsmâ’îliyye) devleti de, 654 [m. 1256] 
de yıkıldı. Fadl, Îrânda Esterâbâd şehrinde, gizlice küfr yaydı. Dokuz yardımcı 
buldu. Nokta ilmi diye birşey uydurdu. Bu iş mubâhdır, nokta çift geldi. Falan 
şey harâmdır, nokta tek geldi derdi. İbni Hacer-i Askalânî hazretleri, (Enbâ-ı 
Fadl) adındaki târîhinde, Fadlullah ve hurûfîlik tarîkati hakkında geniş 
bilgi vermekdedir. Fadlullahın küfrleri yayılınca, Tîmûr hânın oğlu Mîrâh Şâh 
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, babasının emri ile, 796 [m. 1393] senesinde, 
Fadlullahı öldürdü. Bacağına ip takılıp, sokaklarda sürüklendi. Böylece, 
islâmiyyet büyük bir düşmandan kurtuldu. Yavuz Sultân Selîm hân “rahmetullahi 
teâlâ aleyh”, şâh İsmâ’îli maglûb ederek, şî’îliğin yayılmasını önlediği gibi, 
Tîmûr hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” da, islâmiyyet için çok tehlükeli olan 
Hurûfîliğin yayılmasını önliyerek, islâmiyyete büyük hizmet etmişdir. Bunun 
için, sahte olan Bektâşî, ya’nî (Hurûfî) tarîkatinin müridleri, Tîmûr 
hânı sevmez, onu hep kötülerler. 
Fadlullah 
öldürülüp, Esterâbâd yıkılınca, dokuz yardımcısı kaçdı. Bunlardan (Alî-yül-a’lâ) 
adındaki kimse, Anadoluda bir Bektâşî tekkesine geldi. (Câvidân)ı gizlice 
yaymağa, câhilleri aldatmağa başladı. Hâcı Bektâş-ı Velînin yolu budur dedi. 
Harâmlara mubâh, nefsin arzûlarına, serbestdir dediği için, tarîkati kötü 
insanlar arasında çabuk yayıldı. Sözlerine (Sır) deyip, çok gizli tutulmasını 
emr ederdi. Sırları yabancılara açanları öldürmek bile vâkı’ olurdu. Sırlara 
(Câvidân) kitâbında a, c, v, z gibi harflerle işâret edilmekdedir. Herbiri 
kâfirlik olan bu işâretler, (Miftâh-ul-hayât) adındaki kitâbda 
açıklanmışdı. Bu kitâba da Sır dediler. Elinde Sır kitâbı bulunmıyan kimse, 
(Câvidân)ı anlayamaz. [800] yılından beri, çok zevâllıları aldatdılar. Dinden 
çıkardılar. Aralarına masonlar da karışdı. Yehûdî parası ile beslendiler. 1240 
[m. 1824] senesinde, küfrlerini yaymağa başladılar. Sultân İkinci Mahmûd hân 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” tarafından (Ulu)ları katl edildi. Bektâşî tekkeleri 
dağıtıldı. Yerlerinin Nakşibendîlere verilmesi için fermân buyuruldu. Dağılarak 
gizli çalışdılar. [1288] de yine ortaya çıkdılar. Ferişteh oğlu Abdülmecîdin 
(Işknâme) risâlesini [1288] de basdılar. Yayılmağa başladılar. Bunlara 
aldananlara (Işık tâifesi) denildiği, Bursalı İsmâ’îl Hakkı efendinin 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Huccet-ül-bâliga) kitâbı başında yazılıdır. 
[Mâliye mahkemesi a’zâsından, Seyyid Ahmed Rif’ât beğin [1293] de yazdığı, (Mir’ât-ül-mekâsıd) 
kitâbında diyor ki, (Abdülmecîdin kardeşi olan Ferişteh oğlu Abdüllatîf, Ehl-i 
sünnet idi. Tesavvuf üzerinde hâzırladığı kitâbdan, sâlih bir zât olduğu 
anlaşılmakdadır. Kardeşi Abdülmecîdin Hurûfî tarîkatine kaymasına çok üzülmüşdü. 
