01
-
BİRİNCİ CİLD - 114.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Muhammed aleyhisselâma uymak, se’âdete kavuşdurur.
1 — Cenâb-ı
Hak, hepimizi dünyâ ve âhıretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en
yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’
olmak se’âdetiyle şereflendirsin. Çünki cenâb-ı Hak, Ona tâbi’ olmağı, Ona
uymağı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünyâ lezzetlerinden ve
bütün âhıret ni’metlerinden dahâ üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i
seniyyesine tâbi’ olmakdır ve insanlık şerefi ve meziyyeti, Onun dînine uymakdır.
[Sünnet kelimesi, üç ayrı ma’nâya gelir. Burada, (Ahkâm-ı islâmiyye)
demekdir.]
[Ona tâbi’
olmak, ya’nî Ona uymak, Onun gitdiği yolda yürümekdir. Onun yolu, Kur’ân-ı
kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola (Dîn-i islâm) denir. Ona uymak için,
önce îmân etmek, sonra müslimânlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip
harâmlardan kaçınmak, dahâ sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak
lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da Ona uymağa çalışmalıdır.
Îmân etmek,
bütün insanlara lâzımdır. Herkes için îmân zarûrîdir. Îmân edenlerin, farzları
yapıp harâmlardan kaçınması lâzımdır. Her mü’min, farzları yapmağa ve
harâmlardan kaçınmağa, ya’nî müslimân olmağa me’mûrdur. Her mü’min,
Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem”, malından ve cânından dahâ çok
sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmakdır. Bir
mü’min, bütün bunlara tâbi’ oldukdan sonra, mubâhlarda da, ne kadar Ona uyarsa,
o derece kâmil ve olgun bir müslimân olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, ya’nî
sevgili olur.
Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” söylediklerinin hepsini beğenip kalbin kabûl
etmesine, ya’nî inanmasına (Îmân) denir. Böylece inanan insanlara, (Mü’min)
denir. Onun sözlerinden birine bile inanmamağa veyâ iyi ve doğru olduğunda
şübhe etmeğe (Küfr) denir. Böyle inanmıyan kimselere (Kâfir)
denir. Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde, yapılmasını açıkca emr etdiği şeylere,
ya’nî bu emrlere (Farz) denir. Yapmayınız diye açıkça men’ ve yasak
etdiği şeylere (Harâm) denir. Allahü teâlânın, açıkca bildirmeyip, yalnız
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yapılmasını övdüğü, yâhud devâm
üzere yapdığı, yâhud yapılırken görüp de mâni’ olmadığı şeylere (Sünnet)
denir. Sünneti beğenmemek küfrdür. Beğenip de yapmamak suç değildir. Onun
beğenmediği şeylere ve ibâdetin sevâbını gideren şeylere (Mekrûh) denir.
Yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeylere (Mubâh) denir. Bu
emr ve yasakların hepsine (Ahkâm-ı ilâhiyye) veyâ (Ef’âl-i mükellefîn)
ve (Ahkâm-ı islâmiyye) denir.
(Ef’âl-i
mükellefîn)
sekizdir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh,
harâm, mekrûh, müfsid. Yasak edilmiş olmıyan, yâhud yasak edilmiş ise de,
islâmiyyetin özr, mâni’ ve mecbûriyyet tanıdığı sebeblerden birisi ile yasaklığı
kaldırılmış olan şeylere (Halâl) denir. Bütün mubâhlar halâldir. Meselâ,
iki müslimânı barışdırmak için yalan söylemek halâl olur. Her halâl mubâh
olmıyabilir. Meselâ ezân okunurken, alış veriş, mubâh değil, mekrûhdur. Hâlbuki
halâldir.
Îmânı ve
farzları ve harâmları öğrenmek, bilmek de farzdır. Otuzüç farz meşhûrdur.
Bunlardan dördü esâs olup, nemâz kılmak, oruc tutmak, zekât vermek ve hac
etmekdir. Îmân ile berâber bu dört farz, islâmın şartıdır. Îmân edip de ibâdet
edene, ya’nî bu dört farzı yapana (Müslim) veyâ (Müslimân) denir.
