Peygamber Efendimiz hazretlerine tahsis edilmiş olan üstünlükler ve bağışlar cümlesinden biri, yaratılış bakımından bütün peygamberlerden önce olmasıdır. Nitekim kitabın başlarında geçmiştir. Hazret-i Âdem, ruh ile ceset arasında iken Kâinatın Efendisi’ne peygamberlik verilmişti. Bu da daha önce zikrolunmuştur. Ahd ve misak (söz, taahhüt ve and) alınanların ilkidir. “Elestü birabbiküm — Ben sizin Rabbiniz miyim?” buyrulduğu gün “Evet” diyenlerin evveli Resûlüllah Efendimiz hazretleri idi.
Biri de şudur ki, Âdem ve bütün yaratıklar, O’nun sebebiyle halkolunmuşlardır. Beyhakî ve başkaları böyle rivâyet etmişlerdir.
Biri de, İbn-i Asâkir’in Kâ’bü’l-Ahbâr’dan rivâyet ettiği üzre, Arş, gökler ve cennetler üzerine şerefli ismi yazılmıştır.
Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri bütün peygamberlerden Fahr-i Âlem Hazretlerine îman getirmek için misak (and) almıştı. Kur’ân-ı azîm’de: “Ve iz ehazallahü mîsâkan-nebiyyîne lemâ âteytüküm min kitabin ve hikmetin sümme câeküm resûlün musaddikun limâ meaküm le-tü’minünne bihi ve le-tensurünnehu — Allah peygamberlerden şöyle mîsâk (and, söz) almıştı: Size kitap ve hikmet verildikten sonra yanınızda bulunanı (kitap ve hikmeti) tasdik edici bir peygamber geldiğinde ona mutlaka îman edeceğinize ve ona mutlaka yardım edeceğinize söz veriyor musunuz?” (Âl-i Imrân sûresi: 3/81) buyurması bu mânadadır.
Ali bin Ebî Tâlib (kerremallahü veçhe) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Hak teâlâ hazretleri, Âdem aleyhisselâm’dan Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelinceye değin ne kadar peygamber gönderdiyse hepsinden ahd ve mîsâk almıştır ki, kendi hayatlarında Fahr-i Kâinat hazretleri peygamber olarak gönderilecek olursa O’na îman getirip yardım edecekler ve ümmetlerinden de böyle edeceklerine dair mîsâk alacaklar,” diye buyurmuştur.
Biri de şudur ki, geçmiş kitaplarda O’nun tefsiri vâki olmuştur. Nitekim beyanı, inşâallah ileride gelecektir.
Biri de şudur ki, tâ Hazret-i Âdem aleyhisselâm’dan beri onun temiz nesebinde bir sifâh (zina) vâki olmamıştır. Yâni bütün babalarında ve analarında zinâ vâki olmamıştır. Doğumları ve nesilden nesle çoğalmaları hep nikâhla olmuştur, demektir. Yahut bu kelime sefh-i dem’den (kan akıtmak’tan) olabilir. Bu takdirde mâna, “Haksız yere kan dökücü kimse O’nun nesebinden gelmemiştir,” demek olur. Beyhakî, Taberanî ve Ebû Nuaym böyle rivâyet buyurmuşlardır.
Biri de şudur ki, doğduğu zaman göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş olarak doğdu. Temiz, lekesiz ve kutsal olarak vücuda geldi.
Biri de şudur ki, doğduğu an şehadet parınağını kaldırıp secdeye vardı. Ebû Nuaym’ın rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden böyle rivâyet edilmiştir. Annesi, kendinden bir nur çıkıp ziyasının Şam köşklerine düştüğünü müşahede etmiştir. Melekler Fahr-i Âlem hazretlerinin beşiğini sallardı. Beşikte iken ona Ay konuşmuştur; işaret ettiği yere meyletmiştir. İbn-i Tuğrul (Allah ona rahmet etsin) böyle rivâyet etmiştir. İmâm-ı Vakıdî ve İbn-i Seba’ın rivâyetlerinde: “Beşikte iken konuşmuştur. Ama bu hususu kendilerine mahsus kerametler kısmında getirmenin sebebi açık değildir. Zira bu hal Hazret-i İsâ aleyhisselâm’a da vâki olmuştur,” demişlerdir.
Biri de sıcak zamanda üzerine bulutun gölge salması Resûlüllah Efendimiz Hazretlerine mahsus kerametlerdendir. Ebû Nuaym ve Beyhakî rivâyet etmişlerdir. Aynı zamanda köklü ağaç yerinden ayrılıp Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine geldiği zaman gölgesi O’nun tarafına döndü.
Biri de şudur ki, mübarek sinesi yarıldı. Bunu İmâm-ı Müslim ve başkası da rivâyet etmiştir. Vahyin başlangıcında da Cebrâil aleyhisselâm kendilerini üç kere sıkıca tutup sıkmıştır. Bâzıları bunu da O’na mahsus hasletlerden saymışlardır. İbn-i Hacer: “Vahyin başlangıcında peygamberlerden herhangi birine böyle bir şeyin olduğu nakledilmiş değildir,” demiştir.
Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, Kur’ân-ı azîm’de şerefli uzuvlarını zikretmiştir.
“Nezzele bihi’r-ruhu’l-emînü, alâ kalbike — Onu senin kalbine Emîn Ruh (Cebrâil) indirdi,” (Şuarâ sûresi: 42/193-194) buyurduğu yerde şerefli kalbini zikretmiştir.
“Feinnemâ yessernâhü bilisânike — Biz onu (Kur’anı) senin lisanınla kolaylaştırdık,” (K: 19/97) buyurduğu yerde şerefli lisanını zikretmiştir.
“Mâ zâğa’l-basaru ve mâ tağâ — Gözü eğilmedi ve sınırı aşmadı,” (Necm sûresi: 53/17) buyurduğunda mübarek gözünü zikretmiştir.
“Kad nerâ tekallübe vechike fissemâi — Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz,” (Bakara sûresi: 2/144) buyurduğunda mübarek yüzünü zikretmiştir.
“Ve lâ tec’al yedeke mağlûleten ilâ unukıke — Elini boynuna bağlama,”
(İsrâ sûresi: 17/29) buyrulduğunda mübarek elini ve mübarek boynunu zikretmiştir.
“Elem neşrah leke sadreke, ve veda’nâ anke vizreke, ellezî enkada zahreke — Biz senin göğsünü açıp sana genişlik vermedik mi ve sırtını çatırdatan yükü senin üzerinden atmadık mı?” (İnşirah sûresi: 94/1-3) buyrulduğunda mübarek göğsü ile mübarek sırtını zikretmiştir.
Aynı zamanda Peygamber Efendimizin şerefli ismi, Hak teâlâ hazretlerinin Mahmûd (kendisine hamdedilen) isminden çıkmıştır re Ahmed ismi ile isimlendirilmiştir. Ondan önce hiç kimse bu isimle isimlendirilmemiştir. İmâm-ı Müslim böyle rivâyet etmiştir. Ali (Kerremallahü veçhe) rivâyet etmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri: “Bana dört şey verildi, benden önce hiç kimseye verilmemişti,” buyurmuşlar, üçünü zikrettikten sonra “Ve Ahmed diye isimlendirildim,” demişler. Maksat o üçünün ne olduğuna ilişkin olmadığı için onları burada zikretmemişlerdir.
Biri de şudur ki, aç yatıp tok kalkardı. Hak teâlâ hazretleri, O’na cennetten yiyecek ve içecek yedirip içirirdi.
Biri de şudur ki, önünden nasıl görürse arkasından da öyle görürdü. Bunu İmâmı Müslim rivâyet etmiştir.
Biri de şudur ki, gündüz aydınlığında nasıl görürse gece karanlığında da öyle görürdü. İmâm-ı Beyhakî böyle rivâyet etmiştir.
Biri de şudur ki, mübarek koltuğunda kıl bitmemişti, rengi bozulmuş değildi ve kokusu miskden daha güzeldi, demişlerdir. Buna ilişkin sözler daha önce geçmişti.
Biri de şudur ki, mübarek sesi ve işitmesi başkalarının sesinin ve işitmesinin yetişemediği yere ulaşırdı. Aynı zamanda mübarek gözleri uyur, fakat şerefli kalbi uyumazdı. İmâm-ı Buhârî böyle rivâyet etmiştir.
Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin asla esnediği olmamıştır. İbn-i Ebî Şeybe ve İmâm-ı Buhârî Tarih’inde Yezid bin Esam’ın mürselinden rivâyet etmişlerdir ki: “Peygamber Efendimiz hazretleri esnemedi,” buyurmuşlardır. Hitâbî (Allah ona rahmet etsin) Mesleme bin Abdülmelik bin Mervan yolundan rivâyet etmiştir ki: “Hiç bir peygamber esnemedi,” diye buyurmuşlar. Bu takdirde esnememek, sırf Peygamberimize mahsus hasletlerden olmaz. İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde: “Hiç şüphesiz esnemek şeytandandır,” diye gelmiştir. Peygamberlerden esnemenin vâki olmadığını bu hadis-i şerif te’yid edicidir, dediler.
Biri de şudur ki, asla ihtilâm olmamıştır. Diğer peygamberlerde de hal böyle idi. Taberanî böyle nakletmiştir. Bu takdirde bu keramet de Peygamberimize mahsus hasletlerden olmaz.
Biri de şudur ki, uzun boylu bir adamla beraber yürüdüğü zaman kendileri ondan daha uzun boylu görünürdü. Beyhakî böyle nakletmiştir..
Biri de şudur ki, güneşe ve aya karşı yürüse gölgesi yere düşmezdi. Şu, buna şehadet eder ki, Hak teâlâ hazretlerinden dua edip bütün âzasında nur yaratmasını dilediği zaman duasının sonunda: “Allahümme ec’alnî nûren — Allah’ım, beni nur eyle,” diye buyurmuştur.
Biri de şudur ki, mübarek elbisesinin üstüne asla sinek konmazdı, diye rivâyet olunmuştur. Fahr-i Râzî böyle nakletmiştir. Sivrisinek mübarek kanını içmezdi. Hicazî ve başkaları da böyle rivâyet etmişlerdir. Bite ezâ ettiği de olmamıştır. İbn-i Seba’ ve Sebtî böyle nakletmişlerdir.
Biri de şudur ki, nübüvveti diriltilip peygamberlikle gönderildiği zaman kâhinlerin kökü kesildi, onlardan kimse kalmadı. Gökler (veya gönüller) istirak-ı sem’den (işitme hırsızlığından) korundu. Yâni şeytanlar, göklere çıkıp haber dinleyemez oldular; üzerlerine sihâblar (akan yıldızlar) atılır oldu.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Önceleri şeytanlar göklerden men olunmazlardı. Göklere girerler, aldıkları haberleri kâhinlere getirirlerdi. Hazret-i İsâ doğduğunda üç gökten men olundular. Peygamber Efendimiz hazretleri doğduğu zaman bütün göklerden men olundular. Her ne zaman bir şeytan çıkıp gizlice sırları dinlemek istese üzerine sihâb atarlardı. Bu atılan gök kıvılcımları asla hatâ etmezdi; kimini öldürür, kiminin suretini yakar, kimini sakat ederdi. Onlar ıssız yerlerde halkı yoldan azdırırlar, yanlış yerlere sevkederlerdi. Bu husus Peygamber Efendimizin peygamberliğinden önce açık değildi. Onun zamanından önce bu türlü şeyleri kimse zikretmemişti. Onun işinin başında zuhur etti, onun nübüvvetine esas oldu,” dediler.
Ama Muammer’den rivâyet olunmuştur ki: “Ben Zührî’den sual edip:
— Evvelden yıldız atılır mıydı? dedim.
— Evet, dedi.
Ben:
— Hak teâlâ hazretlerinin: “Ve ennâ künnâ nak’udü minhâ — Biz, göğe çıkardık da onun dinlemeğe mahsus olan yerlerine otururdık. Artık şimdi kim dinlemek istese, orada kendini gözetleyen bir ateş parçası bulur,” (Cin sûresi: 72/9) buyurduğu âyeti gördün mü? dedim.
— Evet, önceleri de vardı. Fakat Muhammed hazretleri peygamber olduktan sonra daha ağır ve daha şiddetli kılındı, dedi.”
İbn-i Kuteybe de: “Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretlerinin peygamber olmasından önce de recın (taşlama) vardı; yâni şeytanlara akan yıldızların atılması olurdu. Ama bu, peygamberliğinden sonra olan şiddetli koruma derecesinde değildi,” demiştir.
Biri de şudur ki: “Mi’rac gecesinde O’na eğerli ve uyanlı (gemli, yularlı) Burak getirdiler, bindi. Diğer peygamberler çıplak binerlerdi. O gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya, varıp oradan en yüksek makama urûc etti. “Lekad reâ min âyâti rabbihi’l-kübrâ — Andolsun o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü,” (Necm sûresi: 53/18) hasebince Hak teâlâ hazretlerinin âyetlerinden kübrâ’yı (en büyüğünü) gördü. Yâni: “Vallahi o gece mülkün ve melekûtün şaşılacak şeylerinden gayet büyük âyeti temâşâ etti,” demektir. Yahut “En büyük âyetlerinden bâzı şeyler gördü,” demektir. Yahut da “En büyük âyetlerini gördü” demektir.
Kâdî Iyâd bu zikrolunan üç yönden tefsir etmiştir. Bunların farkları ehline açıktır.
O gece melekler ve peygamberler orada hazır bulunarak onlara İmâm olup namaz kılmışlardır. Hak teâlâ hazretleri, cennet ve cehennemine O’nu muttali kılmıştır. Bu rivâyet İmâm-ı Beyhakî’ye nisbet olunmuştur.
Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretlerini mübarek gözleriyle müşahede edip konuşmuşlardır. Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretlerine hem görüş, hem de konuşuş müyesser etmiştir. Konuşmaları, Hak teâlâ hazretlerine yakınlığın en yüce ve en yüksek makamında vâki olmuştur. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm’a gözle görüş müyesser olmadı ve münâcâtı (yakarışı, konuşması) Tûr üzerinde vâki oldu.
Biri de şudur ki, nereye giderse melekler de kendileriyle beraber giderler ve ardınca yürürlerdi. Gazâlarında kendileriyle beraber cenk ve kıtâl ederlerdi.
Biri de şudur ki, getirdiği kitap tebdil ve tağyirden (değiştirilip bozulmadan) korunmuştur. Hattâ mülhidlerden ve muattaladan, hususiyle Karâmit dedikleri tâifeden çok mel’unlar, Kur’ân-ı azîm’in bâzı yerlerini değiştirip bildikleri gibi yazmaya kalkıştılar. Sonunda mümkün ve müyesser olmadı. Bir kelimesini bile bozmağa muktedir olamaddar. Tek harfinde bile müslümanları şüpheye düşüremeyip âciz kaldılar. “Lâ ye’tihi’l-bâtılü min beyni yedeyhi ve lâ min halfihi — Ne önünden ne de ardından ona bâtıl gelebilir,” (Fussılet sûresi: 41/42) hükmünce hiç bir yanından ona zafer bulamadılar.
Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin getirdiği Kitap, bütün kitaplarda bulunan şeyleri kapsamış ve kaplamıştır. Önceki çağların, geçmiş ümmetlerin ve eski şeriatların haberlerini ve hükümlerini kendinde toplamıştır. Kitap ehli âlimlerinden ömürlerini o yolda harcayanlardan başka kimsenin haberdar olmadığı, bilinmeyen kıssaların hepsi Kur’ân-ı azîm’de vârid olmuştur. Ümmetinden nice kimselere Hak teâlâ hazretleri onun ezberlenmesini müyesser etmiştir. “Ve lekad yessernâ’l-kur’âne lizzikri — Andolsun biz, zikir için Kur’ân’ı kolaylaştırdık,” (Kamer sûresi: 54/22) buyurmuştur. Başka ümmetlerden bir kimse kitaplarını ezberlemezdi. Bu kadar aylar ve yıllar geçerdi, kitapları ezberlenmezdi. Kur’ân-ı azîm’i az bir müddet içinde bülûğa ermemiş çocuklara müyesser eyledi, ezberlediler.
Biri de şudur ki, Kur’ân, bize kolay olması, şeref ve rahmet kılınması için yedi kirâet üzere nâzil olmuştur. Dünya durdukça mûcize olarak duracaktır.
Biri de şudur ki, Kur’ân-ı azîm’in tebdil ve tağyirden korunmasına Hak teâlâ hazretleri kendi kefil olmuştur. Nitekim, “İnna nahnü nezzelnâ’z-zikre ve innâ lehu le-hâfizûne — Elbette o zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz!” (Hicr sûresi: 15/9) diye buyurmuştur. Aynı zamanda, “Ve lev kâne min indi ğayrillâhi levecedû fîhi ihtilâfen kesîren — Eğer o (Kur’ân) Allah’dan başka bir kimse katından olsaydı, onda birbirini tutmayan çok şeyler bulurlardı,” (Nisâ sûresi: 4/82) buyurmuştur.
Kur’ân’ın yedi kırâet üzre indiği, İmâm-ı Buhârî’nin Hazret-i Ömer’den (radıyallahü anh) naklettiği hadîs-i şerif ile sâbit olmuştur.
— Böyle olunca onda ihtilâf olmaz mı? diye bir şüphe gelirse Ca’berî buna cevap verip:
— Müsbet olan ihtilâf teğâyür (çeşitlilik)dir, menfi olan ihtilâf ise tenâkuz (çelişki)dir, diye buyurmuştur.
Hâsılı, ihtilâf yoktur diye buyrulması, bir kırâet başka bir kırâeti nakz ve ibtal etmez, demektir. Mânalarına zarar gelmedikçe şerefli sözlerinde olan teğâyür (çeşitlilik) mü’minlere kolaylık olması içindir ki, her kişi dilediği şekil üzre kırâet edebilsin. Ayrıca nice faydaları ve menfaatleri kapsayıcıdır, demektir.
Eğer sual olunup:
— Madem ki Hak teâlâ hazretleri, Kur’ân’ı korumayı vaad buyurmuştur. Hak teâlâ hazretlerinin koruduğu bir şey ise tebdil ve tağyirden emin olsa gerektir. O halde sahâbe-i kirâm niçin onun toplanması ile uğraşmışlardı? denirse İmâm-ı Râzî buna cevap olarak:
— Sahâbe-i kirâm hazretlerinin toplamaları da Hak teâlâ hazretlerinin koruma sebeplerindendir. Vakta ki, Kur’ân-ı azîm’i korumayı murad edindi, sahâbe-i kirâm’ı onun korunması için getirdi. Onlar topladılar, böylece korunmuş oldu, diye buyurmuştur.
“Kur’ân-ı azîm nasıl korunur?” diye âlimler arasında ihtilâf olmuştur. Yâni âlimler bu hususta değişik görüşler ve izah şekilleri ileri sürmüşlerdir. Bâzılarına göre Kur’ân-ı azîm’in korunması şu mânayadır: “Hak teâlâ hazretleri, onu, beşer sözünden farklı olarak öyle mu’ciz (başkalarının âciz kalacağı şekilde mükemmel ve tam) etmiştir ki, insanlar ona bir şey eklemeye veya ondan bir şey çıkarmaya muktedir olamazlar. Eğer bir harf ekleseler veya bir harf çıkarsalar her akıllı kişi, bir değişiklik olduğunu hemen idrâk eder.”
Bâzılarına göre de korunması şu mânayadır: “Allah, onu ifsat ve iptal etmekten halkı âciz bırakır. Belki bir cemaat peyda eder ki, teklifler sona erinceye kadar insanlar arasında onu ezberleyerek korur, okur ve okuturlar, daima onunla meşgul olmaktan uzak durmazlar, demektir.”
Bâzıları da şu mânaya aldılar: “Eğer bir kimse, bir harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa, dünya halkı ona yalancı derler. Hattâ eğer hain bir öğretici bir harfini değiştirse, bilen küçük çocuklar, “Hatâ ettin, doğrusu şudur,” derler.”
Hak teâlâ hazretleri, bu aziz kitabı değiştirilme ve bozulmadan himaye etmiştir. Bununla beraber onun değiştirilmesine mülhidler (dinsizler), Yahudi ve Hıristiyanlar daima çalışmaktadırlar. Allah’a hamd olsun ki, bu kadar zaman geçtiği halde korunması daha ziyade olmaktadır. Bugüne kadar bir harfini bile değiştirmeye muktedir olamadılar. Bundan sonra da olmaları mümkün değildir.
Biri de şudur ki, Fahr-i Âlem Efendimize hâzinelerin anahtarları verilmiştir. Bâzıları dediler ki: “O hazineler, âlemdeki cins ve türlerin hâzineleridir. Âlemin rızkından zuhura gelen her nesneyi, ilâhî isim, ancak ve ancak Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem hazretleri canibinden verir. Çünkü anahtarlar O’nun elindedir. Nitekim gaybın anahtarları Hak teâlâ hazretlerine mahsustur. Onları kendinden başka kimse bilmez. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de hâzinelerin anahtarlarının teslimi ile O’na ihtisas makamı vermiştir. Yâni gaybın anahtarları Hak teâlâ hazretlerine, zuhurun anahtarları Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsustur. Gayb âleminden her ne ki, zuhura gelir, mutlaka Resûlüllah Efendimizin ihtisas makamından geçerek öyle zuhura gelir, demektir.”
Biri de şudur ki, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir. Eğer sual olunup:
— Hazret-i Nuh aleyhisselâm da tûfandan sonra kendisiyle kalan mü’minlere peygamber olarak gönderilmişti. Bu takdirde bütün insanlara gönderilmiş olmak mânası onda da bulunur, denirse İbn-i Hacer buna cevap verip:
— Nuh aleyhisselâm’a vâki olan umumîlik gönderilişinin aslında değildi. Tûfan sebebiyle insanlar yok olup o miktar kimse kalmıştı. Çaresiz olarak onlara peygamber oldu. Yoksa gönderildiği zamanın başlangıcında âlemin bütün halkına peygamber olmağa gönderilmiş değildi. Ama Muhammed Mustafa Efendimiz, asıl gönderilmiş olduğunda bütün insanlara peygamber olarak gönderilmişti. O halde bu mânaya ihtisası, yâni bütün insanlara peygamber olarak gönderilmenin Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus olması, sâbittir, diye buyurdu.
Ancak şefaat hadîsinde kıyamet gününde Arasat halkinin Hazret-i Nuh’a: “Arz halkına resul olanların ilki,” demelerinden murad, peygamber olarak gönderilişinin umumîliği değildir. Yâni bütün insanlara gönderilmiş demek değildir. Belki gönderilişinin önceliğini isbattır. Bütün resullerden önce gelen resul demektir.
Nice âyet-i kerîme’de Hak teâlâ hazretleri Nuh aleyhisselâm’ı kendi kavmine gönderdiğini nass ile kesin olarak ifade buyurmuştur. Nitekim: “Innâ erselnâ nûhan ilâ kavmihi — Elbette biz Nûh’u kendi kavmine gönderdik,” (Nûh sûresi: 71/1) diye buyurmuştur . Kavminden başkasına gönderildiğini zikretmemiştir.
Bâzıları Nûh aleyhisselâm’ın umuma peygamber gönderildiğini şundan istidlâl ettiler ki, bütün yeryüzünde olan halka beddua etti. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri, gemi ehlinden başkasını suya gark ederek helâk etti. Eğer bütün yeryüzü halkına peygamber olarak gönderilmiş olmasaydı Hak Teâîâ hazretleri onları helâk etmezdi. Zira Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında: “Ve mâ künnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlen — Biz, kendilerine peygamber göndermediğimiz kimselere azâb edici değiliz,” (Isrâ sûresi: 17/15) diye buyurmuştur. Nûh aleyhisselâm’ın ise risaleti sâbittir. O, resûllerin ilkidir, dediler.
Bunun cevabı şudur: O helâk olan halkın kendi kavminden başkası, Hazret-i Şuayb aleyhisselâm’ın gönderildiği kavmin evlâdı idiler. Onun dini onların üstünde hüküm sürmekteydi, nesholunmamıştı. O zamanda onlar dalâlete düşüp Hazret-i Şît’e karşı inkârcı ve kâfir olmuşlardı. Onun için Hazret-i Nûh’un bedduası ile Hak teâlâ hazretleri onları helâk etti, dediler.
Şöyle de cevap verdiler ki: Bütün insanlara peygamber olarak gönderilmenin Resûlüllah Efendimize mahsus olmasının şu mânada olması da muhtemeldir ki, kıyamete değin şeriatı duracaktır. Nûh ve diğer peygamberler ise kendi zamanları ve kendilerinden sonra gelecek peygamberlerin şeriatı ile sınırlı idiler. Kendilerinden sonra mutlaka bir peygamber gelecek ve şeriatlarının bir kısmını veya tamamını neshedeçekti. Bu itibarla onlar, bütün insanlara gönderilmiş telâkki edilemezler.
Ama bâzı Yahudilerin, “Muhammed (aleyhisselâm) hâssaten Arap kavmine peygamber olarak gönderildi,” demeleri bozuk bir nesnedir. Çünkü bu sözde O’nun hem peygamberliğini tasdik ve hem de tekzib vardır. Zira “Arap taifesine resuldü; gerçekten onlara peygamber gönderilmişti” diye peygamberliğini teslim edince her ne buyurursa sözlerinin doğruluğunu kabûl etmek gerekli olur. Çünkü peygamberlerden yalan söz sâdır olmaz. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ise bütün insanlara gönderilmek dâvasında bulunduğu tevatürle sâbit olmuştur. Eğer bu dâvasında O’nu tekzib ederlerse tenâkuz lâzım gelir. Peygamber olduğunu tasdik ettikten sonra sözünü tekzib etmeye mecal yoktur.
Biri de şudur ki, ganimet malı Peygamber Efendimiz hazretlerine helâl kılınmıştı. Ondan evvel gelenlere helâl değildi. Zira evvel gelenler iki kısım üzre idiler. Bir kısmına cihad için i-zin verilmemişti. Bir kısmına da cihad için verilmişti, fakat aldıkları ganimetler kendilerine helâl olmazdı. Ganimetleri ateşe atıp yakarlardı. Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: “Fahr-i Âlem hazretlerinin ümmetine gönüllerinin muradı verilmişti. Zira nefisler, o ganimet malından üstün derecede lezzet alırlar. Şu itibarla ki, çektikleri eziyet ve sıkıntılar karşılığında kazandıkları bîr nimettir. Onunla nimetlenmek hazzını kaybetmeye razı olmazlar. Çaresiz Hak teâlâ hazretleri, onların ihtiyaç duydukları şeye uygunluk gösterip helâl kıldı.”
Biri de şudur ki, toprak, Resûlüllah hazretlerine ve ümmetine hem mescid, hem de temiz kılındı. Murad toprağın secde yeri olmasıdır. Yâni bâzı yerde secdenin caiz olup bâzı yerde caiz olmaması değildir. Temiz olduktan sonra her yerde secde caizdir. Şöyle olması da mümkündür ki, söz, namaz için yapılan mekândan mecaz olabilir. Zira arzın her yerinde namaz caiz olunca bu mânada arzın her yeri mescid gibi olur, dediler.
Bâzılan da dediler ki: “Murad, arz bana mescid ve temiz kılındı. Benden başkasına mescid kılındı, fakat temiz kılininadı, demektir. Zira Hazret-i İsâ aleyhisselâm, arzda seyahat ederdi. Nerede namaz vakti yetişse orada kılardı.”
İbnü’t-Teyn böyle demiştir. Bâzılan da dediler ki: “Başkalarına, ancak temiz olduğunu kesinlikle bildikleri yerde namaz kılmak caiz idi. Ama bu ümmete her yerde kılmak caizdir. Meğer ki, pis olduğunu kesin olarak bilsin. Ancak böyle yerde kılmak caiz değildir. Murad olunan bu mânadır.”
