Tevrat, încil ve diğer semavî kitaplarda Resûlüllah Efendimiz'in güzelliğinin ve iyiliğinin anıldığı bilinmektedir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, Kur'an'da:

"Onlar ki, kendi yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Resûl'e, o ümmi Peygamber'e tâbi olurlar," (Arâf sûresi: 7/157) diye buyurmuştur.

Âyet-i kerîmede gayet açıktır ki, kitap ehli, Fahr-i Âlem hazretlerinin vasıflarını Tevrat ve İncil'de yazılmış bulurlardı. Eğer bu gerçekten böyle olmasaydı âyet-i kerîme onlara son derece nefret verirdi:

Ne münasebet! Kitaplarımızda olmayanı söylemenin mânası nedir? diye hakkı kabul etmekten tamamen ve şiddetle yüz çevirirlerdi.

Halbuki bazıları insafa gelip müslüman oldu. Bazıları inat üzre ısrar edip küfründe kaldı. Halin ve işin hakikatinin ne olduğunu bilmez değillerdi, ama hakikati gizlerlerdi. Nitekim Hak teâlâ hazretleri:

"Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla beraber onlardan bir kısmı, gerçeği gizler," (Bakara sûresi: 2/146) buyurmuştur.

Ayrıca kitaplarında Fahr-i Kâinat hazretlerinin vasıflarının beyan edildiğini görünce onu tebdil ve tağyir ederlerdi. Hak teâlâ Haretlerinin:

"Yuharrifunel-kelime an mevâziihi — Kelimeleri kendi yerinden başka yere çekip mânasını değiştirirler," (Nisâ sûresi: 4/46) buyurması bu mânayı gösterir.

İnkârın ne faydası vardır ki, Süryanî lügatinde o Hazret'in şerefli ismi, "Müşeffah"dır; "hamd" mânasına gelen "şüfhâ" kelimesinden alınmıştır. (Yâni: Hamd kelimesinden Muhammed denildiği gibi "şüfhâ" kelimesinden "Müşeffah" denilmiştir). "Elhamdülillah" demek isteseler, "Şüfhâ li-ehâ" derler. Onların ikrar ettikleri sıfatlar, yâni "Şu sıfatlar üzre bir peygamber gelecektir" diyerek geleceğini kabul ettikleri peygamberin sıfatları, âlemlerin hocası Resûlüllah hazretlerinin hallerine, vasıflarına, peygamberlik zamanına mutabık ve muvafık gelmiştir.

Mademki dedikleri peygamber bu değildir, o halde bulsunlar: O kimdir ki, bu vasıflarla muttasıf olup ümmetler ona itaat ve inkiyad etmiş, dâvetine icabet etmiştir? Yine onların dedikleri üzre o Sahibü'l-Cemel (Deve Sahibi) kimdir ki, Babil vilâyeti ve orada olan putlar onun elinde harâb ve yebâb (yıkık dökük) olmuştur? O, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden başka kimdir? Onu göstersinler!.. Bizim onların kitaplarından naklettiğimiz bu kıssalar ve haberler daima kulaklarına dokunup bizim naklettiklerimizi işitirlerken inkâr etmeyip "Bizim kitaplarımızda bu dediğiniz haberler yoktur" dememeleri, itiraflarına delildir. Tutalım ki, biz bu haberleri onların kitaplarından nakletmemişiz, Kur'ân-ı azîm'de gelen deliller bize yetmez mi? Bu cümleden bir kısmı zikrolunan âyetlerdir. Bunlar haber vermiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretlerinin halleri, sıfatları, Tevrat ve incil'de yazılıdır. İsâ aleyhisselâm'dan hikâye edilerek:

"Meryem oğlu îsâ da: Ey İsrail oğulları! Ben, Allah'ın size gönderdiği elçiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak size gönderildim, dedi," (Mümtehine sûresi: 60/6) buyrulmuştur.

Yine Yahudi ve Hıristiyanlara hitaben:

"Ey kitap ehli! Niçin yalanı gerçeğe karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?" (Âl-i imrân sûresi: 3/71) buyrulmuştur.

Bir âyet-i kerîmede de:

"Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar," (Bakara sûresi: 2/146) buyrulmuştur.

