| 
 
21 - 
BOZUK DİNLER 
9 - 
SELEFÎLER: Hemen söyliyelim ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ 
aleyhim ecma’în” kitâblarında, (Selefiyye) denilen bir ism ve (Selefiyye 
Mezhebi) diye bir yazı yokdur. Bu ismler mezhebsizler tarafından sonradan 
uydurulmuş ve câhil din adamları tarafından, mezhebsizlerin kitâbları arabîden 
türkceye terceme edilirken, türkler arasında da yayılmağa başlamışdır. Bunlara 
göre, (Eş’arî ve Mâtürîdî mezhebleri kurulmadan evvel bütün sünnîlerin tâbi’ 
oldukları mezhebe Selefiyye adı verilmekdedir. Bunlar Sahâbe ve Tâbi’înin izinde 
yürümüşlerdir. Selefiyye mezhebi Eshâbın, Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin 
mezhebidir. Dört büyük imâm bu mezhebe mensûb idi. Selefiyye mezhebini müdâfe’a 
için ilk eser, (Fıkh-ul-ekber) ismi ile İmâm-ı a’zam tarafından 
yazılmışdır. İmâm-ı Gazâlî, (İlcâm-ül avâm-anil kelâm) eserinde Selefiyye 
mezhebinin esâslarını yedi olarak bildirmekdedir. İmâm-ı Gazâlînin zuhûru ile 
müteahhirînin ilm-i kelâmı başlar. İmâm-ı Gazâlî, önce gelen kelâmcıların 
mezheblerini ve islâm felesoflarının fikrlerini tedkîk etdikden sonra, kelâm 
ilminin metodlarında değişiklikler yapdı. Felsefî düşünceleri, red maksadıyla 
kelâma sokdu. Râzî ve Âmidî, kelâm ile felsefeyi mezc ederek bir ilm hâline 
koydular. Beydâvî ise, kelâm ile felsefeyi birbirinden ayrılmaz hâle koydu. 
Müteahhirînin ilm-i kelâmı Selefiyye mezhebinin yayılmasına mâni’ oldu. İbni 
Teymiyye ve talebesi İbn-ül-Kayyım-il-cevziyye, Selefiyye mezhebini ihyâya 
çalışdılar. Selefiyye mezhebi sonradan ikiye ayrılmışdır: Eski Selefîler, 
Allahın sıfatları ve müteşâbih nassları hakkında tafsîlâta girmemişlerdir. 
Sonraki Selefîler bunlar hakkında tafsîl cihetine ehemmiyyet vermişlerdir. İbni 
Teymiyye ve İbni Kayyım Cevziyye gibi sonraki Selefîlerde bu hâl açık olarak 
görülmekdedir. Eski ve yeni Selefîlerin hepsine birden (Ehl-i sünnet-i hâssa) 
denir. Ehl-i sünnet kelâmcıları ba’zı nassları te’vîl etmişlerse de, Selefîyye 
buna muhâlifdir. Selefiyye, Allahın yüzü ve gelmesi, insanların yüzüne ve 
gelmesine benzemez diyerek müşebbiheden ayrılmışdır) diyorlar. 
(Eş’arî) 
ve (Mâtürîdî) mezhebleri sonradan kurulmuş demek doğru değildir. Bu iki 
büyük imâm, Selef-i sâlihînin bildirdikleri i’tikâd, îmân bilgilerini 
açıklamışlar, kısmlara bölmüşler, gençlerin anlayabileceği bir şeklde 
yaymışlardır. İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Şâfi’înin talebesi zincirinde bulunmakdadır. 
İmâm-ı Mâtürîdî de, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin talebeleri zincirinin büyük bir 
halkasıdır. Eş’arî ve Mâtürîdî, hocalarının i’tikâddaki müşterek olan 
mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamışdır. Bu ikisinin ve hocalarının 
ve dört mezheb imâmının tek bir i’tikâdı vardır. Bu da (Ehl-i sünnet vel 
cemâ’at) ismi ile meşhûr olan i’tikâd mezhebidir. Bu fırkada bulunanların 
i’tikâdları, inanışları, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin ve Tebe-i tâbi’înin 
inanışlarıdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin yazdığı, (Fıkh-ul-ekber) 
kitâbı, Ehl-i sünnet mezhebini müdâfe’a etmekdedir. Bu kitâbda ve İmâm-ı 
Gazâlînin, (İlcâm-ül-avâm-anil-kelâm) kitâbında Selefiyye kelimesi yokdur. 
Bu iki kitâb ve (Fıkh-ul-ekber) kitâbının şerhleri arasında (Kavl-ül-fasl) 
kitâbı, Ehl-i sünnet fırkasını bildirmekde ve bid’at fırkaları ile felsefecilere 
cevâblar vermekdedir. Kavl-ül-fasl ve İlcâm kitâbını Hakîkat Kitâbevi 
basdırmışdır. İmâm-ı Gazâlî, (İlcâm-ül-avâm) kitâbında, (Bu kitâbda 
i’tikâddaki fırkalardan, Selef mezhebinin hak olduğunu, bildireceğim. Bu 
mezhebden ayrılanların bid’at sâhibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi 
demek, Eshâbın ve Tâbi’înin i’tikâdları demekdir. Bu mezhebin esâsları yedidir) 
diyor. Görülüyor ki, İlcâm kitâbı, Selef mezhebinin yedi esâsını yazmakdadır. 
Buna Selefiyyenin yedi esâsı demek, kitâbın yazısını değişdirmek ve İmâm-ı 
Gazâlîye iftirâ etmek olmakdadır. Ehl-i sünnet kitâblarının hepsinde, meselâ, 
çok kıymetli fıkh kitâbı olan, (Dürr-ül-muhtâr)ın Şâhidlik kısmında, 
Selef ve Halef dedikden sonra; (Selef, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin ismidir. 
Bunlara (Selef-i sâlihîn) de denir. Halef de, Selef-i sâlihînden sonra gelen Ehl-i 
sünnet âlimlerine denir) yazılıdır. İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Râzî ve tefsîr 
âlimlerinin baş tâcı olan İmâm-ı Beydâvî, hep Selef-i sâlihîn mezhebinde idiler. 