Ama en açık olan Hitâbî’nin dediğidir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden önce gelenlere namaz, ancak kendine mahsus mekânlarda mubahtı. Meselâ kiliselerde, savmaalarda ve havralarda kılmak gerekti.”
Bu sözü, Ömer bin Şuayb’ın rivâyeti te’yid edicidir ki, Fahr-i Âlem hazretlerinden şu ibareyle nakletmiştir:
“Benden önce gelenler, sadece kiliselerinde namaz kılarlardı. Başka yerlerde kılmazlardı,” diye buyurmuşlar.
Bu takdirde arzın her yerinin mescid olmasının Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus olduğu sâbit olur.
Bezzâr’ın naklinde İbn-i Abbâs’ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerifte ki, daha önce naklolunan Câbir’in hadîsine uygundur şu da vâki olmuştur ki:
“Peygamberlerden hiç biri, tâ kendi mihrabına yetişmedikçe namaz kılmazdı,” Hitâbî’nin sözünü bu rivâyet de te’yid edici olur.
Biri de şudur ki, Fahr-i Kâinat hazretlerinin mûcizesi kıyamete değin durur. Diğerlerinin mûcizesi sona erip haberinden başka bir şey kalmamıştır. Kur’ân-ı azîm ise günler sona erinceye kadar üstün ve baskın bir hüccet olmaktan hâli değildir. Ona karşı çıkmak ve itiraz etmek mümkün değildir.
Biri de şudur ki, diğer peygamberlerden Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mûcizesi daha çoktur.
Kâdî Iyâd der ki: “Daha çok olanı Kur’ân-ı azîm’dir ki, onun tamamı mûcizedir. Onda icâz bulunanın en azı “înnâ a’taynâ” sûresidir yahut o miktarda bir âyettir.” Bâzılarının mezhebinde her âyeti, gerek az, gerek çok (kısa veya uzun) olsun, mûcizedir. Bâzıları da, “Bir veya iki kelimeden de ibaret olsa her muntazam cümlesi mûcizedir,” dediler.
Kâdî Iyâd dedi ki: “Doğru olan bizim ilkönce zikrettiğimizdir. Zira Hak teâlâ hazretleri, “Fe’tû bi-sûretin min mislihi — Haydi, onun gibi bir sûre meydana getirin!” (Bakara sûresi: 2/23) ve yine: “Kul fe’tû bi-sûretin mislihi — De ki: Haydi, onun bir sûresinin benzerini meydana getirin,” (Yûnus sûresi: 10/38) diye buyurdu. O halde tahaddi (meydan okuma) için en az bir sûre miktarı gerektir.”
Velhasıl “Kur’an’da yetmiş yedi bin miktarında kelime vardır. Bâzılannm kavline göre daha da ziyadedir. Innâ A’taynâ (Kevser) sûresinin kelimeleri on tanedir. Bu takdirde Kur’an, Innâ A’taynâ miktarı yedi bin parçadır. Her parçası kendi nefsinde bir mûcizedir,” diye buyurdu.
Bundan başka Kur’an’ın i’cazı iki yöndendir: Bir yönü belâğati, bir yönü de nazmıdır. O halde bu bakımdan her parçasında iki mûcize olur. Böylece yedi bin parçasının mûcize sayısı on dört bin olur. Diğer mûcize yönleri ve şekilleri ise daha önce etraflıca geçmiştir. En iyisini Allah bilir.
Peygamber Efendimiz hazretlerinin fazilet ve kerametleri cümlesinden biri de nebilerin ve resullerin Hâtem’i (tamamlayıcısı) olmasıdır. Nitekim Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinde gelmiştir ki:
“Benim meselimle diğer nebilerin meselleri şu kimsenin meseli gibidir ki, bir ev yapıp her yerini güzelce düzer. Ancak köşelerinin birinde bir kerpiç yerini boş bırakır. Ondan sonra halk gelip o evi tavâf eder, beğenirler. Yalnız çok tuhaflarına gidip: ‘Şu kerpiç de yerine konsaydı,’ derler. İşte ben, o kerpicim ve ben nebilerin hâtemi (tamamlayıcısı) yım,” diye buyurmuşlardır.
Biri de şudur ki, şerefli şeriatı kıyâmete değin ebedîdir ve diğer peygamberlerin şeriatlarını neshedicidir. Kendisine tâbi olan halk da diğer peygamberlere tâbi olanlardan daha çoktur. Nitekim Şeyhayn’ın rivâyetlerinde:
“Öyle umarım ki, kıyamet gününde tâbi olanlar bakımından onların, en çok tebaası olan ben olurum,” diye buyurmuştur.
Hâsdı, “Bana tâbi olanlar, diğer peygamberlere tâbi olanlardan daha çok olur,” demiştir.
Biri de şudur ki, Cin tâifesine de peygamber olarak gönderilmiştir. Hak teâlâ Hazretlerinin, “Li-yekûne lil-âlemîne nezîren — Alemlere uyarıcı olması için...”
(Fürkan sûresi: 25/1) buyurduğu yerde, bütün müfessirler, “Bu âyete cin dahildir” diye ittifak etmişlerdir. Bu mâna, âyet-i kerîmenin lâfzinin gösterdiği şeydir. Yâni âyetin sözü, buna delil olur. Ondan delilsiz ihraç etmek kabil değildir. Yâni cinlerin dahil olmadığını söylemek için mutlaka bir delile ihtiyaç vardır. Eğer “Melekler hariçtir” denilirse onların çıkarılmasında zarar yoktur. Hususî olan umumîlik, âlimlerin ve usûlcülerin çoğunluğu katında kesin delildir. Eğer hususî umumîliklerden delil getirmek bâtıl olursa pek çok delillerle istidlâl etmenin bâtıl olması lâzım gelir.
Nitekim Hak teâlâ hazretleri, Ahkaf sûresinde, cinlerin bir kısminin diğer bir kısmına emirlerini beyan ederken: “Yâ kavmenâ, ecîbû dâiy’allahi — Ey kavmimiz! Allah’ın dâvetçisine uyun!” (Ahkaf sûresi: 46/31) buyurduğu yerde, Fahr-i Âlem hazretlerinin onları dine dâvet etmiş olduğuna delâlet vardır. Onlara peygamber gönderilmiş olmanın mânası da budur, dediler.
Buna sünnetten delil getirmeye gelince, Sahih-i Müslim’de Ebû Hüreyre Hazretlerinden (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, “Ben altı şeyle üstün kılındım,” buyurduktan sonra bunlardan biri olarak “Ben bütün halka gönderildim,” demiştir. Bu şerefli söz, ins ve cinne şâmildir. Hassaten ins’e hamletmek, delilsiz olarak tahsis etmektir ki, caiz değildir. Kur’ân-ı azîm’de, “Ve mâ erselnâke illâ kâffeten lînnâsi — Biz, seni ancak bütün insanlara gönderdik,” (Sebe’ sûresi: 34/28) buyrulması, risaletinin sırf nâsa (insanlara) tahsis edilmesi için değildir. Belki murad, bütün insanlara yaygınlaştırarak risaletinin insanların bir kısmına mahsus olmadığını bildirmektir. Bundan, insanlardan başkasından risaletinin kaldırılması ve inkâr edilmesi lâzım gelmez. “Kul yâ eyyühen’-nâsü innî resûlüllahi — De ki: Ey insanlar! Ben, sizin hepinize Allah’ın Peygamberiyim,” (A’râf sûresi: 7/158) âyet-i kerîmesinin benzerlerinde hitabın insanlara vâki olması şunun içindir ki, onlar görünürler ve hitap onlarla gerçekleşir. Bütün âyet-i kerîmelerden maksat, insanlara yaygınlaştırmaktır, yoksa diğerlerinden nefyetmek değildir.
Ancak Dahhâk ve ona tâbi olanlar: “Cin taifesinin resulü kendilerindendir. Zira Hak teâlâ hazretleri: “Yâ ma’şere’l-cinni ve’l-insi elem ye’tiküm resulün minküm — Ey cin ve insan topluluğu! Size kendinizden resuller gelmedi mi?” (En’am sûresi: 6/130) diye buyurmuştur,” dediler.
Ama böyle demeleri bu millete göre değildir. Geçmiş milletlere göredir. öahhâk’dan ve başkalarından o mânanın bu millet için de devam ettiği asla nakledilmiş değildir. Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretleri peygamber olarak gönderildikten sonra cin tâifesine ondan başka resul geldiği kimseden nakledilmiş değildir. İcmaa aykırı olan bir nesneyi Dahhâk’a nisbet etmek lâyık değildir. Üstelik âlimlerin çoğunluğunun kavli şudur ki, her resul insdendir, cinden resul olmamıştır. Cin ile ins hitapta bir araya geldikleri için “Resûlün minküm — Kendinizden resuller” diye buyruldu. Bunun benzeri, “Yahrucü minhümâ’l-lü’Iüü ve’l-mercânü — Onların (acı ve tatlı denizlerin) ikisinden de inci ve mercan çıkar,” (Rahmân sûresi: 55/22) kavl-i şerifidir. Halbuki onlar tuzlu sudan çıkarlar, tatlı sudan çıkmazlar.
Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: “Cinlerin resulleri, onlara gönderilen beşer resullerinin resulleridir, Allah’ın resülleri değillerdir.”
Biri de şudur ki, iki kavilden biri üzre meleklere de peygamber olarak gönderilmiştir. İmâm-ı Sübkî bu kavli tercih etmiştir. Zira Hak teâlâ hazretleri, “Tebâreke’llezi nezzele’I-fürkane alâ abdihi li-yekûne lil-âlemîne nezîren — Âlemleri uyarıcı olması için kuluna fürkanı (iyiyi kötüden, hayrı serden, doğruyu yanlıştan ayırma ölçüsünü, Kur’ân’ı) indiren o Allah ne güzeldir,” (Fürkan sûresi: 25/1) diye buyurmuştur.
Ve bir çekişme yoktur ki, buradaki kuldan murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir. Âlem ise Allah’dan başka olan her şeydir. Bu takdirde ins, cin ve meleklerden bütün mükelleflere şamildir. Böylece âyet-i kertme, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bütün yaratıklara resul olduğuna delâlet eder. Meleklerin hariç olduğunu iddia eden kimseden delil istense âciz olur. Zira Fahr-i Kâinat hazretlerinin mi’rac gecesinde veya başka bir zamanda melekleri inzâr etmiş (korkutmuş, uyarmış) olması muhtemeldir. Onları bâzı şeylerde inzâr etmekten ve bu hususta elçilikten, bütün şeriatinde resullük lâzım gelmez. Ama cumhurun mezhebi şudur ki, Fürkan âyetinde âlemler, tahsis olunmuştur. Murad, insle cindir.
Nitekim Sahih-i Müslim’de: “Ben, bütün halka gönderildim,” hadîs-i şerifinde murad ins ve cindir, diye buyurmuşlardır. Halimî ve Beyhakî: “Peygamberimiz, meleklere resul olarak gönderilmiş değildir,” diye tasrih etmişlerdir. İmâm-ı Fahr-i Râzî ve İmâm-ı Nesefî’nin tefsirlerinde, Peygamberimizin meleklere resul olarak gönderilmiş olmadığına dair icmâ hikâye olunmuştur. Nitekim Celâlü’l-Mahlî böyle zikretmiştir. İmâm-ı Nesefî’nin sözü şudur: “Sonra dediler ki, bu âyet ahkâma delâlet eder. Bu bakımdan: “Âlemleri uyarıcı olması için” kavlini, insden, cinden ve meleklerden bütün mükelleflere teşmil ettiler. Fakat aramızda icmâ vardır ki, Resûlüllah Efendimiz meleklere resul olmamış, belki ins ve cinnin tamamına resul olmuştur.”
İmâm-ı Fahri Râzt’nin de sözü budur. Bundan açıkça anlaşılır ki, meleklere resul olarak gönderilmediğine dair icmâ (görüş birliği) vardır.
Ama Kemaleddin ibn-i Ebî Şerif, Celâl Mahlî’ye itiraz edip:
“Beyhakî bu sözü Halîmî’den nakledip, “İşte Halîmî’nin sözünün mânası budur” dedi. Beyhakî’nin bu sözünde, kendini bu görüşün sorumluluğundan temize çıkarma ifadesi vardır. Bu ifade olmadığı takdirde de kendi katında bu görüşün benimsendiği hususunda açıklık yoktur. Gerçi Halîmî ehl-i sünnettendir, ama melekleri peygamberlere üstün tutmakta Mutezile’ye uygun hareket etmiştir. Beyhakî’nin ondan naklettiği, meleklerin üstünlüğü görüşüne uygundur. Öyle sanılır ki, bu sözü, o görüşüne dayanarak ileri sürmüştür.
İmâm-ı Fahri Râzî ve İmâm-ı Nesefî’nin zikrettikleri icma kıssasına gelince, bu, itimada elverişli değildir. Zira İmâm-ı Fahri Râzî tefsirinin bâzı nüshalarında “Lâkinnâ ecmaunâ — Fakat aramızda icma vardır,” yerine “Lâkinnâ beynâ — Fakat aramızda fark vardır,” diye vâki olmuştur. Bu takdirde tamamen muhalif olur. Üstelik “Ecmaunâ” ibaresi, icma’-ı ümmet mânasına gelmekte açık ve kesin değildir. Zira böyle bir ibare, birbirine karşı olan iki hasmın icmaında, yâni birleşmesinde kullanılır. İcma-ı ümmet mânasında kullanıldığı açıklanmış olsa bile men olunurdu. Zira Sübkî, “Alemleri uyarıcı olması için” (Fürkan sûresi: 25/1) kavl-i şerifi hakkında buyurmuştur ki: “Bütün müfessirler bunun tefsirinde “Cin ve ins için” demişlerdir. Bâzıları “ve melekler için” demiştir.” Bu takdirde icma kelimesini icma-ı ümmet’e hamletmeğe mecal kalmaz. “Bütün müfessirler ‘cin ve ins için’ dediler,” dedikten sonra “Bâzıları ‘ve melekler için’ dediler,” demenin mânası, “cin ve ins için” mânasında hepsi müttefiklerdir, ama bâzıları “ve melekler için” ihtimalini de vermişlerdir, demek olur.”
Velhasıl Fahri Râzî ve Nesefî’nin tefsirlerinde geçen icma hikâyesi âlimlerin nakilleri olup âlimlerin nakilleri üstüne de hüccet dayandırılamaz. Bu meseleye lâyık olan, hiç bir tarafa kesin iddiayı mutazammın olacak şekilde bahsetmeyip bundan kaçınmaktır.
Biri de şudur ki, kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lilâlemîne — Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik,” (Enbiyâ sûresi: 21/107) diye buyurmuştur.
Alemlere rahmet olmayı birkaç mânaya hamletmişlerdir. Semerkandî, “İns ve cinne rahmet, demektir,” dedi. Bâzıları da: “Bütün halka rahmettir. Mü’minlere hidayetle rahmettir. Münafıklara öldürülmekten emân vermekle rahmettir,” dediler.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh): “İyilere ve kötülere, günahtan sakınanlara ve günahkârlara rahmettir,” dedi. Zira her peygamber tekzib olunduğu zaman Hak teâlâ hazretleri, tekzib edenleri helâk ederdi. Muhammed aleyhisselâm hazretlerini tekzib edenlerse ölüme yahut kıyâmete te’hir olunmuşlardır. Ama tasdik edenlere hem dünyada rahmettir, hem âhirette rahmettir. Şerefli zâtı, mü’mine ve kâfire şâmil olup hepsini kaplayan bir rahmettir.
Nitekim Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında, “Ve mâ kânallahü li-yüazzibehüm ve ente fîhim — Oysa sen onların içinde bulundukça Allah onlara azâb edecek değildi,” (Enfâl sûresi: 8/33) diye buyurmuştur. Madem ki, şerefli cesedi bu arza bitişiktir, Hak teâlâ hazretleri onun hürmetine halktan dünya azabını kaldırmıştır. Geçmiş ümmetlere olduğu gibi bunlara azâb etmez. Dârımî ve Beyhakî’nin rivâyetlerinde İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “İnnemâ ene rahmeten mühdâten — Gerçekten ben, rahmetim; hidâyet edilmiş ve hidâyet ediciyim,” diye buyurmuşlardır. Inşâallah Altıncı Bölüm’de tafsilâtı gelecektir.
Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, Kur’ân-ı azîm’de bütün peygamberlere adlı adiyle hitap edip, “Yâ Âdem, yâ Nûh, yâ Zekeriyyâ, yâ Yâhyâ, yâ Mûsâ, yâ İsâ!” diye buyurmuştur; ama Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine: “Yâ eyyühe’r-resûlü, yâ eyyühe’n-nebiyyü, yâ eyyühe’l-müzzemmilü, yâ eyyühe’l-müddessirü!” diye hitap etmiştir. Bu hitap derecesi, son derece büyütme ve yükseltme ifadesidir.
Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ismi ile hitap ederek çağırmak, ümmetine haram kılınmıştı. Kur’ân-ı azîm’de: “Lâ tec’alû duâe’r-resûli beyneküm ke-düâi ba’dıküm ba’den — Peygamberin çağrılmasını kendi aranızda herhangi birinizin diğerini çağırması gibi tutmayın,” (Nûr sûresi: 24/63) diye buyrulmuştur. Yâni: “Fahr-i Âlem hazretlerine nidâ etmeyi, bir kısmınızın bir kısmınıza ismi ile ve yüksek sesle, odaların dışarısından nida ettiği gibi etmeyin. Belki ‘Yâ Resûlâllah, yâ nebiyyallah’ diye vekar, tevazu’ ve alçak sesle nida edin,” demek olur.
Bazıları dediler ki: “Mânası, Peygamber Efendimiz sizi yanına çağırdığında, onun çağırmasını birbirinize ettiğiniz çağırmaya kıyas etmeyin. Yâni birbirinizi çağırdığınız zaman yüz çevirip gitmemek yahut işitmezlikten gelmek gibi şeyler olabilir. Sakın Fahr-i Âlem hazretleri çağırdığı zaman böyle etmeyin, demektir.
Biri de şudur ki, ona yüksek sesle söz söylemek ümmetine haramdı. Nitekim Hak teâlâ hazretleri: “Lâ terfeû asvâteküm fevka savtı’n-nebiyyi ve lâ techerû lehu bil-kavli ke-cehri ba’dıküm liba’dın en tahbeta a’mâlüküm ve entüm lâ teş’urûne — Seslerinizi peygamberin sesinin üstüne çıkarmayın ve birbirinize karşı yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider,” (Hucürât sûresi: 49/2) diye buyurmuştur.
Bu âyet-i kerîme hükmünce, bir kimse, sesini Resûlüllah hazretlerinin sesinden yukarı kaldırsa yahut ona hitap ettiğinde kendi emsâline söyler gibi sert sert ve dik dik söylese o kimsenin amelinin bâtıl olması lâzım gelirdi. İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Bu âyet indiği zaman Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile konuşurken o kadar yavaş sesle konuşur oldu ki, sanki gizli bir sırrım söyleyen kimseler gibi konuşurdu,” demiştir. Yine rivâyet olunur ki, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) o kadar yavaş sesle konuşur oldu ki, Peygamber Efendimiz hazretleri ne dediğini sormayınca sözünü anlayamazdı.
Sâbit bin Kays (radıyallahü anh) yüksek sesle konuşan bir kimse idi. Kulağı da biraz ağır işitirdi. Bu âyet-i kerîme nâzil olduğu zaman Fahr-i Âlem hazretlerinin yanından gitti, görünmez oldu. Peygamber Efendimiz yoklatıp buldurdu ve dâvet etti. Sâbit, gelince:
— Yâ Resûlâllah! Bu âyet sana nazil oldu. Ben ise yüksek sesle konuşan bir kişiyim. Hâsılı amellerimin bâtıl olmasından korkarım, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri, onu teselli edip:
— Yâ Sâbit! Sen o mertebede değilsin. Sen hayır üzere yaşarsın ve hayır üzere ölürsün. Hiç şüphesiz sen, cennet ehlindensin, diye buyurdu.
Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) der ki: “Âlemlerin hocası Peygamber Efendimizin böyle buyurmasiyle öyle olduk ki, Sâbit’e nazar ederdik. Cennet ehlinden bir kişiydi ve karşımızda geziyordu. Sonradan Yemâme’de Müseyleme cengi olduğu zaman müslümanlar, savaş meydanından bir miktar ayrılıp hezimete uğrama şekli gösterdiler. Sâbit (radıyallahü anh), bu hâli görünce ileri atılıp kâfirlerle çarpıştı. Sonunda orada şehid oldu.”
Bu kıssadan maksat, Fahr-i Âlem hazretlerinin “Sen cennet ehlindensin” diye tayin buyurduktan sonra Sâbit’e şehadet nasip olup sözünün doğruluğunun meydana çıktığım bildirmektir.
Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri saadetli evlerinde iken dışarı çıkıncaya kadar sabretmeyip dışarıdan onu çağırmak haram kılınmıştı. Nitekim, bu mânada: “İnnellezîne yünâdûneke min verâi’l-hucürâti ekserühüm lâ ya’kılûne. Ve lev ennehüm saberî hattâ tahruce ileyhim Iekâne hay ren lehüm — Odaların arkasından sana bağıranların çoğu, aklı ermez kişilerdir. Onlar, sen kendilerinin yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu,” (Hucürât sûresi: 49/4-5) diye buyrulmuştur.
Bu âyette böyle hareket edenler hakkında “Lâ ya’kılûne — Aklı ermez kişilerdir,” buyrulması şunun içindir ki, akim muktezası edep güzelliğidir, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hürmet ve haşmetine uygun hareket etmektir. Bunları terkedince aklı olmayan hayvanlar kısmından olmak lâzım gelir. Edebin muktezası da, acele etmeyip sabretmek, Fahr-i Âlem hazretlerinin hürmet hakkına uygun hareket etmektir. Böyle edince kendilerine hayırlı olur. Zira bunda iki hal vardır. Biri edebi muhafaza etmek, biri de Resûlüllah hazretlerini saymak ve O’nun büyüklüğüne yaraşır şekilde hareket etmiş olmaktır. Bu iki haslet de övülmeyi ve sevabı gerektiricidir.
Peygamber Efendimize mahsus olan faziletlerden biri de şudur ki, kendileri Habibullah (Allah’ın Sevgilisi) idi. Muhabbet ve hullet (sevgi ve dostluk) O’nun şahsında toplanmıştır. Bunun tahkiki inşâallah Yedinci Bölüm’ün sonlarında gelecektir.
Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin risaletine, hayatına, şehrine ve zamanına Hak teâlâ hazretleri tarafından yemin edilmiştir. Bunun da beyanı inşâallah Altıncı Bölüm’de gelecektir.
Biri de şudur ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine İsrafil aleyhisselâm inmiştir. Ondan önce hiç bir peygambere inmiş değildi. İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) İbn-i Ömer’den (radıyallahü anh) naklettiği hadîs-i şerif gereğince Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kul nebi olmakla hükümdar nebi olmak arasında muhayyer kılınma haberini İsrâfil aleyhisselâm getirmiştir. Nitekim daha önce beyan olunmuştu.
Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz, bütün insanoğullarının seyyidi (efendisi) dir. Nitekim İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde: “Ben, kıyamet günü Âdem oğullarının seyyidi (efendisi) yim,” buyrulmuştur. Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) böyle rivâyet edilmiştir.
Tirmizî’nin naklinde Ebû Saîd’den rivâyet olunan da şudur:
“Ben, kıyamet günü Âdem oğlunun efendisiyim. İftihar etmiyorum. Hamd bayrağı benim elimdedir. Bununla da iftihar etmiyorum,” buyrulmuştur.
Böyle buyurmaktan şerefli muratları, Hak teâlâ hazretlerinin kendine bu derece üstünlük ve seyyidlik ikramını haber verip nimetini izhar etmekti. Tâ ki, ümmetinin kendine imanları ona göre olsun. “İftihar etmiyorum,” buyurması da, “Bu yetiştiğim fazilet ve keramet rütbesi, Allah tarafından bana verildi. O’nun lutuf ve ihsanıdır. Ben kendi kuvvetimle bu dereceyi bulmadım. O halde benim onunla iftihar etmem münasip değildir,” demek olur, dediler.
Biri de şudur ki, günahlarından öncekiler ve sonrakiler afvolunmuştu. Nitekim Kur’ân-ı azîm’de: “Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanları bağışladı,” (Fetih sûresi: 48/2) diye buyrulmuştur.
Şeyh îzzeddin ibn-i Abdüsselâm der ki: “Peygamber Efendimiz hazretlerine mahsus hasletlerden biri şudur ki, Hak teâlâ hazretleri ona mağfiret olunduğu haberini verdi. Diğer peygamberlerden hiç birine bu haberi verdiği naklolunmamıştır. Bu da şuna delâlet eder ki, onlar haşir meydanında “Nefsim nefsim,” deseler gerektir.”
İbn-i Kesir de bu âyetin tefsirinde: “Bu hususiyette ona kimse ortak olmamıştır,” demiştir.
Hadîs İmâmlarından Ebû Ya’lâ, Taberânî ve Beyhakî İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Hazretlerinden rivâyet ederler ki: “Gerçekten Allah, Peygamber Efendimiz hazretlerini gök ehli ve diğer peygamberler üzerine üstün kılmıştır,” diye buyurmuşlar.
Sual edip:
— Gök ehli üzerine üstünlüğü nedir? dediler.
Dedi ki:
— Hak teâlâ hazretleri, gök ehli için “Onlardan her kim, ‘Ben Hak’dan başka bir Hak’yım’ derse biz ona cehennemi ceza kılarız,” dedi. Yâni onlar hakkında böyle buyruldu. Halbuki Muhammed Efendimiz hakkında: “Biz sana büyük bir fetih verdik. Senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanları bağışladık,” (Fetih sûresi: 48/1-2) buyurup onun için berat yazdı.
— Ya peygamberler üzerine üstünlüğü nedir? diye sordular.
— Hak teâlâ hazretleri, diğer peygamberler hakkında: “Biz her kavme kendi diliyle hitap eden peygamber gönderdik,” (İbrahim sûresi: 14/4) buyurduğu halde Muhammed Efendimiz hakkında: “Biz seni ancak bütün insanlara peygamber olarak gönderdik,” (Sebe’ sûresi: 34/28) buyurdu ve onu inse, cinne peygamber kıldı, diye cevap verdi.
Biri de şudur ki, kendi şeytanını müslüman etmiştir. Nitekim Müslim bin Mes’ûd’dan ve Bezzâr bin Abbâs’dan öyle rivâyet edilmiştir.
Biri de şudur ki, Fahr-i Âlem hazretleri üzerine hatâ caiz değil idi. Nitekim İbn-i Ebû Hüreyre, Maverdî ve Hicazî böyle buyurmuşlardır. Bir topluluk ise dediler ki: “Nisyan da etmezdi. Hatâ ve nisyan (yanılmak ve unutmak) ın ondan gelmesi caiz değildi.” Nitekim Nevevî, Müslim şerhinde böyle zikretmiştir. Ama yanılma ve unutmanın sâdır olmaması, Allah katından haber verdiği şeylerde olmak gerektir. Yoksa beşeriyet gereğince bunların sâdır olması caizdi. Nitekim Sahih-i Buhârî ve Müslim’de Abdullah bin Mes’ud’dan rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:
“Hiç şüphesiz ben bir beşerim. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Ben unuttuğum zaman bana hatırlatın,” diye buyurmuştur.