Hâsılı, kitaplarında zikrolunan vasıftaki peygamberden muradın peygamberlerin iftiharı Resûlüllah Efendimiz hazretleri olduğunu öyle bilirler ki, asla şüpheleri yoktur, demektir. İnatlarına sebep, ihtimal ki, kitaplarında zikredilen sıfatlarda mevsuf olan peygamberin Benî israil'den geleceğini zannetmiş olmalarıdır. Hak teâlâ hazretleri, Arap topluluğundan Ismâil neslinden gönderdiği zaman böyle olup kendilerinden gelmemesi nefslerine güç geldi. Cehalet belâsiyle inat ve muhalefeti seçip Peygamber Efendimiz hazretlerini tekzibe başladılar.

Velhasıl kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, kitap ehlini türlü sözler, hüccetler, delil ve tanıklarla kendi dinine dâvet edip onları Müslüman etmeğe çalışırdı. Kendinin hakikatine delâlet edip İslâm dinine hidâyet eylemede en kuvvetli olan delil hangisi ise onu beyan ederdi. O halde âyet-i kerîmede buyurulan hususlar gerçeğe uygun olmasa ürküntü ve nefretlerinin artmasına sebep olup maksadı meydana gelmezdi. İşte doğru ve gerçek olduğu içindi ki, Yahudi âlimlerinin büyüklerinden Abdullah bin Selâm, Temîmü'd-Dârî ve Kâ'bu'l-Ahbâr gibi nice kimseler, insaf edip İslâm'a geldiler.

İbn-i Asâkir Tarih-i Dımışk'da Muhammed bin Hamza bin Abdullah yolundan, o da İbn-i Selâm'dan rivâyet etmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin Mekke'de zuhurunu işittiği zaman kendi diyarından yola çıktı da Mekke'ye gelip Resûlüllah ile buluştu. Fahr-i Kâinat hazretleri, İbn-i Selâm'ı nübüvvet nuru ile tanıyıp:

Sen Yesrib âlimi İbn-i Selâm mısın? diye sordu.

O da:

— Evet, dedi.

Ondan sonra Peygamber Efendimiz, ona yemin verip:

Tevrat'ı inzal eden Hak hakkı için benim sıfatımı Allah'ın kitabında buluyor musun? diye sordu.

İbn-i Selâm:

— Ya Muhammed! Rabbinin vasıflarını anlat, işiteyim, dedi.

Fahr-i Âlem hazretlerinin mübarek vücuduna titreme düşüp mustarip oldu. Hemen Cibril yetişip Ihlâs Sûresi'ni Resûlüllah hazretlerine telkin etti:

"Kul hüvallahü ahadün, allahu's-samedu, lem-yelîd ve lem-yûled, velem-yekûn lehu küfüven ahadün. — De ki: O Allah birdir. Allah, Samed'dir (her şey kendisine muhtaçtır, fakat kendisi hiç bir şeye muhtaç değildir); doğmamış ve başkası tarafından doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'nun dengi değildir." (Ihlâs sûresi )

Resûlüllah Efendimiz böyle der demez İbn-i Selâm:

— "Eşhedü inneke resûlüllahi ve ennallahe muzahhirüke ve muzahhirü dinüke alâ'l-edyâni — Şehâdet ederim ki, sen, hiç şüphesiz Allah'ın resûlüsün. Hiç şüphesiz, seni düşmanlarının üzerine ve senin dinini de bütün dinler üzerine galip edicidir," dedi.

Ondan sonra şöyle dedi:

"Ey Peygamber! Elbette biz seni, şahit, müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik. Sen benim kulum ve resûlümsün. Senin adını Mütevekkil koydum. Sen galiz (kaba, ağırlık ve sıkıntı veren kimse) değilsin. Pazarlarda ve sokaklarda sesini ellerin sesi ile karıştırıp edebe aykırı tavırlar göstermezsin. Sen, kötülüğe kötülükle karşılık vermezsin, ancak affeder, vazgeçer, görmezlikten gelir ve yüz çevirirsin. Kimsenin günahına nazar edici değilsin. Bâtıl din ehli olanlar seninle istikamet bulup halk 'Lâ ilâhe illallah — Allah'dan başka ilâh yoktur,' deyinceye kadar Allah seni kabzetmez. Allah, senin sebebinle, kör olmuş gözleri, sağır olmuş kulakları ve gaflet perdesinde kalan gönülleri fetheder (açar)" diye buyurmuştur.