Bunların zemânında türeyen bid’at fırkaları, ilm-i kelâma felsefeyi 
karışdırdılar. Hattâ îmânlarının esâsını felsefe üzerine kurdular. (Milel ve 
Nihal) kitâbında bu bozuk fırkaların inançları geniş anlatılmakdadır. Bu üç 
imâm, bu bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfe’a ederken ve 
onların sapık fikrlerini çürütürken, onların felsefelerine de geniş cevâblar 
verdiler. Bu cevâbları, Ehl-i sünnet mezhebine felsefeyi karışdırmak değildir. 
Bil’akis kelâm ilmini, kendisine karışdırılan felsefî düşüncelerden 
temizlemekdir. Beydâvîde ve bunun şerhlerinin en kıymetlisi olan (Şeyhzâde) 
tefsîrinde hiçbir felsefî düşünce, hiçbir felsefî metod yokdur. Bu yüce imâmlara 
felsefe yolunda idiler demek, çok çirkin iftirâdır. Ehl-i sünnet âlimlerine bu 
iftirâyı ilk olarak, İbni Teymiyye, (Vâsıta) kitâbında yazmışdır. İbni 
Teymiyyenin ve talebesi İbn-ül-Kayyım-ıl-cevziyyenin Selefiyye mezhebini ihyâya 
çalışdıklarını söylemek ise, hak yolda olanlar ile bâtıl yola sapmış olanların 
ayrıldığı mühim bir noktadır. Bu iki şahısdan evvel Selefiyye mezhebi, hattâ 
Selefiyye kelimesi yok idi ki, bu ikisinin ihyâya çalışdığı söylenilebilsin. Bu 
ikisinden evvel yalnız ve tek hak i’tikâd olarak (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at)
ismi verilmiş olan Selef-i sâlihînin mezhebi vardı. İbni Teymiyye, bu hak 
mezhebi bozmuş, birçok bid’atlar meydâna çıkarmışdır. Şimdi mezhebsizlerin, 
dinde reformcuların, kitâblarının, sözlerinin, yanlış düşüncelerinin kaynağı, 
hep İbni Teymiyyenin bid’atleridir. Bunlar, kendilerinin hak yolda olduklarına 
gençleri inandırmak için, korkunç bir hîle ortaya çıkardılar. İbni Teymiyyenin 
bid’atlerini, yanlış fikrlerini haklı göstererek, gençleri onun yoluna 
sürüklemek için, Selef-i sâlihîne Selefiyye ismini verdiler. Selef-i sâlihînin 
halefleri olan islâm âlimlerine felsefe ve bid’at lekelerini bulaşdırdılar. 
Bunları, Selefiyye dedikleri uydurma ismden ayrılmakla suçladılar. İbni 
Teymiyyeyi Selefiyyeyi yeniden canlandıran bir kahraman, bir müctehid olarak 
ortaya koydular. Hâlbuki, Selef-i sâlihînin halefleri olan Ehl-i sünnet âlimleri 
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, zemânımıza kadar, hattâ bugün bile, 
yazdıkları kitâblarında Selef-i sâlihînin mezhebi olan (Ehl-i Sünnet) 
i’tikâd bilgilerini savunmuşlar. İbni Teymiyyenin, Şevkânînin ve benzerlerinin 
Selef-i sâlihînin yolundan ayrıldıklarını ve müslimânları felâkete ve Cehenneme 
sürüklediklerini bildirmişlerdir. (Et-tevessül-ü-bin-Nebî ve bis-Sâlihîn) 
ve (Ulemâ-ül-müslimîn vel-muhâlifûn) ve (Şifâ-üs-sikâm) ile bunun 
ön sözü olan (Tathîrul-füâd min-denis-il-i’tikâd) kitâblarını okuyanlar, 
yeni Selefiyye denilen bu inanışları ortaya çıkaranların, müslimânları felâkete 
götürdüklerini ve islâm dînini içerden yıkmakda olduklarını çok iyi anlar. 
Son günlerde, 
ba’zı ağızlardan (Selefiyye) ismi işitilmeye başlandı. Her müslimân şunu iyi 
bilmelidir ki, islâmiyyetde (Selefiyye mezhebi) diye birşey yokdur. 
İslâmiyyetde yalnız (Selef-i sâlihîn) mezhebi vardır. Selef-i sâlihîn, 
hadîs-i şerîf ile medh ve senâ buyurulmuş olan, ilk iki asrın müslimânlarıdır. 
Üçüncü ve dördüncü asrlarda gelen islâm âlimlerine (Halef-i sâdıkîn) 
denir. Bu şerefli insanların i’tikâdına, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi) 
denir. Bu mezheb, îmân, inanış mezhebidir. Selef-i sâlihînin, ya’nî Eshâb-ı 
kirâm ile Tâbi’în-i i’zâmın îmânları hep aynı idi. İnanışları arasında hiç fark 
yokdu. Şimdi yer yüzünde bulunan müslimânların çoğu, Ehl-i sünnet 
mezhebindedirler. Yetmişiki sapık bid’at fırkalarının hepsi ikinci asrdan sonra 
ortaya çıkdı. Bunların bir kısmının kurucuları dahâ önceden yaşamış iseler de, 
kitâblarının yazılması ve toplu olarak ortaya çıkmaları ve Ehl-i sünnete karşı 
baş kaldırmaları Tâbi’în-i i’zâmdan sonra oldu. 
Ehl-i 
sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullahdır “sallallahü aleyhi ve sellem”. Îmân 
bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynakdan aldılar. Tâbi’în-i i’zâm da bu 
bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Dahâ sonra gelenler, bunlardan 
öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakl ve tevâtür yoluyla 
geldi. Bu bilgiler akl ile bulunamaz. Akl bunları değişdiremez. Akl, bunları 
anlamaya yardımcı olur. Ya’nî, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini 
kavramak için akl lâzımdır. Hadîs âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet i’tikâdında 
idiler. Amelde dört mezhebin imâmları da bu mezhebde idi. İ’tikâdda mezhebimizin 
iki imâmı olan Mâtürîdî ve Eş’arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Bu her iki 
imâm, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan felsefesinin 
bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu 
iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zemânları aynı ise de, bulundukları yerler 
birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka 
olduğundan, savunma metodları ve tenkidleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu 
hâl, mezheblerinin ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle 
derin âlim ve velîler, bu iki yüce imâmın kitâblarını inceliyerek ikisinin de, 
Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir. Ehl-i 
sünnet âlimleri, ma’nâları açık olan  (Nass)ları, zâhirleri üzere 
almışlardır. Ya’nî, böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık olan 
ma’nâları vermişler, zarûret olmadıkça böyle Nassları (te’vîl) 
etmemişler, bu ma’nâları değişdirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile 
bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler 
ise, yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklîdcilerinden 
işitdiklerine uyarak, îmân bilgilerinde ve ibâdetlerde değişiklik yapmakdan 
çekinmemişlerdir. 