Yine Sahihayn’da Ummü Seleme’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki:
“Şüphesiz ben bir beşerim. Bana dâvacı ve dâvalılar gelir. Bunların bâzısı diğerinden daha belâğatli konuşabilir. Ben de onu doğru sanıp lehinde hüküm verebilirim. Böyle bir kimseye bir müslümanın hakkını verirsem o ateşten bir parçadır. O kimse, ister onu atsın, isterse sırtında taşısın,” diye buyurmuştur.
Yine Sahih-i Müslim’de Râfi’ bin Hadîce’den rivâyet edilmiştir ki:
“Şüphesiz ben bir beşerim. Size dininiz hakkında bir şey emrettiğim zaman onu tutun. Kendi görüşümle bir şey emrettiğim zaman bilin ki, ben ancak bir beşerim,” diye buyurmuşlardır.
Zikrolunan hadîs-i şeriflerin özü şudur ki: Dine müteallik olan şeylerde hatâ ve nisyan (yanılma ve unutma) vâki olmaz. Ama diğer şeylerde olması caizdir.
Biri de şudur ki, O’nunla Hak teâlâ hazretleri üzerine kasem (yemin, and) etmek caizdir; diğer peygamberler, melekler ve veliler ile kasem etmek caiz değildir, dediler. Meselâ: “Allahümme innî es’elüke’l-cennete bi-hakkı Muhammedin — Allahım, Muhammed hakkı için senden cenneti isterim,” demek caizdir. Ama “Bihakkı Mûsâ — Mûsâ hakkı için” demek caiz değildir. Zira diğerlerinden onun tabakasında olan kimse yoktur. Bu keramet ancak O’na mahsustur, dediler.
Biri de şudur ki, kendilerinden sonra temiz zevcelerinin başkalarına nikâh edilmesi haram kılınmıştır. Hak teâlâ hazretleri: “Ve ezvâcühu ümmehâtühüm — Ve O’nun zevceleri onların anneleridir,” (Ahzâb sûresi: 33/6) buyurmuştur. Yâni: “Peygamber Efendimizin eşleri mü’minlerin analarıdır,” demektir. O Resûlüllah Efendimiz hazretlerine saygı ifadesi olarak Hak teâlâ hazretleri, nikâhın haramlığında O’nun zevcelerini analar derecesinde tutmuştur.
Bu hüküm (yâni nikâhın haramlığı), Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri âhirete intikal ettiği zaman nikâhlısı bulunan hatunlar hakkında kesindir. Her zaman için onlann başkalarına haram olduklarında şüphe yoktur. Ama muhayyer kılındıkları takdirde dünyayı ihtiyar edip ayrılmış olsalar, bir kavilde onların başkasına helâl olduğu kesindir. İmâm-ı Gazâli bu kavli ihtiyar etmiştir.
Mü’minlerin analarına nazar etmenin caiz olmasında da iki vecih vardır. En meşhuru bunun caiz olmasıdır. Onlara analık hükmünün sabit olması, nikâhlarının haram olmasında, saygılı davranmanın gerekli bulunmasındadır. Yoksa halvette, nafakada ve mirasta değildir.
Hâsılı Peygamber Efendimiz hazretlerinin temiz zevcelerinin mü’minlerin anaları olmaları, nikâhları haram olup onlara îzâz ve ikrâm etmenin gerekli olması mânasındadır. Yoksa kendi anaları gibi bir evde yalnız kalmak yahut onlara nafaka vermek ya da miraslarını almak mânasında değildir.
Bu husus, sadece Peygamberimizin temiz zevceleri hakkındadır, onların sınırını aşmaz. Yâni “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin hatunları, mü’minlerin analarıdır,” denir, ama “Kızları, mü’minlerin kız kardeşleridir,” denilmez.
Bâzı âlimler: “Mü’minlerin analarının nikâhlarının başkasına haram olması şunun içindir ki, Resûlüllah Efendimiz kabrinde hayat üzeredir,” dediler. Bu sebepten Maverdî, “Onlara ölüm iddeti gerekli değildir,” diye hikâye etmiştir.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hayatında kendisinden ayrılmış olduğu hatunlar, müstaîze (sığınma isteyen kadın) gibi ve o bir hatun gibidir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri onun bedeninde beyaz bir yer görüp ailesine göndermişti bunlar hakkında üç vecih buyurmuşlardır:
1. Onların nikâhları haramdır. Şâfiî katında kesin âyet hükmünün gerekli kıldığı vecih budur. Ravza’da bu vechi tashih etmiş (doğru gördüğünü bildirmiş)tir. Zira bu husustaki âyet-i kerîmede * umumîlik vardır. Ayetteki “Min ba’dihi —kendisinden sonra”dan murad, ölüm sonralığı değildir, nikâh sonralığıdır.
2. Diğer bir izah şekline göre haram değildir.
3. İmâm-ı Haremeyn’in ve Rafiî’nin doğru gördükleri izah şeklidir ki, “Kadınlardan kendileriyle birleşme vâki olanı haramdır,” demişlerdir. Yâni: “Kendileriyle cimâ halleri vâki olan hatunların başkasına nikâhı ondan sonra haram olur,” dediler. Zira rivâyet olunmuştur ki, Eş’as bin Kays (radıyallahü anh) o müstaîze hatuna Hazret-i Ömer zamanında nikâh edince Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Eş’as’ı taşlamak istediğinde:
— Ya Emire’l'Mü’minîn! O hatun, Peygamberimizin kendisiyle birleştiği bir kadın değildi, diye haber verdiler.
Bunun üzerine Ömer vazgeçti.
Peygamber Efendimizin, tasarruf ettikten sonra ayrılmış olduğu cariye hakkında da üç vecih buyurmuşlardır. Bunlardan birine göre mutlak olarak haramdır. Diğerine göre caizdir. Üçüncü veçhe göre, eğer Fahr-i Âlem hazretleri hayattayken satmışsa nikâhı caiz olup eğer ölümle kendisinden ayrılmışsa nikâhı haramdır.
Yine Peygamber Efendimize mahsus olan faziletlerden biri de şudur ki, “Temiz zevcelerinin şahıslarını görmek haramdı,” dediler. Yâni tamamen elbiseleriyle örtündükten sonra boylarına ve endamlarına nazar etmek haramdı, dediler. Ama bu görüşün doğruluğu hakkında değişik sözler vardır. Zira İbn-i Hacer: “Peygamberimizin temiz zevceleri hakkında kendi şahıslarını göstermemenin farz olduğuna dair hiç bir delil yoktur. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra onlar giyinirler ve örtünürlerdi. Hattâ işleri gerektirdiği zaman dışarı çıkarlardı. Sahâbe, onlardan hadîs-i şerif dinlerlerdi. Öyle bir halde ki, bedenlerinden bir yer açık değildi. Ama kendi şahısları apaçık meydanda görünürdü,” diye buyurdu.
Biri de şudur ki, kızlarının çocukları kendine nisbet olunurdu. Hazret-i Hasan (radıyallahü anh) için: “Inne ibnî hazâ seyyidün — Hiç şüphesiz bu seyyid (efendi) benim oğlumdur,” diye buyurmuştur. Murad, kendi sulbünden olan oğlundan farkı yoktu, nisbette ve şerefde öyle idi, demektir.
Biri de şudur ki, kıyamet gününde her nisbet ve sebep kesilir, ancak Resûlüllah hazretlerinin neseb ve sebebi kesilmez. Neseb delaletiyle sebep, kocalık dolayısiyle olan bağdır, dediler. Bâzıları da: “Mânası, O’nun ümmeti O’na intisapla kıyamet gününde faydalanırlar. Diğerleri böyle değildir, demektir,” dediler. Bundan da anlatılmak istenen, diğer peygamberler o gün “Nefsim, nefsim!” makamındadır. Ümmetlerine şefaat makamında değillerdir, demek olur.
Biri de şudur ki, mükerrem kızları üzerine evlenmek caiz değildi. Misver bin Mahreme’den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz, bir gün minber üzerinde dedi ki:
— Hişâm bin Mugîre oğulları benden kızlarını Ali bin Ebî Tâlib’e vermek için izin istediler...
Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri böyle buyurduktan sonra üç kere:
— Ben onlara izin vermem, diye buyurdu.
Ondan sonra ilâve ederek:
— Meğer ki, Ali, benim kızımı boşayıp onların kızını alsın. Zira benim kızım benden bir parçadır. Ona kerahet veren şey, bana da kerahet verir. Ona acı veren şey bana da acı verir, diye buyurdu.
Bu hadîs-i şerifi Şeyhayn ihraç edip Tirmizî doğrulamıştır.
Yine Misver’den rivâyet edilmiştir ki, Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh), Ebû Cehil’in kızını almak istedi. Hazret-i Fâtıma (r. anhâ) bunu işitince Fahr-i Kâinat hazretlerinin huzuruna gelip:
— Senin kavmin diyorlar ki, sen kızlarından ötürü kimseye kırılıp incinmezmişsin. Yani kızlarını incitenlere aldırmazmışsın, işte Ali, benim üzerime Ebû Cehil’in kızını alıyor, dedi.
Bunun üzerine Kâinatın İftiharı Efendimiz hazretleri:
— Fâtıma benden bir parçadır. Ben onun incitilmesini kerih görürüm. Vallahi Allah’ın resulünün kızı ile Allah’ın düşmanının kızı bir kişinin yanında asla bir araya gelemezler! diye buyurdu.
Hemen Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) vazgeçti. Ebû Cehil’in zikrolunan kızinin adı, Cüveyriye’dir. Resûlüllah hazretlerine bîat edip İslâm’a gelmiştir. Bunun üzerine Attâb bin Esiyd (radıyallahü anh) onunla evlenmiştir.
Ebû Dâvud (Allah ona rahmet etsin) dedi ki: “Hazret-i Fâtıma üzerine evlenmeği Hazret-i Ali’ye Hak teâlâ hazretleri haram etti: Zira, “Ve mâ âtâkümü’r-resûlü fehuzûhü ve mâ nehâküm anhü fentehû — Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan kaçının,” (Haşr sûresi: 59/7) buyurdu.
Bu âyet-i kerimenin gereği şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yasakladığı bir şeyden sakınmak ve çekinmek gerektir, onu işlemeye kalkışmak haramdır. Hazret-i Fâtıma’yı incitmelerinden Resûlüllah hazretleri de incinirdi. Şüphe yoktur ki, Fahr-i Âlem hazretlerini incitmek haramdır. O halde Hazret-i Fâtıma’yı da incitmenin haram olması lâzım gelir.
Bâzıları bu hususta müşkülât görüp dediler ki:
— Kadınların kocalarını kıskanması bilinen bir şeydir. Fâtıma (r. anhâ) kendi kocasını nasıl kıskanırsa Resûlüllah hazretlerinin hatunları da kendisini birbirinden öyle kıskanırlardı. Ya ne hoş, kendi kızinin hatırını sayardı, hatunlarının hatırını saymazdı!..
Yâni: “Ne hoş, kendisi hatunlarının üstüne evlenirdi, Fâtıma’nın üstüne evlenmeğe izin vermedi,” dediler.
Buna şöyle cevap vermişlerdir:
— O zaman Fâtıma’nın (r. anhâ) hatırı kırılırdı. Anası ve kızkardeşleri vefat etmişlerdi. Yanına varıp hâlini konuşabileceği bir kimsesi yoktu. Ama kendi hatunlarından her birinin kavmi, kabilesi, aşiret ve akrabası vardı. Onlar kendi kavimleriyle gönüllerini eğlerlerdi. Üstelik onlar, bütün varlıkların övüncü ve sevinci olan, en güzel dualar ve senâlar kendisine mahsus bulunan Efendimiz hazretlerinin güzel iltifatları ve cömert lûtufları ile gönül ferahlığı kazanırlardı. Resûlüllah hazretlerinin yüce ahlâkı, onlarda elem ve ıstırap bırakmazdı. Güzel huyu, tatlı sözü ve güler yüzü ile onların gönüllerinden her üzüntüyü giderirdi. Onlardan her ne sadır olsa yanlarında mâzur görülürdü. Beşeriyet icabı olarak nihayet hatırlarına bir kırgınlık gelse bile Resûlüllah hazretlerini gördükleri gibi zâil olurdu. Aslı bu idi, dediler*.
Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin namaz kıldığı mihrabın sağma veya soluna ictihad etmek caiz değildir. Yâni, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin namaz kılmış olduğu bir mihrabın kıblesi doğru mudur, yoksa daha sağma veya daha soluna mıdır demek caiz değildir. Hattâ bir kimse, şerefli mihrapların eski durumu üzere olduğunu itiraf ettikten sonra “Ben ictihad ederim (kıbleyi araştırırım), ondan sonra namaz kılarım,” dese Şeyhülislâm İbn-i Irakî, o türlü kimsenin irtidadma fetva verip “O, mürteddir” demiştir. Eğer “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin zamanındaki hali üzre değildir, değiştirilmiştir. Onun için içtihad ederim,” dese irtidadına hükmolunmaz. Her ne kadar bu te’vil doğru olmasa da böyledir, demişlerdir.
Biri de şudur ki, bir kimse Resûlüllah Efendimiz hazretlerini rüyasında görse gerçekten O’nu görmüştür. Zira mel’un şeytan O’nun sûretine giremez. Bu hususta gelen hadis-i şeriflerin bâzıları şunlardır:
İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde:
“Beni düşünde gören, uyanık halde beni görecektir. Zira şeytan benim şeklime giremez,” diye buyurmuşlardır.
İsmailî’nin rivâyetinde “feseyerânî — beni görecektir” yerine “fekad reânî — beni gördü” diye vâki olmuştur.
Yine Müslim’in naklinde Ebû Katâde’den:
“Beni gören Hakk’ı gördü,” diye rivâyet olunmuştur *. Yine Müslim’in naklinde Câbir’den:
“Beni düşünde gören gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan için bana benzemek nasip olmaz,” diye varid olmuştur.
İmâm-ı Buhârî’nin Ebû Saîd’den naklettiği hadîs-i şerifte de:
“Çünkü şeytan benim görünüşüme giremez,” diye vâki olmuştur. Yâni: “Lâ yetekünenî kûnî — Benim görünüşüme giremez” demektir. Muzaf hazfolunup muzafun-ileyh fiile bitişik kılınmıştır.
Buhârî katında Ebû Katâde’den: “Lâ yeterânî — Benim gibi görünemez,” diye vâki olmuştur. Bu kelimenin, yeteâtî vezni üzre mânası: “Benim şeklime girmeğe güç yetiremez,” demektir.
Velhasıl bu hadîs-i şeriflerin hepsinden hâsıl olan mâna şudur ki: “Bir kimse Resûlüllah Efendimiz hazretlerini düşünde görse gerçekten onu görmüştür. Zira şeytan onun suretine giremez ve girmeğe muktedir de değildir. Hak teâlâ hazretleri, şeytana, istediği surete girme kudreti vermemiştir.”
Şöyle malûm olsun ki, “Beni gören, gerçekten beni görmüştür; şeytan benim suretime giremez,” demenin mânası, bir cemaatin kavli üzere şöyledir: “Beni kendi suretimde gören” demektir. Yoksa “Her ne türlü surette olursa olsun gören,” demek değildir, dediler. Bunun neticesi şudur ki, “Resûlüllah Efendimiz hazretleri gerçekte ne surette ise şeytan o surete giremez. Yoksa suretlerden herhangi birine girip rü’yada bir kimseye kendini Peygamber Efendimiz olarak göstermesi mümkündür demektir.” Hattâ bâzıları dediler ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri vefat ettiği sırada ne suret üzre idiyse, hattâ mübarek sakalinin beyazı yirmi kıl kadar yoktu, tâ böyle görmek lâzımdır.”
Hammâd bin Zeyd’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle derdi: “İbn-i Sîrîn’in yanına bir kimse gelip:
— Peygamber Efendimiz hazretlerini düşümde gördüm, dese:
— Nasıl gördün? Bana tarif et, derdi.
Eğer Peygamber Efendimizin vasfına aykırı olarak tarif ederse:
— Sen, Peygamber Efendimiz hazretlerini görmemişsin, diye buyururdu.”
Bu naklin senedi sahihtir.
Hâkim, Asım bin Küleyb yolundan ihraç etmiştir ki: “Babam bana hikâye edip: İbn-i Abbâs hazretlerine bir kere:
— Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerini rü’yada gördüm, dedim.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh):
— Nasıl gördün, tarif et, dedi.
Ben de:
— Hazret-i Hasan bin Ali’ye benzer şekilde gördüm, dedim.
İbn-i Abbâs hazretleri:
— Gerçek görmüşsün. Zira Hazret-i Hasan (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat hazretlerine gayet benzerdi, dedi,” diye buyurdu.
Bu naklin de senedi güzeldir. Fakat İbn-i Ebî Âsım’ın Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği buna aykırıdır ki, onun rivâyetinde Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
“Bir kimse beni düşünde görürse, gerçekten beni görmüştür. Zira hiç şüphesiz ben, her surette görünürüm.”
Ama bunun senedi İbn-i Tev’em’de vardır. O zayıf bir kimsedir. Zira onda akıl bozukluğu vardı. Bu hadîs-i şerifi ondan dinleyen, akıl bozukluğundan sonra dinlemiştir, dediler.
Kadı Ebû Bekir bin Arabi (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Peygamber Efendimiz hazretlerini rü’yada bilinen sıfatı üzre gören kimse hakikati üzre görmüştür. Başka sıfatla gören kimse, misâliyle idrâk etmiştir. Zira doğru olan şudur ki, toprak, peygamberlerin cesedini değiştirip bozmaz. Mübarek zâtını idrâk hakikîdir, sıfatını idrâk ise misâlini idrâktir. “Feseyerânî — Beni görecektir,” buyurmasının mânası, gördüğü nesnenin tabiri, “Beni görse gerektir” demektir. Zira haktır ve gaiptir. Hâsılı, o rü’yanın tabiri benim, beni görecektir. Zira O’nu görmek haktır ve gaiptir, dediği doğrudur. Sadece O’nu gayb âleminde görmekle kalmaz, zâhirde de görse gerektir, demek olur.” Yine dedi ki: “Fekeinnemâ reânî buyurması tesbihtir. Mânası: Eğer beni uyanık görse düşte gördüğüne mutabık bulur, demektir. Bu zikrolunanlar Peygamber Efendimizi bilinen ve tanınan sureti üzre görmeğe göredir. Eğer bu suretine aykırı olarak görürse o misâldir. Şöyle ki, eğer kendine iltifat eder görürse hayırdır, bunun aksini görürse aksi vâki olur.”
Kâdî Iyâd: “ihtimaldir ki, Fekad reânî (Beni gördü) yahut Fekad ree’l-hakk (Hakk’ı gördü, gerçek olarak gördü) buyrulmasından murad, Resûlüllah hazretlerini dirilik halindeki bilinen sureti üzre gören kimsenin rü’yası haktır (gerçektir). Başka surette görenin rü’yası ise te’vile muhtaçtır demektir,” dedi.
İmâm-ı Nevevî dedi ki: “Kadı’nın bu sözü zayıftır. Belki doğrusu şudur ki, Onu gören hakikat üzre görür. Gerek bilinen sureti üzre görmüş, gerekse başka bir surette görmüş olsun.”
İbn-i Hacer dedi ki: “Kadı’nın sözünde Nevevî’nin sözüne aykırı olan bir şey yoktur. Belki sözünün açık mânası şudur ki, gören kimselerin her iki halde de gördükleri hakikat üzredir. Fakat birinci halde, yâni bilinen sıfatı üzre görmede, tabire ihtiyaç yoktur. İkinci halde ihtiyaç vardır, demektir.”
Bâzıları: “Hadîs-i şerifin mânası, hakikî sureti ile gören, görmüştür, demek olur,” dediler. Ama bundan, başka surette görenin rü’yasınm karışık rü’yalardan olması lâzım gelir. Bu, bilindiği gibi çok olur. Dünyada olduğu sıfata benzemeyen başka bir sıfat üzre görünür. Bu takdirde ise mel’un şeytanın Fahr-i Âlem hazretlerinin suretine girmek şeklinde bâzı telbîse (hak suretinde görünerek aldatmaya) kadir olması lâzım gelir. Bu da “Hiç şüphesiz şeytan benim suretime giremez” hadîsinin umumî ifadesine aykırı düşer. Resûlüllah Efendimiz Hazretinin şerefli zâtına yaraşan, bu mertebelerden de tenzih olunmasıdır.
O halde doğrusu, hadîs-i şerifin te’vilinde şöyle demektir: Rü’yada o Hazret her ne durum ve şekilde görülürse görülsün bunda şeytanın bir dahli yoktur. O görüş haktır, bâtıl değildir. Hak teâlâ hazretleri katmdandır, karışık rü’yalardan değildir.
Kadı Ebû Bekir bin Tayyib ve diğerleri böyle demişlerdir. Bu sözü, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin, “Beni gören gerçekten beni gördü” demesi te’yid edici olur. İmâm-ı Kurtubî buna işaret etmiştir.
İbn-i Battâl: “Hadîs-i şerifte geçen “Feseyerânî fi’l-yakaza — Uyanık halde de beni görecektir” sözünün mânası, rü’yanın doğruluğu, sağlamlığı ve gerçek üzre zuhurudur. Yâni tabir itibariyle neye delâlet ederse gerçekleşecektir, demektir. Yoksa ‘Beni düşünde gören, âhirette görse gerek’ demek değildir. Zira kıyamet gününde O’nu bütün ümmeti görecektir. Düşünde gören de, görmeyen de görecektir,” diye buyurdu.
Marezî dedi ki: “Eğer hadîs-i şerifin sözlerinde mahfuz olan ‘Fekeinnemâ reânî
— Beni görmüş gibidir,” sözü ise mânası açıktır. Yâni tesbihtir, uyanık halde gören gibidir, demek olur. Eğer ‘Feseyerânî fi’l-yakaza — Uyanık halde beni görecektir,” sözü ise ihtimaldir ki, şerefli muradı kendi zamanı halkıdır.
Hâsılı şöyle demek olur: Bana muhaceret edip beni görmeyen ümmetimden bir kimse bulunduğu diyarda beni rü’yasında görse bu, o kimsenin beni uyanık halde de göreceğine delâlet eder. Neticede beni müşahede etmek ona nasip olur. Bu mânayı Hak teâlâ hazretleri kendisine vahiy etmiş olur.”
Kâdî Iyâd buna cevap verip dedi ki: “İhtimaldir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerini rü’yasında bilinen sıfatı üzre görmek, âhiret yurdunda gören kimsenin büyük derece sahibi olmasını gerektiricidir. Rü’yet hâssasını iktiza eder. Derece yükseklikleri ile türlü hususiyetleri ifade edici olur. Resûlüllah Efendimize yakınlık ve komşuluğa sebep olup şefaatine vesile olur.” Ayrıca: “Hak teâlâ hazretlerinin bâzı günahkârlara kıyamette bir müddet âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerini göstermemesi olmayacak bir şey değildir,” diye buyurmuştur.
Hâsılı bu sözler, İbn-i Battâl’ın “Âhirette o Hazret’i bütün ümmeti görecektir. ‘Feseyerânî — Beni görecektir’ şerefli sözünden murad âhirette görmek mânası değildir,” demesine cevaptır.
İbn-i Ebî Cemre, başka bir mânaya hamledip dedi ki: “Sahâbe-i kirâmden İbn-i Abbâs yahut bir başkası, bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretlerini rü’yasında gördü de uyanıp bu hadîs-i şerifi düşünmeye başladı. Ondan sonra kalkıp mü’minlerin analarından birinin yanına vardı. Galiba yanına gittiği, kendinin halası Meymune (r. anhâ) idi. Ona rü’yasını anlatınca o da Peygamber Efendimiz hazretlerinin aynasını çıkarıp İbn-i Abbâs hazretlerinin eline sundu. Hazret-i İbn-i Abbâs, bakınca aynada Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin şerefli cemâlini müşahede edip kendi suretini görmedi. İşte O Hazret’in, ‘Beni düşünde gören, uyanık halde de görse gerektir,’ diye buyurmasından murad, bu kıssada anlatılan keyfiyetti.”
İmâm-ı Gazalî dedi ki: “Peygamber Efendimizin ‘Fekad reânî — Beni gördü’ buyurmasından murad, cismimi ve bedenimi gördü, demek değildir. Belki ‘Bir misâl gördü ki, o misâl, benim nefsimde olan mânayı müşahedeye bir âlettir (vasıtadır),’ demek olur. ‘Feseyerânî — Beni görecektir’ buyurmasında da murad, bu mânadır. Yoksa ‘Cismimi görür’ demek değildir.”
Sonra yine dedi ki: “Alet bâzen hakikî olur, bâzen hayalî olur. Nefs dedikleri o misalden başka bir şeydir. Hâsılı, bir kimse rü’yasında Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerini görse, gördüğü O’nun misâlidir. Yoksa şahsı ve ruhu değildir. Bunun benzeri, rü’yada Hak teâlâ hazretlerini görmektir. Gerçekten Hak teâlâ hazretlerinin temiz zâtı, suretten ve şekilden münezzehtir. Fakat ta’rifâtı (tanınması), o görünen hususî misâl vasıtasiyle insana ulaşır. O misâl, ta’rifte (tanımada) vasıta olmak hususunda gerçek bir âlet olur. Hak teâlâ hazretlerini düşümde gördüm diyen kimse, zâtını gördüm demeyi murad edinmez. Belki bir misâl gördüm ki, ma’rifete (Hakk’ı tanımaya) vasıta oldu, demeyi murad edinir.”
Yine Gazalî hazretleri (Allah ona rahmet etsin) bâzı fetvalarında dedi ki: Bir kimse, rü’yada Resûlüllah Efendimiz hazretlerini görse gördüğü, Medine’deki Ravza’da (Peygamberimizin kabrinde) olan şahsın hakikati değildir. Belki suret ve şekilden mukaddes olan temiz ruhunun misâlidir.”
Tayyibî de der ki: “Mânası, bir kimse beni rü’yada görse, her ne sıfat üzre olursam müşahede etse, o kimse sevinsin ve bilsin ki, hak rü’ya görmüştür. Yâni o görüş haktır, bâtıl değildir, demektir. ‘Fekad reânî — Beni gördü, demesi, beni öyle bir görüşle gördü ki, bu görüşün ötesinde bir şey yoktur, demektir. Zira şart ile karşılığinin birleşik olması son derece kemâle delâlet eder.”
Nihayet cevapların özü ve sonucu, hadîs-i şerifin tesbih üzerine dayanmasıdır. “Fekeinnemâ reânî fi’l-yakaza — Beni uyanık halde görmüş gibidir,” buyurması buna delâlet eder.
İkinci cevap, uyanık halde o rü’yanın te’vilini hakikat üzre görecektir, demektir.
Üçüncü cevap, zamanesi halkından kendini görmeyip îman getirenlere mahsus demektir.
Dördüncü cevap, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin aynasında görmek manasınadır. Ama İbn-i Hacer, “Bu yorum, çok uzak bir şeydir,” diye buyurdu.
Beşinci cevap, kıyamet gününde o Hazret’i rü’yada görmeyenlerin görüşünden görenlerin görüşünün daha ziyade hususiyet üzere olmasıdır.
Ama doğru olan şu cevaptır ki, daha önce Fahr-i Kâinat hazretlerini herhangi bir hal üzere görmek bâtıl değildir. Belki haktır. Hak teâlâ hazretleri katmdandır,’' denilmişti. Sözün neticesi şudur ki: Fahr-i Kâinat hazretlerini, bilinen suretlerinden bir suret üzre gören, hakikat üzre bir görüşle görmüştür. Asıl görmek, böyle görülmesidir. Ama bâzen olur ki, bundan başka türlü görülür. Bu takdirde rü’ya gören kimsenin kendi haline ilişkin bir görüş olur. Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki, Peygamber Efendimiz hazretlerini ihtiyar halde görmek, son derece iyi halli olmaya delâlet eder. Genç şeklinde görmek gayet cenkçi olmaya delâlet eder.