Bu rivâyet, pek az ayrılıkla Sahîh-i Buhârî'de de varid olmuştur. Onda şöyledir: Atâ bin Yesâr dedi ki, Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anh) hazretleriyle buluştuğum zaman ona:

Fahr-i Âlem hazretlerinin sıfatından bana haber ver, dedim. O da:

— Peki, dedi. Vallahi Fahr-i Âlem hazretleri, Kur'ân'da bulunan sıfatlarının bir kısmı ile Tevrat'ta vasfolunmuştur. Onda şöyledir:

"Yâ eyyühennebiyyü innâ erselnâke şâhiden ve mübeşşiren ve nezîren ve hirze'l-ümmiyyîne ente abdî ve resulî semmeytüke'l mütevekkile leyse bi-fazzin ve lâ galizin ve lâ sehhâbin fil-esvâki ve lâ yücziu bisseyyieti's-seyyiete velâkin ya'fu ve yesfahu ve len yakbizellahu hattâ yakime bihi'l-millete'l-avcâe bien yekulû lâ ilâhe illallahu ve yeftahe a'yunen umyen ve âz-ânen suman ve kuluben ğulfen."

Bunun da mânası İbn-i Asâkir'in naklettiğinin hemen hemen aynıdır. "Leyse bi-fazzu ve lâ ğalîz — Sen kaba, halka ağırlık ve sıkıntı veren bir kimse değilsin,"

— Gerçekten ben senin sıfatını Allah'ın kitabında şöyle bulurum ki, Hak teâlâ hazretleri:

"Fehimâ rahmetin minallahu linte lehüm ve lev künte fazzen galîze'l-kalbi lâ nefazzu min havlike — Allah'ın rahmeti sebebiyle sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, sert ve katı yürekli olsaydın çevrenden dağılır, giderlerdi," (Al-i îmrân sûresi: 3/159) sözüne uygun düşer.

"Fazz" ve "ğalîz" kelimelerinin ikisi de aynı mânaya gelir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinde asla gılzet (kabalık, sertlik ve ağırlık, yoktu. Hak teâlâ hazretlerinin:

"Vağluz aleyhim — Onlara sert davran," (Tevbe sûresi: 9/73)  buyurması bu mânaya aykırı değildir. Zira onda gılzet yoktu dememiz şerefli tabiatı gılzet (kabalık, sertlik) üzere yaratılmış değildi, demektir. Burada "Onlara sert davran" buyrulması muâleceye (tedâviye, onların hastalıklarını bu tavırla iyileştirmeye) mahmuldur. Yâni şerefli tabiatı yaradılışı bakımından güzellik ve yumuşaklığın en son derecesi üzere idi. Ama Hak teâlâ hazretlerinin "Kâfirlere karşı sert davran" diye buyurması, mahsus onlara sertlik sûreti göster, demekti.

"Millet-i avcâ" eğri millet, demektir. Murad, kâfirlerin ve müşriklerin bâtıl dinleridir. Yâni: "Hak teâlâ hazretleri, Peygamber Efendimiz hazretlerini kabzetmez, tâ ki, onun sebebiyle kâfirlerin eğri milletlerini (dinlerini) doğrultup dinlerini İslâm dinine tebdil edinceye kadar," demektir.

İmâm Beyhakî de bu mânaları kapsayan sözlerle Kâ'b'dan bu hususu rivâyet etmiştir. İbn-i Abbâs hazretlerinden de rivâyet etmiştir ki: "Hıristiyan milletinden Cârud adlı bir kimse Fahr-i Âlem hazretlerine gelip iman getirdiği zaman yemin ederek:

— Ya Resûlüllah! Senin vasfını İncil'de buldum. Vallahi Meryem oğlu İsâ seni müjdelemiştir, dedi."

İbn-i Sa'd'ın rivâyetinde gelmiştir ki: Hazret-i ibrahim aleyhisselâm Hacer'i yola çıkarmağa emrolunduğu zaman buraka bindirdiler. Yolda giderken her ne zaman yeşillik ve gönül açıcı bir menzile uğrasalar:

— Ya Cebrâil, burada inelim mi? diye danışırdı.

Fakat Cebrâil aleyhisselâm izin vermezdi. Sonunda Mekke'ye geldiler. Orada Cebrâil aleyhisselâm:

Burada in, ya İbrahim, dedi.