Onlara uymadı). Ferişteh oğlu Abdülmecîd, Aşknâmeden başka kitâblar da yazdı. (Se’âdetnâme) 
kitâbında, bunu (Câvidân) ve (Aşknâme) ve (Muhabbetnâme)den terceme etdim ve 
[826] yılında temâm oldu, demekdedir. Fadlullahın baş halîfesi Mahmûd, şeyhinden 
ayrıldı. (İlm-i nokta) diye (Câvidân-i sagîr) adında bir kitâb yazdı. Burada, 
hurûfîlerin zındık, kâfir ve mel’ûn olduklarını bildirdi. (Câvidân) 
okuyanların çoğunun ilhâd üzere oldukları, (Kur’ânın zâhiri murâd değildir. 
Bâtını murâd edilmekdedir) dedikleri, böylece tekrâr dirilmeği inkâr ederek 
kâfir oldukları, Bursalı İsmâ’îl Hakkı efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Huccet-ül-bâliga) 
kitâbında yazılıdır. Bu kitâb, (Reşehât) kitâbının kenârında, 1291 [m. 
1874] de İstanbulda basdırılmışdır. Hurûfîler, küfr ve ilhâdda en ileri 
gidenlere seyyid derler. Bunun için, birçokları, seyyid olduklarını 
söylemişlerdir. Bektâşî tarîkati adı altında saklanan hurûfîler, müslimânları 
aldatmak için, birkaç yoldan saldırıyorlardı: 
1 - Fadl-ı 
Hurûfîye, ilâh, tanrı diyorlardı. (Câvidân)da diyor ki, (Tanrılık, ezelde 
görünmez bir kuvvet idi. Önce harfler şeklinde, sonra Peygamberler şeklinde, 
nihâyet Fadlda açığa çıkdı. Önce, Âdem peygamber şeklinde göründü. Melekler, 
bunun için Âdeme secde etdi. Dört kitâbının ma’nâsını Câvidânda bildirdi). 
2 - Hazret-i 
Alînin sözleri diyerek uydurdukları (Hutbet-ül beyân) ve başka kitâblarında, 
hadîsler düzerek, Alîyi sevenlere günâh zarâr vermez diyorlardı. Böylece, 
ibâdete lüzûm yokdur. Harâmlar halâldir diyerek, amelsiz, ibâdetsiz Cennete 
gitmek isteyen câhilleri aldatdılar. Bir kimseyi böyle aldatıp, ibâdetden, 
îmândan ayırdıkdan sonra, Sır kitâbını öğretmeğe başlarlardı. Çünki, 
(Câvidân)da, Ehl-i beytin ismi bile yokdur. (Hutbet-ül-beyân)ın türkçe şerhi de 
vardır. 
3 - Bütün 
dinlerin bir olduğunu, hepsinin onaltı kemerbend içinde toplandığını 
söylerlerdi. Onaltı kemerden herbiri, bir Peygamberin dîni imiş. O kemeri 
kullanan, o Peygamberin dînini yapmış olurmuş. Meselâ Âdem aleyhisselâmın 
kemerini takan, hep meşin giyermiş. Çünki, Âdem “aleyhisselâm” deri elbise 
giymiş. Mûsâ aleyhisselâmın kemerini takan, kısrağa binmezmiş. Îsâ 
aleyhisselâmın kemerini takan, evlenmez imiş. Fekat zinâ ve livâta yapması mubâh 
imiş. Çünki, Îsâ “aleyhisselâm” bekâr imiş. Hıristiyanların üç uknûmuna, ya’nî 
üç tanrı olduğuna inandıkları, Ferişteh oğlunun (Câvidân)ında yazılıdır. Yine 
orada, Alî denilen zât, Fadl-ı Hurûfî idi diyor. Başka bir sahîfesinde, Fadl-ı 
Hurûfî, Muhammed aleyhisselâmdan ve Alîden (hâşâ) dahâ üstündür. Onlar, dînin 
inceliğini Fadl kadar bilmiyorlardı diyor. Yazıları birbirini tutmuyor. 
Sahte olan bu 
Bektâşîler, Şî’î de, Alevî de değildir. Müşrikdirler. Yehûdîler ve masonlar 
tarafından desteklenerek, câhil müslimânları dinden çıkarmakdadırlar. Yeni 
aldatılanlara, (Câvidân)ı göstermeyip, kendilerini Alevî olarak tanıtıyorlardı. 