Misyonerlerin 
asrlar boyu devâm eden çalışmaları ile ve ingiliz imperatorluğunun iğrenç 
siyâseti ve her dürlü maddî güçlerini kullanması ile, islâm dîninin bekçisi, Ehl-i 
sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hizmetçisi olan Osmânlı 
devleti parçalanınca, mezhebsizler meydânı boş buldular. Bilhâssa, Ehl-i sünnet 
âlimlerine söz hakkı tanınmayan memleketlerde, meselâ Sü’ûdî Arabistânda, 
şeytânî yalan ve hîlelerle, Ehl-i sünnete saldırmağa, islâmiyyeti içerden 
yıkmağa başladılar. Sü’ûdî Arabistândan dağıtılan sayısız altınlar, bu 
saldırganlığın dünyânın her yerine yayılmasını sağladı. Pâkistândan, 
Hindistândan ve Afrika milletlerinden gelen haberlerden anlaşıldığına göre, din 
bilgisi ve Allah korkusu olmıyan ba’zı din adamları, bu saldırganlara destek 
olarak  mevkı’lere ve apartmanlara kavuşmuşlardır. Bilhâssa gençleri aldatarak, 
Ehl-i sünnet mezhebinden ayırmak için yapdıkları hıyânetleri, bu habîs 
kazançlarına sebeb olmakda imiş. Medreselerdeki talebeyi, müslimân yavrularını 
aldatmak için yazdıkları kitâblardan birini getirtdik: 
Kitâbın bir 
yerinde, (Bu kitâbı, mezheb te’assubunu kaldırmak ve herkesin kendi mezhebi 
içinde kavgasız yaşamasını sağlamak için yazdım) diyor. Bu adam, mezheb 
te’assubunu kaldırmağı, Ehl-i sünnete saldırmakda, Ehl-i sünnet âlimlerini 
küçültmekde gördüğünü söylemekdedir. İslâm dînine hançer saplamakda, bunu 
müslimânların kavgasız yaşaması için yapdığını söylemekdedir. Kitâbın bir 
yerinde, (Düşünen bir insan, düşüncesinde isâbet ederse, on misli ecr alır. Hatâ 
ederse, bir ecr alır) diyor. Buna göre her insan, ya’nî ister hıristiyan olsun, 
ister müşrik olsun, bir kimse, her düşüncesinde ecr alacak. Hem de doğru 
olanlarında on sevâb! Bakınız, Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve 
sellem” hadîs-i şerîfini nasıl değişdiriyor? Nasıl hiyle yapıyor? Hadîs-i 
şerîfde, (Bir müctehid, âyet-i kerîmeden ve hadîs-i şerîfden bir hükm 
çıkarırken, isâbet ederse, buna on sevâb verilir. Hatâ ederse, bir sevâb 
verilir) buyuruldu. Hadîs-i şerîf, bu sevâbların her düşünene değil, ictihâd 
derecesine yükselmiş olan islâm âlimine verileceğini, buna da, her düşünmesine 
değil, Nasslardan ahkâm çıkarmak için çalışmasında verileceğini göstermekdedir. 
Çünki, bu çalışması ibâdetdir. Her ibâdete verildiği gibi, burada da sevâb 
verilmekdedir. 
Selef-i sâlihîn 
zemânında ve bunların halefleri olan müctehid âlimlerin zemânında, ya’nî dörtyüz 
senesinin sonuna kadar, yaşama şartlarında değişmeler olunca, yeni hâdiseler 
ortaya çıkınca, müctehid olan âlimler, gece gündüz çalışarak, bu işin nasıl 
yapılması lâzım geldiğini, (Edille-i şer’ıyye) ismindeki dört kaynakdan 
bulup çıkarmışlar, bütün müslimânlar da, bu işi, kendi mezheb imâmlarının bulup 
anladığına uyarak yapmışlardı. Yapanlar da, on veyâ bir sevâb kazanırdı. Dörtyüz 
senesinden sonra da, bu müctehidlerin bulduklarına uyuldu. Bu uzun zemânlarda, 
hiçbir müslimân, hiçbir işinde çâresiz kalmadı, sıkıntıya düşmedi. Dahâ sonra 
müctehidlerin yedinci derecesinde de bir âlim, bir müftî yetişemediği için, 
şimdi dört mezhebden birinin âlimlerinin kitâblarını okuyup anlıyabilen bir 
müslimândan ve onun terceme etdiği kitâblardan öğrenip, ibâdetlerimizi buna göre 
yapmamız ve bunlara uygun yaşamamız lâzımdır. Allahü teâlâ, herşeyin hükmünü 
Kur’ân-ı kerîmde bildirdi. Onun yüce peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm da, 
bunların hepsini açıkladı. Ehl-i sünnet âlimleri de, bunları, Eshâb-ı kirâmdan 
öğrenip kitâblarına yazdılar. Şimdi bu kitâbları dünyânın her yerinde mevcûddur. 
Dünyânın her yerinde, kıyâmete kadar ortaya çıkacak olan her yeni şeyin nasıl 
kullanılacağı, bu kitâbların bir bilgisine benzetilebilir. Bunun mümkin olması, 
Kur’ân-ı kerîmin mu’cizesi ve islâm âlimlerinin bir kerâmetidir. Yalnız mühim 
olan şey, karşılaşılan işin nasıl yapılacağını, Ehl-i sünnet olan hakîkî bir 
müslimândan sorup öğrenmek lâzımdır. Mezhebsiz din adamına sorulursa, fıkh 
kitâblarına uymayan cevâb vererek, insanı yanlış yola sürükler. 