İbrahim aleyhisselâm:

Beni öyle bir yerde indiriyorsun ki, burada ne davar var, ne de ekin! Burası kupkuru bir yer, dedi.

Cebrâil:

— Evet, bu makam öyle bir makamdır ki, senin zürriyetinden senin sözünün kendisiyle tamamlanacağı peygamber buradan çıkar, diye buyurdu.

Yahudi tâifesinin Tevrat'ı tebdil ve tağyir ettikten sonra ihtiyar ettikleri nüshada şöyle geçer:

"Allah, Sinâdan tecelli etti, Şâir'den doğarak etrafı aydınlattı ve Fârân'dan gün gibi âşikâr meydana çıktı," buyurulmuştur.

Sinâ, o dağdır ki, Hak teâlâ hazretleri Mûsa aleyhisselâm'a onda konuştu.

Şâir, o balçıktır ki, İsa aleyhisselâm'a onda söyledi ve nübüvveti onda zuhur etti.

Fârân, Hicaz diyarında Benî Hâşim dağıdır ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri o dağlardan birinde ibadet ederdi, ilk vahiy orada vâki olmuştu. Bunlar üç dağdır. Birine Ebû Kubeys, birine Kuaykaân derler ki, onun karşısındadır. Biri de daha şerefli sayılmıştır ki, ona Fârân derler. Bu dağın Kuaykaân'a karşı düşen yerine Şâ'b-ı Benî Hâşim (Benî Hâşim Deresi) derler. Bir kavilde Fahr-i Kâinat hazretlerinin doğumu o yerde vâki olmuştur. Tecelli (ışığı vurma), Işrak (parıldayarak doğma) ve istilân (açıkça meydana çıkma, alenîleşme) kelimelerinden murad, zuhur ve inkişaftır. Hâsılı, Hak teâlâ hazretleri bu dağlardan zuhur ve inkişaf etti, demektir.

Bunlardan zuhurun mânası, İbn-i Kuteybe'nin dediği üzre, Sinâ'da Hazret-i Mûsa'ya Tevrat'ı inzal etmesi, Sâir'de Îsâ aleyhisselâm'a İncil'i inzal etmesi ve Fârân'da Fahr-i Âlem hazretlerine Kur'ân-ı azîm'i inzal etmesidir. Zuhuru, kitaplar inzal edip şeriatların hükümlerini beyan etmesidir. îsâ aleyhisselâm, zikrolunan Sâir'de, Halil'in memleketinde Nâsıra dedikleri köyde otururdu. Îsâ aleyhisselâm'a tâbi olanlara Nasârâ denmesinin sebebi budur, islâm ehli ile Kitap ehli arasında, Fârân'dan muradın Mekke diyarı olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer başka yerdir derlerse Hak teâlâ hazretleri, Tevrat'ta:

"Innallahe eskine Hâcere ve İsmaile Fârân — Allah, Hacer ve İsmail'i Fârân'da iskân etti," diye buyurmadı mı?

Allah'ın Hâcer ve ismail'i Mekke'de iskân ettiği ise kesindir. O halde Tevrat'ta Fârân kelimesiyle geçince muradın Mekke olduğu sâbit olur, asla şüphe kalmaz. Eğer başka yerdir derlerse göstersinler, nasıl yerdir ki, adı Fârân olsun, Hak teâlâ hazretleri Mesih'den sonra onda kitap indirip şark ve garbı onun hükmüne musahhar etmiş olsun; hiç bir din biliyor musunuz ki, İslâm dini gibi zuhur edip bütün yeryüzüne yayılmış olsun? denilir.

Açıktır ki, buna cevap vermekten âciz kalırlar. Kitaplarının hükmünce ve âlem halkinin ittifakınca Fârân'ın Mekke olduğu sâbit olup ondan zuhur eden seçkin dinin İslâm olduğu kesinleşir.

İbn-i Zafer'in zikrettiği üzre Tevrat'ın tercümesinde:

"Seukimû lehüm nebiyyen misleke min ihvatihim ve ec'alu kelâmı fî femihi feyekulû lehüm külle şey'in emertuhu ve eyyumâ recülün lem yuti' men tekelleme bismî feinnî entekımu minhu."