Dördünü birden yapıp da, harâmlardan kaçınan, tam müslimândır. Bunlardan biri
bozuk olur veyâ hiç olmazsa, müslimânlık bozuk olur. Dördünü de yapmıyan, mü’min
olsa da müslimânlığı tam değildir. Böyle îmân, insanı yalnız dünyâda korursa da,
âhırete îmânla gitmek güç olur. Îmân, muma benzer, (Ahkâm-ı islâmiyye)
mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikde fener de, (İslâmiyyet)dir
ve (Dîn-i islâm)dır. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız, islâm olamaz.
İslâm olmayınca, îmân da yokdur.
(Din),
insanları se’âdet-i ebediyyeye götürmek için
Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demekdir. Din ismi altında insanların
uydurduğu iğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ,
Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir Peygamber vâsıtası ile, insanlara
bir din göndermişdir. Bu Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
(Resûl) denir. Her asrda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile
dinleri kuvvetlendirmişdir. Resûllere tâbi’ olan bu Peygamberlere de, (Nebî)
denir. Bütün Peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı
şeylere îmân etmeği istemişlerdir. Fekat, dinleri, ya’nî kalb ile, beden ile
yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, islâmlıkları,
müslimânlıkları da ayrıdır.
Îmân edip de
kendini ahkâm-ı islâmiyyeye uyduran müslimândır. Ahkâm-ı islâmiyyeyi kendi
arzûlarına, keyflerine uydurmak istiyen kâfirdir. Bunlar bilmezler ki, Allahü
teâlâ, dinleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek
için göndermişdir.
Her din,
kendisinden önce gelen dîni nesh etmiş, değişdirmişdir. En son gelen ve her dîni
değişdirmiş, dahâ doğrusu dinlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete
kadar hiç değişmiyecek olan din, Muhammed aleyhisselâmın dînidir. Bugün, Allahü
teâlânın sevdiği, beğendiği din de, bu ahkâm ile kurulmuş olan İslâm dînidir. Bu
dînin bildirdiği farzları yapanlara ve harâmlardan kaçınanlara Allahü teâlâ,
âhıretde ni’metler, iyilikler verecekdir. Ya’nî bunlar, sevâb kazanır. Farzları
yapmıyanlara ve harâmlardan kaçınmıyanlara, âhıretde cezâlar, acılar vardır.
Ya’nî böyle kimseler, günâha girer. Îmânı olmıyanların farzları kabûl olmaz.
Ya’nî bunlara sevâb verilmez. Farzları yapmıyan mü’minlerin, sünnetleri kabûl
olmaz. Ya’nî bunlara sevâb verilmez. Bunlar Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve
sellem” tâbi’ olmuş olmaz. Bir kimse, bütün farzları yapıp da, bir farzı özrsüz
terk ederse, bu borcunu ödemedikçe, bu cinsden olan hiç bir nâfile ibâdetine ve
sünnetine sevâb verilmez. (Miftâh-un-necât)daki (Yâ Alî, insanlar
fedâil ile meşgûl oldukları zemân, sen farzları temâmlamağa çalış!) ve
imâm-ı Gazâlînin (Dürret-ül fâhıre) kitâbının üçüncü faslı sonundaki (Allahü
teâlâ, kazâya kalmış nemâz borcu bulunan ve harâm elbise giyen kimsenin [Nâfile]
nemâzını kabûl etmez) hadîs-i şerîfleri, bunu açık olarak bildirmekdedir.