Arab 
memleketlerinde birkaç sene kalıp da, arabî konuşmasını öğrenip, orada zevk ve 
safâ ile eğlenerek ömrünü günâh işlemekle çürütüp, sonra bir mezhebsizden, bir 
Ehl-i sünnet düşmanından mühürlü bir kâğıd alarak, Pâkistâna, Hindistâna dönen 
mezhebsiz câhillerin, gençleri nasıl aldatdıklarını yukarıda bildirmişdik. 
Bunların sahte diplomalarını gören ve arabî konuşduklarını işiten gençler, 
kendilerini din adamı sanır. Hâlbuki bunlar bir fıkh kitâbını anlamakdan 
âcizdirler. Kitâblardaki fıkh bilgilerinden hiç haberleri yokdur. Zâten, bu 
islâm bilgilerine inanmazlar, gericilik derler. Eskiden islâm âlimleri 
kendilerine sorulan şeylere, fıkh kitâblarından cevâb bulup, süâl edenlere 
bunları söylerlerdi. Mezhebsiz din adamı ise fıkh kitâbını okuyup anlıyamadığı 
için, câhil kafasına ve noksan aklına gelenleri söyliyerek süâl sâhibini 
aldatır. Onun Cehenneme gitmesine sebeb olur. Bunun içindir ki, Peygamberimiz 
“sallallahü aleyhi ve sellem” (Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. 
Âlimlerin kötüsü insanların en kötüsüdür) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf 
gösteriyor ki, Ehl-i sünnet âlimi, insanların en iyisidir. Mezhebsizler de, 
insanların en kötüsüdür. Çünki, birinciler, insanları Resûlullaha uymağa, ya’nî 
Cennete, ikinciler ise, insanları kendi sapık düşüncelerine uymağa, ya’nî 
Cehenneme sürüklemekdedirler. 
Mısrdaki 
Câmi’ul-ezher islâm üniversitesinden me’zûn üstâz ibni Halîfe Alîvî (Akîdet-üs-selef-i 
vel-halef) kitâbında diyor ki, (Allâme Ebû Zühre, (Târîh-ul-mezâhib-il-islâmiyye) 
kitâbında yazdığı gibi, hicretin dördüncü asrında, hanbelî mezhebinden ayrılan 
ba’zı kimseler, kendilerine (Selefiyyîn) ismini verdiler. Yine hanbelî 
mezhebinde olan Ebülferec İbnülcevzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” ve başka 
âlimler, bu selefîlerin selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli, 
mücessime fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. 
Yedinci asrda, İbni Teymiyye, bu fitneyi tekrâr alevlendirdi). Bu kitâbda, 
selefîlerin ve vehhâbîlerin çeşidli bid’atleri ve Ehl-i sünnete karşı yapdıkları 
iftirâları uzun yazılmış ve cevâbları verilmişdir. Kitâb 1398 [m. 1978] de Şâmda 
basılmışdır. Üçyüzkırk sahîfedir. 
Mezhebsizler 
kendilerine, (Selefiyye) ismini takmışlar. İbni Teymiyye, Selefîlerin 
büyük imâmıdır diyorlar. Bu sözleri bir bakımdan doğrudur. Çünki, İbni 
Teymiyyeden önce (Selefî) ismi yokdu. Selef-i sâlihîn vardı. Bunların 
i’tikâdları da Ehl-i sünnet mezhebi idi. İbni Teymiyyenin sapık fikrleri 
vehhâbîlere ve diğer mezhebsizlere kaynak oldu. İbni Teymiyye hanbelî mezhebinde 
olarak yetişdi. Ya’nî Ehl-i sünnet idi. Fekat ilmi çoğalıp, fetvâ makâmına 
yükselince, kendi fikrlerini beğenmeğe, kendini Ehl-i sünnet âlimlerinden 
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” üstün görmeğe başladı. İlminin çoğalması, 
dalâletine, sapıtmasına sebeb oldu. Hanbelî olması kalmadı. Çünki, dört 
mezhebden birinde olabilmek için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak lâzımdır. Ehl-i 
sünnet i’tikâdında olmayan kimse için hanbelî mezhebindedir denilemez. 
Mezhebsizler, 
bulundukları memleketdeki Ehl-i sünnet din adamlarını “rahmetullahi teâlâ 
aleyhim ecma’în”, her fırsatda kötülüyorlar. Bunların kitâblarının okunmasını, 
Ehl-i sünnet bilgilerinin öğrenilmesini önlemek için her hiyleye başvuruyorlar. 
Meselâ, bir mezhebsiz, muhterem bir ismi söyliyerek, (Eczâcı, kimyâger, dinden 
ne anlar? O kendi san’atı üzerinde çalışsın. Bizim işimize karışmasın) demiş. Şu 
câhilce, şu ahmakca söze bakınız! Fen adamlarının din bilgisi olmaz sanıyor. 
Bilmiyor ki, müslimân fen adamı, her an sun’-ı ilâhîyi temâşâ etmekde, masnû’ât 
kitâbında sergilenmiş bulunan yüce Hâlıkın kemâlâtını anlamakda, Onun sonsuz 
kudreti karşısında, mahlûkların aczini görerek, Onu her an tesbîh ve tenzîh 
etmekdedir. Alman atom âlimi Max Planck, (Der Strom) kitâbında, bunu çok 
güzel bildirmekdedir. Bu câhil mezhebsiz ise, yurt dışındaki kendi gibi bir 
sapıkdan aldığı belgeye ve bunun sağladığı masaya dayanarak ve belki de, yurt 
dışında dağıtılan altınların hayâlleri ile mest olarak, din bilgilerini kendi 
inhisârında görmekdedir. Allahü teâlâ, bu zevallıyı ve cümlemizi ıslâh eylesin! 
Böyle belgeli din hırsızlarının tuzaklarına düşen temiz gençleri de, halâs 
buyursun! Âmîn. 