Ebû Saîd Ahmed bin Muhammed dedi ki: “Bir kimse Resûlüllah Efendimizi gayet güzel suret üzre görse, gören kimsenin dininde güzel olmağa delâlet eder. Azasından birini noksan olarak görse, gören kimsenin dininde bir noksan bulunduğuna delâlet eder.” Doğru söz bu sözdür. Nice kere tecrübe edilip böyle bulunmuştur, dediler. Bu takdirde Peygamber Efendimizi rü’yada görmenin çok büyük faydası olur. Her kişi kendi halini müşahede eder. Noksanı varsa tamamlamaya çalışır. Güzel hali varsa onları daha da arttırmaya heves eder, şükür üzere olur. Velhasıl Resûlüllah Efendimiz hazretleri parlak bir ayna gibidir ki, onda asla bulanıklık ve keder tozları bulunmaz. Ona bakan kimse, kendi suretini müşahede eder. Güzelse güzel görünür, çirkinse kendi çirkinliğini müşahede eder. Rü’yada işitilen sözü hakkında da böyle demişlerdir. Meselâ bir kimse, rü’yasında Resûlüllah Efendimizden bir söz işitmiş olsa sünnetine tatbik eder; eğer uygun düşerse haktır, eğer aykırı gelirse o işitenin kendi bozukluğu yüzündendir. Şerefli zâtını görmek haktır. Aykırılık ve noksanlık olursa gören kimsenin kendi halinin öyle olmasındandır. En iyisini Allah bilir.
Ama Resûlüllah Efendimiz hazretlerini ölümünden sonra uyanık halde görmek hususunda Müellif (Allah ona rahmet etsin), kendi şeyhinden rivâyet eder ki: “Sahâbe-i kirâmden ve sonra gelenlerden hiç bir kimseden bu haber bize ulaşmamıştır. Hazret-i Fâtıma (r. anhâ), Fahr-i Âlem hazretlerinin vefatından o kadar şiddetli hüzün çekti ki, üzüntü ve kederinden altı ay sonra kendi de vefat etti. Hazret-i Fâtıma’nın evi, Resûlüllah hazretlerinin münevver Ravza’sinin yanında idi. O Hazret-i gördüğü, ondan asla naklolunmadı,” diye buyurdu.
Ama bu halin bâzı salihlerin kendilerine vâki olduğu, muteber kitapların bir kısmında görülmüştür. BehcetU'n-Nüfûs’da İbn-i Ebî Cemre der ki: “Selef ve haleften rivâyet edilmiştir ki, bir cemaat, “Beni rü’yada gören kimse, uyanık halde de görecektir,” hadîs-i şerifine itikat ederlerdi. Sonunda Resûlüllah Efendimizi rü’yada gördüler. Ondan sonra uyanık halde âşikâre gördüler. Zihinlerini karıştıran bâzı şeylerden suâl ettiler. Resûlüllah hazretleri, onlara şifa olacak yolda haber verdi. İşin sonunda buyurduğu gibi gerçekleşti; eksiksiz ve fazlasız...”
Yine demiştir ki: “Bunu inkâr edici olan kimse şundan uzak değildir: Evliyanın kerametini ya tasdik edicidir veya değildir. Eğer tasdik edici değilse onunla bahse girişmek kabil değildir. Çünkü söz ondan sâkıt olmuştur. Zira açık seçik delille sünnetin isbat ettiği şeyi yalan saymış olur. Eğer tasdik ederse bu da o kabildendir. Zira evliyaullah, ulvî ve süflî âlemde nice şeyi harikulâde bir şekilde müşahede ederler. Onların gözlerinden perdeyi giderirler. Eşya münkeşif (açılmış) olur, keşif yoluyla Resûlüllah hazretlerini de müşahede ederler. Bu. yolla şerefli sözünü de işitirler.”
İbn-i Mansur bir risalesinde yazmıştır ki: “Şeyh Ebü’l-Abbâs Kastalânî (Allah ona rahmet etsin) bir kere Ravza-i Mutahhara’ya (Peygamber Efendimizin şerefli kabrine) girdi. Resûlüllah hazretleri, ona:
— Ehazallahü bi-yedike yâ Ahmed! (Ey Ahmed, Allah elinden tutsun) diye buyurdular.”
Şeyh Ebû’s-Suûd’dan rivâyet edilmiştir ki: “Bir zamanlar Mısır’ın sâlihlerinden Şeyh Ebü’l-Abbâs ve diğerlerini ziyaret edip şerefli huzurlarına varır, hizmetlerinde bulunurdum. Vakta ki, onlardan kesilip işlerimle uğraşmaktan huzurlarına gidemez oldum, Hak teâlâ hazretleri bana da fetih (açılış) müyesser etti. Peygamber Efendimiz hazretlerinden başka şeyhim kalmadı. Her namaz akabinde O’nunla musafaha ederdim,” diye buyurmuşlardır.
Yine Şeyh Ebü’l-Abbâs’dan rivâyet edilmiştir ki: “Bir kere Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin şerefli huzurlarına girip durmadan evliyaullah için velayet menşurlarını (makam tevcihi fermanlarını) yazdığını gördüm. Onlarla beraber kardeşim Muhammed için de bir menşur yazdı. Ben:
— Ya Resûlâllah! Kardeşime yazdığınız gibi bana da birini yazmaz mısınız? dedim.
— Etürîdü en tekûne kumhâren? (Sen, Kumhâr olmak mı istiyorsun?) diye buyurdu.”
Kumhâr, Endülüs diyarının lügatidir. Hâsılı, “Sen bunların mertebesini mi istiyorsun?” demek olur. Bundan anlaşılıyor ki, Ebü’l-Abbâs’ın özge bir makamı varmış, dediler .
Hüccetü’l-İslâm Gazalî (Allah ona rahmet etsin) El-Münkızu Mine’d'Dalâl adlı kitabında: “Evliyaullah, melekleri ve peygamberlerin ruhlarını müşahede ederler, seslerini işitirler ve onlardan faydalar alırlar,” diye buyurmuştur.
Şeyh Sühreverdî (Allah ona rahmet etsin) Avârifü’UMaârif inde Abdülkadir-i Geylânî (Allah yüce sırrını takdis etsin) hazretlerinden hikâye etmiştir ki: “Tâ mevcudatın iftiharı Efendimiz hazretleri bana “Evlen!” demedikçe ben evlenmedim,” diye buyurmuşlar.
Seyyid Nureddin El-Eycî’den de hikâye olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Ravza-i Mutahhara’sını (şerefli kabrini) ziyarette bir kere selâm verdiği zaman Peygamber Efendimiz:
— Aleyke’s-selâmü yâ veledi! (Selâm sana, ey oğlum!) diye selâmına karşılık vermişlerdir.
Bu hususun nesepleri sahih olan bâzı seyyidlere de vâki olduğu meşhur ve bilinen bir şeydir.
Bedreddin Hasan bin El-Ehzel (Allah ona rahmet etsin) rü’yet mes’elesinde buyurmuştur ki: “Bu hususun büyük evliyaya vâki olduğu mütevâtir (çok yaygın söylentilerle sâbit) olmuştur. Bunun hakkmdaki bilgi çok kuvvetlidir. Şek ve şüphe kalmamıştır. Evliyaullahm haberlerinin tevatür halinde taallûk ettiği bir hususta şüphe kalmaz. Fakat bu hal, bâzılarına vecd ve murakabe âleminde vâki olur. Gözlerini yumarlar da öyle müşahede ederler. Zira kendilerine öyle bir hal gelir ki, o sözle anlatılır bir şey değildir.
Bu rü’yette de mertebeler derece derece birbirinden farklıdır. Çok olur ki, rivâyet edenlerinde yanılma olur. Kendilerine güvenilir kimselerden kesintisiz olarak gelen sahih rivâyetlerde çok az yanılma olur. Güvenilmeyen kimselerden yalanın da gelmesi mümkündür. Uykuda ve hislerini kaybettikleri zamanda gördüklerini, uyanık halde gördük sanmaları muhtemeldir. Nihayet bütün bunlardan, Resûlüllah Efendimizin ölümünden sonra O’nu uyanık halde ve baş gözü ile görmenin fasit olduğunun akılların hemen idrâk edeceği şeyler kısmından olduğu anlaşılır. Zira bundan, ölümünden sonra şerefli kabrinden çıkıp yollarda gezmesi, halk ile konuşup görüşmesi, şerefli kabrinin temiz cesedinden boş kalması ve halkın mücerret boş kabri ziyaret etmeleri lâzım gelir ki, bunlar hep mâkul olmayan şeylerdir, aklın kabûl edeceği şeylerden değildir.”
İmâm-ı Kurtubî de, bunun fesadına işaret edip: “En aşağı derecede aklı olan bir kimse, bunu söylemez,” demiştir.
Hâsılı, baş gözü ile görmek mânasına âlimlerden hiç kimse razı olmuş değildir. Zira bu, akla aykırı olan bir şeydir. Ama salihlerden riyazet ve mücahede erbabinin kendi murakabeleri âleminde kalb gözü ile müşahede mânasını kimse inkâr etmez. Bu takdirde “Feseyerânî fi’l-yakaza — Beni uyanık halde de görecektir,” buyurulmasının mânası: “Benim müşahedemi tasavvur eder de nefsini benim yanımda hazır olmak derecesine indirir. Bu bakımdan âdâb ve sünnetim dairesinden dışarı çıkmaz, şeriat ve tarikatim caddesi üzre yürür,” demek olur.
Şeyh Ebü’l-Abbâs El-Müressî’nin:
“Eğer Resûlüllah hazretleri bir göz açıp kapayacak miktarı benden örtülü ve gaip olsaydı, ben O’nu müşahede etmeseydim, kendimi müslüman saymazdım,” diye buyurması o mertebelerdendir, dediler .
Ehzel, Ebü’l-Abbâs’dan bu sözü hikâye ettikten sonra: “Burada mecaz yoliyle söyleyiş vardır. Bunun benzeri olan sözler, büyük meşayihden vâki olur. Şeyhin muradı, “Eğer gaflet ve nisyan hicabı (perdesi) ile mahcub ve mestur (örtülmüş) olup O’ndan kalbim bir an gafil olsaydı, kendimi müslüman saymazdım,” demektir. Yoksa şahsi ruhundan mahcub olmak mânası kasdedilmiş değildir. Zira o muhaldir,” diye buyurdu. En iyisini Allah bilir.
Peygamber Efendimiz hazretlerine mahsus olan fazilet ve kerametlerden biri de şudur ki, O’nun şerefli ismi ile isimlenmek, mübarek ve uğurludur; dünyada ve âhirette pek çok fayda ve menfaatleri vardır. Enes (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet etmiştir ki:
“Kıyamet gününde Hak teâlâ hazretlerinin kullarından iki kulu şerefli huzuruna getirip durdururlar. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri:
— İkisi de cennete varsınlar, diye emreder.
Onlar:
— Ey Rabbimiz, biz, ne sebeple cennet ehli olduk? Biz, kendimiz bir amel işlemedik ki, onun karşılığı olarak bize cenneti veresin, derler.
Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri buyurur ki:
— Cennete girin. Zira ben yemin edip ismi Ahmed veya Muhammed olan kimseleri cehenneme koymamayı nefsim üzerine gerekli kılmışımdır. Onlar cehenneme girmezler,” diye buyurmuşlardır.
Ayrıca Ebû Nuaym’ın rivâyetinde Fahr-i Âlem hazretleri buyurmuştur ki:
“Hak teâlâ hazretleri bana buyurdu: Yüceliğim ve büyüklüğüm hakkı için ben, senin ismini taşıyan bir kimseye ateşle azâb etmem.”
Ahiret gününde azâb yeri cehennem olduğu için “Ateşle azâb etmem” diye buyurmuştur. Murad cehennemde azâb etmem demektir. Yoksa murad, başka yerde azâb etmenin cevazı değildir. Mağfiret sebebi Peygamber Efendimizin şerefli ismi olunca aslâ azâb etmem demek olur. Hak teâlâ hazretlerinin vaadinde duracağına binaen onlara azâb olunmaması kesin olduğu için “azâb etmem,” diye buyurulmuştur.
Bu kudsî hadîs gereğince Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin isimlerinden her şerefli isimle isimlenmiş olan, âhiret azâbından, Allah’ın fazlıyla bağışlanmıştır.
Hazret-i Ali (Allah varlığını mübarek kılsın) buyurmuştur ki: “Her ne zaman bir yere bir sofra konsa da o sofrada Muhammed veya Ahmed isimli bir kimse hazır bulunsa Hak teâlâ hazretleri o menzili her gün iki kere takdis eder.”
Takdis, temizlikle yâd etmektir. Burada da murad, o menzil ehline (orada oturanlara) kötülüklerden temizlenme nimetini ikram eder, demektir.
Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli ismi ile isimlenmiş olmakta bu denli fazilet ve keramet vardır. Ama künyeleri ile künyelenmeğe izin yoktur. Yâni Ebü’l Kasım diye künye koymak yasaklanmıştır. İster adı Muhammed olsun, ister olmasın, dediler. Bâzıları: “Adı Muhammed olup da künyesinin Ebü’l-Kasım olması mekruhtur. Yoksa Muhammed ismiyle birleşmedikçe yalnız Ebü’l-Kasım diye isim koymak caizdir,” dediler. Bu sözün en doğru olduğu anlaşılır. Ayrıca doğruya en yakın olan şudur ki: “Yasaklanmış olmak, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yaşadığı zamanda idi. Tâ ki, Peygamber Efendimiz hazretleri ile o kimsenin isimleri birbirine karışmasın diye... Yoksa sonradan caiz olmuştur,” dediler.
Peygamber Efendimize mahsus olan fazilet ve kerametlerden biri de şudur ki, hadîs-i şerifini okuyan kimseye gusletmek ve güzel kokular kullanmak müstehaptır. Aynı zamanda o mecliste bulunanların seslerini yükseltmemeleri, yaşadığı zamanda konuşma âdabına riayet etmek nasıl gerekli ise hadîs-i şerifi naklolunduğu zaman da öyle gereklidir. Zira şerefli sözünün şanının yüksekliği, yaşadığı zamanla ölümünden sonra farklı olmaz. Sözü yine o sözdür. O’nun sözünü nakleden kimsenin yüksek yerde oturması da gerektir.
Matrif’den nakledilmiştir ki: “İmâm-ı Mâlik (Allah ona rahmet etsin) hazretlerine bir kimse gelse kapıya hizmetkâr çıkıp:
—Hadîs mi istiyorsunuz, yoksa bir mes’ele mi sormak istiyorsunuz? İmâm soruyor, derdi.
Eğer gelen kimse, “Bir mes’ele sormak istiyoruz,” derse hiç eğlenmeden dışarı çıkardı. Eğer “Hadîs istiyoruz” derlerse gidip yıkanma yerine girer, yıkanır, güzel kokular sürünür, yeni elbiselerini giyerdi. Sarığı ve taylasanı ile çıkıp bir kürsünün üzerine otururdu. Huşû’ ve huzû’ (alçak gönüllülük) ile hadîs-i şerif naklederdi. Sözlerini bitirinceye kadar şerefli meclisinde öd yanardı. Hadîs-i şerif nakletmediği zaman o kürsüye çıkmazdı. Kendilerinden sual edip:
— Ya İmâm! Neden böyle ediyorsunuz? dediler.
— Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli hadîsine saygı göstermeyi ve O’nun sözünü yüceltmeyi severim, diye cevap verdi.”
Bâzıları, “İmâm-ı Mâlik, bu şekilde davranmayı Saîd bin Müseyyeb’den (radıyallahü anh) gördü,” dediler.
Katâde, Mâlik ve bir cemaat: “Abdestsiz hadîs-i şerif nakletmek çirkin ve mekruhtur,” dediler. Hattâ A’meş abdesti olmasa teyemmüm ederdi. Kâinatın Efendisine böyle hürmet ettikleri için Hak teâlâ hazretleri İslâm İmâmlarına şöyle izzet ve ikram eyledi: Alem halkı kıyamete değin onlara da hürmet ederler. Allah onlara uçsuz bucaksız rahmetlerini ihsan buyursun.
Peygamber Efendimizin şerefli hadîslerini okuyan kimselerin, dışarıdan adam gelince kalkmaları mekruhtur. Zira başka bir şey için şerefli hadîsi kesmek edep ve hürmet azlığıdır. Kalkmanın kendisi bid’at olan bir şeydir. Bid’atten ötürü kesmek son derece çirkindir. Selef (Allah onlara rahmet etsin) şerefli hadisler üzerinde iken kendilerine bir zarar da yetişse hareket etmezlerdi. Bir gün İmâm-ı Mâlik hazretlerinin başına şöyle bir şey geldi: Hadîs-i şerif naklederken elbisesinin arasına bir akrep girdi. Şerefli cismini nice yerden soktu. İmâm hadîs naklini tamamlayıncaya kadar aslâ hâlini açığa vurmadı ve hareket etmedi.
Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz ile bir lâhza bir arada bulunan kimseye sohbet ve sahabet (arkadaşlık) sâbit olur. Yâni cüz’i bir zaman şerefli huzurunda bulunup kendileriyle görüşen kimse ashâb-ı kirâmdan sayılır. Ama Tâbiîn’in sahâbî ile çok zaman bir arada bulunması gerektir ki, onlar arasında sohbet sâbit olsun. Usûl âlimleri katında en doğrusu budur. Zira Fahr-i Kâinat Efendimizin cömertliği, risalet makaminin büyüklüğü ve nübüvvet nuru öyle bir derecede idi ki, mücerret şerefli nazara ilişmekle ahmak bir bedevi Allah’ın hikmetiyle konuşmaya başlardı.
Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin bütün ashâbı adalet üzre idi. Kitap ve sünnetin açık ifadeleri buna delâlet etmiştir. Diğer râvilerin adaletlerinden söz edilmesi caizdir. Ama büyük ashâbın adaletleri üzerinde söz edilmesi caiz değildir. Hak teâlâ hazretleri, o zamanda mevcut olan* İslâm ehline hitap edip: “Ve kezâlike cealnâküm ümmeten vasatan — Böylece sizi orta bir ümmet kıldık,” (Bakara sûresi: 2/143) diye buyurmuştur.
Yâni: “Orta ümmeti, Âdil bir ümmet,” diye tefsir etmişlerdir. O halde bu âyet-i kerîme gereğince adaletleri sâbittir. Onlar, ne buyurdularsa gerçektir. Ona uymak gerektir. Fahr-i Kâinat hazretleri:
Benim ashâbıma sövmeyin. Nefsim elinde bulunan Allah hakkı için eğer sizin biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, ashâbımdan birinin bir müddüne ve nasîfine yetişmez,” diye buyurmuştur.
Müdd, küçük bir ölçektir. Nasîf de, onun yarısı bir ölçektir. Hâsılı, “Siz o kadar altın verseniz, sahâbe-i kirâm da arpa veya buğdaydan birer küçük ölçek verseler, sizin sevabınız onlarınkine eşit olmaz. Hak katında onların tâatlerinin kabulü böyledir,” diye yakınlık derecelerini beyan etmektir.
Yine Peygamber Efendimiz hazretleri:
“İnsanların en hayırlısı benim çağımdakiler, sonra onları tâkip edenlerdir,” diye buyurmuştur.
Bu hadîs-i şerif gereğince insan oğullarının en üstünü, Resûlüllah hazretlerinin zamanında olan müslümanlardır. Onlardan sonra en üstünü, ikinci çağda olan müslümanlardır ki, onlara tâbiîn derler. Velhasıl, pek çok âyet ve hadîslerle büyük sahabenin adaletleri sabittir. Hiç birisine ta’n etmek caiz değildir. Gerek fitneye uğramış olsunlar, gerekse olmasınlar. Onlara hüsnüzan gereklidir. Fitneye uğrayanları, içtihatları sebebiyle uğradılar. Nefislerinin hevasına tâbi olmakla değil. O hallerine bakmak gerekir ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin şerefli emrine nasıl itâat ve inkıyâd üzere idiler; yoluna ne denli çalıştılar, ne kadar memleketler fethettiler? Kitap ve sünneti halka nasıl tebliğ ettiler ve insanları nasıl hak yola hidayet ettiler? Namaz ve zekâta müdavemetleri, Allah yolunda gazâlarda olanı şecaatleri, her birinin cömert lûtfunun ve güzel ahlâkinin ne derecelerde olduğunu, bütün bunları görmek gerektir. Ayrıca dünya yönüne iltifatları ne kadardı? Bunu düşünmek gerek. Onlardan sâdır olan fazilet ve kerametler eski ümmetlerin hiç birinden sâdır olmamıştır. Daha sonra gelenlerden bir kimsenin onlar mertebesine ulaşması mümkün değildir. Bu saadetlerin hepsi, onlara, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin mübarek nazarının te’siri bereketleri idi. Allah onların hepsinden razı olsun.
Onların bir kısminin diğer kısmına nazaran şeref ve kerametinin nisbetine ilişkin söz, inşaallah ileride gelecektir.
Biri de şudur ki, bir kimse namaz içinde iken Fahr-i Kâinat Efendimiz kendisini çağırsa namazını bırakıp o Hazret’e varmak vacip olurdu. Saîd bin Muallâ’nın hadîsi buna şahittir ki, bir zaman namaz kılarken Resûlüllah hazretleri Saîd’i çağırdı. O da namazını tamamlayıp ondan sonra gitti.
— Niçin eğlendin? diye buyurduğunda:
— Ya Resûlâllah! Namazdaydım, dedi.
Fahr-i Âlem Efendimiz:
— Hak teâlâ hazretleri buyurmadı mı ki: “Estecîbû Iillâhi ve lir-resûli izâ deâküm limâ yuhyîküm — Sizi yaşatacak şeylere çağırdıkları zaman Allah’ın ve Resülünün çağrısına koşun.” (Enfâl sûresi: 8/24)
İşte bu âyet-i kerime hükmünce dâvete icabet farzdı. Namaz içinde olanı da davet etse hemen gitmek gerekti. İcabeti terk etmekle kişi âsi olurdu. “Ama o namaz nasıl olur? Tekrar baştan başlamak mı gerek, yoksa geri kalanını mı kılmak gerek?” diye bu hususta söz ettiler. Bâzı âlimler: “Geri kalanını kılmak gerek. Resûlüllah hazretlerinin çağrısına uymakla namaz bozulmaz,” dediler. Bazıları da: “Namaz bozulur. Yeni baştan kılmak gerek. Ama bozulmasiyle kimseye bir şey lâzım gelmez. Zira Hak teâlâ hazretlerinin emri bunun üzerinedir ki, Resûl dâvet etse icabet farz olurdu. Varsın, sonradan yine namazını kılsın,” dediler.
Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine iftira etmek, başkasına iftira etmek gibi değildir. Hadîs âlimlerinden bir topluluk: “Resûlüllah hazretlerine iftira edenin aslâ rivâyeti makbul olmaz,” dediler.
İmâm-ı Abdürrezzak’ın naklinde Saîd bin Cübeyr’den rivâyet edilmiştir ki: “Bir kişi, Fahr-i Âlem hazretlerinin üzerine iftira etti. Fahr-i Âlem hazretleri, Hazret-i Ali’yi ve Hazret-i Zübeyr’i gönderip:
— Eğer yetişip bulursanız onu öldürün, diye emretti.”
Onun için İmâmü’l-Haremeyn, kendi babasından hikâye etmiştir ki, “Bir kimse Fahr-i Kâinat hazretlerinin üzerine kasıtlı olarak yalan söylese kâfir olur,” demiştir. Fakat İmâmlardan hiç kimse, bu sözde ona muvafakat etmemiştir. Doğrusu şudur ki, büyük günahlardandır. Pek çirkin bir iştir. Fakat küfür lâzım gelmez. Meğer ki, bunun helâl olduğuna itikat etsin, dediler.
İmâm-ı Nevevî zikrolunan sözleri O Hazret hakkında yalan söylemekten şiddetle ve zorla uzaklaştırmaya, böylece cezasını ağırlaştırmaya hamledip: “Seçkin olan görüş, şartlarına uygun olarak tevbelerinin sıhhatine kesin hüküm verilmesidir. Şeriat kaideleri üzere geçerli olan görüş budur. Alimler, kâfirden müslüman olanın rivâyetinin sıhhati hakkında ittifak etmişlerdir. Şehadet ile rivâyetin bu mânada farkı yoktur. Bâzı âlimler buyurdu ki: ‘Tevbesi kabul olunmaz diyenlerin sözü şu türlü kimseler içindir ki, yalan hadîs düzüp Fahr-i Kâinat hazretlerine isnat ederler ve halk onu gerçek hadîs sanıp ezberler ve kitaplara yazarlar. Bu türlü yalan olunca gerçekten günahı ortadan kalkmaz, belki ebedî olarak boynunda kalır. Zira bir kimse, Peygamberimizin bir sünnetini terketse onun günahı ve onu işleyenin günahı kıyamete değin o kimsenin üzerinedir. Bu takdirde tevbenin hakikati müşkül olur.”
Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz, günahın küçük ve büyüğünden, bilerek veya yanılarak işleneninden mâsum idi. Diğer peygamberler de böyle idiler.
Biri de şudur ki, delilik ârız olması, onun hakkında mümkün değildi. Zira eksikliktir. Uzun süren baygınlık da onun hakkında mümkün değildi. Şeyh Ebû Hâmid böyle zikretmiştir. Belkıynî de buna kesinlikle hükmetmiştir. Diğer peygamberler de böyle idiler.
Sübkî: “Âmâ olmak da peygamberler için caiz değildir. Zira eksikliktir. Hiç bir peygamber âmâ olmamıştır. Hazret-i Şuayb’ın iki gözü yoktu, dedikleri sâbit değildir. Hazret-i Yâkub’un gözüne perde inmişti, sonradan yine zâil oldu,” demiştir.
İmâm-ı Fahri Râzî, Hak teâlâ hazretlerinin Hazret-i Yâkub hakkında: “Vebyeddat aynâhü mine’l-huzni — Ve üzüntüden gözleri ağardı,” (Yûsuf sûresi: 12/84) buyurması üzerine dedi ki: “Hazret-i Yâkub: ‘Yâ esefâ alâ yûsufe — Ey benim Yûsuf üzerindeki acılarım!” (Yûsuf sûresi: 12/84) dediği zaman ağlamak ona galebe etti. O durumda kişinin gözleri yaşla dolar. O göz yaşinin beyazından göz ağarmış gibi olur. ‘Ve üzüntüden gözleri ağardı’ buyrulması onun olmasıdır. Bu sözün doğruluğunun delili şudur ki, ‘mine’l-hüzni — üzüntüden’ diye buyrulmuştur. Hüznün te’siri ağlamanın galebesindedir, yoksa âmâ olmakta değildir. Eğer ‘ağarmanın’ mânasını ağlamanın galebesine hamledersek onu hüzünle delillendirmek güzel olur. Eğer âmâya, yâni gözsüzlüğe hamledersek münasip olmaz. Hâsılı bizim dediğimiz daha uygundur,” diye buyurdu.
Ondan sonra: “Bu hususta âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları: “Galebe ile kör olmuştu, sonradan Hak teâlâ hazretleri yine onu görür etti,” dediler,” diye nakletti.