(Miftâh-un-necât), Hakîkat kitâbevi tarafından basdırılmışdır. Mubâhlar iyi
niyyet ile güzel düşünceler ile yapılınca, insan sevâb kazanır. Kötü niyyetlerle
yapılırsa veyâ bunları yapmak, bir farzı vaktinde edâ etmeğe mâni’ olursa, günâh
olurlar. Farzlar yapılırken, kötü niyyetler karışırsa, borc ödenmiş, cezâdan
kurtulmuş olunur ise de, sevâb kazanılmaz. Belki günâh da olur. Harâm
işliyenlerin farzları ve sünnetleri sahîh olur. Ya’nî borclarını ödemiş olurlar
ise de, sevâb kazanmazlar. (Hadîka)da, (Bid’at sâhiblerinin ibâdetleri
kabûl olmaz) hadîs-i şerîfini anlatırken buyuruyor ki, (Günâhlardan
sakınmayan müslimânların ibâdetleri sahîh olsa da kabûl olmaz). Harâmlar iyi
niyyet ile yapılsa da, mubâh olamaz. Ya’nî harâmlara hiçbir zemân sevâb
verilemiyeceği gibi, özrsüz harâm işleyen herhâlde günâha girer. Harâmdan iyi
niyyet ile, ya’nî Allahü teâlâdan korkarak sakınan, vazgeçen sevâb kazanır.
Başka bir sebeb ile harâm işlemezse, sevâb kazanmaz. Yalnız, günâhından
kurtulur. Harâm işleyenlerin, (Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allahü teâlâ
kalbe bakar) demeleri boşdur. Fâidesizdir. Müslimânları aldatmakdır. Kalbin
doğru ve temiz olmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, ya’nî emrlere ve
yasaklara uymak olduğu (Mektûbât)ın birinci cildinin otuzdokuzuncu
mektûbunda uzun yazılıdır. (Şir’at-ül-islâm)ın 246. cı sahîfesinde ve
(Hadîka)da, takvâyı anlatırken diyor ki, (Harâmların iyi niyyet ile
yapılması, bunları harâmlıkdan çıkarmaz. İyi niyyet, harâmlara ve mekrûhlara
te’sîr etmez. Bunları tâ’at hâline çevirmez).
(Mir’ât-ül-mekâsıd)
kitâbı, yetmişüçüncü sahîfede ve İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” abdestin
niyyetinde ve (Milel-Nihal) tercemesi, ellidördüncü sahîfesinde diyor ki,
amel, ya’nî iş üçe ayrılır: (Ma’sıyyet) ya’nî günâh olan işler. Bunlar,
Allahü teâlânın beğenmediği şeylerdir. Allahü teâlânın emr etdiği şeyi yapmamak
veyâ yasak etdiğini yapmak ma’sıyyetdir. (Tâ’at) ya’nî Allahü teâlânın
beğendiği şeylerdir. Bunlara (Hasene) de denir. Tâ’at yapan müslimâna
(Ecr) ya’nî (Sevâb), ni’met, iyilik vereceğini va’d buyurdu. Üçüncüsü
(Mubâh) ya’nî günâh veyâ tâ’at olduğu bildirilmemiş olan işlerdir.
Yapanın niyyetine göre, tâ’at veyâ günâh olurlar.
Günâhlar,
niyyetsiz veyâ iyi niyyet ederek işlenirse, günâh olmakdan çıkmaz. (Ameller,
niyyete göre iyi veyâ kötü olur) hadîs-i şerîfi, tâ’atlara ve mubâhlara
niyyete göre sevâb verileceğini bildirmekdedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak
için başkasını incitse veyâ başkasının malı ile sadaka verse, yâhud harâm para
ile mekteb, câmi’ yapdırsa, bunlara sevâb verilmez. Bunlara sevâb beklemek,
câhillik olur. Zulm, günâh, iyi niyyet ile işlenirse, yine günâh olur. Böyle
işleri yapmamak sevâbdır. Bilerek yaparsa, büyük günâh olur. Günâh olduğunu
bilmiyerek yaparsa, müslimânların çoğunun bildiği şeyleri onun bilmemesi,
öğrenmemesi de günâh olur. Dâr-ül-harbde dahî olsa, islâm bilgilerinin şâyı’,
ya’nî yaygın olduğu yerde, cehl özr olmaz, günâh olur.
Tâ’atlar,
niyyetsiz veyâ Allah için niyyet ederek yapılınca, sevâb hâsıl olur.