Evet, o zât, 
eczâcı ve kimyâ yüksek mühendisi olarak milletine otuz seneden ziyâde hizmet 
etmişdir. Fekat yedi sene din tahsîli yaparak ve geceli gündüzlü çalışarak da, 
büyük islâm âliminden icâzet almakla da şereflenmiş, fen bilgileri ile din 
bilgilerinin azameti altında ezilerek, aczini iyice anlamışdır. Bu anlayış 
içinde, hakkıyla kulluk yapabilmek gayretindedir. En büyük korkusu ve endişesi, 
diplomalarının ve icâzetinin yaldızlarına aldanarak, bu konularda söz sâhibi 
olacağını sanmaklığıdır. Bu korkunun çokluğu, her sözünde gözlere çarpmakdadır. 
Hiçbir zemân kendi görüşünü, kendi fikrini yazmağa cesâret etmemiş, dâimâ Ehl-i 
sünnet âlimlerinin, anlıyabilenleri hayrân eden kıymetli yazılarını arabîden ve 
fârisîden terceme ederek genç kardeşlerine sunmağa çalışmışdır. Bu korkunun 
çokluğundan, kitâb yazmağı düşünmemişdir. (Savâık-ul-muhrika)nın ilk 
sahîfesinde yazılı olan, (Fitne yayıldığı zemân, hakîkati bilen, başkalarına 
bildirsin! Bildirmezse, Allahın ve bütün insanların la’neti ona olsun!) 
hadîs-i şerîfini görünce, düşünmeğe başlamış. Bir tarafdan, Ehl-i sünnet 
âlimlerinin, din bilgilerindeki ve kendi zemânlarında bulunan fen bilgilerindeki 
anlayışlarının ve akllarının üstünlüğünü ve ibâdet ve takvâlardaki gayretlerini 
öğrendikçe, küçüklüğünü anlayıp, O büyük âlimlerin ilm deryâları yanında, kendi 
bilgilerini bir damla gibi görmüş, bir yandan da, Ehl-i sünnet âlimlerinin 
kitâblarını okuyup anlıyabilecek sâlih kimselerin azaldığını ve câhil, sapık 
kimselerin din adamları arasına karışarak, bozuk, sapık kitâblar yazıldığını 
görerek üzülmüş, hadîs-i şerîfde bildirilen la’net tehdîdinden dehşet duymuşdur. 
Kıymetli genç kardeşlerine olan şefkat ve merhameti de, Onu hizmete zorlayarak, 
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından seçdiği yazıları terceme etmeğe 
başlamışdır. Aldığı sayısız tebrîk ve takdîr yazılarının yanı sıra, tek tük 
mezhebsizin serzeniş ve iftirâlarına da hedef olmuşdur. Rabbine ve vicdânına 
karşı ihlâsında ve sadâkatinde bir şübhesi olmadığı için, Allahü teâlâya 
tevekkül ve Resûlünün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve sâlih kullarının 
mübârek rûhlarına tevessül ederek, hizmete devâm etmişdir. Allahü teâlâ, 
hepimizi râzı olduğu doğru yolda bulundursun! Âmîn. 
Mısrda 
câmi’ul-ezher Üniversitesi müderrislerinden büyük hanefî âlimi Muhammed Bahît-ül-mutî’î,
(Tathîr-ül-füâd min-denisil-i’tikâd) kitâbında diyor ki, insanlar içinde 
rûhları en yüksek ve en olgun olanları, Peygamberlerdir “aleyhimüssalâtü 
vesselâm”. Bunlar hatâ etmekden, şaşırmakdan, gafletden, hıyânet etmekden, 
te’assub ve inâddan ve nefse uymakdan ve garez, kin bağlamakdan ma’sûmdurlar. 
Peygamberler “aleyhimüssalâtü vesselâm”, Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği 
şeyleri söylerler ve açıklarlar. Onların bildirdikleri din bilgileri, emrler ve 
yasaklar hep doğrudur. Hiçbiri bâtıl, bozuk değildir. Peygamberlerden 
“salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sonra insanların en yüksek ve en olgun 
olanları, Peygamberlerin sahâbîleridir. Çünki bunlar, Peygamberlerin sohbetinde 
yetişmiş, olgunlaşmış, temizlenmişlerdir. Hep, Peygamberlerden işitdiklerini 
bildirmişler ve açıklamışlardır. Bunların da bildirdiklerinin, hepsi doğrudur. 
Bunlar da yukarıda bildirdiğimiz kötülüklerden mahfûzdurlar. Te’assub ile, inâd 
ile birbirlerinin sözlerine karşı gelmemişler, nefslerine uymamışlardır. 
Bunların, âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri açıklamaları, Allahü teâlânın 
dînini Onun kullarına bildirmek için ictihâd etmeleri, Allahü teâlânın bu ümmete 
büyük bir ihsânıdır ve sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma merhametidir. 
Kur’ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâmın kâfirlere karşı sert olduklarını ve birbirlerine 
çok merhametli olduklarını, sevişdiklerini, nemâzları titizlikle edâ etdiklerini, 
herşeyi ve Cenneti Allahdan beklediklerini bildiriyor. İctihâdlarında icmâ’ 
hâsıl olanların hepsi doğrudur. Hepsi sevâba kavuşmuşlardır. Çünki, hak birdir. 
Eshâb-ı 
kirâmdan sonra, insanların en üstünleri, Eshâb-ı kirâmı gören ve onların 
sohbetinde yetişen müslimânlardır. Bunlara, (Tâbi’în) denir. Bunlar, 
bütün bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan almışlardır. Tâbi’înden sonra, insanların en 
üstünleri, Tâbi’îni gören ve onların sohbetinde yetişen müslimânlardır. Bunlara
(Tebe’ı tâbi’în) denir. Bunlardan sonra gelen asrlarda, kıyâmete kadar 
bulunan insanların en üstünleri, en iyileri de, bunlara tâbi’ olan, bunların 
bildirdiklerini öğrenip, yollarında bulunan müslimânlardır. Selef-i sâlihînden 
sonra gelen din adamlarının arasında sözleri, işleri Resûlullahın ve Selef-i 
sâlihînin bildirdiklerine uygun olup, i’tikâdda ve amelde bunların yolundan hiç 
ayrılmıyan zekî, akllı ve islâmiyyetin hudûdlarını aşmıyan bir kimse, 
başkalarının kötülemesinden korkmaz. Onlara uyarak doğru yoldan ayrılmaz. 