Mânası, Mûsa aleyhisselâm'a hitap ederek: "Ben, senin kavmine kendi kardeşlerinden senin gibi bir peygamber göndereceğim. Kelâmımı O'nun ağzına ilka etsem gerektir. O, benim kendisine emrettiğim her şeyi onlara söyleyecektir. Her kim benim adımı zikredene itâat edici olmazsa elbette ben ondan onun intikamını alırım," buyrulmuştur.

Bu sözde Fahr-i Âlem hazretlerinin nübüvvetine deliller vardır. Zira Hazret-i Musa'nın kavmi, Benî İshak idiler. Onların kardeşleri Benî İsmail'dir. Eğer bu vaad olunan peygamber Benî İshak'dan gelmiş olsaydı kendilerinden gelmiş olurdu, kardeşlerinden gelmiş olmazdı. Resûlüllah Efendimiz Benî ismail'den zuhur ettiğinden anlaşılır ki, murad kendileridir, Allah'ın yardım ve selâmlan O'nun üzerine olsun.

Ayrıca "Nebiyyen misleke — Senin gibi bir peygamber" buyrulmuştur. Benzerlikten murad, Hazret-i Musa gibi şevketli, dâvet ve şeriat sahibi olmaktır ki, açık seçik mucizelerle gelip meydan okusun, eski şeriatlarını neshedip kendi şeriatinin hükümlerini icra etsin...

Tevrat'ta yazılıdır ki: "Lâ yekumu fî Benî Israile ahadün mislü Musa — Benî israil'den Musa gibi bir peygamber çıkmaz," buyrulmuştur. Bir tercümede de: "Mislü Musa lâ yekumu fi Benî Israile ebeden — Musa gibi biri Benî israil'den asla çıkmaz," buyrulmuştur. İkisinin de mânası aynıdır. Yalnız ikincide "Ebeden — Asla" kaydı eklenmiştir. Bunların gereği, Benî İsrail'den Musa'nın benzerinin zuhur etmemesidir. Yehud tâifesi, muztar olduklarından, "O vaad olunan peygamber Nun oğlu Yuşa'dır," dediler. Ama bâtıl bir söz söylemiş oldular. Zira Yuşa aleyhisselâm, Hazret-i Musa'nın diriliği zamanında hizmetkârı idi. Ölümünden sonra onun şeriat ve dâvetini tekid üzere idi. Başka bir şeriat getirmedi.

O halde açıkça belirlendi ki, kasdedilen, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem hazretleridir. Zira zikrolunan şartlarda Hazret-i Musa'nın benzeri idi. Başka din ve şeriat getirdi. Halkı dinine dâvet edip mucizeler gösterdi ve meydan okudu. Eski şeriatları neshedip kendi şeriatını yürürlüğe koydu.

Ayrıca, "Kelâmımı O'nun ağzına ilka edeceğim," buyurmasından muradın, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri olduğu açıktır. Zira mânası: "Ben kelâmımı ona vahyederim de o işittiği üzre halka söyler. O'na sayfalar ve levhalar indirmediğim şunun içindir ki, ümmî'dir (yâni bütün ilimlerin anası olan vahiy kaynağına bağlı olduğu için yazılmış kitaplara muhtaç değildir, bütün bilgileri doğrudan doğruya ana ilim kaynağından alır), okumaz," demektir.

İncil'de Farklılık:

İbn-i Tuğrul, Dürr-i Munazzam (Dizilmiş inci) adlı kitabında der ki: "Yuhanna, incil'de Mesih aleyhisselâm'dan şöyle nakleder:

"Etlubu leküm mine'l-âbe en yu'tiyeküm farkılite âhere yusebbitu maaküm ilâ'l-eyuddu ruhu'l-hakkillezi len yutika'l-âlemu en yaktuluhu — Sizin için Baha'dan size Farkılıt'ı vermesini diledim. O sizinle beraber dağılmış olanları bir araya toplayacak ve Hakk'ın ruhunu kuvvetle izhar edecektir (yahut: Hakk'ın ruhu onu teyîd edecektir). Âlemde hiç kimse onunla çarpışmaya kudret yetiremeyecektir," diye buyurmuş.

Ama İbn-i Zafer'in (Allah ona rahmet etsin) naklettiği söz şudur:

"En ecebiumunî fahfezu vasiyyeti ve ene etlubu ilâ ebî feyu'tiyeküm farkılite âhere yekûnu maakümü'd-dehre küllehu — Vasiyyetimi kabul ediniz ve onu muhafaza ediniz: Ben, Babam'dan size Farkılıt'ı vermesini diledim ki, zaman sona erinceye kadar sizinle beraber olsun."