Tâ’at
yaparken, Allahü teâlâ için yapdığını bilse de, bilmese de kabûl olur. Ya’nî
sevâb hâsıl olur. Bir kimse Allahü teâlâ için yapdığını bilerek tâ’at yaparsa,
buna (Kurbet) denir. Kurbet olan işi de yaparken sevâb hâsıl olması için
niyyet etmek şart değildir. Sevâb hâsıl olması için, Allah rızâsı için niyyet
etmek lâzım olan tâ’ate (İbâdet etmek) denir. Niyyetsiz alınan abdest
ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla, hadesden tahâret hâsıl olup nemâz kılınır.
Görülüyor ki, her ibâdet kurbetdir ve tâ’atdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, vakf,
köle âzâd etmek ve sadaka ve hanefî mezhebinde abdest almak ve benzerleri
yapılırken sevâb hâsıl olmak için, niyyet lâzım olmadığından, kurbetdirler ve
tâ’atdırlar. Fekat, ibâdet değildirler. Tâ’at veyâ kurbet olan bir iş
yapılırken, Allah için niyyet edilirse, ibâdet yapılmış olur. Fekat bunlar,
ibâdet olarak emr olunmadı. Allahü teâlâyı tanımağa yarayan fizik, kimyâ,
bioloji, astronomi gibi bilgileri öğrenmek tâ’atdır, kurbet değildir. Çünki
kâfir, Allahü teâlânın varlığını, bunları öğrenirken değil, öğrendikden sonra
anlar. Tâ’at, kötü niyyet ile yapılırsa, günâh olur. Güzel niyyetlerle tâ’atın
sevâbı artdırılır. Meselâ, câmi’de oturmak, tâ’atdır. Mescidin, Allahü teâlânın
evi olduğunu düşünerek, Allahü teâlânın evini ziyâreti de niyyet ederse, sevâbı
dahâ çok olur. Nemâz kılmağı beklemek için de niyyet ederse ve dışarda gözü,
kulağı günâh işlemesin diye de ve mescidde i’tikâf ederek âhıreti düşünmeği de,
mescidde, Allahü teâlânın adını zikr etmeği de, orada emr-i ma’rûf ve nehy-i
münker etmeği, ya’nî va’z etmeği de, va’z dinlemeği de, yâhud Allahü teâlâdan
hayâ ederek edebli olmağı da niyyet ederse, her niyyeti için ayrı sevâblara
kavuşur. Her tâ’atda böyle çeşidli niyyetler ve sevâblar da vardır. İbni Âbidîn
“rahmetullahi aleyh”, hacca vekîl göndermeği anlatırken de, bunları ta’rîf
etmekdedir.
Her mubâh, iyi
niyyet ile yapılınca tâ’at olur. Kötü niyyet ile yapılınca, günâh olur. Koku
sürünen, iyi giyinen kimse, dünyâ lezzeti için veyâ gösteriş yapmak, öğünmek
için veyâ kendini kıymetlendirmek için, yâhud yabancı kadınları, kızları avlamak
için şık giyinirse, günâh işlemiş olur. Dünyâ lezzetini tatmak için olan
niyyetine azâb verilmez ise de, âhıret ni’metlerinin azalmasına sebeb olur.
Başka niyyetleri için azâb görür. Bu kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık
giyinirse, câmi’e saygı için, câmi’de yanına oturan müslimânları incitmemek
için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, islâmın vakârını, şerefini korumak
için niyyet edince, her niyyeti için ayrı sevâblar kazanır. Ba’zı âlimler
buyuruyor ki, her mubâh işde, hattâ yimede, içmede, uyumada ve halâya girmekde
bile iyi niyyet etmeği unutmamalıdır. İnsan, mubâh bir işe başlarken, niyyetine
dikkat etmelidir. Niyyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyyeti, yalnız Allahü
teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, sizin
sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize ve amellerinize bakar)
buyuruldu. Ya’nî, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve
hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevâb ve ikrâm vermez. Bunları ne düşünce
ile, ne niyyet ile yapdığına bakarak, sevâb veyâ azâb verir.
O hâlde, her
mü’mine önce lâzım, birinci farz olan şey, îmânı, farzları, harâmları
öğrenmekdir. Bunlar öğrenilmedikce, müslimânlık olamaz. Îmân elde tutulamaz. Hak
borcları ve kul borcları ödenilemez. Niyyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez.