Çok ağlamaktan, üzüntü ve kederden görüşünde zayıflık hâsıl olmuştu. Çak az görüyor ve etrafındaki kimseleri güçlükle teşhis edebiliyordu. Hazret-i Yûsuf’un gömleğini getirip üstüne attıkları ve Hazret-i Yûsuf’un sağlık haberini getirdikleri zaman sevincinin şiddetinden ve gönlünün ferahlayıp genişlemesinden üzüntüsü gitti, görüşüne kuvvet geldi. Gözünde aslâ zayıflık ve eksiklik kalmadı, dediler.
Biri de şudur ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine bir kimse hâşâ söğse yahut hakkında eksiklik verecek bir şey söylese katli gerekli olur. Şafiî âlimleri katında, tevbe ederse katlolunmaz. Ama İmâm-ı Âzam katında, özrü ve tevbesi aslâ makbul değildir, elbette katlolunması lâzımdır. Zira kati, ona hadden vacip olmuştur, tevbe ile sâkıt olmaz. Nitekim kazf haddi (namuslu kadınlara zina iftirasında bulunanlara verilen ceza) tevbe ile sâkıt değildir. Hak teâlâ hazretlerine sövenin tevbesi makbuldür. Zira bu, Allah’ın hakkındadır. Ama peygamberlerden birine sövenin tevbesi makbul değildir. Zira peygamber beşer cinsindendir. Ona kusur atfedilmesi kabildir. Halbuki Hak teâlâ hazretleri bütün ayıplardan münezzehtir. O halde peygamberlere sövene katilden kurtuluş yoktur. Ama söven, eğer kâfirse, müslüman olmakla kurtulur.
Biri de şudur ki, şer’i hükümlerden dilediği hükmü dilediği kimseye mahsus kılardı. Nitekim Huzeyme’nin şehadetini iki kişinin şehadeti yerine tutmuştu. Ebû Dâvud, Ammâre bin Huzeyme bin Sâbit’den, o da Resûlüllah’ın ashâbından olan kendi amcasından şöyle rivâyet etmiştir: “Alemlerin hocası Resûlüllah hazretleri bir bedeviden bir at satın almıştı. Bedevi, Fahr-i Âlem hazretlerinin arkasına düşüp parasını almağa gidiyordu. Resûlüllah hazretleri de hızlı hızlı önde gidiyordu. Bedevi geride eğlendi. Halk başına üşüştüler, atı pazarlaşmağa başladılar. Resûlüllah hazretlerinin satın aldığını bilmiyorlardı. Bedevi ise daha fazlasına tamah edip başkasına satmak istedi. Onlar, Peygamber Efendimizin aldığı bahadan daha fazlasını vermişlerdi.
Sonunda olup bitenlerden haberdar olan müşteriler çekildiler. Bedevi de, Fahr-i Âlem hazretlerine sattığını inkâr edip:
— Sana sattığıma şahit getir, dedi.
Halk, bedeviyi ayıplamaya başladılar:
— Peygamber yalan mı söylüyor? Sen satmışsın! dediler.
Bu esnada Huzeyme (radıyallahü anh) çıkıp geldi. Oradaki çekişmeyi işitti. Hemen:
— Ben şehadet ederim ki, sen bu atı Resûlüllah’a sattın, dedi.”
Ebû Davud’un bu hadîsinde zikredilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri Huzeyme’nin şehadetini iki kişinin şehadeti yerine tuttu, dediler. Sahîh-i Buhârî’de de Zeyd bin Sâbit’in hadîsinde Resûlüllah Efendimiz’in Huzeyme’nin şehadetini iki kişinin şehadeti yerine tuttuğu zikredilmiştir.
Peygamber Efendimizin Ummü Atıyye’ye niyâhat (ölü üzerine iyiliklerini sayıp dökerek ağlama) hususunda izin vermesi de bu babdandır. İmâm-ı Müslim, Ummü Atıyye’den rivâyet etmiştir ki: “Kadınlar hakkında: “Yübâyi’neke alâ en lâ yüşrikne billahi şey’en... ve lâ ya’sîneke fî ma’rûfin — Ey Peygamber! Mü’min kadınlar sana gelip hiç bir şeyi Allah’a ortak koşmamak... ve emredilen şeylerde sana karşı gelmemek hususlarında bîat ederlerse, onların bîatini kabûl et,” (Mümtehine sûresi: 60/12) âyet-i kerimesi nazil oldu. Niyâha, yâni ölü üzerine sağu etmek de âyet-i kerime gereğince terki lâzım gelen şeylerdendi. Ben:
— Ya Resûlâllah! Niyâha için sadece Al-i Filân (filân aile) hakkında bana izin ver. Zira onlar cahiliyette beni mutlu etmişlerdi; benim de şimdi onları mutlu etmem lâzım, dedim.
Bunun üzerine Resûlüllah hazretleri:
— İllâ âl-i filân (sadece filân aile için), diye buyurdu.”
Yâni hususî olarak bir tâife için izin verdi demektir.
İmâm-ı Nevevî: “Bu söz, Ummü Atiyye’ye hâssaten adı geçen kavm için izin vermeye hamledilmiştir. Şeriat koyucu için dilediği şeyi umumdan hususiye çevirmek vardır,” diye buyurdu.
Peygamber Efendimiz hazretlerinin, Esmâ binti Umeys’e ihdâd’ın terki için izin buyurması da bu babdandır. İhdâd’ın mânası: Kocası vefat eden ve kocası kendisini boşayan kadınların iddeti içinde ziyneti terketmesidir. Yâni giyinip donanmak, kına yakınmak, sürme çekinmek, zaruret olmadıkça misk, amber vesair hoş kokulu nesneler taşımak ve sürünmek onlara caiz değildir. İddet çıkıncaya dek bu zikrolunan nesnelerden sakınmak lâzımdır. Ama Ca’fer bin Ebî Tâlib şehid olduğunda karısı Esmâ binti Umeys’e Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:
— Üç gün matem elbiseni giy de ondan sonra ne istersen eyle, diye buyurdu.
Ebû Bürde bin Niyâr’ın kurbanı da Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hususî olarak izin verdiği şeyler babındandır.
Berâ’ bin Azib’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, kurban bayramı günü bize hutbe buyurup:
“Kim bayram namazımızı kılar ve kurbanımızı keserse o kişi sünneti yerine getirmiştir. Kim, kurbanı, bayram namazından önce keserse, o kurban değildir, et koyunudur,” diye buyurdu.
Ebû Bürde bu sözü işitince yerinden kalktı:
— Ya Resûlâllah! Ben, namaza çıkmadan önce kurbanımı kestim. Bugün yemek içmek günü olduğunu düşünerek acele edip böyle yaptım. Kendim yediğim gibi çoluk çocuğuma ve komşularıma da yedirdim, dedi.
Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
— Kurban yerine geçmez. O ettiğin et koyunudur, dedi.
Bunun üzerine Ebû Bürde:
— Benim yanımda bir dişi oğlak vardır ki, iki koyundan yeğdir. O oğlak benden yana kurban yerine geçer mi? diye sordu.
Ebû Bürde’nin sorusunda geçen teczî kelimesi, vezince ve mânaca takzî demektir ki, “Benden yana kurbanı kazâ eder mi?” yâni kurban yerine geçer mi, demek olur, dediler.
Ebû Bürde (radıyallahü anh) böyle deyince Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:
— “Neam, ve len teczî an ehadün ba’deke — Evet, senden kurban yerine geçer. Ama senden sonra bir kimse için geçmez,” diye buyurdu .
Hâsılı keçi kısmından kurban câiz değilken cevazı Ebû Bürde’ye mahsus kılındı. Beyhakî’nin rivâyetinde Ukbe bin Âmir’den de oğlak kurbanı makbul olmuştur, diye varid olmuştur. Ebû Bürde’ye mahsus değildir, diye hadîs âlimleri söz etmişlerdir. Her ne kadar Ukbe’nin hadîsi de Beyhakî katında sahih mahreçli ise de Ebû Bürde’nin hadîsi daha sahih mahreçli olan hadîslerdendir, dediler.
Bir topluluğun kavlinde gelen mürsel hadîste Peygamber Efendimizin, Kur’an ehlinden bir kimseye bir hatun alıverip Kur’an’dan bir sûreyi mehir yerine itibar etmesi de bu hususî izin verme babındandır.
Ebû Nu’man El-Ezdî’den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, bir hatunu Kur’an’dan bir sûre üzre bir kimseye tezvic edip:
— “Lâ yekûne li-ehadi ba’deke mehren — Bu, senden sonra kimseye mehir olmaz,” demiştir.
Peygamber Efendimize mahsus olan hallerden biri de şudur ki, hummalı (ateşli) olduğu zaman ecrinin kat kat olması için iki kişinin humması kadar humma ârız olurdu.
Biri de şudur ki, Allah’ın sevgilisi ve peygamberlerin en itibarlısı olan Efendimiz hazretleri hasta iken hâlini sormağa üç gün Cebrâil aleyhisselâm gönderilmişti.
Biri de şudur ki, vefat ettiklerinde üç gün halk bölük bölük gelip üzerine namaz kıldılar. Imamsız ve cenaze duasız cenaze namazını kıldılar. Üç gün defnetmediler ve ayrıca şerefli kabrinin içine kadife döşediler. Uç gün defnolunmamak ve kabri içine kadife döşenmek O’na mahsustu. Başkalarına caiz değildir. Nitekim tafsilâtı inşâallah aşağıda gelecektir.
Biri de şudur ki, şerefli cesedi aslâ çürümez. Peygamberler hep böyledir. Ebû Davud’un rivâyetinde:
— “El-arzu lâ te’külü ecsâdü’l-enbiyâ — Toprak, peygamberlerin cesedlerini yemez,” buyrulmuştur.
Biri de şudur ki, O’ndan miras alınmazdı. Diğer peygamberlerin de mallan vârislerine geçmezdi. Bunun izah şeklinde bâzılan, “Mülkü üzerinde bâkidir. Yâni onlar ölmezler. Onun için onların mirası olmaz,” dediler. Bâzılan da “Sadaka olur, onun için miras olmaz,” dediler.
İmâm-ı Nevevî, Ravzâ’nın ilâvesinde: “Doğrusu, mülkünün zail olup müslümanlara sadaka olduğuna hükmolunmasıdır,” dedi. Bu takdirde Resûlüllah Efendimizin bütün malını fukaraya vasiyet etmesi caizdi. Ama başkalarının üçte birden fazlasını vasiyet etmesi caiz değildir. Diğer peygamberlerin de mallarının miras olmadığına delil şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri Nesâi’nin rivâyetinde:
— Hiç şüphesiz peygamberler zümresi miras bırakmazlar,” diye buyurmuştur.
Bunun gereği, bütün peygamberlerin mallarının kimseye miras olmamasıdır. Bu takdirde Kur’ân-ı azîm’de: “Ve verise süleymânü dâvude — Ve Süleyman Davud’a mirasçı oldu,” (Nemi suresi: 27/16) buyrulmasından ve ayrıca: “Rabbi heblî min ledünke veliyyen yerisünî — Rabbim, bana, kendi katından bir veli (dost) lütfet ki, bana mirasçı olsun,” (Meryem sûresi: 19/5-6) buyrulmasından ne anlamak gerekir? diye sorulursa buna şöyle cevap verilir:
— Âyet-i kerimelerde geçen mirasçılıktan murad, ilim ve peygamberliğin tevarüsüdür, yoksa mal ve mülkün tevarüsü değildir.
Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz, şerefli kabrinde hayat (dirilik) üzredir. Diğer peygamberler de böyledirler. Bazılarının kavlince kabrinde ezan ve kametle namaz kılar.
İbn-i Zebâle ve tbn-i Neccâr hikâye etmişlerdir ki, Haccâc bin Yusuf’un Medine’ye vardığı, eyyâm-ı harre (sıcak günler) denilen fitne zamanında üç gün Medine’de ezan terkolundu. Halk, şehirden dışarı çıkmışlardı. Saîd bin Müseyyeb (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mescidinde idi. O anlattı: “Bana korku ve ürküntü geldi de şerefli kabrin yanına vardım. Öğle zamanı olduğu gibi şerefli kabirde ezan okundu. Sonra öğle namazını kıldım. Ondan sonra üç gece tamam oluncaya kadar her namaz vaktinde şerefli kabrinde ezan okunup kamet olundu. Sonradan halk şehre gelip müezzinler ezan okumağa başladılar. Ezanlarını, şerefli kabirden işittiğim gibi işittim,” diye buyurdu. Şerefli muradı, “Şeksiz ve şüphesiz, müezzinlerin ezanı nasıl işitilirse öyle işitilirdi,” demektir.
Bu da sâbittir ki, peygamberler, hac ederler ve “lebbeyk” derler. Eğer sual olunup:
— Nasıl hac ederler ve nasıl “Lebbeyk” derler? Halbuki onlar ölüdürler. Âhiret yurdu ise teklif yurdu değildir. O halde namaz ve haccın aslı nedir? denirse cevabı şudur:
— Onlar şehidler gibidir. Belki onlardan da üstündürler. Şehidler ise Hak teâlâ hazretleri katında diridirler, rızıkları verilir. O halde hac etmek ve namaz kılmak, ihtimal ve imkândan uzak olmaz.
Yahut şöyle denir:
— Berzah âleminde ki, ölümleri gününden kıyamet gününe varıncaya kadar olan zamandır, o zamanda onlara amel çokluğu, ecir ve sevap fazlalığı için dünya hükmü verilir. Âhirette kesilen tekliftir, amel değildir. Amelin hoşa giderek hasıl olması, zorluk duyarak olmaması mümkündür. Onun içindir ki, Kur’an okurlar ve tesbih ederler. Fahr-i Âlem hazretlerinin şefaat zamanında secdeye varması da bu kısımdandır.
Eğer sual olunup:
— Nasıl onlara hayat (dirilik) isbat olunur ki, Kur’ân-ı azîm, Fahr-i Âlem Hazretlerinin ölümünü bildirip: “Inneke meyyittin ve innehüm meyyitûne — Sen de ölüsün, onlar da ölüler,” (Zümer sûresi: 39/30) buyurmuş ve hadîs-i şerifte de: “Innî makbuzun — Ben kabz olunmuşum,” diye vârid olmuştur? Bunlar, Fahr-i Kâinat hazretlerinin ölü ve şerefli ruhunun kabzolunmuş olduğuna delildir. Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk de: “Inne Muhammeden kad mâte — Şüphesiz Muhammed ölmüştür,” demiştir. Müslümanlar da Fahr-i Âlem hazretlerine ölü demekte birleşmişlerdir. Bütün bunlardan sonra diridir demek nasıl doğru düşer? denirse Şeyh Takiyyüddin Sübkî cevap verip buyurmuştur ki:
— O ölüm müstemir (sürekli) değildi. Gerçi vefat ettiler, fakat sonradan yine hayat verildi. Onun içindir ki, arkalarında bıraktıkları, mirasçılarına intikal etmedi. Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh), ehline ve hizmetçilerine ondan nafaka verirdi. Mal ve mülkün intikali, sürekli ölüm şartına bağlıdır. Yâni hemen ölüp gidip kıyamete değin hayat bulmayanların mal ve mülkü mirasçılara intikal eder. Yoksa bunlarmki etmez. Sonra gelen hayat uhrevî hayattır. Şüphe yoktur ki, bu hayat, başka hayattan daha tam ve daha mükemmeldir. Bu hayatın ruha ait olduğu sabittir. Hiç bir güçlük olmaksızın şu da sabittir ki, peygamberlerin bedenleri çürümez. Sahih hadîste diğer ölülerin ruhlarının bedenlerine geri döndüğü de sabittir. Nerde kaldı ki, şehitler ve nerde kaldı ki, peygamberler bu derecede olmasın?.. Bu mertebelerde şüphe yoktur. Sadece söz şundadır ki, ruh bedene geri döndükten sonra devamlılık ve süreklilik üzre bedende durur mu? Beden, onunla dünyadaki durumu üzre sağ olur mu? Yoksa ruh, Hak teâlâ hazretlerinin dilediği yerde durup beden, ruhsuz olarak hayat bulur mu? Bu mâna, yâni ruhsuz sağ olmak, Hak teâlâ Hazretinin kudretinden uzak değildir. Bedende bir hal yaratması ve onunla bedenden bazı fiillerin sâdır olması mümkündür. Akıl, bu mertebeyi uygun görür. Şöyle ki, işitme yolu ile gelen gerçek deliller de olabilir; ona uymak lâzım olur. Halbuki âlimlerden bir topluluk bu mânayı zikretmişlerdir. Mûsâ aleyhisselâm’ın kabrinde namaz kılması buna şahittir. Zira namaz, sağ beden ister. Miraç gecesinde peygamberlerden sâdır olan sıfatın hepsi cisimlerin sıfatıdır. Bu hayatın hakikî hayat olmasından bedenin dünyadaki gibi ruh ile beraber olması lâzım gelmez ki, yemeye ve içmeye muhtaç olsun, diğer geçim zaruretleri ne ise onları gerekli kılsın. Belki başka bir hal üzre olur. Bu hususî dirilik tarzinin kendine mahsus bir hükmü de olur. Velhasıl onlara bu tür bir dirilik isbâtından akıl kaçınmaz. Ama bilme ve işitme türünden idrâklerin onlara ve diğer ölülere sâbit olduğunda şüphe yoktur.
Şeyh Zeynüddin El-Merağî, bunu hikâye edip: “Ama bu, her kişiye nasip olmaz; çok az bulunur,” demiştir.
Biri de şudur ki, şerefli kabrinde bir melek durup ümmetinin ettikleri salâvatı Resûlüllah Efendimiz hazretlerine sunar. İmâm-ı Ahmed, Nesâî ve Hâkim bunu rivâyet etmişlerdir. Hâkim, şu ibare ile tashih etmiştir:
“Gerçekten Allah’ın yeryüzünde seyahat eden melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana yetiştirirler,” diye buyurmuşlardır.
Isfahânî’nin rivâyetinde Ammâre’den şöyle rivâyet edilmiştir ki:
“İnne lillâhi meleken a’tâhu sem’al-ibâdi küllihim femâ min ehadin yüsalli aleyye illâ bellâğtühâ — Gerçekten Allah’ın bir meleği vardır. Allah, bütün kullarının sözlerini işitmeyi o meleğe vermiştir. Yâni ona öyle bir işitme kuvveti vermiştir ki, her kişi ne derse o işitir. Bir kimse bana salât edip de o meleğin onun salâtmı bana getirmemesi mümkün değildir,” diye buyrulmuştur.
Ümmetinin amelleri de Peygamber Efendimiz hazretlerine sunulur ve onlar için istiğfar eder. Abdullah bin Mübârek Saîd bin Müseyyeb (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet eder ki:
“Hiç bir gün yoktur ki, gece gündüz Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ümmetinin amelleri arz olunmasın. Peygamber Efendimiz hazretleri, onları, simâları ve amelleri ile bilir,” diye buyurdu.
O halde her kişiye, bu durumu düşünüp ona göre amel işlemek gereklidir.
Biri de şudur ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin şerefli minberi havuzunun üstündedir. Bir rivâyette Peygamber Efendimizin minberi cennet tür’alarından birinin üzerindedir. Tür’a diye aslında yüksek yerde olan bahçeye derler. Düz yerde olunca ona ravza derler. Alimlerden hiç kimse, bunun zahirî üzre olduğuna aykırı bir söz söylemedi. Bu haktır, mahsûs (hissedilir, aşikâr) ve mevcuttur. Zira Allah’ın kudretine elverişlidir. Zira onda aslâ acz yoktur. Muhbir-i sâdık’ın (doğru habercinin) haber verdiği her şeye îman etmek gereklidir, dediler.
Biri de şudur ki, minberiyle şerefli kabrinin arası cennet bahçelerinden bir balıçedir. Bu sözün hakikat ve mecaz olması muhtemeldir.
Hakikat olmasının açıklama şekli şudur: Resûlüllah Efendimiz haber vermiştir. O aralığın cennet yerinden bir parça olması mümkündür. Hacer-i Esved cennet taşlarından bir parça olduğu gibi bu da cennet toprağından bir parça olabilir. Bunun gibi Nil ve Fırat ırmakları da cennet ırmaklarındandır. Hindistan meyveleri de Hazret-i Âdem’in cennetten çıkardığı yapraktandır. Hak teâlâ hazretlerinin hikmeti gereğince cennetin taşından, toprağından, suyundan ve meyvesinden dünyada olması caizdir.
Mecaz olmasına gelince bunun açıklama şekli de şudur: Müsebbibin ismini sebebe vermek yoliyle mecaz yapılmıştır. Yâni o şerefli yerde ibadet etmek cennete girmeğe sebep olduğu için kısaca oraya cennet bahçesi denilmiş olabilir. İbn-i Ebî Cemre böyle demiştir. Bâzıları “Orada ibâdet etmenin mânası ibadet edenin cennete girmesi olduğu için oraya cennet bahçesi denildi,” demişlerdir ki, bu da İbn-i Ebi Cemre’nin dediği sözdür. Yine Behçetü’n-Nüfûs adlı kitabında bir kavil hikâye etmiştir ki, “O yer ayniyle cennete naklolunur ve cennet bahçelerinden bir bahçe olur,” demişlerdir. Kendi der ki: “En açık olanı, bu iki kavlin arasını bulup ikisini birleştirerek şöyle demektir: Orada ibadet cennetin sebebi olduğu için o yerin cennet bahçesi olması ve o yerin ayniyle cennete naklolunması dolayısiyle oraya cennet bahçesi denilmesi, bunun ikisi de vâkidir. Aralarında zıtlık yoktur.” Daha fazla tafsilât, inşâallah son bölümde gelecektir.
Biri de şudur ki, Peygamber Efendimizin kabri herkesin kabrinden önce şak olacaktır. İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde:
“Toprağı yarıp çıkanların ilki benim,” diye varid olmuştur.
Sûrun üflenmesinde yıldırım yetişenlerin (çarpılanların), yâni aklı başından gidip kendinden geçenlerin ilk iyileşeni âlemlerin hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri olacaktır. Nitekim Sahîh-i Buhârî’de Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
“Ben, sûr çalındıktan sonra başını kaldıranların ilki olacağım. O zaman birden Mûsâ aleyhisselâm’ı Arş’ın ayaklarından birine yapışmış görürüm. Benden evvel mi kalktı, yoksa Tûr dağında vâki olan yıldırım yetip sûrun üflenmesindeki yıldırım ona erişmedi mi, bilemem,” diye buyurmuştur.
Yine Peygamber Efendimiz Sırat’ı herkesten evvel geçecektir. İmâm Buhârî, Ebû Hüreyre’den böyle rivâyet etmiştir. Ayrıca kabrinden kalktığı zaman yetmiş bin meleğin arasında çıkacaktır. Nitekim Kâ’bu’l-Ahbâr’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki:
“Her sabah yetmiş bin melek inerler de Peygamber Efendimizin şerefli kabrinin etrafını çevirirler. Ta akşam oluncaya kadar kanat vurup dönerler. Ondan sonra ilk melekler göğe çıkar, yetmiş bin melek daha iner. Ta Peygamber Efendimizin şerefli kabri yarılıp, çıkıncaya kadar bu hal üzre olurlar. Kabrinden kalktığı zaman yetmiş bin melek arasında çıkar. Melekler onu tâzim ve tekrim ederler,” diye buyurmuştur.
İmâm-ı Buhârî, Medine Tarihi’nde böylece rivâyet etti.
Yine Peygamber Efendimiz, buraka binip haşir yerine varacaktır. Taberfnin naklettiği üzre Hâfız Silefî böyle rivâyet etmiştir.
Peygamber Efendimiz Haşir yerinde cennet hüllelerinin (giysilerinin) en şereflisini giyeceklerdir. Beyhakt’nin rivâyetinde: “Bana bir hülle giydirirler ki, beşer ona kıymet biçemez,” demişlerdir.
Kâ’b bin Mâlik’den (radıyallahü anh) şu lâfızla rivâyet olunmuştur:
“Kıyamet günü insanlar haşrolunacaktır. Ben ümmetimle beraber bir tepenin üstünde olacağım. Rabbim bana yeşil bir hülle giydirecektir,” diye buyurmuşlar.
İmâm-ı Taberanî böyle rivâyet etmiştir. İbn-i Ebî Şeybe’nin naklinde:
“İnsanlar bir tepenin üstünde ve benim ümmetim de bir tepenin üstünde haşrolunur (toplanır)” diye gelmiştir.
Bir rivâyette: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, ümmeti ile diğer insanların üzerinde yüksek bir tepe üstünde haşrolunur (toplanır), diye buyurmuşlardır. İbn-i Mes’ud’un (radıyallahü anh) Resûlüllah hazretlerinden rivâyet ettiği üzere Resûlüllah Efendimiz Arş’ın sağ yanında duracaktır. O’ndan başka kimse orada durmayıp önce ve sonra gelenler gıpta ederek: “Nolaydı, biz de orada dursaydık!” diyeceklerdir.
Biri de şudur ki, Resûlüllah Efendimize Makam-ı Mahmûd (övülen kişi olma makamı) verilecektir, tınam-ı Beğavî der ki: “Makam-ı Mahmud’un mânası, Mücâhid’in kavlince, Arş üstüne otursa gerektir, demektir. Abdullah bin Selâm’ın kavlince, Kürsü üzerine otursa gerek, demektir.” Daha fazla tafsilâtı inşâallah aşağıda gelecektir.
Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri kıyamet günündeki bekleme yerinde orada bulunanlar arasında üstünlükleri hükme bağladığında Peygamber Efendimiz hazretlerine en büyük şefaat hakkı verilmiştir. Bütün insanlar diğer peygamberlerden sonra Fahr-i Âlem hazretlerine sığındıkları zaman şefaat O’na mahsustur. Bir kavmi hesabına bakılmaksızın cennete koymak şefaati O’na mahsustur. Ayrıca cennette bir taifenin derecelerini yükseltmek için şefaat edecektir. Bu mertebeler başka peygamberlere müyesser değildin Bunun da tafsilâtı son bölümde inşâallah gelecektir.
Biri de şudur ki, kıyamet günü Livâ-i Hamd (Övgü Bayrağı) sahibi olacaktır. İmâm-ı Müslim’in (Allah ona rahmet etsin) naklinde geçtiğine göre Hazret-i Âdem ve ondan sonra gelenler hep O’nun bayrağı altında olacaklardır. Ayrıca cennet kapısını ilk açtıran O Hazret’tir.
Nitekim İmâm-ı Müslim’in naklinde Enes hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:
“Ben, kıyamet günü insanların en çoğunun kendisine tâbi olduğu kimseyim ve cennet kapısını ilk açtıran da benim,” buyurmuştur.
Yine Müslim’in naklinde Enes hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:
“Kıyamet günü cennet kapısına gelirim ve kapıyı açtırmak isterim. Cennetin kapıcısı:
— Sana açmak için emrolundum. Senden önce hiç kimse için açmam, der,” buyrulmuştur.
Taberanî’nin rivâyetinde şu da varid olmuştur ki, cennetin kapıcısı: “Ve lâ ekumi li-ehadin ba’deke — Senden sonra hiç kimseye de kalkmam,” der.
Bu da Resûlüllah Efendimizin hususiyetlerinden başka bir şeydir ki, cennetin kapıcısı Rıdvân aleyhisselâm o Hazret’ten başka kimseye kalkmaz ve herkesten evvel cennete o girip mü’minlerin fakirleri de O’nunla beraber girecektir: Tirmizî’nin rivâyetinde gelmiştir ki:
“Cennet kapısının halkasını ilk hareket ettiren benim. Allah onu benim için açtı ve mü’minlerin fakirleri ile beraber oraya girdik. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum,” diye buyurmuştur. Allah, bizi de Efendimiz Muhammed Mustafa’nın şefaatinin rahmet ve bereketleriyle rızıklandırsm.