Hâlbuki, Şî’î âlimleri de, bu sahte Bektâşîlerin Alevî olmadığını, kâfir 
olduğunu söylemekdedir. 
4 - Harâmlara, 
yalan söylemeğe câiz dedikleri için, (Hamzanâme) ve (Battâl gâzî) gibi çeşidli 
kitâblar yazdılar. Baba denilen ulularından uydurma kerâmetler anlatdılar. 
İstanbulda Merdiven köyündeki tekkelerinin kurucusu olan (Ahmed baba), gençleri 
toplayıp, ismi bilinmiyen babalardan biri şöyle uçmuş, bir ânda Şâma gitmiş, 
falan gün, beni falan meyhâneden kaldırın demiş, o gün gitmişler, küpün dibinde 
ölü bulmuşlar. Başka bir baba, arslana binmiş, okyânusu dolaşıp gelmiş derdi. 
Bunun hocası olan Halîl baba da, Samatyada, bir evde gençleri toplıyarak 
yalanlar söylerdi. [(Kâşif-ül-esrâr) kitâbının sâhibi, devâm ederek diyor ki,] 
orada bulunarak, babayı rezîl etdim. Ev sâhibi de, beni evinden kovdu. 
Yalanlarından biri de, herkese mal, rütbe, evlâd verilmesi, insanların ölmesi, 
hastaların iyi olması, babaların elindedir derler. Nemâzı bir kerre kılmak 
farzdır. Oruc da, ömründe bir gün tutmak farzdır. Gusl de, ömründe bir kerre 
farzdır. Gusl edip de, vücûdünüzü hırpalamayınız derlerdi. Bunlara inanıp, 
dinden çıkanlara esrâr söylemeğe başlarlardı. Muhammed dedikleri (hâşâ) Alî idi. 
Allah dedikleri de (hâşâ) Alîdir derlerdi. Bir kimse, aklını kaçırıp, buna da 
inanırsa, bunların hepsi Fadldır derler. Her kötülük, fuhş sana mubâh oldu 
derler. Bunu oturak âlemine sokarlardı. 
Tarîkat, oniki 
dânedir derlerdi. Bu nasıl şeydir denilse, sen hâcı Bektâş-ı Velîyi inkâr mı 
ediyorsun derlerdi. Hâlbuki, hâcı Bektâş-ı Velî hazretleri, islâmiyyete uyar, 
sünnet-i seniyyeden ayrılmazdı. Talebesi de böyle idi. Fekat, sonra gelen 
câhiller, aldatılıp, Bektâşîlik adını, bu dinsiz hurûfîler, kendilerine mal etdi. 
Çok şükür bugün, bu sahte bektâşîler kalmadı. Şimdi Türkiyede bulunan 
Bektâşîlerin hepsi hakîkî müslimândır. Sünnî olan müslimânlarla kardeş olarak 
yaşamakdadırlar. 
Hurûfîlerin 
yalanlarından biri de, Bektâşîler içinde ba’zı azgınları var ise de, bizim 
babamız öyle değildir, derlerdi. Hâlbuki, sahte Bektâşî, içki içerdi. Hiç nemâz 
kılmazlardı. Böyle kimselere Bektâşî denilir mi? Bunların en meşhûrları olan 
Osmâncıkda (Koyun baba), Elmalıda (Abdal Mûsâ), Eskişehrde (Şücâ’eddîn), 
Dimetokada (Kızıl deli), Kalkandelende (Sersem Alî) adındaki babaları, hep 
(Câvidân) okumakda, kâfirliği yaymakda idiler. [Koyun babanın, sahte Bektâşî 
tarîkatinin dervişlerinden olduğu, (Müncid) lügatinde de yazılıdır.] 
Sahte 
Bektâşîler bıyıklarını uzatırlar. Bıyık uzatmak hazret-i Alînin sünnetidir 
derlerdi. Bıyık kesmek, Mu’âviyenin sünnetidir derlerdi. Hâlbuki, bıyıkları 
kısaltmak, hadîs-i şerîflerle emr edildi. Bıyık kısaltmak, sünnet-i müekkededir. 