İbn-i Zafer'in bu sözü, Hazret-i İsa tarafından açıklandığı gösterir ki, Hak teâlâ hazretleri, kendinden sonra o kavme bir peygamber daha gönderecektir. Kendi gibi o da Hak teâlâ hazretlerinin risaletini tebliğ edecek ve onun şeriatı, bâki, ebedî kalıcı ve teyid edilmiş olacaktır. O halde bu vasıflarla vasıflanmış olan kimse, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleridir. Ondan başka kimse değildir."

Farkılıt'ın ne demek olduğunda Hıristiyanlar ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, Hâmid (hamdedici, övücü) mânasındadır, bazıları da Muhallis (kurtarıcı) mânasınadır, dediler. Eğer Muhallis (kurtarıcı) mânasına muvafakat edersek, murad, Resûlüllah Efendimiz hazretleridir; âlemi küfürden kurtarmıştır. Peygamber ümmetini küfürden kurtarıcıdır. İncil'de Mesih aleyhisselâmın: "Innî ci'tü li-halâsi'l-âlem — Ben, âlemi kurtarmak için geldim," demesi bu mânaya şahittir. O halde buna göre sözün mânası: "Ben Allah'dan son bir peygamber göndermesini dilerim ki, o, âlemi küfürden kurtarsın," demek olur. Kelimenin Hâmid mânasına olduğunu kabul edersek Ahmed ve Muhammed kelimelerine Hâmid kelimesinden daha yakın olan ne vardır ki, ona hamlolunsun? Böylece muradın yine Muhammed Mustafa olduğu açıkça ortaya çıkar.

İbni Zafer'in buyurduğu üzre İncil'in tercümesinde Farkılıt'ın resûl mânasında olduğuna delâlet vardır. Zira şöyle denilmiştir:

"İnne hâze'l-kelâmellezi tesmeunehu leyse hüvelî beli'l-âbillezi erseleni bihâze'l-kelâmi leküm ve emmâ'l-bâraklitu ruhu'l-kuddusullezi yursiluhu ebî bismî fehüve yuallimuküm külle şey'in ve hüve yüzekkiruküm kemâ kultuhu leküm. — Allah, beni bu kelâmla size peygamber göndermiştir. Ama ruhu'l-kuddüs olan Bârkılıt'ı Hak teâlâ hazretleri gönderecektir. O, beni ismimle zikredip risaletimi tasdik edecektir. Ben size her ne söyledimse o da gelip size hatırlatacaktır."

Bundan daha açık söz olmaz ki, Bârkılıt, Hak teâlâ hazretlerinin peygamber olarak gönderdiği resûldür. Gelip Hazret-i Mesih'i tasdik edip onun Allah tarafından gönderilmiş gerçek resûl olduğunu beyan edecektir. Her şeyi halka öğretecek ve hatırlatacaktır. Allah'ı tevhid etmeyi buyuracaktır. Nitekim İsa aleyhisselâm böyle etmişti, demek olur.

Mezkûr nakilde geçen Eb (Baba) kelimesi, tebdil ve tahrif olunan kelimelerdir. Yahudi ve Hıristiyanlar, kendi aralarında bu kelime ile Hak teâlâ hazretlerini murad edinirler. Onların âdetinde bu mânada kullanılması kötü ve çirkin bir şey değildir. Zira onların âdet ve göreneklerinde bu bir büyütme, saygı gösterme kelimesidir. Öğrenciler, kendilerinden ilim öğrendikleri üstatlarına Eb (Baba) kelimesi ile hitap ederler. Meşhur ve tanınmış bir şeydir ki, Hıristiyanlar, kendi din büyüklerine Ruhanî Babalar diye hitap ederlerdi. Yahudi ve Hıristiyan yığınları, daima "Biz Allah'ın oğullarıyız" demeği âdet edinmişlerdir. Hak teâlâ hazretleri hakkında bu gibi sözleri kullanmaları kötü anlayış ve kötü edeplerindendir. Cenâb-ı İzzetine lâyık olmadığını idrâk edemeyip bu gibi kelimeleri onun hakkında kullanırlar.