Biri de şudur ki, Kevser ırmağı Resûlüllah Efendimizin havuzuna akacaktır. Aktığı yerler inci ve yakutla bezenmiş olacaktır. Suyu baldan leziz ve kardan ak olsa gerektir. Bu da O’na mahsus olan faziletler cümlesindendir.
Biri de Vesîle’dir ki, cennette olan derecelerin en yücesidir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsustur.
Fahr-i Âlem hazretlerinin ümmetine gelince Allah ziyade etsin kıymet ve şeref bakımından ümmetlerin en üstünüdür. Bunlara da bâzı hususiyetler ihsan buyrulmuştur. Bu ihsanlar diğer ümmetlere müyesser olmamıştır.
Once malûm olsun ki, Peygamber Efendimiz, inse ve cinne peygamber gönderilmiştir. Bu iki tâifenin beraberce Peygamber Efendimizin ümmeti olduğunda şek ve şüphe yoktur. Fakat o Hazret’in Kendisi ins tâifesinden zuhur edip bunlar arasında olduğu cihetten Hak teâlâ hazretlerinin yardım ve desteklerinin en fazlası O’nun ümmetinin insan zümresine yönelip bu tâifeyi fazlinin kemâlinden: “Küntüm hayre ümmetin uhricet linnâsi — Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz,” (Âl-i Imrân sûresi: 3/110) iftihar hil’ati ile şereflendirdi ve nebilerin veresesi kıldı.
Ayrıca şer’î hükümlerin çıkarılmasında bunlara içtihat rütbesi müyesser eyledi ki, reylerinin gerekli kıldığı mertebe ile hükmederler. Bu ümmet zamanına kalan peygamberler, yâni Hazret-i İsâ ve Hazret-i Hızır (Allah’ın yardımları bizim peygamberimizin ve onların üzerine olsun), bir şey hakkında hükmedecek olsalar Fahr-i Kâinat hazretlerinin şeriatı ile hükmederler. Hak teâlâ hazretleri, bu şeriatın hükümlerini onlara ilham eder yahut Fahr-i Kâinat hazretlerinin temiz ruhundan feyz alırlar veya Hak teâlâ dilediği bir yoldan onlarda bilgi hâsıl eder, Muhammed ümmeti arasında helâl ve haram kılman şeylerde neye hükmedelerse O’nun şerefli şeriatı ile hükmederler. Kendi peygamberlikleri zamanında olan şeriatla hükmetmez. O halde onlar, bu Hazret’e tâbidirler.
Hakim Tirmizî, “Hâtemü’l-Evliya” adlı kitabında buna tenbih etmiş (dikkat çekmiş) tir. Anka-i Mağrib Sahibi (Allah sırrını takdis etsin) de beyan etmiştir. Mevlânâ Sadeddin Teftazânî de bâzı kitaplarında işaret etmiştir.
Eğer suâl olunup:
— Sahih-i Müslim’de vârid olmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri yemin ederek:
“Meryem’in oğlunun (İsâ aleyhisselâm’m) sizin aranıza âdil hâkim olarak inmesi yaklaştı. O iner de haçları kırar, domuzları öldürür ve kâfirlerden cizye kabûl etmez; ya İslâm’ı kabûl ederler, yahut onları kılıçtan geçirir,” buyurmuştur. Böyle etmesi ise şeriatın hükmüne aykırıdır. Zira kitabî olan kâfir cizye verdikten sonra kabûl etmek vaciptir; katli Kur’an’a ve İslâm şeriatına göre caiz değildir. İslâm’a ikrahı da (İslâm dinini kılıç zoru ile kabûl ettirmeye çalışması da) caiz değildir. Böyle olunca îsâ aleyhisselâm’ın bizim Peygamberimizin şeriatı ile hükmedici olması nasıl doğru olur? denirse cevap şudur:
— Hazret-i îsâ’nın bu şeriatle hâkim (hükmedici) olacağı kesindir. Cizye husususunun ise aslı şudur: Kitap ehlinden cizye kabûlünün vacip olması, kıyamete değin süren hükümlerden değildir. Belki Hazret-i îsâ’nın inmesine kadar sürecektir. O zaman geldiğinde bu hükmün neshedilmiş olmasını Fahr-i Âlem hazretleri beyan etmiştir. Nesheden Hazret-i İsâ değildir; belki neshi beyan eden Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleridir. O halde delâlet etti ki, o zamanda Hazret-i İsâ’nın cizye kabûl etmemesi yine bizim Peygamberimizin şeriatıdır.
İmâm-ı Nevevî, Müslim Şerhi’nde buna işaret etmiştir. Şimdiki zamanda cizyenin kabûl olunup da o zaman gelince kabûl olunmamasının sebebi, İbn-i Battal’ın zikrettiği üzere şudur: “Şimdi mala ihtiyaç vardır. Ama İsâ’nın inmesinden sonra mal o kadar çok olup o derece değersiz ve itibarsız olacaktır ki, onu kabûl eden kimse bulunmasa gerektir. Onun için kâfirleri ya katledip ya da Allah’a îman etmeyi kabûl ettirse gerektir.”
Şeyh Veliyyüddin İbnü’l-Irakî (Allah ona rahmet etsin) de şöyle cevap vermiştir: “Yahudi ve Hıristiyanlardan cizye kabulü şu özür sebebiyledir: Ellerinde Tevrat ve İncil olduğu için cehaletlerinden kendilerinin kadîm (en eski) şeriat üzere olduklarını sanırlar. Kitaplarının hükmünün neshedilmiş olduğunda şüpheleri vardır. Halbuki Hazret-i İsâ (Allah’ın yardımları ve selâmları onun üzerine olsun) indiği zaman işin hakikati açıklığa kavuşup şüpheleri giderilerek özre mecal kalmayacaktır. İşte bundan dolayı lâzım gelir ki, ya îman getirirler, yahut öldürülürler.”
Bu cevap, birinciden daha uygundur.
Hızır aleyhisselâm’ın peygamberliğine ve bu zamana değin bekasına kail olan âlimlerin kavlince o da bu şerefli milletin hükümlerine tâbidir, llyâs aleyhisselâm da, İmâmı Kurtubî’nin tashih ettiği üzre, hayattadır. O da bu şerefli millete tâbi olanlardandır.
Velhasıl peygamberler arasında Fahr-i Âlem hazretlerinden başka bir peygamber yoktur ki, ona bir resul tâbi olmuş olsun. Muhammed ümmetine şu şeref yeterlidir ki, tâbi oldukları kerîm resule Hak teâlâ hazretlerinin resulleri tâbi olmuştur. Ve onlar, Hak teâlâ hazretlerinin aziz kitabında: “Küntüm hayre ümmetin — Siz, en hayırlı ümmet oldunuz,” (Âl-i Imrân sûresi: 3/110) hitabı ile şereflenmişlerdir. O halde bu ümmetin yürüdüğü meslek yolunda intizam sâhibi olanlara yaraşan, güzel ahlâklarla sıfatlanmaya bütün gücü ile çalışmaktır. Tâ ki, bunlara takdir edilen ebedî saadete kavuşmaya muvaffak olsunlar.
“Küntüm hayre ümmetin — Siz, en hayırlı ümmet oldunuz,” demek “Siz Levh-i Mahfuz’da oldunuz” demektir. Bâzılarına göre “Allah’ın ilminde oldunuz,” demektir. Hâsılı “Hayırlı ümmet olduğunuz Levh-i Mahfuz’da sâbittir,” demektir. Yahut “Allah’ın ilminde sâbittir,” demektir.
Mücâhid’den rivâyet edilmiştir ki, bu âyetten murad, “Zikrolunan şartlar üzere olduğunuz zaman, yâni mârufla emredip münkerden yasakladığınız zaman hayırlı ümmet olursunuz,” demektir. Bâzıları da: “Bunların hayırlı ümmet olması, bunlardan müslimîn (kendileri selâmet ve emniyet buldukları gibi başkalarının da kendilerinden sâlim ve emin oldukları müslümanlar) çok olduğu içindir. Ve aynı zamanda münkerden (yasaklanmış, kötü işlerden) nehyin (yasaklamanın, kötülükleri önlemenin) bunlarda yaygın olmasından dolayıdır,” dediler.
Bâzıları da dediler ki: “Bu hitap, Resûlüllah hazretlerinin ashâb topluluğunadır. Nitekim Fahr-i Âlem hazretleri: “İnsan oğullarının en üstünü benim zamanımda olanlardır. Yâni benim zamanımda olan müslümanlardır. Onlardan sonra en üstünü onların akabinde gelenlerdir. Onlardan sonra en üstünü onlardan sonra gelenlerdir,” diye buyurmuştur. Bu delâlet eder ki, bu ümmetin başlangıcı sonundan daha üstündür. Büyük âlimlerin mezhebleri budur.”
Yine buyurmuşlardır ki: “Ömründe bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sohbetine yetişen kimse sonra gelenlerin hepsinden üstündür. Resûlüllah hazretlerinin sohbetine denk olan bir amel yoktur.” Velhasıl çokluğun mezhebi bu zikrolunandır.
Ama Ebû Amr bin Abdü’l-Berr (Allah ona rahmet etsin) şuna zâhib olmuştur: “Sonra gelenler içinde bâzı kimseler vardır ki, sahâbenin bâzısından daha üstündür. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin, “İnsanların en hayırlısı benim zamanımda olanlardır,” buyurması umumîlik üzere değildir. Şu delille ki, şerefli zamanında “üstün olan” ve “kendisine üstün olunan” kimseler vardı. Yâni üstünlükte hepsi birbirine eşit değillerdi. Sahâbeden bâzı kimse vardı ki, kebâir ehlinden (büyük günah işleyen kimselerden) idi. Onlara had (ağır cezalar) tatbik olunmuştu.
Ebû Umâme’nin (radıyallahü anh) rivâyetinde Fahr-i Âlem Efendimiz’den rivâyet edilmiştir ki:
“Ne mutlu o kimseye ki, beni gördü ve bana îman getirdi! Yedi kere ne mutlu o kimseye ki, beni görmediği halde bana îman getirdi!” diye buyurmuştur.
Bu hadîste Tûbî, tahsîn (beğenme, takdir etme) kelimesidir. “Ne güzel, ne gökçek, ne mutlu!” demektir.
Ebû Dâvud Tayâlisî (Allah ona rahmet etsin), Muhammed bin Ebû Hamîd’den, o da Zeyd bin Eslem’den, o da Hazret-i Ömer’den rivâyet etmişlerdir ki, şöyle dedi:
“Ben, Peygamber Efendimiz hazretlerinin huzurunda oturuyordum. Alemlerin Efendisi buyurdu ki:
— İman cihetinden insanların en üstünü hangisidir, bilir misiniz?
Biz:
— Meleklerdir, dedik.
— Onlara yaraşan zaten odur. Onlara ne söz! Benim muradım başkasıdır, diye buyurdular.
Biz, bu defa:
— Peygamberlerdir, dedik.
Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri:
— Elbette onlara yaraşan îman cihetinden insanların en üstünü olmaktır. Onlara ne söz! Benim sualden muradım, başkalarıdır, dedi.
Sonunda beyan buyurup:
— iman cihetinden ümmetimden en üstün olan topluluk şu kimselerdir ki, benden sonra gelir, beni görmedikleri halde bana îman getirirler; beni görmeden mü’min olurlar. İşte îman cihetinden insanların en üstünü onlardır, dedi.”
Ama bazıları, bu hadîs-i şerifin isnadında zaaf vardır, dediler.
Rivâyet olunmuştur ki, Benî Ümeyye’den Ömer bin Abdülâziz (Allah ona rahmet etsin), halifelik mesnedine oturduğu zaman: “Bana Ömer bin Hattâb’ın (radıyallahü anh) sîretini (ahlâkını ve davranışlarını) yaz, gönder. Ona göre amel edeyim,” diye Sâlim bin Abdullah’ın huzuruna mektup gönderdi. Sâlim, Hazret-i Ömer’in oğlunun oğludur. O da cevap olarak yazdı ki: “Eğer sen, Hazret-i Ömer’in sîreti ile amel edersen Ömer’den daha üstün olursun. Zira senin zamanın Ömer’in zamanı gibi ve senin ricalin Ömer’in ricali gibi değildir,” dedi. Ondan sonra Halife, zamanının âlimlerine mektuplar yazdı. Onlar da böyle haber gönderdiler. Bu hal delâlet eder ki, sonra gelenlerde sahâbenin bâzısından daha üstün kimsenin bulunması mümkün ve muhtemelmiş .
Ama doğrusu şudur ki, âlimlerin çoğunun görüşünce, inse ve cinne Allah’ın Peygamberi olan Resûlüllah Efendimizin şerefli cemâlini müşahede edip sohbetine yetişmek gibi şeref olmaz. Sahâbe-i kirâm hazretlerinin üstünlüğüne dair deliller çoktur. Bunlar birbirini destekleyen delillerdir. Bu bahsin geri kalanı, Yedinci Bölümde, Sahabenin Faziletleri’nde inşâallah gelecektir.
Bu şerefli ümmeti Hak teâlâ hazretlerinin bâzı hususî faziletlerle mükerrem kıldığına nice haberler ve eserler delâlet etmiştir. Bu cümleden biri şudur: Ebû Nuaym Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz şöyle buyurdu: “Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm üzerine Tevrat indiği zaman okudu da bu ümmetin zikrini orada buldu. Bunun üzerine:
— Ya Rab, ben levhalarda yazılmış bir ümmet buldum ki, âhirûn ve sâbikun onlardır. Yâni bütün ümmetlerden sonra gelip şerefle hepsinden önce gelen onlardır. Onları bana ümmet eyle, dedi.
Hak teâlâ hazretleri:
— Onlar Ahmed’in ümmetidir, diye cevap verdi.
Ondan sonra Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm:
— Ya Rab, ben levhalarda bir ümmet buldum ki, onların kitapları göğüslerinin içindedir. Onu âşikâr olarak okurlar. O ümmeti bana ümmet eyle, dedi.
Yine Hak teâlâ hazretleri:
— Onlar Ahmed’in ümmetidir, diye cevap verdi.
Ondan sonra Mûsâ aleyhisselâm:
— Ya Rab, ben levhalarda bir ümmet buldum ki, ganimet malı yerler. Onları bana ümmet eyle, dedi.
Yine Rabb-ı izzet:
— Onlar Ahmed’in ümmetidir, diye cevap verdi.
Mûsâ aleyhisselâm yine:
— Ya Rab, levhalarda bir ümmet buldum ki, bir hayır işlemeğe niyet etseler de onlar tarafından bir mâni ortaya çıkıp işleyemeseler kendilerine bir hayır yazılır. Eğer müyesser olup da işleseler on hayır yazılır. Halbuki bir günah işlemeğe kasdetseler günah yazılmaz; eğer işlerlerse bir günah yazılır. Onları bana ümmet eyle, dedi.
Hak teâlâ hazretleri yine:
— Onlar Ahmed’in ümmetidir, diye buyurdu.
Ondan sonra Mûsâ aleyhisselâm:
— Ya Rab, levhalarda buldum ki, bir ümmete başlangıcın ve sonun ilmi verilecektir. Onlar Deccâl’ı katledeceklerdir. Onları bana ümmet kıl, dedi.
Hak teâlâ hazretleri:
— Onlar Ahmed’in ümmetidir, diye buyurdu.
Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm:
— Ya Rab, o halde beni Ahmed’in ümmetinden eyle, dedi.
Bundan sonra Hak teâlâ hazretleri, Mûsâ aleyhisselâma iki haslet verip:
“Yâ Mûsâ, gerçekten ben seni risaletimle ve kelâmımla insanlar üzerine seçkin olarak gönderdim. O halde benim verdiğimi al da şükredici kullarımdan ol,” diye buyurdu.”
İbn-i Tuğrul Nutk-ü Mefhûm adlı kitabında İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden merfuan rivâyet etmiştir ki: “Hazret-i Mûsâ:
— Ya Rab, ümmetler içinde sana benim ümmetimden daha kerîm ümmet var mıdır ki, bunların üzerine bulutu gölgeleyici ettin ve onlara gökten menn ile selvâ (kudret helvası ile bıldırcın kebabı) indirdin, dedi.
Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki:
— Bilmiyor musun ki, Muhammed ümmetinin başka ümmetler üzerine üstünlüğü, bütün yaratıklarım üzerine benim üstünlüğüm gibidir.
Ondan sonra Mûsâ aleyhisselâm:
— O halde ya Rab, onları bana göster, dedi.
Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri:
— Ey Muhammed ümmeti! diye nidâ eyledi.
Onlar da hep birden:
— Lebbeyk, Allahümme lebbeyk! (Buyur, Allah’ım buyur!) dediler.
Halbuki daha o zaman onlar babalarının bellerinde idiler. Bundan sonra Hak teâlâ hazretleri:
“Benim yardımlarım sizin üzerinizedir. Rahmetim gazabımı ve afvım azabımı aşmıştır,” diye buyurdu.
Yine buyurdu ki:
“Siz daha benden bir şey dilemeden önce ben sizin dileğinizi kabûl eder, ihtiyacınızı karşılarım. Sizden bir kimse Allah’ın birliğine ve Muhammed’in rasüllüğüne şehadet eder olduğu halde bana kavuşursa ben o kimsenin günahlarım mağfiret ettim.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri dedi ki:
— Hak teâlâ hazretleri bununla bana minnet etmek isteyip: “Ya Muhammed, biz senin ümmetine nidâ ettiğimiz, hattâ sözlerini Mûsâ’ya işittirdiğimiz zaman sen Tür dağinin yanında değildin,” (Kasas suresi: 28/44) diye buyurdu.”
Katâde’nin rivâyetinde şöyledir: “Hazret-i Mûsâ:
— Ya Rab, Muhammed ümmetinin ne güzel sesleri var? Onların seslerini bana bir daha işittir, dedi.”
Ebû Nüaym Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri şöyle anlattı: Hak teâlâ hazretleri, Benî İsrail peygamberi Mûsâ aleyhisselâm’a vahyedip:
— Ya Mûsâ! Ahmed’in şâm yanımda öyledir ki, bir kimse O’nu inkâr edici olduğu halde bana gelirse ben onu cehennem ateşine sokarım, dedi.
Mûsâ aleyhisselâm:
— Ya Rab, Ahmed kimdir? dedi:
Yüce Rab buyurdu ki:
— Ahmed o kimsedir ki, ben, bana ondan daha kerîm bir yaratık yaratmadım. Onun ismini kendi şerefli ismimle Arş üzerine gökleri ve yerleri yaratmadan önce yazmıştım. O ve ümmeti cennetime girinceye kadar başkalarına cennetim haram kılınmıştır.
Mûsâ aleyhisselâm:
— Ya Rab, O’nun ümmeti kimlerdir? dedi.
Hak teâlâ hazretleri:
— Çok çok hamdedicilerdir. Her hâle hamdedicilerdir. Ellerini bağlarlar, her taraflarını temizlerler, gündüz sâim (oruçlu), gece râhibedirler. Yâni ıssız yerlerde ibadetle meşgul olurlar. Ve Allah korkusu çekerler. Şehadet kelimesi sebebiyle onları ben cennetime sokarım, diye buyurdu.
Hazret-i Mûsâ:
— Ya Rab, beni o ümmetin peygamberi kıl, dedi.
Hak teâlâ hazretleri:
— Onların peygamberi kendilerindendir, buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm:
— Ya Rab, beni o peygamberin ümmetinden eyle, dedi.
Hak teâlâ hazretleri:
— Ya Mûsâ, sen daha önce geldin. O daha sonra gelecektir. Dünyada onunla birleşemezsin. Fakat seninle onun arasını Dârü’l-Celâl’de birleştireceğim, buyurdu.”
Vehb bin Münebbih’den rivâyet edilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri Yuşâ Peygamber aleyhisselâm’a vahyedip:
— Ben, ümmî bir peygamber göndereceğim ki, O’nunla, sağır olmuş kulakları, kılıfları içinde kalan gönülleri ve kör olan gözleri açacağım. O’nun doğum yeri Mekke’dir. Hicret edip varacağı yer Tayyibe (güzel bir yer) dir. O Mustafa kulum öyle mütevekkil, öylesine arınmış, derecesi yüksek, sevgili, seçkin ve üstündür ki, kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Belki afveder, yüz çevirir ve bağışlar. Mü’minleri esirgeyici o Kulum, yükü ağır olan hayvanlar için ağlar, dul kadınların elinde kalan öksüzler için ağlar. Çirkin huylu, ağır ve kaba davranışlı değildir. Pazarlarda âvâzını çıkarıcı ve çirkin sözler söyleyici değildir. Vekarı ve sekîneti öyledir ki, yanan bir mumun yanından geçecek olsa onu söndürmez, dedi.
Fahr-i Âlem Efendimizin güzel ahlâkına ilişkin nice vasıflar daha zikredip:
— Ben O’nu mübeşşir (iyilikleri haber vererek, kolay yolları göstererek sevindirici) ve nezîr (kötülükleri bildirerek, kötü sonuçlarını göstererek sakmdırıcı) olmak üzere göndereceğim, dedikten sonra:
— O’nun ümmetini insanlar için çıkarılan ümmetlerin en hayırlısı kılacağım. Çünkü onlar, emr-i bil-mâruf ve nehy-i ani’l-münker ederler (iyilikleri yapar ve yaptırır, kötülüklerden kaçar ve kaçındırırlar). Benim vahdaniyetime şehadet edip bana îman getirirler. Ne güzel, ne gökçek, ne mutluluk o kalblere, yüzlere ve ruhlara ki, bana onlar ihlâs etmişlerdir. Ben, onlara mescidlerinde, meclislerinde, yataklarında ve duraklarında tesbih, tekbîr, tahmîd ve tevhîd ilham ederim. Melekler benim Arş’ımın etrafında saf saf durdukları gibi onlar da mescidlerinde saf saf dururlar. Onlar benim dostlarım ve yardımcılarımda. Putperest olan düşmanlarımdan ben, onlarla intikam alırım. Onlar, bana kıyam, kuud, rükû ve sücûd ile namaz kılarlar. Diyarlarından binlercesi mallariyle çıkarlar, benim rızamı isteyip yolumda düşmanlarla saf saf durarak cenk ederler. Ben, onların kitapları ile diğer kitapları hatmederim (tamamlarım, sona ve kemâle erdiririm), şeriatleriyle diğer şeriatleri hatmederim ve dinleriyle diğer dinleri hatmederim. O halde bir kimse onlara yetişip de kitaplarına îman getirmez, dinlerine ve şeriatlerine tâbi olmazsa, o benden değildir, benden dargındır. Ben o ümmeti ümmetlerin en üstünü kılarım ve onları âdil kimseler ederim. Tâ ki, insanlar üzerine tanıklar, koruyucu ve kollayıcılar, halk arasında dirlik ve düzeni sağlayıcılar olsunlar. Onların hâli şudur ki, gazaba gelseler tehlîl ederler, yâni “Lâ ilâhe illâllah” demek suretiyle gazablarını savuştururlar. Ne zaman birbiriyle çekişecek olsalar beni tesbîh ederler, yâni “Sübhânallah” diyerek çekişmelerini keserler. Yüzlerini, ellerini, ayaklarını ve yüreklerini yıkar, temiz ederler. Eteklerini bellerine sokup yolumda hizmet ederler. Yüce yerler üstüne çıkıp tehlîl ederler. Kurbanları kendi kanlandır ve kitapları kendi göğüslerindedir. Geceleri ıssız yerlerde ibadet ederler, gündüz arslan olurlar. Yâni din düşmanları üzerine hücum ve galebede arslan gibi yiğit ve cesur olurlar. Ne güzel, ne hoş, ne kutlu bir haldir o kimselere ki, o ümmetten olup onların dinleri, şeriatleri ve tarikatleri (yolları) üzere olurlar. Bu, benim fazlımdır ki, dilediğim kimseye veririm. Ben büyük fazl sahibiyim, diye buyurdu.
O halde her akıllı kişiye vaciptir ki, kendi nefsini muhasebeye çekip görsün: Eğer bu hadîs-i Şerifte Hak teâlâ hazretlerinin buyurduğu vasıflar, güzel ahlâklar ve iyi huylarla vasıflanmışsa kendini Muhammed ümmetinden bilip şükür ve zikrini ziyade eylesin. Eğer bunun aksi bir hal üzere ise boş yere dindarlık ve müslümanlık iddiasında bulunmasın. Erkenden başinin çaresine baksın. Hak teâlâ hazretleri, bu şerefli ümmetin alâmetlerini ve simalarım haber vermiştir. Ciddiyetle cehdedip onlardan olmağa himmet ve gayret etsin. Tâkati kesilip gereken şeyleri hazırlamaya imkân kalmayınca iş zor olur. O zaman pişmanlık fayda vermez.
İmâm-ı Fahreddin buyurmuştur ki: “Mûcizesi çok açık olan peygamberin ümmetinin sevabı az olur.”
İmâm-ı Sübkî: “Ancak bu ümmet ki, peygamberlerinin mûcizesi en açık olduğu halde kendilerinin sevabı çoktur,” diye buyurmuştur.
Ancak saadet bu ümmetten olanındır. Ama kişinin kendini bunlardan sanmasiyle hakikaten bunlardan olmasının arasında pek çok fark vardır. Hak teâlâ Hazretleri, bu mânayı teşhis ve idrâk müyesser etsin.
Bu ümmetin hasletleri cümlesinden biri de şudur ki, ganimet malinin helâl olması peygamberler arasında Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine mahsus olduğu gibi ümmetler arasında bu ümmete de öyle mahsus kılınmıştır. Her yerde namaz kılmak, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine nasıl mahsus ise bunlara da öyle mahsustur. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine mahsus oluşu peygamberlere nisbetledir. Bunlara mahsus oluşu da geçmiş ümmetlere nisbetledir. Arzın temiz kılınması da böyledir.
İmâm-ı Buhârî’nin naklinde Ebû Ümâme’den rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri:
“Bütün arz (yeryüzü ve toprak) benim için ve ümmetim için mescid (secde yeri) ve temizleyici kılındı,” diye buyurmuşlardır.
Hadîste geçen Tahûr’dan murad, mutahhardır. Yâni temiz edicidir. Cünüplük ârız olan yahut abdesti bozulan bir kimse su bulamayıp teyemmüm etse temiz olur.
İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde de Huzeyfe’den rivâyet edilmiştir ki:
“Arzın, her yeri bize mescid, su bulamadığımız zaman da toprağı bize temizleyici kılınmıştır; bizi pâk eyler,” buyurulmuştur.
Bu büyük ümmetin hasletlerinden biri de abdest almaktır. Zira önceleri abdest almak peygamberlere buyrulmuştu, ümmetlerine buyrulmuş değildi.
İmâm Halimi böyle zikredip İmâm-ı Buhârî’nin naklinde vâki olan şu hadîs-i şerifi delil göstermiştir:
Hadîste geçen kelimelerden ğarrâ, eğarr kelimesinin çoğuludur. Eğarr da, alnında beyaz (alnı akıtınalı) olan ata denir. Muhaccelîn kelimesi de muhaccel’in çoğuludur. Muhaccel, ayağı sekili olan ata denir. Arap tâifesi içinde bu vasıftaki at çok makbûl ve muteber olduğu için ümmetini ona tesbih edip buyurmuştur ki:
“Benim ümmetim kıyamet günü mahşer arasında bu sıfatla dâvet olunurlar. Yâni abdest suyu dokunan yerleri nuraniyet üzre olur. Yüzleri, elleri ve ayaklan, geri kalan âzalarından ak ve nuranî olur.”