Câhillerin sözlerine uymaz. Aklına uyarak, müctehid imâmların dört mezhebinden 
dışarı çıkmaz. Müslimânların, böyle bir âlimi bulması, bilmediklerini bundan 
sorup öğrenmesi, bütün işlerini bunun sözlerine uygun yapması lâzımdır. Çünki, 
böyle bir âlim, Allahü teâlânın kullarını hatâdan korumak ve herşeyi doğru 
yapmalarını sağlamak için yaratmış olduğu ma’nevî ilâcları, ya’nî rûhun tedâvîsi 
bilgilerini bilir ve insanlara bildirir. Rûh hastalarını, idrâksiz olanları 
tedâvî eder. Böyle bir âlimin her sözü, her işi ve inanışı, islâmiyyete 
uygundur. Her şeyi doğru olarak anlar. Her soruya doğru cevâb verir. Her işinden 
Allahü teâlâ râzıdır. Allahü teâlâ, rızâsına kavuşmak istiyenlere, rızâsına 
kavuşduran yolları gösterir. Allahü teâlâ, îmân edenleri ve îmânın îcâblarını 
yapanları zulmetlerden, sıkıntılardan kurtarır. Bunları nûra, huzûra, se’âdete 
kavuşdurur. Bunlar, her zemân ve her işlerinde, râhat ve huzûr içinde olurlar. 
Bunlar, kıyâmet gününde, Peygamberlerin, Sıddîkların, şehîdlerin ve sâlih 
müslimânların yanında bulunurlar. 
Bir din adamı, 
hangi asrda bulunursa bulunsun, Peygamberin ve Eshâbının bildirdiklerine 
uymazsa, sözleri, işleri ve i’tikâdı bunların bildirdiklerine uygun olmazsa ve 
nefsine, düşüncelerine uyarak islâmiyyetin dışına taşarsa ve aklına uyarak 
islâmiyyetin inceliklerine karşı gelir, anlıyamadığı bilgilerde dört mezhebin 
dışına taşarsa, bu kimsenin kötü din adamı olduğu anlaşılır. Allahü teâlâ bunun 
kalbini mühürlemişdir. Gözleri hak yolu göremez. Kulakları doğru sözü işitemez. 
Buna, kıyâmetde büyük azâb vardır. Allahü teâlâ, bunu sevmez. Bunun gibi 
olanlar, Peygamberlerin düşmanıdırlar. Bunlar, kendilerini doğru yolda sanır. 
Yapdıklarını beğenirler. Hâlbuki, bunlar şeytânın yolundadırlar. Bunlardan 
aklını toparlayıp doğruya dönebilen çok azdır. Bunların her sözü tatlı olur. 
Yaldızlı olur. Fâideli görünür. Hâlbuki, düşündükleri, beğendikleri şeyler hep 
kötüdür. Ahmakları aldatarak kötü yola, felâkete sürüklerler. Sözleri, kar 
yığınları gibi parlak, lekesiz görünür. Fekat, hakîkat güneşi karşısında eriyip 
giderler. Allahü teâlânın kalblerini karartdığı ve mühürlediği bu kötü din 
adamlarına (Bid’at ehli), ya’nî mezhebsiz din adamı denir. Bunlar, 
i’tikâdları ve amelleri, Kur’ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere ve icmâ’ı ümmete 
uymıyan kimselerdir. Bunlar doğru yoldan sapmış olup, müslimânları da felâkete 
sürüklemekdedirler. Bunlara uyanlar, Cehenneme gideceklerdir. Selef-i sâlihîn 
zemânında ve sonra gelen din adamları arasında böyle bozuk olanlar çok vardı. 
Müslimânlar arasında bunların bulunması, insanın bir uzvunun kangren [veyâ 
kanser] olmasına benzer. Bu yarayı yok etmedikce, sağlam kısmlar da felâketden 
kurtulamaz. Bunlar, bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan hastalar gibidir. Bunlara 
yaklaşanlar zarâr görür. Bunların zarârına yakalanmamak için yanlarına 
yaklaşmamak lâzımdır. 
Bozuk, sapık 
din adamlarından ve zarârı çok olanlardan birisi, İbni Teymiyye denilen din 
adamıdır. (El-vâsıta) ve başka kitâblarında, (İcmâ’ul-müslimîn)den 
ayrılmış ve Kur’ân-ı kerîmde, Hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylere ve 
selef-i sâlihînin yoluna uymamışdır. Kısa aklına, bozuk düşüncelerine uyarak, 
bid’at yoluna kaymışdır. İlmi çokdu. Allahü teâlâ, onun ilmini dalâletine, 
felâkete sapmasına sebeb yapdı. Nefsinin arzûlarına uydu. Bozuk, sapık 
fikrlerini hak olarak, doğru olarak yaymağa çalışdı. 
Büyük âlim İbni 
Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fetâvel-hadîsiyye) kitâbında 
diyor ki: (Allahü teâlâ, İbni Teymiyyeyi dalâlete, felâkete düşürdü. Gözlerini 
kör, kulaklarını sağır etdi. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin 
yalan olduğunu bildirmişler ve vesîkalarla isbât etmişlerdir. Büyük islâm âlimi 
Ebül Hasen-il-Sübkînin ve oğlu Tâc-üd-dîn-i Sübkînin ve İmâm-ül’iz bin-cemâ’anın 
kitâblarını okuyanlar ve onun zemânında bulunan Şâfi’î, Mâlikî ve Hanefî 
âlimlerinin, kendisine karşı sözlerini ve yazılarını inceliyenler, sözümüzün 
doğruluğunu iyi anlar). 
İbni 
Teymiyye, tesavvuf âlimlerine de dil uzatmış, iftirâlarda bulunmuşdur. Bununla 
da kalmayıp, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Alî gibi, islâm dîninin temel direklerine 
saldırmakdan da çekinmemişdir. Sözleri ölçüyü ve edebi aşarak, yalçın kayalara 
bile ok atmışdır. Doğru yolda olan âlimlere bid’at ehli, sapık, câhil demişdir. 