Bunlar, seviyoruz dedikleri hazret-i Alînin, bu sünneti yapmadığını, düşman 
oldukları hazret-i Mu’âviyenin ise, sünnete uyduğunu söylüyorlar. Bıyıkları 
kısaltmak için, (Buhârî-yi şerîf)de çeşidli hadîs-i şerîfler var. 
Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bu emrlere uymadığını söylemek, onu 
sevmek değil, ona düşmanlık etmek olur. Düşmana korkunç görünmek için, 
bıyıkları, tırnakları muhârebede uzatmağa izn verildi. Başka zemânda uzatmak 
mekrûh oldu. Fadlullah-ı Hurûfî, kaş, kirpik, bıyık gibi kıllar, bir mukaddes 
harfin insanda görünüşüdür. Meleklerin Âdeme secde etmesine sebeb, bu zuhûrâtdır. 
Bıyık mukaddesdir. Kesmesi, büyük günâhdır dedi. Şah İsmâ’îl, bıyığını uzatmağı, 
hurûfîlerden aldı. Sünnîlere benzememek için, acemlerin bıyıklarını uzatmasını 
emr etdi. Gençleri aldatmak için, hazret-i Alînin sünnetidir dediler. O büyük 
imâma iftirâ etdiler. 
Hurûfî 
tarîkatinin zikrleri, ibâdetleri, okumaları yokdur. Her sabâh pîrin evinde, 
meydân odasına toplanırlardı. Birisi, bir elindeki tepsi içinde, adam sayısında 
şerâb kadehi ve birer dilim ekmek, peynir olarak odaya girer. Bunu saygı ile ve 
bir ağızdan gülbânk okuyarak karşılarlardı. Herkesin önüne gelerek birer dâne 
verir. Ta’zîm ile alır, yüzlerine sürer, sonra yirler, içerlerdi. Bütün 
ibâdetleri bundan ibâretdi. Evli olanı, kadınlarını, kızlarını da, toplantıya 
getirir. İçerler ve dans ederler. Birisi, birinin kadınını veyâ kızını 
beğenirse, erkeğe gelip, sizin bağçeden bir gül koparacağım der, izn ister. O 
da, zevcesini çağırıp, bu canın talebini hak et der. Sonra takbîl ederdi. Bu 
taleb karşılıklı olursa, iki adam da babanın önüne gelip, izn isterler. Baba izn 
verince, ömrleri boyunca, birbirlerinin ayâlini istifrâş ederlerdi. Şimdi 
Türkiyedeki Bektâşîlerde ve alevîlerde böyle kötülükler yokdur. 
Hurûfî 
tarîkatinin babaları, papaslar gibi günâh çıkartırlardı. Günâh sanılan bir şeyi 
yapınca, babanın önüne gelir. Baba, kulağını çekerek afv eder. Günâhı büyük ise, 
al malını gör yolunu der veyâ yalvarır. Baba da kırklar kurbanı kes, yâhud 
üçyüzler nezri ver der. Birkaç lirasını alıp, afv etdim derdi. Hurûfî 
tarîkatindeki kadınlardan biri, Hurûfî olmıyan bir adam ile buluşsa, babaya 
gelip, üzerimden bir köpek atladı der. Baba, para alır, afv olur. Her babanın 
yolu başka idi. Bir toplantı gecesinde, babanın önüne bir kadın gelip baş eğdi. 
Baba buna, bukağı çöz dedi. Baba dilediği birine, kalk şu bacıyı tomruğa vur 
dedi. Adam, kadınla bir odaya çekildiler. Bir derdine dermân arayan bir kadın, 
bir hurûfî kadınına sorar. O da, bizim baba iyi büyü yapar diyerek, tekkeye 
götürür. Soyun! Baba geliyor derler. Kadın olmaz der ise de, sakın ha. Buradan 
sır çıkmaz, cenâzen çıkar diyerek korkuturlar. Kadın teslîm olur. Sonra, getiren 
kadın, buna, babanın işi, kötülük değildi. Hazret-i Alînin sünnetini yapdı der. 