Ama Fethü’l-Bâri Sahibi böyle mâna vermeye karşı bâzı görüşler ileri sürüp dedi ki: “Sahîh-i Buhârî’de Hazret-i Sâre’nin kıssasında geçtiğine göre ‘Hâcer’i Sâre’ye veren melik Sâre’ye yaklaşmak istediği zaman Sâre kalktı, abdest alıp namaz kılmakla meşgul oldu,’ denilmiştir. Ayrıca yaralı rahip kıssasında: ‘O kalktı, abdest aldı ve namaz kıldı,’ denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, geçmiş ümmetlerin de abdestleri varmış.
O halde açık olan şudur ki, bu ümmete mahsus olan ğarre ve tahcîl (yâni alnı, elleri ve ayakları nuranî bir aklıkla işaretli) olmasıdır. Abdestin kendisi değildir.”
Fakat Halimî’nin muradı, abdest âyetinde vâki olduğu şekilde abdest bu ümmete mahsustur, demektir. Kabûl edelim ki, geçmiş ümmetlerde de abdest varmış. Ama bu şekilde abdestin onlarda da bulunduğu nereden sâbit olur? Mümkün değil midir ki, onların abdesti yalnız el yıkamak yahut el ile yüz yıkamak şeklinde olsun. Tâ bu ümmetin abdesti gibi iki eli dirseklere kadar yıkamak, yüzü tamamen yıkamak, başı meshetmek ve ayakları topuklara dek yıkamak şeklinin onların abdestlerinde de bulunduğu nereden sâbit oldu? Namazlarının da bütün yönleriyle bu ümmetin namazı gibi olduğu nereden sâbit olmuştur? Mademki bunun delili yoktur, Fethü’LBârî Sâhibi’nin ileri sürdüğü görüşler de vârid değildir.
Biri de beş vakit namazdır. Bu ümmetten başkasına beş vakit namaz buyrulmamıştır.
Tahâvî Ubeyd bin Muhammed’den, o da Hazret-i Âişe’den (r. anhâ) rivâyet etmiştir ki:
“Âdem peygamberin tevbesi sabah vaktinde kabül edildi. O zaman kalkıp iki rek’at namaz kıldı. O, sabah namazı oldu. Ishak aleyhisselâm için öğle vaktinde fidye gönderildi. O da dört rek’at namaz kıldı. O namaz öğle namazı oldu. Üzeyir aleyhisselâm vefat edip yüz sene sonra dirildiğinde:
— Ne kadar yattın? dediler.
— Bir gün, dedi.
Sonra güneşe bakıp:
— Yahut birkaç saat, dedi.
Ve dört rek’at namaz kıldı. O namaz ikindi namazı oldu. Dâvud aleyhisselâm, akşam güneş battığı zaman bağışlandı. Dört rek’at namaz kılmak için kalktı, üçüncü rek’atte oturdu. O namaz akşam namazı oldu. Ama yatsı namazını ilk kılan, bizim peygamberimiz, nebilerin ve resullerin efendisi Muhammed Mustafa (Allah’ın yardımları O’nun ve bütün peygamberlerinin üzerine olsun) hazretleridir. Yatsı namazı Fahr-i Kâinat hazretlerine mahsus olan şeylerdendir.”
Ebû Dâvud Sünen’inde, İbn-i Şeybe kitabında ve Beyhakî Sünen’inde Muâz bin Cebel (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki: “Bir gece Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, yatsı namazını öyle geciktirdi ki, başkaları onun kıldığını sandılar. Ondan sonra Peygamber Efendimiz çıkıp:
“Bu namazı, ufkun aydınlığı kaybolup karanlık zamanı geldiğinde kılın. Gerçekten siz bu namazla diğer ümmetlere üstün kılındınız. Bunu sizden önce gelen ümmetler kılmadılar,” diye buyurdu.”
Bu ümmete mahsus olan fazilet ve kerametler cümlesinden biri de ezandır. Başka biri kamet ve biri de besmele’dir. Şeyh Şihâbeddin El-Halebî En-Nahvî, tefsirinde, “Besmele, bizden önce gelenlerden kimseye nazil olmamıştır. Besmele de bu ümmete mahsus olan şeylerdendir,” diye buyurdu.
Biri de Te’mîn, yâni âmin demektir. İmâm-ı Ahmed’in (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Hazret-i Âişe-i Sıddıka (r. anhâ) buyurmuştur ki: “Bir zaman Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanında idim. Bir Yahudi izinle Fahr-i Âlem hazretlerinin şerefli huzuruna girdi. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz bir hadîs-i şerif buyurdu. O hadîste:
“Yahudi taifesi, bizim hidayet olunduğumuz cuma günleri İmâm ardında âmin dememize haset ettikleri gibi hiç bir şeye haset etmemişlerdir,” dedi.
Hâfız İbn-i Hacer: “Bu hadîs-i şerif gariptir. Bu sözlerle bu şekilden başka şeklini bilmiyoruz,” demiştir. Fakat bir hadîs-i şerif daha gelmiştir ki, onu İbn-i Mâce ihraç etmiş ve İbn-i Huzeyme tashih etmiştir, ikisi de Sehl bin Ebî Sâlih’den, o da kendi babasından, o da Hazret-i Aişe’den (r. anhâ), o da nebilerin iftiharı Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki:
“Yahudiler, bizim selâm vermemizi ve âmin dememizi kıskandıkları kadar hiç bir şeyi kıskanmazlar,” diye buyurmuşlardır.
Bu ümmete mahsus olan şeylerden biri de rükû’dur. Hazret-i Ali’den (Allah onun varlığını mübarek kılsın ve ondan razı olsun) rivâyet edilmiştir ki:
“Bizim ilk rükû ettiğimiz namaz ikindi namazıdır. Ben, bu rükû üzerine:
— Ya Resûlâllah! Bu nedir? dedim.
Resûlüllah Efendimiz:
— Ben bununla emrolundum, diye buyurdular,” demiştir.
Hadîs İmâmlarından Bezzâr ve Beyhakî böyle rivâyet etmişlerdir. Bundan istidlal edilen şudur ki, ondan önce öğle namazını kıldı. Beş vakit namaz farz olunmadan önce gece namazlarını kılardı. Onlarda rükû etmezdi.
Bâzı âlimler: “Peygamber Efendimizin mezkûr ikindi namazından önce kıldığı namazlarda rükû etmemesi, eski ümmetlerin namazlarının rükûdan hâlî olduğuna karinedir,” diye buyurdular. Müfessirlerden bir topluluk: “Verkeû mea’r-râkiîne — Rükû edenlerle beraber rükû ediniz,” (Bakara sûresi: 2/43) âyet-i kerîmesinin tefsirinde: “Rükûun şeriata dahil olması bu millete mahsustur. Benî İsrail’in namazında rükû yoktu. Onun için Hak teâlâ hazretleri, onlara, ‘Muhammed ümmeti ile beraber rükû edin,’ diye buyurdu. Bu da delildir ki, eski ümmetlerde rükû yoktu,” dediler. Ama Hak teâlâ hazretlerinin “Yâ meryemu’knutî li-rabbike vescüdî verkei mea’rrâkiîne — Ey Meryem, Rabbine itâat, inkıyâd ve ibadette kaim ol; O’na secde edip rükû edenlerle beraber rükû et,” (Al-i Imrân sûresi: 3/43) diye buyurmasını Hazret-i Meryem’e cemaatle namaz kılmak emredilmişti diye tefsir ederek “Bu âyet-i kerime o kavle aykırıdır,” dediler.
' Bâzıları da te’vil edip: “Meryeme emrolunan kunut, itâat ve ibadette devamlı olmak mânasınadır. Nitekim “Emmen hüve kanitün ânâe’l-leyli sâciden ve kaimen
— Onlar mı, yoksa o gecenin bir saatinde kalkıp secde ve kıyam ederek Rabbine itâat ve inkıyâd edenler mi daha hayırlıdır?” (Zümer sûresi: 39/9) kavi-i şerifinde murad o mânadır. Secdeden murad namazdır. Bir parçasını zikrederek bütününü kasdetmek kabilindendir. Nitekim: “Fesebbihûhü ve edbâre’s-sücûdi — Ve secdelerin arkasında onu tesbih et,” (Kaf sûresi: 50/40) kavl-i şerifinde de “secdelerin” arkasında demek, “namazdan” sonra demektir. Yâni secdeler diyerek namaz kasdolunmuştur. Rükû’dan murad da huşû ve tevazudur,” dediler. En iyisini Allah bilir.
Bu ümmete mahsus hasletlerden biri de meleklerin saflan gibi namazda saf bağlamaktır.
Biri de cuma günüdür ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
“Biz, o sonra gelenleriz ki, kıyamet gününde ileri varıcılarız. Ancak şu kadar var ki, geçmiş ümmetlere bizden önce kitap verildi. Ondan sonra bu cuma günü o gündür ki, Hak teâlâ hazretleri onlara farz etmişti. Gittikçe onun hakkında ihtilâfa düştüler. İşte bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri bizi o güne hidâyet eyledi. Bundan dolayı insanlar o gün üzerinde bize uyarlar. Yahudiler bizim günümüzün ertesi gününe, Hıristiyanlar ise onun ertesi gününe uyarlar,” diye buyurdu.
Biri de cuma gününde duaların kabûl edildiği saattir. Bu saatin tayini hakkında otuzdan fazla görüş ileri sürülerek ihtilâf edilmiştir. “Levâmiu’l'Envâr fî'l-Ed-iyetii ve’U Ezkâr" adlı kitabında Müellif (Allah ona rahmet etsin) demiştir ki: “Mezkûr saatin doğru ve kesin olarak kimseye bildirilmiş olmaması, o şerefli günde her kişinin tâat, ibadet ve zikirlerle meşgul olmaları içindir. O günü bu halle geçirip boş ve değersiz şeylere harcamayanlar, bu sayede o saate rast gelirler.” Ama bazıları, “İkindi namazından akşam namazına varıncaya kadardır,” diye vaktini kesinlikle tayin etmişlerdir. Bâzıları da, “Ezan ile hutbe arasındadır,” dediler. Bundan başka daha çok vakitler zikretmişlerdir.
Biri de şudur ki, mübarek Ramazan ayinin ilk gecesi geldiği gibi Hak teâlâ hazretleri bu ümmete nazar eder. Nazar ettiği kimseye aslâ azâb etmez. Cennet de o gecede süslenir. Oruçluların ağızlarının kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Her gece melekler, Muhammed ümmeti için istiğfar ederler. Tâ onlar oruçlarını açıncaya kadar Hak teâlâ hazretlerinden onların bağışlanmasını isterler. Ramazan ayinin son gecesi olunca onların hepsi bağışlanırlar. İmâm-ı Beyhakî, böylece rivâyet etmiştir.
Bezzâr’ın naklinde: “Denizdeki büyük balıklar, tâ iftar edinceye kadar onlar için istiğfar ederler,” diye buyurulmuştur. Muhammed ümmetinin ay’ı olan o mübarek ayda şeytanlar zincire vurulurlar. İmâm-ı Ahmed ve Bezzâr böyle rivâyet etmişlerdir.
Biri de sahurdur, yâni gerçek sabahın doğmasından önce yemek yemektir. Ayrıca akşam yemeğinde acele etmektir. Şeyhayn’ın rivâyetlerinde böyle gelmiştir.
Ayrıca fecrin doğuşuna kadar eşler arasında birleşmenin caiz olması da bu ümmete mahsustur. Eski ümmetlere ilk günden sonra haramdı. İslâmiyetin başlarında da böyleydi. Sonradan nesholunup caiz oldu.
Ama “Ramazan orucu bu ümmete mahsus mudur, değil midir?” denilirse, “Kemâ kütibe alâ’l-lezîne min kabliküm — Sizden öncekiler üzerine yazıldığı gibi,” (Bakara sûresi: 2/183) buyrulduğu yerdeki açık benzetmeye bakılırsa bizden önce gelenlere de Ramazan orucu farz olunmuş olur.
İbn-i Ebî Hâtem, Abdullah bin Ömer hazretlerinden merfuan rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
“Allah, Ramazan orucunu sizden önce gelenler üzerine de yazdı,” buyurmuşlar.
Fakat bunun isnadında meçhul vardır. Doğruluğu kesinleşmiş olsa geçmiş ümmetlere de farz olunduğu kesinleşmiş olurdu. Ama âlimlerin toplumunun kavli şudur ki:
— “Sizden öncekiler üzerine yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı,”
(Bakara sûresi: 2/183) âyet-i kerimesinde tesbih, mutlak olarak oruç’a göredir; onun miktarı ve vakti kasdedilmiş değildir, dediler.
Bu ümmete mahsus olan hasletlerden biri de musibet zamanında istirca’ (Allah’a dönüşü istemek) tir; yâni “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn — Biz Allah’a âidiz ve O’na dönücüleriz,” (K: 2/156) demektir.
Saîd bin Cübeyr (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Musibet vaktinde bu ümmete öyle bir şey verilmiştir ki, hiç bir peygambere onun benzeri bir şey verilmemişti. “Innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn,” (K: 2/156) bunlara verilmiştir. Eğer peygamberlere verilmiş olsa Yâkub peygamber’e, Hazret-i Yûsuf’un ayrılık ıstırabında: “Yâ esefâ alâ yûsufe — Vay benim Yûsuf üzerine ıstırabım!” (Yûsuf sûresi: 12/84) dediği zamanda verilirdi.”
Biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri, diğer ümmetler üzerinde olan ağır külfet ve yükleri, bu ümmetin üzerinden kaldırıp gidermiştir. Meselâ önceleri şöyleydi: Taammüden adam öldürmede kısas nasıl lâzımsa hatâen öldürmede de öylece lâzımdı. Bu ümmetten o kaldırılıp hatâda diyet gerekli olmuştur. Uzvun telef edilmesinde de böyleydi. Necaset bulaşan yerin kesilmesi gerekti. Onların tevbeleri, kendilerini öldürmekti. Benî İsrail’den bir kişi günah işlese sabah kalkıp kapısının üstünde: “Senin günahinin keffareti şudur ki, iki gözünü çıkarasın!” diye yazılmış bulurdu. O da gidip gözlerini çıkarırdı. Bu belâları Hak teâlâ hazretleri, nebilerin efendisi Peygamber Efendimiz hazretlerinin hürmetine bu ümmetin üzerinden kaldırdı. İşlenmesinde zorluk ve eziyet olan her iş bunların üzerinden kaldırılmıştır. Bu şerefli dinde güçlük yoktur.
Nitekim Hak teâlâ hazretleri, “Ve mâ ceale aleyküm fi’d-dîni min harecin — Ve Allah size dinde bir güçlük yüklememiştir,” (Hac sûresi: 15/78) buyurmşutur.
Hâsılı bunlara güç olan şey buyrulmamıştır. Bir kimse kıyama kadir olmasa oturduğu yerde namaz kılması caizdir. Yolcu olan kimseye oruç tutmamak intibahtır; kısa günlerde kazâ etmek de doğrudur. Bunlardan güçlüğün kaldırılmasının mânası budur, dediler.
Bâzıları da: “Her günahtan bir kurtuluş yolunun tayin edilmiş olmasıdır. Tevbe kapıları bunlara açık olup Allah’ın haklarından keffaretin bunlara meşru olmasıdır. Kul haklarında diyetler ve irşler tayin olunmasıdır,” dediler. İrş diye, yaraların diyetine denir. Meselâ bir kişi, bir kimseyi yaralasa onun vermesi gereken mala irş derler. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Güçlükten murat, Benî İsrail üzerine takdir olunan külfet ve ağırlıklardır,” diye buyurmuşlardır ki, onlar zikrolunmuştu.
Kâ’bu’l-Ahbar’dan rivâyet edilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri, bu ümmete üç şey vermiştir:
1. Bu ümmeti, “Şühedâe alâ’n-nâsi — İnsanlar üzerine şâhid” (Bakara sûresi: 2/143) eyledi.
2. Dinlerinde harec (zorluk) vermedi. Yâni güç ve ağır şeyler buyurmadı. “Allah, hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez,” (Bakara: 2/286) buyurdu.
3. “Üd’ûnî estecib leküm — İsteyin, vereyim,” (Mü’min sûresi: 40/60) buyurdu. Yâni: “Benden muradınızı dileyin, duanızı kabûl edeyim,” diye buyurdu.
Biri de şudur ki, yanılma, unutma ve ikrah (cebir altında bulunma) sebebiyle kınanma bunlardan kaldırılmıştır. Bir günahı, yanılarak veya unutarak yahut başkasının cebir kullanması altında işlemiş olsalar onların üzerine o günah yazılmaz. Beni İsrail, yanılma ve unutma ile bir günah işleseler, sadece cezası ta’cil olunurdu (cezası âhirete bırakılmayıp dünyada verilirdi). O günah yönünden yemekten veya içmekten bir şey kendilerine haram kılınırdı. Bu şerefli ümmet, bunlardan muaftır. Âlemlerin hocası Peygamber Efendimiz hazretleri:
“Benim ümmetimden hatâ (yanılma), nisyân (unutma) ve onlara cebren bir şey yaptırılması kaldırılmıştır,” diye buyurmuştur.
İmâm-ı Ahmed, İbn-i Hibbân, Hâkim ve İbn-i Mâce böyle rivâyet etmişlerdir.
Biri de şudur ki, şeriatları, geçmiş ümmetlerin şeriatinden daha tam ve daha mükemmeldir. Bu mâna öyle açıktır ki, delile muhtaç değildir. Mûsâ aleyhisselâm’ın şeriatı, kahır ve celâl şeriatı idi. Ümmetinin mücrimlerinin kendi kendilerini öldürmeleri buyrulmuştu. İçyağı yemek, tırnaklı hayvanların etini yemek ve tayyibattan nice nesne daha haram kılınmıştı. Ganimetler haram kılınmıştı. Günahlara verilen cezalardan nice nesne ta’cil olunmuştu. Başkalarına teklif olunmayan belâlardan nice nesne onların üzerine yüklenmişti.
Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, vekar, heybetlilik, hışım, gazab ve hiddette öyle bir derecede idi ki, Âdemoğlu onun yüzüne bakamazdı. Bütün bu hiddet ve şiddeti Allah içindi.
Hazret-i İsa aleyhisselâm, cemâl (güzellik) mazharı idi. Şeriatı, fazl ve ihsan şeriatı idi. Onda mukatele ve muharebe yoktu. Hıristiyanların savaşması dinlerinde haramdır. Savaşmaları dinlerinin gereği değildir. Bu hususta şeriatlarına isyan ve muhalefet ederler. İncil’de hüküm şöyledir ki: “Bir kimse senin yüzüne bir tokat vursa öbür tarafını da tutuveresin. Bir kimse gelip arkandaki elbiseni çekerse salıveresin. Bir kişi güçle seni bir mil yere sürerse onunla beraber yürüyüp iki mil yere gidesin,” diye buyrulmuştur. Daha bunun benzeri teslimiyet, sabır ve tahammüle ilişkin nice nesneler ferman olunmuştur. Şeriatlerinde riyazet ve meşakkatler yoktur. Bunları ruhbanlar sonradan ortaya çıkarmışlardır. Kendi bid’atleridir, yoksa dinlerinde üzerlerine lâzım kılınmış nesneler değildir. Sözün kısası, onların şeriatları bu üslûp üzere idi.
Ama bizim efendimiz, iki cihanın iftiharı Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazretlerinin şeriatı, kemâl mazhaıı, adalet ve itidal mizanıdır. Yerinde hiddet ve şiddet, yerinde rahmet ve re’fet sudûr ve zuhûr eder. O şeriatlerin ikisinde olan hasletleri kendinde toplayıcıdır. Allah’ın hikmetinin gereği olarak yerli yerine sarf olunur.
O halde varlıkların iftiharı Peygamber Efendimiz hazretlerinin şeriatı, şeriatların en mükemmelidir. Ümmeti de ümmetlerin en şereflisidir. Bunların halleri hallerin en mükemmeli ve hasletlerin en üstünüdür. Bu şeriatta zulüm haramdır, adalet farz ve vaciptir. Fazl ve ihsan müstehaptır. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, kerîm kitabında buyurmuştur ki: “Ve cezâü seyyietin seyyietün mislühâ — Ve bir kötülüğün karşılığı yine onun gibi bir kötülüktür.” (Şûrâ sûresi: 42/40)
Bu mertebe adalet mertebesidir.
Yine aynı âyeti kerîmenin devamında buyrulmuştur ki: “Femen afâ ve aslaha feecruhu alâllahi — Bir kimse kendisine kötülük edeni afvetse de arayı ıslah eylese onun ecir ve sevabı Allah üzerinedir.” (Şura: 42/40) Yâni, o afvedene ecirler vermeği Hak teâlâ hazretleri kendi üzerine gerekli kılmıştır.
Bu mertebe ise fazl ve ihsan mertebesidir. Aynı âyet-i kerîmenin sonunda: “Innehu lâ yühıbbü’z-zâlimîne — Hiç şüphesiz O (Allah), zâlimleri sevmez,” (Şura: 42/40) buyurması zulmü haram kılmaktır.
Yine bir âyet-i kerîmede de: “Ve in âkabtüm feâkıbû bimisli mâ ûkıbtüm bihi
— Eğer azâb edecekseniz, size yapılan azabın misliyle (aynıyla) azâb edin,” (Nahl sûresi: 16/126) buyurmuştur. Yâni size yapılanın mislini tecavüz etmeyin demektir ki, bu da adalet mertebesidir. Meselâ bir kimsenin bir dişini çıkarsalar, o çıkaranın da bir dişini çıkarmak gerek. Daha fazlasına tecavüz etmemek gerektir. Aynı âyet-i kerimenin devamında: “Ve lein sabertüm lehüve hayrün lissâbirîne — Ama sabrederseniz, andolsun ki, o, sabredenler için daha hayırlıdır,” (Nahl sûresi: 16/126) buyrulması fazl (üstünlük) mertebesidir. Yâni: “Eğer sabrederseniz, sabretmek size intikam almaktan daha hayırlıdır,” demek olur.
Bu ümmete haram kılınan her şey, onları korumak ve himaye etmek için haram kılınmıştır. Ama geçmiş ümmetlere bâzı şeyler ceza olmak için haram kılınırdı. Nitekim işareti daha önce geçmiştir. Kötü ve zararlı olan her nesne bu ümmete haram kılınmıştır. Güzel ve faydalı olan her şey de bunlara helâl kılınmıştır. Bunları ümmetlerin en hayırlısı kılıp başkalarında ayrı ayrı bulunan güzellikler bunlarda toplanmıştır. Nitekim diğer peygamberlerde de ayrı ayrı bulunan güzellikler bunların peygamberinde toplanmıştır. Allah’ın yardımı ve selâmları O’nun üzerine olsun. Geçmiş kitaplarda ayrı ayrı bulunan güzellikleri de Allah bunların kitabında toplamıştır. Keza şeriatlarında da diğer şeriatların bütün güzelliklerini toplamıştır. Bunları, insanlar içinde seçkin ve gözde kılmıştır. “Hüve’ctebâküm — O, sizi seçti,” (Hac sûresi: 22/78) bu mânayı ifade eder.
Bunların faziletlerinden biri de şudur ki, dalâlet üzerinde ittifak etmezler.
İmâm-ı Ahmed, İmâm-ı Taberanî ve diğerlerinin nakillerinde Ebû Nusretü’l-Gıfârî’den (radıyallahü anh) merfuan rivâyet olunmuştur ki:
“Rabbimden, ümmetimin dalâlet üzerinde içtima etmemesini diledim. Rabbim de bana dilediğimi verdi,” buyrulmuştur.
Yine Taberanî ve İbn-i Ebî Asım’dan, o da Ebû Mâlik El-Eşarî’den merfuan rivâyet etmişlerdir ki, Fahr-i
Kâinat Efendimiz hazretleri bir hadîs-i şerifinde: “Gerçekten Hak teâlâ hazretleri sizi üç nesneden kurtarmıştır,” diye buyurduktan sonra onlardan birini, “Ve inne lâ tectemiü alâ dalâleti — Şüphesiz siz, dalâlet üzerinde birleşmezsiniz,” diye zikretti. Nihayet meşhur olan hadîs, yukarıda metni geçen hadîstir. Pek çok isnatlarla ve müteaddit şahitlerle gelmiştir. Merfu’da ve diğerlerinde varid olmuştur, dediler.
Biri de şudur ki, bunların icmaı (bir görüş üzerinde birleşmesi) hüccet ve ihtilâfı (birbirinden ayrı görüşlerde olmaları) rahmettir. Daha önce gelen ümmetlerin ihtilâfı ise azâb idi.
Beyhakî’nin rivâyetinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:
“Benim yakın arkadaşlarımın ihtilâfı sizin için rahmettir,” diye buyrulmuştur. Ama bunun isnadında zayıflık vardır, dediler. Bâzı rivâyette de:
“Ümmetimin ihtilâfı insanlar için rahmettir,” sözleriyle varid olmuştur.
İhtilâflarının rahmet olmasının mânası şudur: Gerçeği bulmak ve açıkça ortaya koymak için değişik görüşler ileri sürmeleri rahmet sebebi olur demektir. İmâmlardan çok kimse bunun aslinin olmadığı zannında bulunmuşlardır. Ama Hitâbî, Garîbü’l Hadis’de bir münasebet düşürüp: “Bu hadîse iki kişi itiraz etti. Bunlardan biri mâcin (hile yolunu öğreten), biri mülhid (dinsiz) dir,” diye buyurdu. Bunlardan muradı, İshak Musulî ile Câhiz idi. Onlar bu hadîse itiraz edip ileri geri bâzı sözler söylemişlerdi. “İhtilâf rahmet olunca ittifakın azâb olması gerekir,” demişlerdi. Hitâbî bu sözün reddiyle meşgul oldu ve kendi katında bunun sâbit olduğunu haber verdi.
Yahyâ bin Saîd’den rivâyet edilmiştir ki: “ilim ehli, genişlik ehlidir. Vakit olur ki, bir nesnenin birisi helâllığına fetva verir, birisi de haramlığına fetva verir. Böyle etmek onlara ayıp olmaz,” demiştir.
Bunun açıklama şekli şudur: Bir zaman olur ki, halk bir nesneye mütehammil olurlar. Onlarda iyilik hali galip bulunur. O zaman o şeyin cevazına fetva verilir. Bir zaman da olur ki, insanlar ona mütehammil olmazlar. Onlarda fesat galip olur. O vakit caiz görerek fetva vermezler. Meselâ bir kimse karısına talâk verdiği sırada sözüne bitişik olarak kendinin işiteceği kadar bir sesle “İnşâallah” dese talâk vâki olmaz. Sonradan böyle ettiğine yemin etse tasdik olunur. Alimler, fesadın açıkça anlaşılmadığı yerlerde bunun gereği üzre fetva verirler. Ama bâzen fâcir ve mezhebsiz bir kimse olur ki, karısının boş olmaması için yalan yere yemin edip ömrü oldukça zina etmeyi ihtiyar eder. Bu türlü kimselere itimat olmadığı için fetva vermezler. Diğer ihtilâfların da birer hikmeti vardır. Murad gerçeği açıkça ortaya çıkarmak olup nefsanî bir garaz olmayınca zarar etmez.
Biri de şudur ki, tâun (veba) bunlara şehadet ve rahmettir. Sahih-i Buhârî ve Müslim’de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki:
“Şehit beş kısımdır: Tâun (vebâ) çıkaran, içağrısından giden, suya garkolan, duvar altında kalan ve Allah yolunda gazâda şehit olandır,” buyurmuşlardır.