"Yürsiluhu ebî bismî — Babam o elçiyi benim ismimle gönderecektir," sözünden murad, Hazret-i isa'nın risaletinin gerçekliğine Fahr-i Kâinat hazretlerinin şehadetidir; Kur'ân-ı azîm'de onun methi ve kendisine iftira edilen şeylerden tenzihidir, dediler.

İncil'den başka bir tercümede şöyle vâki olmuştur:

"Elfarkılitu izâ câe vebbahe'l-âlime ale'l-hatieti ve lâ yekulu min tilkai nefsihi mâ yesmeu yükellimuhum bihî ve yesûsuhum bilhakki ve yuhbiruhum bil-havadisi. — Farkılıt (Kâinatın Efendisi Resûlüllah hazretleri) geldiğinde kitap ehlinin âlimlerine: 'Niçin gerçeği gizliyorsunuz? Niçin Allah'ın kitabında olan kelimeleri yerli yerinden tahrif ve tağyir ediyorsunuz? Niçin dini dünyaya satıyorsunuz? diye serzeniş edecektir. Ne söylerse kendinden söylemeyip vahiy meleğinden işittiğini söyleyecektir. Halka Hakkı tavsiye edecek; Âlemde olan hâdiselerin hakikatinden haber verecektir."

İşte bu zikrolunan vasıflar, Fahr-i Kâinat Efendimizden başka kimden zuhura geldi ki, gerçek resûl o olsun?.. Halka müjdeleyen, kötülüklerin sonunu söyleyerek korkutan, iyiliklerin mükâfatını bildirerek sevindiren, hâdiselerden ve gayba ait hususlardan haber veren, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem hazretleridir. Farkılıtki, Allah'ın Peygamberi'diro Hazret'tir. O'ndan başka kimse olması düşünülemez.

Şerefli sıfatlarının övgüsü Dâvud aleyhisselâm'a inen ZEbûr'da da şöyle geçmiştir:

"Fâdati'n-niınetu min şefeteyke min ecli hâzâ bârekekellahu ilel-ebedi tekalled seyfeke eyyuhâ'l-cebbâru feinne şerâyiake ve süneneke makrunetu biheybetin yemîneke ve sihâmeke mesnunetün ve cemiu ümemin yehuzzune tahteke. — Senin dudaklarından nimet parlayacak, bu sebeple Allah seni ebediyyen mübarek kılacaktır. Kılıcın cebbarlar gibi boynuna çapraz asılmış olacaktır. Elbette senin şeriatlerin ve sünnetlerin birbirine bağlı büyük bir çift olacak. Sana inanmak ve sana yakın olmak, âdet hükmünde tutulan yol olacak ve bütün ümmetler senin bayrağinin altında toplanacaktır."

"Senin dudaklarından nimet parlayacak" buyrulmasından murad, Fahr-i Âlem Efendimizin dilinden Allah kelâminin, hadîs-i şeriflerin akmasıdır. "Kılıcın cebbarlar gibi boynuna çapraz asılmış olacak" sözünde, o Hazret'in Arap'tan geleceğine delâlet vardır. Zira bu, "Kılıcını boynuna hamaylı gibi tak," demektir. Kılıcı bu şekilde takınmak Arap tâifesine mahsus bir âdettir. "Cebbar" dediği, halkı cebren, kılıçla küfürden döndürüp İslâm'a getirici demektir.  Zikredilen bu hasletler, Fahr-i Kâinat hazretlerinden zuhura gelmiştir. O halde ZEbûr'da zikredilmiş olan büyük peygamberden muradın Fahr-i Kâinat Efendimiz olduğunda şüphe yoktur.

Vehb bin Münebbih hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: "Bazı eski kitaplarda okudum. Hak teâlâ hazretleri şöyle buyurmuştur-.

— Yüceliğim ve büyüklüğüm hakkı için Arap dağları üstüne bir nur indireyim ki, Maşrık ve Mağrib arasını doldursun, ismail evlâdından bir ümmî Arabî nebi çıkarayım ki, ona göklerdeki yıldızlar ve yerlerdeki bitkiler sayısınca kimseler iman getirsinler. Onun ümmetinin hepsi, benim rububiyetime ve onun risaletine iman etmiş olup babalarının dinini inkâr ederek ondan kaçsınlar.