Bunlarda, halâl, harâm diye birşey olmadığından, en aşağı kâfirlerin bile 
yapamıyacağı, çirkin, alçak işleri yapmakdan çekinmezler! [(Kâşif-ül-esrâr) 
kitâbının yazdığı bu çirkin şeyler, şimdi Türkiyede bulunan alevîlerde ve hakîkî 
bektâşîlerde yokdur. Şimdi, memleketimizde, sahte bektâşî tarîkati denilen 
hurûfîler mevcûd değildir.] 
Selânikde, 
kal’a dışında (Gül Baba) denilen yerde, Zülfikâr adındaki bir sahte Bektâşî 
babası, Nevruz günü kadın erkek hurûfîleri toplayıp, içerler. Serhoş olunca, (Şu 
dağları ben yaratdım, şu çınar ağacına emr etsem, bana secde eder, şu ölülere 
emr etsem kalkarlar) gibi sözlerle, herbiri tanrılık da’vâsında bulunur. Sonra 
telgraf me’mûrlarından Alî Rızâ isminde bir sahte Bektâşî, ayağa kalkıp, 
Muhammedin eşeği kim ise gelsin der. İçlerinden biri gelip, tekbîr ile üzerine 
biner. Bir eline şerâb şişesini, bir eline de kadeh alıp, hurûfî tarîkatindeki 
kadınlar arasına girer. Tekbîr ile şerâb dağıtmağa başlar. Bütün kadınlar 
içdikden sonra, erkekler tarafına gelir. Nemâz kılalım diye bağırır. Hepsi 
kalkar. Kıbleye arkalarını dönüp, babaları imâm olup, şöyle kılarlar: (Nemâz 
yalandır. Ben nemâza inanmam, ben nemâz kılmam) diye bağırdıkdan sonra secdeye 
yatarlar. Babaları, secdede bir ayağı ile bir elini yukarı kaldırıp bağırır. Bu 
Alî Rızâ, iki zevcesini çıplak olarak ellerinden tutup, uzakda bulunan 
müslimânlardan Sâmî beğin yanına gelir. Gördün mü? Bektâşîlik ne güzeldir değil 
mi? Sen de Bektâşî olsan, çok iyi olur. Uzakda mahrûm oturacağına, bizimle 
birlikde zevk ederdin, der. Kadın erkek sahte Bektâşîler, yürüyüp, ta’tîl günü 
hava almağa çıkan müslimân âileleri üzerine saldırırlar. Buraları bizimdir. 
Bizden olmıyanların burada ne işi var derler. Çarşaflarını yırtarlar. Zevallı 
kadınlar, can kurtaran yok mu diye bağırarak kaçar. Erkekleri az olup, kadınları 
kurtaramazlar. Kal’ada bulunan topcu askerleri feryâdı işitip, imdâda gelirler. 
Hurûfîleri dağıtırlar. Kâfirlerin bile yapamıyacağı böyle alçakça bir islâm 
düşmanlığı, Selânik vilâyet mektûbcusu vekîli bulunan Mustafâ beğ de, Bektâşî 
olduğu için, örtbas edilir. Mason gazetelerinde de, başka şeklde yazılır. [1288] 
yılında olan bu iğrenç davranışlar, hamiyyetli müslimân halk tarafından, büyük 
bir dilekce ile İstanbulda, sadâret-i uzmâya [Başvekilliğe] bildirilir. Cezâları 
verilir. 
Bektâşî mubârek 
ismi altında gizlenen bu yalancıların kâfir olduklarını gösteren kitâblarından 
biri de, (Hakîkatnâme) kitâbıdır. (Câvidân)ın şerhlerinden biridir. Bir 
kitâbları da, Emîr Alînin yazdığı (Mahşernâme)dir. Bir kitâbları da, (Mukaddemet-ül-hakâyık) 
kitâbıdır. (Aşknâme)deki küfrleri tekrârlamakdadır. Bunlara inanmıyanlara la’net 
etmekde, öldürülmelerini emr eylemekdedir. Bir kitâbları da (Viran abdal) 
risâlesidir. Bu kitâb, sırlarından olmayıp, müslimânları aldatıp dinden çıkarmak 
için okurlar. Hazret-i Âişeye “radıyallahü anhâ” iftirâ etmekde, İmâm-ı a’zama 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” hâricî deyip, kötülemekdedir. Fadl-ı Hurûfînin 
(Câvidân)daki yazılarını, hazret-i Alînin sözleri diye yazmakdadır. Birçok 
uydurma abdest, nemâz ve ibâdetler anlatmakdadır. Bir kitâbları da, (Âhıretnâme)dir. 