Düzgün niyyet edinilmedikce, hiçbir farz kabûl olmaz. (Dürr-ül-muhtâr)daki
hadîs-i şerîfde, (Bir sâat ilm öğrenmek veyâ öğretmek, sabâha kadar ibâdet
etmekden dahâ sevâbdır) buyuruldu. (Hadarât-ül-kuds) müellifi,
doksandokuzuncu sahîfede diyor ki, (İmâm-ı Rabbânîden (Buhârî), (Mişkât), (Hidâye),
(Şerh-i Mevâkıf) kitâblarını okudum. Gençleri ilm öğrenmeğe teşvîk ederdi.
Önce ilm, sonra tarîkat buyururdu. Benim, ilmden kaçındığımı, tarîkatden zevk
aldığımı görünce, hâlime merhamet ederek, kitâb oku! İlm öğren! Câhil sofu,
şeytânın maskarası olur, [Rütbetül-ilmi a’ler rüteb] ya’nî, rütbelerin en
üstünü, ilm rütbesidir buyurdu).
İhlâs ile,
ya’nî Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak ve sevâb kazanmak niyyeti
ile, farzları, sünnetleri yapmağa ve harâmlardan ve mekrûhlardan kaçınmağa,
ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmeğe (İbâdet etmek) denir.
Niyyetsiz, ibâdet olamaz. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak
için, önce îmân etmek, sonra ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır.
Îmân etmek, Ona
tâbi’ olmağa başlamak ve se’âdet kapısından içeri girmek demekdir. Allahü teâlâ
Onu, dünyâdaki bütün insanları se’âdete da’vet için gönderdi ve Sebe’ sûresi,
yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve
sellem”! Seni, dünyâdaki bütün insanlara ebedî se’âdeti müjdelemek ve bu se’âdet
yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum) buyurdu.]
Meselâ, Ona
uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, Ona uymaksızın, birçok
geceleri ibâdetle geçirmekden, katkat dahâ kıymetlidir. Çünki, (Kaylûle)
etmek, ya’nî öğleden önce biraz yatmak âdet-i şerîfesi idi. Meselâ, Onun dîni
emr etdiği için, bayram günü oruc tutmamak ve yiyip içmek, Onun dîninde
bulunmayıp senelerce tutulan oruclardan dahâ kıymetlidir. Onun dîninin emri ile
fakîre verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzûsu ile, dağ kadar
altın sadaka vermekden dahâ efdaldir. Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü anh”,
bir sabâh nemâzını cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate bakıp, bir kimseyi
göremeyince sordu: Eshâbı dediler ki, geceleri sabâha kadar ibâdet ediyor. Belki
şimdi uyku basdırmışdır. Emîr-ül-mü’minîn buyurdu ki, (Keşki bütün gece uyuyup
da, sabâh nemâzını cemâ’at ile kılsaydı, dahâ iyi olurdu). İslâmiyyetden
sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefslerini körletiyor ise de,
bu dîne uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına
ücret hâsıl olursa, dünyâda birkaç menfe’atden ibâret kalır. Hâlbuki, dünyânın
hepsinin kıymeti ve ehemmiyyeti nedir ki, bunun bir kaçının i’tibârı olsun.
Bunlar, meselâ çöpçüye benzer ki, çöpçüler herkesden dahâ çok çalışır ve
yorulur. Ücretleri de herkesden aşağıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi’ olanlar ise,
latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgûl olan mücevherciler gibidir.
Bunların işi az, kazancları pek çokdur. Ba’zan bir sâatlik çalışmaları,
yüzbinlerce senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, ahkâm-ı
islâmiyyeye uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür, mardîsidir, çok beğenir.
[Böyle olduğunu
kitâbının çok yerinde bildirmişdir. Âl-i İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde
meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Onlara
de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini
istiyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi’ olanları sever)
buyuruldu.]
İslâmiyyete
uymıyan şeylerin hiç birisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen,
beğenilmeyen şeye sevâb verilir mi? Belki cezâya sebeb olur.
|