Allahü teâlâ buyurdu ki:

"Kad câeküm min'allahi nûrun ve kitâbün mübînün — Gerçekten size bir nûr ve her şeyi açık seçik bildiren bir kitap geldi." (Mâide sûresi: 5/15)

Bu âyet-i kerîmede Resûl-i Ekrem'ini Allah "Nûr" diye vasıflandırdı. Burada zikredilmiş olan Nûr'dan murat Peygamber Efendimizdir. Bazıları, Kur'an'dır, demişlerdir.

Yine Allahü teâlâ buyurdu ki:

"Innâ erselnâke şahiden ve mübeşşiren ve nezîren, ve dâiyen ilallahi biiznihi ve sirâcen münîren — Biz, seni şâhit, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah'a dâvet edici ve aydınlatıcı bir çıra olarak gönderdik." (Ahzâb sûresi: 33/45-46)

Bu âyet-i kerimede Allah, Resûlünü sirac-ı münîr (aydınlatan lamba) diye vasıflandırmıştır. Murad, hidayet edip çıra gibi yolları aydınlatmasıdır. Hak yola hidayet ve irşad, O'nun şeriatinin nûru ile hâsıl olur. Güneşin nuru o yolları göstermez. O halde O'nun kudsî nefsinin nuraniyette (aydmlatıcılıkta) güneşten daha büyük olması lâzım gelir. Dünyanın güneşi cisimlerde başkalarına nur verdiği gibi kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinin zâtı da diğer zâtlara ve beşerî nefslere aklî nurlar dağıtır. Onun için Hak teâlâ hazretleri, ikisini beraber sirâc (çıra) diye vasıflandırmıştır. "Ve ceale fîha sirâcen ve kameren münîren — Onda bir çıra ve aydınlatıcı bir ay var etti." (Furkan sûresi: 25/61) buyrulmuştur. Burada Sirâc (Çıra) dan murad güneştir. "Ve dâiyen ilallahi biiznihi ve sirâcen münîren — Ve aydınlatıcı bir çıra olarak gönderdik," (Ahzâb sûresi: 33/46) kavl-i şerifinde murad, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleridir.

Hak teâlâ hazretleri, Resûl-i Ekrem'ini böyle vasfettiği gibi kendi kudsî nefsini de vasfetmiştir. Nitekim: "Allahü nuru's-semavâti ve'l-arzı meselü nûrihi ke-mişkâtin fîhâ misbâhun — Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûrunun misâli, içinde çıra bulunan bir çıralık gibidir," (Nûr sûresi: 24/35) buyurmuştur. Göklerde ve yerde onun nurundan başka nur yoktur. Onun kudsî nuru, varlık, hayat, güzellik ve kemâl sırrıdır ki, bütün cismânî ve ruhanî âlemleri aydınlatmış, varlıkları görüşe ve görünüşe getirmiştir. Ruhanî âlem meleklerdir. Onları aydınlattı ve onlann her biri aydınlık bir çıra oldu. Geri kalanları onlardan istimdat ederler. Ondan sonra insanî nefsler âlemine sirayet etti, beşerî nefsleri ecsâm (cisimler) safhaları üzre meydana çıkardı. O halde varlık âleminde Hakk'ın nurundan başka bir şey yoktur. Her şeye kabul ve istidadı miktarınca ondan sirayet etmiştir.

Nûr, aslında öyle bir keyfiyettir ki, göz ilkin onu idrâk eder, ondan sonra onun vasıtasiyle görünen nesneleri idrâk eder. Güneş ve aydan feyz alan keyfiyetler gibi. Meselâ onlann nurları ilkin karşısında olan kesif cisimlere dokunur ve göz nuru görür. Ondan sonra o cisimleri görür. Eğer nur olmasaydı hiç bir şeyi göremezdi. Nitekim karanlık gecelerde ve ışık girmeyen yerlerde gözün görme işi kalmaz. Hâsılı nur'dan bu mâna anlaşılınca Hak teâlâ hazretleri hakkında kullanılması doğru olmaz. Ona bir muzâf takdiri (onu tamamlayan bir isim eklenmesi) gerektir. Nitekim "kerîm Zeyd" dediklerinde "kerem sahibi Zeyd" demeyi murad edinirler. Bunda da "nur sahibi" demek gerektir. Yahut "Münevvirü's-semâvât — Gökleri nurlandırıcı" demek gerektir. Zira yıldızlarla, onların ışıklariyle, melekler ve nebilerle felekleri nurlandırıp aydınlatmıştır.

Bu mânayı, Hazret-i Ali ve Zeyd bin Ali'nin (Allah onlardan razı olsun) kıraetleri teyid eder. Zira onlar, "Nevvere's-semâvâti — Gökleri nurlandırdı" diye mâzi fiil olarak okumuşlardır. Aynı zamanda "Ve'l-arzi" diye değil, nasbla "Ve'l-arze" diye kıraet etmişlerdir. "Meselü nurihi — Nurunun misâli" buyurması, "Meselü hüdâhu — hidâyetinin misâli" demektir. Nuru göklere ve yere izafe etmesi, ya aydınlatmasının genişliğine delâlet etmesi için olup "Gökleri ve yeri aydınlatır" demek murad olunur, yahut bundan gök ve yer ehli murad olunur. Onlann Hakk'ın nuru ile aydınlandıktan kasdedilir.

Mukatil'den rivâyet edilmiştir ki: "Meselü'l-imâni fî kalbi Muhammedin kemişkâti fîhâ misbâhun — Muhammed'in kalbindeki imanın misali, içinde çıra bulunan çıralık gibidir," demektir, diye buyurmuştur. "Mişkât (çıralık), Abdullah'ın sadrı karşılığı, zücâce (cam), Muhammed aleyhisselâmın şerefli cismi karşılığıdır. Misbâh (çıra) da, şerefli kalbinde iman ve nübüvvet karşılığıdır" demiştir.

Bazıları: "Mişkât Hazret-i ibrahim aleyhisselâm karşılığıdır, zücâce İsmail aleyhisselâm karşılığıdır, misbâh da Muhammed Mustafa hazretlerinin cismi karşılığıdır" demişlerdir.

Ebû Saîdi'l-Hazzâz'dan rivâyet edilmiştir ki: "Mişkât Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin derunudur. Zücâce, şerefli kalbidir. Misbâh da Hak teâlâ hazretlerinin O'nun şerefli kalbine koymuş olduğu nurdur," dedi.

Kâb bin Cübeyr'den rivâyet edilmiştir ki: "Burada ikinci nur, insanlığın efendisi ve mahşer gününün şefaatçisi Efendimiz hazretleridir," diye buyurmuş.

Bunlardan başka bazı sözler daha rivâyet olunmuştur, fakat bu âyet-i kerîmede seçkin tutulan tefsir birincisidir. Zira bundan önce zikrolunan "Ve lekad enzelnâ ileyke âyâtin beyyinâtin — Andolsun, biz sana apaçık ayetler indirdik," (Bakara: 2/99) âyetinin ifâdesine uygun düşer.