(Aşknâme) gibi küfr doludur. Fadl-ı Hurûfînin tanrı olduğunu isbâta 
uğraşmakdadır. Bir kitâbları, (Risâle-i Fadlullah)dır. Bir kitâbları da, (Tuhfet-ül-Uşşak)dır. 
(Risâle-i Bedreddîn) ve (Risâle-i nokta) kitâbları da, hep (Câvidân)ın 
şerhleridir. Bir kitâbları da, (Risâle-i Hurûf)dur. Birisi de, (Türâbnâme)dir. 
Birisi de, (Vilâyetnâme)dir. Bunların çoğu fârisîdir. 
Bütün kitâbları 
altmış kadardır. Hepsi, Allahü teâlâyı inkâr etmeğe ve ahkâm-ı islâmiyyeyi 
kaldırmağa dayanmakda, Fadl-ı Hurûfîye tapınmağa sürüklemekdedir. Bütün 
kâfirlerden, bütün fırkalardan dahâ kötü oldukları, yukarıdaki bilgilerden 
anlaşılmakdadır. (Kâşif-ûl-esrâr) kitâbının yazısı burada temâm oldu. 
1327 [m. 1909] 
senesinde İstanbulda basılan A.Rıfkı efendinin (Bektâşî Sırrı) kitâbında 
diyor ki, (Bektâşîlik, hâcı Bektâş-ı Velî ve Lokman Horasânî ve hâce Ahmed 
Yesevî vâsıtaları ile Bâyezîd-i Bistâmîye ve Ondan Ebû Bekr-i Sıddîk 
hazretlerine ulaşır. Ahmed Yesevîden ayrılan iki koldan Bektâşîler ve Hâcegân 
hâsıl olmuşdur. Hurûfîlik, dalâlet yoludur. Bektâşîlik hidâyet yoludur. 
Hurûfîlik, islâmiyyet ile ve tesavvuf ile ilgisi olmıyan İsmâ’îliyyenin bir 
koludur. Kur’ân-ı kerîmi keyfe, tarîkatlerine göre te’vîl etmişlerdir. 
(Zerre-nâme), (İskender-nâme), (Fadîlet-nâme), (Hakîkatnâme) ve (Risâle-i 
İstivâ) gibi kitâbları, şî’îler arasında yaygındır. Bektâşîlerin, (Vilâyetnâme), 
(Kaygusuz Abdâl risâlesi), (Hutbetülbeyân), (Seyyid Nesîmî dîvânı), (Küçük 
vilâyetnâme), (Terzi Alî dede risâlesi) ve (Türâbî Alî dede risâlesi) gibi 
kitâblarının hurûfîlikle hiç ilgileri yokdur. (Vâridât-i ilâhiyye) kitâbının 
sâhibi, Samavne kadısının oğlu şeyh Bedrüddîn ve halvetî tarîkatinden Niyâzî 
Mısrî ve Bayrâmîden Hamza Bâlî ve İsmâ’îl Ma’şûkî, hurûfî değildirler). Müncî 
baba şeyh Muhammed Süreyyâ da, (Tarîkati aliyyeyi Bektâşiyye) kitâbında, (Ehl-i 
sünnet olanlar, Alînin şî’asıdır. Alîye mensûb olan, bizzarur ehli sünnetdir. 
Bektâşîlik için, ister şî’a desinler, ister sünnî desinler, bizce müsâvîdir. 
(Câvidân) kitâbının hakîkî bektâşîlikle kat’iyyen bir ilgisi yokdur. O kitâb, 
islâm ahlâkını temelinden yıkmakdadır. Hurûfîlik, islâmiyyeti hiçe saymakda, 
sefâheti, içkiyi ibâdet yerine koymakdadır) diyor. Görülüyor ki, hakîkî 
bektâşîler, şî’îliği ve sünnîliği, Ehli beyti sevmekde birleşdirmekdedir. 