(Tesavvuf 
büyüklerinin kitâblarına yunan felesoflarının, islâmiyyete uymıyan bozuk 
fikrleri karışmışdır) diyor ve bunu bozuk, sapık fikrleri ile isbât etmeğe 
kalkışıyor. Hakîkati bilmiyen gençler, onun ateşli, yaldızlı yazılarına 
aldanarak, doğru yoldan ayrılabilirler. Meselâ, (Tesavvufcular (Levh-il-mahfûz)u 
görüyoruz der. İbni Sînâ gibi felsefeciler, buna (Nefs-ül-felekiyye) 
diyorlar. İnsanların rûhu, olgunlaşarak, Nefs-ül-felekiyye ile yâhud (Akl-ül-fe’âl) 
ile, uyanık veyâ uykuda birleşirler. Dünyâda olan herşeye bu ikisi sebeb 
olmakdadır. İnsanın rûhu, bu ikisi ile birleşince, bunlarda bulunanları haber 
alır derler. Bunları Yunan felesofları bildirmedi. Sonra gelen İbni Sînâ ve 
benzerleri söylediler. İmâm-ı Ebû Hâmid Gazâlî ve Muhyiddîn-ibnülarabî ve 
Endülüslü felsefeci Kutbüddîn Muhammed ibnü Seb’în de böyle şeyler 
söylemişlerdir. Bunlar felsefecilerin sözleridir. İslâm dîninde böyle şeyler 
yokdur. Böyle sözlerle doğru yoldan ayrılmışlar. Şî’a ve İsmâ’îliyye ve Karâmitî 
ve bâtınî mülhidleri gibi mülhid olmuşlardır. Ehl-i sünnet ve Hadîs âlimlerinin 
ve Fudayl bin İyâd gibi Ehl-i sünnet olan tesavvufcuların hak yollarından 
ayrılmışlardır. Bunlar bir yandan felsefeye dalmışlar, bir tarafdan da, 
Mu’tezile ve Kürâmiyye gibi fırkalara karşı mücâdele etmişlerdir. Tesavvufcular 
üçe ayrılır: Birincisi, hadîs ve sünnet ehlidir. İkincisi, kürâmiyye gibi bid’at 
ehlinden olanlardır. Üçüncüsü, (İhvân-üs-safâ) kitâblarına ve Ebül 
Hayyânın sözlerine uyanlardır. İbni Arabî ve İbni Seb’în ve benzerleri, 
felsefecilerin sözlerini alarak tesavvufcu sözü şekline sokmuşlardır. İbni 
Sînânın, (Âhırül-işârât alâ-makâmil ârifîn) kitâbında böyle yazıları 
çokdur. İmâm-ı Gazâlî de, ba’zı kitâblarında meselâ, (El-kitâbül-madnûn) 
ve (Mişkât-ül-envâr) kitâbında böyle şeyler bildirmişdir. Hattâ, arkadaşı 
Ebû Bekr-ibnül-Arabî, buna felsefeye daldığını bildirmiş ve kendisini buradan 
kurtarmağa çalışmış, fekat kurtaramamışdır. İmâm-ı Gazâlî, bir tarafdan da, 
felsefecilerin kâfir olduklarını bildirmişdir. Ömrünün sonunda, (Buhârî) 
okumuşdur. Böylece, o yazılarından vaz geçmiş olduğunu söyleyenler vardır. 
Ba’zıları da, böyle sözler imâm-ı Gazâlîye iftirâ olarak yazılmışdır dediler. Bu 
konuda, İmâm için, söylentiler çokdur. Sicilya adasında yetişmiş olan Mâlikî 
âlimlerinden Muhammed Mâzerî ve Endülüs âlimlerinden Turtûşî ve İbn-ül-Cevzî ve 
İbnü Ukayl ve başkaları çok şeyler söyledi). İbni Teymiyyenin yukarıdaki sözleri 
Ehl-i sünnet âlimlerine karşı olan kötü düşüncelerini açıkca göstermekdedir. 
Eshâb-ı kirâmın büyüklerini bile böyle kötülemekdedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin 
çoğuna böylece sapık damgası basmışdır. Bu arada büyük Velî, âriflerin kutbu 
Ebül Hasen-iş-şâzilî hazretlerini, (Hizb-ül-kebîr) ve (Hizb-ül-bahr) 
kitâblarından dolayı çok kötülemiş ve Muhyiddîn ibnül Arabî ve Ömer-ibn-il-fârıd 
ve İbnü-seb’în ve Hallâc Hüseyin bin Mansûr gibi tesavvuf büyüklerini çirkin 
kelimelerle alçaltdığı için zemânındaki âlimler, bunun fısk ve bid’at sâhibi 
olduğunu sözbirliği ile bildirdiler. Küfrüne fetvâ verenler de oldu. [Derin 
islâm âlimi Abdülganî Nablüsî, (El-Hadîkat-ün-nediyye) kitâbının 363 ve 
373. cü sahîfelerinde, bu tesavvuf büyüklerinin ismlerini yazarak, birer Velî 
olduklarını ve bunlara dil uzatanların câhil ve gâfil olduklarını bildirmekdedir.] 
705 [m. 1305] senesinde, ibni Teymiyyeye yazılan bir mektûbda deniyor ki, 
(Kendini büyük âlim ve zemânının imâmı sanan din kardeşim! Seni Allah rızâsı 
için sevmişdim. Sana karşı olan âlimleri beğenmiyordum. Fekat, senin sevmeğe 
uymayan sözlerini işitince şaşırdım. Aklı olan kimse, güneş batınca, gecenin 
başlamasında şübhe eder mi? Sen, doğru yolda olduğunu ve (Emr-i bil ma’rûf) 
ve (Nehyi-anil-münker) yapdığını bildirmişdin. Maksadının ve niyyetinin 
ne olduğunu Allahü teâlâ bilir. Fekat, ihlâs insanın işlerinden belli olur. 
Senin işlerin, sözünün perdesini yırtmakdadır. Nefslerine uyanlara, sözleri 
çürük olanlara uyarak zemânındakilere sövmekle kanâ’at etmeyip, ölülere de kâfir 
damgasını basdın. Selef-i sâlihînden sonra gelenlere saldırdığın yetişmiyormuş 
gibi, Eshâb-ı kirâma ve bunların büyüklerine de dil uzatdın. Kıyâmet günü, bu 
büyükler, haklarını istedikleri zemân, ne hâle düşeceğini düşünmüyor musun? 