Musa aleyhisselâm da şöyle buyurmuştur:

"Allah'ım, seni noksan sıfatlardan tenzih, kemal sıfatlariyle tavsif eder ve isimlerini takdis ederim. Sen bu nebiyi çok büyük ve şerefli kıldın!"

Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında Hak teâlâ hazretlerinden zikrolunan kelâm sâdır olunca Musa aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk'ı tesbih ve takdis edip: "Ya Rab, o peygamberi çok övdün ve yücelttin," diye buyurdu.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri:

Ya Musa! Ben o peygamberin düşmanlarından dünyada ve âhirette intikam alırım. O'nun dâvetini her dâvet üzerine galip ederim. O'nun şeriatına muhalefet edeni hor ve zelil ederim. Ben O'nu adaletle terbiye ettim, adalet için O'nu meydana çıkardım, izzetim hakkı için ben, O'nun yüzü suyuna nice ümmetleri cehennem ateşinden kurtarırım. Dünyayı Ibrahimle fethettim, Muhammedle hatmederim. Bir kimse, O'na yetişse de iman getirmese ve şeriatına girmese o kimse Ben'den uzaktır, diye buyurdu." İbn-i Zafer böyle zikretmiştir.

İmâm Beyhaki Delâili'n-Nübüvve'de Hâkim'den, o da Ebû Ümâme-i Bahilî'den, o da Hişâm bin Asi'l-Emevîden rivâyet etmişlerdir ki, Hişâm şöyle anlattı: "Bir zaman beni bir kimseyle beraber Rum padişahına islâm'a dâvet için göndermişlerdi. Herakl'in meclisine vardık. Bize emanet edilen haberi ulaştırdıktan sonra emredip büyük ve altın yaldızlı süslü bir sandık getirdiler. Sandığın içinde birçok hücresi vardı. Hücrenin birini açtı, siyah bir ipek çıkardı. İpeği açtı, içinde kızıl benizli bir suret resmolunmuştu. Gözleri büyük, boynu uzundu ve iki bölük örülmüş saçı vardı. Son derece güzel ve eşsiz bir şekildi. Herakl:

— Bu şekli biliyor musunuz? dedi.

— Bilmiyoruz, dedik.

— Bu, Âdem aleyhisselâmın resmidir, dedi.

Ondan sonra bir hücre daha açıp içinden siyah bir ipek çıkardı. Onda beyaz bir suret yapılmıştı. Gözleri kızıl, başı büyük ve sakalı güzel bir şekildi.

— Bu kimdir, biliyor musunuz? dedi.

— Hayır, bilmiyoruz, dedik.

— Bu Nuh aleyhisselâmın şeklidir, dedi.

Ondan sonra bir hücre daha açtı. Bir ipek çıkardı. Onda gördük ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin mübarek sureti çizilmiş.

— Bu kimdir, biliyor musunuz? dedi.

— Evet, vallahi bu, Resûlüllah hazretlerinin mübarek şeklidir, dedik.

Böyle dedik ve ağladık. Ondan sonra Herakl, yerinden kalkıp yine oturdu:

— Gerçekten bu onun şekli midir? dedi.

Sanki şimdi ona bakıyorsun, dedik.

Bunun üzerine bir zaman sükût edip onu seyrettik. Ondan sonra:

Bu suret son hücrede saklanıyordu. Bunu hepsinden sonra çıkarmam gerekti. Ama bilmeyi çok kuvvetle istediğim için sabredemedim, çıkardım. Bakalım, ne dersiniz diye? dedi.

Ondan sonra İbrahim, Musa, İsa, Süleyman ve sair peygamberlerin suretlerini çıkardı. Biz de:

— Bu suretler size nereden geldi? dedik.

— Âdem aleyhisselâm, Hak teâlâ hazretlerinden, peygamberlerin suretlerini temaşa etmeyi diledi. Bunun üzerine Allahü teâlâ hazretleri dileğini kabul edip bu suretleri Âdem aleyhisselâm'a inzal etti. Bunlar Mağrib diyarında Hazret-i Âdem'in hazinesinde mahfuzdu. Iskender-i Zülkarneyn Mağrib'i fethettiği zaman bunları çıkarıp Danyal aleyhisselâm'a teslim etmişti. Ondan günlerin geçmesiyle intikal ederek bize ulaştı, dedi."

5 .FASIL