Hâlbuki şî’îlik, Eshâb-ı kirâmı sevmemek demekdir. Sünnî olmak ise, Ehli beyti 
de ve Eshâb-ı kirâmın hepsini de çok sevmek demekdir. Hakîkî bektâşî olduğunu 
bildiren, ya’nî Hâcı Bektâş-ı Velî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin 
yolunda olan Bektâşîler, şî’î olmağı, bir bakımdan red etmiyorlar ise de, hurûfî 
tarîkatinin kötülüklerinin bunlarda bulunmadığı anlaşılmakdadır. Bugün 
memleketimizde bulunan alevîlerde ve bektâşîlerde, hurûfî tarîkatindeki 
kötülüklerin hiçbiri yokdur. Türkiyedeki alevîlerin ve bektâşîlerin ve 
sünnîlerin hepsi, Ehl-i beyt-i nebevîyi çok sevmekde ve birbirlerini kardeş 
bilmekdedirler. 
Yavuz Sultân 
Selîm hânın Şâh İsmâ’îl ile harb ederek şî’îlere büyük darbe indirmesinin mühim 
bir sebebi de, büyük Ehl-i sünnet âlimi Molla Arabın öğütleridir. (Mir’ât-i 
kâinât)da diyor ki, (Molla Arabın ismi, vâız Muhammed bin Ömer bin Hamzadır. 
Babası ile dedesi Mâ-verâ-ün-nehrden Antakyaya gelmişdir. Molla Arab burada 
tevellüd etmişdir. Küçük yaşda, Kur’ân-ı kerîmi, Kenz ve Şâtibî ve ba’zı 
metnleri ezberledi. Babasından ve amcaları şeyh Hüseyn ve şeyh Ahmedden ders 
aldı. Halebde ve Kudüsde çok şey öğrendi. Hacdan sonra, Mısrda imâm-ı Süyûtîden 
ve Şa’bîden hadîs icâzeti aldı. Mısrdaki çerkes sultânlarından melik Kaytebay 
tarafından vâiz ve müftî yapıldı. Sultân için (Nihâyet-ül-fürû’) fıkh 
kitâbını yazdı. Dokuzyüzbir (901) de Sultân vefât edince, Bursaya, sonra 
İstanbula geldi. İkinci Bâyezîd Hân için yazdığı (Tehzîb-üş-şemâil) ve 
(Hidâyet-ül’ibâd-ilâ-sebîl-ir-reşâd) kitâbları şöhretini artdırdı. Yundu 
seferine katılıp, Meton şehrinin fethine sebeb oldu. Sultân Selîm hânı şî’îlerle 
cihâda teşvîk ve tahrîk eyledi. Bu maksadla (Essedâd fî fedâil-il-cihâd) 
kitâbını yazdı. Çaldıran seferine katılıp, askere va’z ederek cesâret verirdi. 
Muhârebede düâ eder, Pâdişâh, Âmîn derdi. Sarayköy ve Üskübde on sene va’z ve 
nasîhat ederek çok kâfirin hidâyetine sebeb oldu. Sultân Süleymân hân ile de 
Engürüs seferine katılıp, zafer için yapdığı düâları makbûl-i ilâhî oldu. Sonra 
Bursaya gelip çeşidli kitâb yazdı. Kimyâ bilgisi de çokdu. İki mescid, iki de 
câmi’ yapdı. 938 [m. 1532] de vefât etdi. Bursada, molla Arab mahallesinde, 
molla Arab câmi’i yanındaki türbesindedir. Sîret-i Nebevîyi bildiren (Tehzîb-üş-şemâil)
ve (El-mekâsid fî fedâil-il-mesâcid) kitâbları meşhûrdur. Hâl 
tercemesi, (Şakâyık) kitâbında uzun yazılıdır.) 
  
Evliyâya kim 
bakarsa, ten gözîle serseri, 
bî 
basardır, cânı yokdur, ölüdür, değil diri. 
  
Evliyâ 
cândır, gerekdir can gözîle bakıla, 
zîrâ ki, 
canlı kişiler, câna olur müşteri. 
                                                |