Sâlihiyye şehrinde, Câmi’ül-cebel minberinde, Hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ 
anh” yanlış sözleri ve belâları vardır dedin. Bu belâlar ne imiş? Selef-is-sâlihînden 
hangi belâyı işitdin? Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üçyüzden fazla 
hatâsı olduğunu söyliyorsun. Hazret-i Alî böyle olunca, senin doğru bir sözün 
olabilir mi? Şimdi sana karşı harekete geçiyorum. Müslimânları senin şerrinden 
korumağa çalışacağım. Çünki, azgınlığın haddi aşdı. Eziyyetlerin bütün dirilere 
ve ölülere ulaşdı. Mü’minlerin senin şerrinden sakınmaları lâzımdır.) 
İbni 
Teymiyyenin Selef-i sâlihînden ayrıldığını gösteren mes’eleleri Tâcüddîn-üs-Sübkî 
şöyle bildirmekdedir: 
1 - Talâk vâkı’ 
olmaz. Yemîn keffâreti vermek lâzımdır diyor. Kendisinden evvel gelen islâm 
âlimlerinden hiçbiri keffâret verileceğini bildirmedi. 
2 - Hâid kadına 
verilen talâk vâki’ olmaz diyor. 
3 - Amden, 
kasden terk edilen nemâzı kazâ etmek lâzım değildir diyor. 
4 - Hâid 
kadının Kâ’beyi tavâf etmesi mubâhdır. Keffâret vermez diyor. 
5 - Üç olarak 
verilen talâk, bir talâk olur diyor. Hâlbuki, bunu bildirmeden önce, icmâ’ul-müslimînin 
böyle olmadığını kendisi senelerce söylemişdir. 
6 - İslâmiyyete 
uygun olmayan vergiler, bunu isteyene halâldir diyor. 
7 - Bunlar 
tüccârdan alınınca, niyyet edilmese bile, zekât yerine geçer diyor. 
8 - Suda fâre 
gibi hayvan ölünce necs olmaz diyor. 
9 - Cünüb 
olanın, gece gusl etmeden nâfile nemâz kılması câizdir diyor.  
10 - Vâkıfın 
yapdığı şarta i’tibâr olunmaz, diyor. 
11 - İcmâ’ı 
ümmete uymayan kimse, kâfir olmaz ve fâsık olmaz diyor. 
12 - Allahü 
teâlâ mahall-i havâdisdir ve zerrelerden yapılmışdır diyor. 
13 - Kur’ân-ı 
kerîm, Allahü teâlânın zâtında yaratılmışdır diyor. 
14 - Âlem, 
ya’nî her mahlûk, nev’i ile kadîmdir diyor. 
15 - Allah, iyi 
şeyleri yaratmağa mecbûrdur diyor. 
16 - Allahü 
teâlânın cismi ve ciheti vardır ve yer değişdirir diyor. 
17 - Cehennem 
ebedî değildir, sonunda söner diyor. 
18 - 
Peygamberlerin ma’sûm olduklarını inkâr ediyor. 
19 - 
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” diğer insanlardan farkı yokdur. 
Onu vâsıta kılarak düâ etmek câiz olmaz diyor. 
20 - 
Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ziyâret etmeğe niyyet ederek 
Medîne şehrine gitmek günâhdır diyor. 
21 - Şefâ’at 
istemek için gitmek de harâmdır diyor. 
22 - Tevrât ve 
İncîlin kelimeleri değil, ma’nâları değişmişdir diyor. 
Ba’zı 
âlimler, yukarıda bildirilenlerin çoğu İbni Teymiyyenin sözü değildir dedi ise 
de, Allahü teâlânın ciheti olduğunu ve parçaların birleşmesinden meydâna 
geldiğini söylediğini inkâr eden yokdur. Bununla berâber, ilminin, celâletinin 
ve diyânetinin çok olduğu söz birliği ile bildirildi. Fıkh, ilm, adl ve insâf 
sâhibi olanın, bir şeyi incelemesi, ondan sonra ve ihtiyâtlı olarak karâr 
vermesi lâzımdır. Hele bir müslimânın küfrüne, irtidâdına, dalâletine ve 
öldürülmesine karâr verirken çok incelemek ve ihtiyâtlı davranmak lâzımdır. İbni 
Hacer-i Mekkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Fetâvel-hadîsiyye) 
kitâbındaki yazısı burada temâm oldu. 
Zemânımızda, 
İbni Teymiyyeyi taklîd etmek modası ortaya çıkdı. Onun sapık yazılarını 
savunuyor ve kitâblarını, bilhassa (Vâsıta) kitâbını basdırıyorlar. Bu 
kitâb başdan başa onun Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve icmâ’ı müslimîne 
uymıyan fikrleri ile doludur. Okuyanlar arasında büyük fitne ve bölücülük 
uyandırmakda, kardeşi kardeşe düşman etmekdedir. Hindistânda bulunan vehhâbîler 
ve başka islâm memleketlerinde, bunların tuzaklarına düşmüş olan câhil din 
adamları, İbni Teymiyyeyi kendilerine bayrak yapmışlar, ona (Büyük müctehid), 
(Şeyh-ul-islâm) gibi ismler takıyorlar. Onun sapık fikrlerine, bozuk yazılarına 
din ve îmân diye sarılıyorlar. Müslimânları parçalıyan, islâmiyyeti içerden 
yıkan bu fecî’ akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin onu red eden, 
vesîkalarla çürüten kıymetli kitâblarını okumalıdır. Bu kıymetli kitâblar 
arasında, büyük imâm, derin âlim Takıyyüddîn-üs-Sübkînin “rahmetullahi teâlâ 
aleyh”, (Şifâ-üs-sikâm fî-ziyâreti-hayril-enâm) kitâbı, İbni Teymiyyenin 
bozuk fikrlerini mahv etmekde, fesâdlarını yok etmekde, inadcılığını ortaya 
koymakdadır. Kötü niyyetlerinin, bozuk inanışlarının yayılmasını önlemekdedir. 
                                                |