Halbuki vebâ, kâfirlere azâb için gönderilmiştir. Nitekim İmâm-ı Ahmed ve Taberânî’nin rivâyetlerinde:
“Vebâ, ümmetime şehadet ve onlar için rahmettir. Kâfirler üzerine ise azâbdır,” buyrulmuştur.
Hadîs metninde geçen kâfirler hakkında ricz olması, azâb mânasına gelir.
Biri de şudur ki, bu ümmetten iki kişi bir kulun iyiliğine şahitlik etseler Hak teâlâ hazretleri o kula cenneti gerekli kılar. Halbuki bunun için geçmiş ümmetlerden yüz kişinin şahitlik etmesi gerekirdi. Ancak yüz kişinin şahitlik etmesiyle bu mertebe elde edilirdi.
Biri de şudur ki, bu ümmet, bütün ümmetlerin amel bakımından en aza, ecir ve fazilet yönünden en çoğa sahip olanıdır. Yâni amelleri az, fakat sevapları çoktur. Bunlara azıcık bir ömür içinde en öncekilerin ve sonradan gelenlerin bilgileri verilmiştir. Diğer ümmetlerden sonra gelip onların kabahatleri bunlara malûm olmuş, bunların kabahatleri başka bir ümmete malûm olmamıştır. Hak teâlâ hazretleri, diğer ümmetler içinde rüsvay olmaktan bunları esirgemiştir.
Bu ümmetin hususiyetleri cümlesinden biri de şudur ki, bunlara isnâd verilmiştir. İsnâd, bunların faziletlerinden çok yüksek bir fazilet ve kuvvetli sünnetlerden yüce bir sünnettir.
Muhammed bin Hâtem bin El-Muzafferûn’dan rivâyet edilmiştir ki: “Hak teâlâ hazretleri, bu ümmeti, isnâd ile diğer ümmetler üzerine üstün kılıp yüceltmiştir. Ümmetlerin en eskilerinde ve sonradan gelenlerinde bundan başka bir ümmet yoktur ki, onlarda isnâd olsun. Gerçi onların ellerinde kitapları vardır, fakat haberlerini karıştırmışlardır. Gökten inenleri hangisidir, sonradan katılan sözler hangisidir, birbirinden ayırmaya kadir değillerdir. Aynı zamanda haberleri güvenilir kimselerden rivâyet edilmiş değildir. Ama bu şerefli ümmetin halleri şudur ki: Bir haber, tâ nihayetine varıncaya kadar isnâdla güvenilir kimselerden rivâyet olunur. Yâni zamanında doğruluk, eminlik ve dine bağlılıkla tanınmış olan kimselerden rivâyet olunur. Ondan sonra âlimler, en yüksek ihtimâmlariyle özünü araştırırlar ki, rivâyetçilerin hangisi en iyi ezberinde tutmuştur, hangisi en iyi zabtetmiştir ve kendinden yukarı olanla hangisi en çok beraber bulunmuş, hangisi en az beraber bulunmuştur? Ondan sonra bir hadisi yirmi şekilden fazla şekille yazıp karışıklıktan ve yanılmadan temizlerler. Harflerini sayarlar, zabtederler. Bunlara verilen isnâd’ın mânası budur .”
Ebû Hâtem Râzî’nin buyurduğu üzre Hak teâlâ hazretleri Âdem aleyhisselâm’ı yarattığı zamandan beri Muhammed ümmetinden başka nebilerin ve resullerin haber ve eserlerini titizlikle muhafaza eden bir ümmet gelmemiştir. Geçmiş ümmetlerin peygamberlerinin hepsinin kıssaları, haberleri, diğer ahlâk ve davranış yolları bunlar katında zabtolunmuştur. Yüz binlerce hamd ve senâ Hak teâlâ hazretlerinin cenâbı kibriyâsına olsun ki, bunun gibi nice büyük nimetlerle bu ümmeti şereflendirmiştir.
Bâzı büyüklerden rivâyet edilmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri, üç nesneyi bu ümmete mahsus kıldı. Daha önce gelenlere bunlar verilmemişti. Birisi isnâd, birisi ensâb, birisi de i’râb’dır diye buyurmuşlardır.
I’râb’dan murad, beyân (düzgün konuşma ve hakikati açık seçik sözlerle belirtme) dir.
Büyük bir keramet de şudur ki, bunların arasında aktâb, evtâd, nücebâ ve abdâl vardır.
Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, abdâllar, kırk erkek ve kırk kadından ibarettir. Her ne zaman bunlardan biri vefat etse yerine birini daha getirirler. Er kişi yerine er kişi, hatun kişi yerine hatun kişi getirirler. Hilâl, Keramet-i Evliyâ’da böyle rivâyet etmiştir.
İmâm-ı Taberanî Evsafında şu lâfızla rivâyet etmiştir:
“Yeryüzü Halîl aleyhisselâm gibi kırk kişiden boş kalmaz. Halk onlar sebebiyle suvarılırlar. Gökten yağmurun inmesi onların berekâtiyledir. Onlar sebebiyle yardım görür ve muzaffer olurlar. Onlardan biri Hak teâlâ hazretleri onun yerine bir başkasını getirmedikçe vefat etmez.”
İbn-i Adiy (Allah ona rahmet etsin) şu ibareyle nakletmiştir.
“Abdallar kırk kişidir. Yirmi ikisi Şam diyarındadır ve on sekizi Irak memleketin dedir. Her ne zaman onlardan biri vefat etse Hak teâlâ hazretleri yerine başka bir kimseyi getirir.”
Bâzı rivâyette otuz kişidir diye vârid olmuştur. İmâm-ı Ahmed ve Hilâl:
“Halîlü’r-Rahmân gibi otuz kişi bu ümmetten hiç giderilmez. Onlardan biri vefat ettiği zaman Hak teâlâ hazretleri onun yerine başka bir eri geçirir,” diye nakletmişlerdir.
Taberanî, Kebîr’inde şu ibareyle de getirmiştir:
“Arz, onlar sebebiyle durur, arz ehli onlar sebebiyle yağmurlanırlar ve onlar sebebiyle nusret olunurlar.”
Ebû Nuaym, Hilye’de, İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden merfuan rivâyet etmiştir ki:
“Benim ümmetimin seçkinleri, her çağda beş yüz kişidir. Abdallar kırk kişidir. işte ne o beş yüz eksilir, ne de o kırk eksilir. Her ne zaman onlardan biri vefat etse Hak teâlâ hazretleri onun yerine bir başkasını bedel kılar. Onlar arzın her yerinde olurlar,” buyrulmuştur.
“Onlar arzın her yerinde olurlar” demekten murad, onların bir mekâna mahsus olmaları söz konusu değildir, demektir. Bu hususa ilişkin hadîs-i şerifler Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden nice yolla gelmiştir.
Yine Hilye’de Ebû Nuaym, Abdullah bin Mes’ud (radıyallahü anh) hazretlerinden merfuan rivâyet etmiştir ki:
“Benim ümmetimden kırk kişi hiç giderilmez. Öyle kırk kişi ki, kalbleri İbrahim aleyhisselâm’ın kalbi üzredir. Yâni kalbleri O’nun kalbi gibidir. Hak teâlâ hazretleri, onlar sebebiyle yeryüzü halkından belâları savar. Onlara abdâl denir. Bu mertebeye onlar, namazla yetişmediler, oruçla ve farz olan sadaka ile (zekâtla) yetişmediler.
İbn-i Mes’ud dedi ki:
— Ey Resûlâllah! Ya ne ile yetiştiler?
Fahri Âlem hazretleri buyurdular ki:
— Sehâ (cömertlik) ve müslümanlara nasihat ile yetiştiler,” diye buyurmuşlardır.
Nasihat, müslümanları hayırlı şeylere ve iyi işlere irşât etmeğe derler.
Mâruf-ı Kerhî buyurmuşlar ki: “Bir kimse her gün ‘Allahümme erham ümmeti Muhammedin — Allahım, Muhammed ümmetine ziyade rahmet eyle,’ dese Hak teâlâ hazretleri onu abdâllardan yazar.”
Ama Hilye’de şöyle vâki olmuştur: “Bir kimse her gün on kere:
“Allahım, Muhammed ümmetini ıslah et. Allahım, Muhammed ümmetini üzüntü ve darlıktan kurtarıp sevindir. Allahım, Muhammed ümmetine ziyade rahmet eyle,” dese Hak teâlâ hazretleri onu abdâllardan yazar.”
Abdâlların alâmeti odur ki, onlardan evlâd gelmez, demişlerdir .
Bir hadîs-i şerifte şöyle gelmiştir ki:
“Ümmetimin abdalları o kimselerdir ki, onlar gerçekten hiç bir şeye aslâ lanet etmezler,” diye buyurmuştur.
Demek ki, abdâl tâifesinin hasletleri, hiç bir şeye asla lânet etmemekmiş.
Yezîd bin Hârun (Allah ona rahmet etsin): “Abdâllar, ilim ehlidir,” demiştir. İmâm-ı Ahmed (Allah ona rahmet etsin) ise: “Eğer hadîs ehli değillerse o halde kimlerdir?” diye buyurmuştur. Yâni “Abdâllar ilim ehli olunca ilim ehli içinde hadîs âlimleri olmaları gerekir,” diye buyurmuştur.
Tarih'i Bağdad’da Hatîb, Ketâni’den rivâyet etmiştir ki: “Nukabâ üç yüz kişidir. Nücebâ yetmiş kişidir. Budelâ (abdâllar) kırk kişidir. Ahyâr yedi kişidir. Amed dört kişidir. Gavs bir kişidir. Nukabâ’nın meskeni (oturduğu yer) mağriptir. Nücebâ’nın meskeni Mısır’dır. Abdâl’ın meskeni Şam’dır. Ahyâr’ın belli bir meskeni yoktur. Onlar seyyahtırlar, yeryüzünde gezip dolaşırlar. Amed, arzın köşelerinde olurlar. Gavs’ın meskeni şerefli Mekke’dir. Her ne zaman insanların işlerinde umuma ait bir ihtiyaç olsa, meselâ yağmur lâzım olsa yahut yel gerekse önce Cenâb-ı Izzet’e ihtiyaç için Nukabâ (nakîbler, en yakın yardımcılar) yakarırlar. Ondan sonra Nücebâ (necîbler, temiz ve soylu kişiler) yakarırlar. Onlardan sonra Abdâllar, onlardan sonra Ahyâr (en hayırlı kişiler) ve onlardan sonra da Amed (amîdler, kalbi aşk ile yanan ve her kavmin ulusu olan kişiler) yakarırlar. Eğer duaları kabûl edilirse ne âlâ. Aksi halde Gavs yakarmaya başlar. Tâ kabûl edilinceye kadar dua ederler. Onun duası muhakkak kabûl olunur,” diye buyurmuşlar *.
Bu ümmetin faziletlerinden biri de şudur ki, kabirlerine günahlariyle girerler ve istiğfar eden mü’minler mağfiret olunup (bağışlanma dileyen mü’minler bağışlanıp) günahsız çıkarlar. Hak teâlâ hazretleri onları günahtan temiz ve arınmış kılar.
İmâm-ı Taberanî Evsafında Enes’den (radıyallahü anh) şu ibareyle rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:
“Benim ümmetim kendilerine rahmet olunmuş bir ümmettir. Onlar, kabirlerine günahlariyle girer, günahsız olarak çıkarlar. Bunlar, bağışlanma dileyerek günahtan yüz çevirmiş halis mü’minlerdir,” buyurmuşlardır.
Biri de şudur ki, kabirlere diğer ümmetlerden sonra girerler ve hepsinden önce oradan çıkarlar. Ebû Nuaym’ın rivâyetinde ibn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:
Ben, kendisi için yerin yarıldığı kimselerin ilkiyim ve ümmetim de ümmetlerin ilkidir. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum,” buyurmuşlar.
Biri de şudur ki, kıyamet gününde ümmetler, peygamberlerin tebliğlerini inkâr edecekler. Hak teâlâ hazretleri de, işin hakikatini en iyi bilici iken o münkirleri susturmak için peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair şahit isteyecek. Onlar da Muhammed ümmetini şahit getirecekler. O ümmetler, bu ümmete:
— Siz, bunların bize tebliğ ettiğini nereden biliyorsunuz? diyecekler.
Bunlar da:
— Hak teâlâ hazretleri, bize Kur’ân-ı azim’de haber vermiştir. Oradan biliyoruz, diyecekler.
Bunun üzerine Fahr-i Âlem hazretlerini getirip ümmetinin hallerinden sual edecekler. Resûlüllah hazretleri, adaletlerine şahitlik edip onların doğruluğunu ortaya koyarak şahitliklarının kabûl edilebileceğini isbat edecektir. Kur’ân-ı azîm’de: “Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun,” (Bakara sûresi: 2/143) buyurulması bu mânayı ifade eder.
Biri de şudur ki, amellerinin yazılı olduğu belgeler sağ ellerine sunulacaktır.
Biri de şudur ki, kendileri, bizzat ettikleri sa’yin sevabını buldukları gibi başkalarının kendileri için ettiklerinin de sevabını bulurlar. Meselâ bir kişi bir mü’min için oruç, hac ve gazâ ediverse sevabı ona vâsıl olur. Geçmiş ümmetlerde bu hal yoktu. Sadece her kişi ne amel ederse onun sevabını bulurdu. Bu kavi Ebû Cehil’in oğlu Ikrime’den nakledilmiştir. Ama Hak teâlâ hazretlerinin:
“Ve en leyse lil-insâni illâ mâ seâ — Ve insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur,” (Necm sûresi: 53/39) diye buyurduğu âyet-i kerimeye gelince ki, bunun mânası, müfessirlerin buyurdukları üzere, “Bir kimse başkasının günahı ile kınanmadığı gibi başkasının fiiliyle de sevap kazanmaz,” demektir, bunun üzerinde âlimler birçok şekillerde cevaplar vermişlerdir .
Bu cevaplardan biri şudur ki, bu âyet mensuhtur (hükmü kaldırılmıştır), dediler. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, “İman edenlere, imanda kendilerine tâbi olan zürriyetlerini de ilhak ederiz. Amellerinin mükâfatından bir şey eksiltmeyiz. Herkes kendi kazandığına rehindir,” (Tûr sûresi: 52/21) âyet-i kerîmesi bunu neshetmiştir. Zira bu âyet-i kerîme gereğince Hak teâlâ hazretleri, mü’minlerin zürriyetlerini, cennete girişte ve derecede onlara ilhak edecektir. Nitekim Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Hak teâlâ hazretleri, mü’minin zürriyetini mü’minin derecesine yükseltecektir. Her ne kadar zürriyetinin halleri kendinden daha aşağı derecede olsa da yine kendi derecesine çıkaracaktır. Tâ ki, mü’min sevinsin ve hoşnûd olsun,” diye buyurdu. Ondan sonra bu âyet-i kerîmeyi okudu. Bundan anlaşıldı ki, bir kimse başkaları sebebiyle kendi amelinin ecrinden daha fazla ecir ve fazilete mazhar olurmuş.
Ayrıca, “Babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin faydalı olmak bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz,” (Nisâ sûresi: 4/11) âyet-i kerîmesinin tefsirinde, “Hak teâlâ hazretleri, babaların oğullar ve oğulların babalar hakkında şefaatini kabûl eder,” diye buyurmuşlardır.
İkinci cevap şudur: “O âyet-i kerîme’de buyurulan şey kâfirlere mahsustur. Mü’minler, başkalarının çalışmasından faydalanırlar,” demişlerdir.
İmâm-ı Kurtubî: “Bu kavle hadîs-i şeriflerden çok nesne delâlet etmiştir. Mü’minlere başkasından sâdır olan sâlih amellerin sevabı vâsıl olur,” diye buyurmuştur.
Sahih’de Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Bir kimse üzerinde oruç varken vefat etse, velisi onun için oruç tutsun. O borcu ondan savsın,” buyurmuşlar. Başkası için hac eden kimseye de:
“Önce kendin için hac et, sonra başkası için hac et,” diye buyurmuştur.
Hazret-i Âişe’den de (r. anhâ) rivâyet edilmiştir ki, kendi kardeşi Abdullah için itikâf etmiş ve köle âzâd etmiştir.
Mûtâ’da Abdullah bin Bekir’den, o da halasından rivâyet etmiştir ki, halası, Küba mescidine yürüyerek gitmeği üzerine vacip etmişti. Bunu yerine getiremeden vefat etti. Sonradan Abdullah bin Abbâs fetva verdi ki, oğlu yürüyüp gitsin, onun için o işi yerine getirsin.
Müfessirlerden bâzısı, “O âyette insandan murad Ebû Cehildir,” dediler. Bâzıları, “Ukbe bin Ebû Muayt’tır” dediler. Bâzıları da “Velid bin Muğîre’dir” dediler. Allah onlara lânet etsin.
Bâzı âlimler de: “Bizim katımızda geçerli olanlardan murad haberlerdir. Bizim şeriatımız ise kişinin kendi çalışmasından ve başkasının çalışmasından faydalandığına delâlet etmiştir,” dediler.
Bâzıları dedi ki: “İnsan, hayra çalışmak ve güzel muamele etmek sebebiyle bâzı dostlar kazanır ve kendisine onlardan hayırlar yetişir. Vefat ettikten sonra onların sevabinin kendisine rücu etmesi yine kendi çalışmasından ötürü olur. Âyet-i kerîmenin mânası budur.”
Bâzıları: “İnsandan murad, diri kimsedir, ölü olan değildir,” dediler. Yâni “Sağ olan kimseye ne yetişirse sadece kendi çalışmasından dolayı yetişir,” demek olur. Bu takdirde ölüye, başkasının çalışmasından ötürü menfaat yetişmesi caiz olur.
Keşşaf Sahibi: “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur,” (K: 53/39) kavl-i şerifinin tefsirinde buyurmuştur ki: “Ölüden yana sadaka vermek ve hac etmek sahih haberde gelmedi mi? O halde bu âyet-i kerîmede böyle buyrulmasının açıklaması nedir? dersen bunun iki şekilde cevabı vardır.
Biri şudur: Vakta ki, başkasının çalışması kişiye faydalı olmayıp ancak kendi çalışmasına dayandığı takdirde faydalı oldu ise, yâni kendi çalışması sağlam ve gerçek olduğu için faydasını elde etti ise başkasının çalışması da kendi çalışması gibi kılındı demektir. Zira o, buna tâbidir ve bununla kaimdir.
İkincisi şudur: Başka kimse, ameli kendi nefsi için işlese bunun kimseye faydası olmaz. Eğer başka kimse için niyet edip işlese onun vekili ve yerine geçen kimse gibi olur. Böylece amel, o kimseden sâbit olmuş gibi olur,” diye buyurdu.
Doğru cevap şudur ki, daha önce zikrolunduğu üzre âyet-i kerîme hususî olanı umumileştirmiştir. Birinin sevap olan amelinin başkasına tecavüz etmemesi kâfire göredir. Mü’minlere göre değildir. Mü’minler birbirlerinin çalışmasından faydalanırlar. En doğrusunu Allah bilir.
Âlimler, Kur’an okumanın sevabı ölüye ulaşır mı, ulaşmaz mı, diye ihtilâf etmişlerdir. Ekserisi ulaşmaz demişlerdir. Hanefî ve Şâfiî âlimlerinden çok kimse, ulaşır demişlerdir. İmâm-ı Ahmed de buna kail olmuştur. “Fakat kabir üzerinde okunması bid’attir,” demiştir.
İmâm-ı Ahmed’den rivâyet edilmiştir ki: “Her nesne ölüye ulaşır. Sadaka, namaz, hac, kırâet, zikrullah ve daha başka her ne varsa hepsi ruhuna yetişir,” diye buyurmuştur.
Şeyh Şemseddin bin Kattânu’l-Askalâni: “Gerek akrabadan ve gerek yabancılardan olsun kırâet sevabı ölüye ulaşır. Doğrusu budur. Nitekim sadaka, dua ve istiğfar icma’ ile ulaşır,” diye buyurmuştur.
“Kabir üzerinde Kur’an okumak için ücretli adam tutmak caizdir. Nitekim ezan için ve Kur’an öğretmek için ücretli adam tutmak da caizdir,” diye Kadı Hüseyin fetva vermiştir.
“Ölü için dua etsinler, dua ulaşır. Kur’an okunmasından sonra dua, kabûl edilmeye daha yakındır ve bereketi de daha çoktur,” demişler.
Biri de şudur ki, okuyup tamamladıktan sonra hâsıl olan sevabı ölüye bağışlamak gerek. Yoksa “Ölü için okuyorum” diye niyet edip başlasa ölüye ulaşmaz, demişlerdir. Zira sevabı, hâsıl olmadan önce vermiş olur. Ama okuduktan sonra bağışlayınca hâsıl olduktan sonra bağışlamış olur. Bu takdirde ulaşır, dediler.
Ama kayıtsız şartsız olarak dua ölüye faydalı olur denilmesine bazıları itiraz edip “Dua kabûl edilmeye bağlıdır. Bu söz nasıl doğru düşer?” dediler. Bazıları da buna cevap verip: “Hak teâlâ hazretlerinin fazlinin ve rahmetinin genişliğine güvenilerek kayıtsız şartsız dua ölü için kabûl edilir demek mümkündür,” diye buyurdular.
İmâm-ı Şâfiî buyurmuştur ki: “Bir kimse, ölü için sadaka verse Hak teâlâ hazretleri kadirdir ki, hem ölüye ecir ve sevap versin, hem de sadaka verene.”
Bâzı âlimler de buyurmuşlardır ki: “Kişinin, babası ve anası niyetine sadaka vermesi müstehaptır. Zira Hak teâlâ hazretleri, sevabını hem onlara ulaştırır, hem de sadaka verene. Sevabı onlara ulaşmakla kendi ecrinden de bir şey eksilmez.”
İdde Sahibi: “Bir kimse, hayatında bir pınar çıkarsa yahut bir kuyu kazsa yahut bir ağaç dikse veya bir mushaf vakfetse yahut öldükten sonra başka bir kimse onun ruhu için bunları ediverse sevabı ölüye ulaşır,” demiştir.
İmâm-ı Nevevî ve Râfiî buyurmuşlardır ki:, “Bu zikrolunanlar sağ kimseden sâdır olursa câri sadakalardan olur. Ölümünden sonra da sevapları kendisine ulaşır. Nitekim haberde böyle gelmiştir. Hüküm sırf mushaf vakfına mahsus değildir. Belki her vakıfta hal budur. Bu kıyas, ölü için bayram kurbanı kesmenin caiz olmasını gerekli kılar. Zira o da sadakadan bir nevidir.”
Fakat Tehzib’de şöyle yazılmıştır ki: “Bir kişi emretmeden onun için kurban kesmek caiz değildir. Ölü için kesmek de caiz değildir. Meğer ki, vasiyet etmiş olsun.”
Ama Hazret-i Ali (Allah varlığını mübarek kılsın) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin vefatından sonra O’nun için kurban keserdi, diye rivâyet etmişlerdir.
Ebü’l-Abbâs Muhammed bin İshaku’s-Sirâc: “Fahr-i Kâinat Efendimiz için yetmiş kurban kestim,” diye buyurmuştur. Ama Kur’ân okuyup Resûlüllah Efendimize hediye etmek hususunda hiç bir haber ve eser malûm değildir. Zira bu hususu, büyük sahabeden hiç kimse nakletmemiştir. Bu sebeple bir topluluk onu inkâr etmiştir. Bâzıları da bunu bid’at gördüler. Zira Peygamber Efendimiz, ondan müstağnidir. Çünkü ümmetinden herhangi bir kişi hayırlı bir iş işlese o işin ecri Fahr-i Âlem hazretlerine hâsıl olur. Yine de o işi işleyenin ecrinden bir şey eksilmez, demiştir.
İmâm-ı Şâfiî buyurmuştur ki: “Hiç bir hayır yoktur ki, Fahr-i Kâinat hazretlerinin ümmetinden bir kimse onu işlesin de Fahr-i Kâinat hazretleri ona bitişik olmasın. Ümmetinin işlediği her hayırda Fahr-i Kâinat hazretleri beraberdir.”
Tahkîku’n-Nusre Sahibi bâzı muhakkiklerden nakledip der ki: “İslâm ehlinin hasenatinin ve salih amellerinin sevapları Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin sahifelerinde yazılıdır. O kadar kat kat fazlasiyle ki, katlarının sayısını ve sınırını Allah’dan başka kimse bilmez. Zira kıyâmete kadar gelen her mühtedi ve amel edici bir iş işlese şeyhine de onun bir misli ecir ve fazilet hâsıl olur. Şeyhinin şeyhine iki o kadar sevap hasıl olur. Üçüncü şeyhine dört o kadar ecir hasıl olur. Dördüncü şeyhine sekiz o kadar ecir hasıl olur. Bu üslûp üzere tâ Fahr-i Kâinat hazretlerine çıkıncaya kadar her mertebede sayısı katlanır. Önce gelenlerin sonra gelenlerden daha üstün tutulmasının sebebi bundan anlaşıldı. Meselâ Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra on mertebe bulunduğu farzedilse bu hesap üzre Fahr-i Âlem hazretlerine bin yirmi dört ecir hasıl olur. On bir mertebeye varan Fahr-i Âlem hazretlerinin ecri iki bin kırk sekiz adet olur. Sonsuza kadar bu hal üzre gider.”
Yukarıda zikri geçen hususta müşkülât görenlere şöyle cevap verip demişlerdir ki: Fahr-i Kâinat hazretleri için Kur’an okuyan kimsenin O’na şeref fazlalığı ile dua etmesi, bütün şeref nevilerinde Fahr-i Âlem hazretlerinin mükemmel olduğu bilinirken, şu mânaya gelir ki, sanki dua eden kimse şöyle düşünür: Kendinin duasının kabûlü, şeyhine ve muallimine (öğreticisine) kendinin ecri gibi ecir hasıl olup Fahr-i Âlem hazretlerine varıncaya kadar kat kat artarak ecirler hasıl olmasını kapsar. Bütün bunlardan sonra duanın faydası, dua edenin kendisine râci olur. Şu bakımdan ki, duanın kabûlünü şümûlü içine almıştır. Nitekim bir kimse Kâ’be’yi görüp “Allahım, bu evin şerefini ve yüceliğini arttır,” dese faydası dua eden kimsenin kendisine râcidir. Efendimiz hazretlerine salâvat vermek hususunda da böyle demişlerdir.
İbn-i Hacer bunun benzerliğine işaret buyurmuştur. Kâinatın Efendisi Resûlüllah hazretlerine dua ile Kâ’be’ye duanın münasebeti, dua edenin duasının kabûlünü gerektirici olmaları yönündendir. Farkları ise şu yöndendir ki, Resûlüllah hazretlerine kat kat hasenat hasıl olur. Kâ’be’ye hasıl olmaz.
Bu ümmetin hususiyetlerinden biri de şudur ki, bunlardan yetmiş bin kişi, hesaplarına bakılmaksızın cennete gireceklerdir. Şeyhayn’ın rivâyetlerinde böyle gelmiştir.
İmâm-ı Taberanî ve Beyhakî’nin rivâyetlerinde de gelmiştir ki:
“Hiç şüphesiz Rabbim bana ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesabı sorulmak sızın cennete sokacağını vaad buyurdu. Gerçekten ben, daha fazlasını istedim. Bunun üzerine O, yetmiş bin kişinin her birinin yanında yetmiş bin daha verdi,” diye buyrulmuştur.
Nihayet Hak teâlâ hazretleri, en güzel ve en cömert sevgilisini yüceltmek ve O’nun kadrinin büyüklüğünü göstermek için bu ümmete o kadar faziletleri ve kerametleri mahsus kılmıştır ki, sair ümmetlerden hiç birine onları vermemiştir. Bu ümmete mahsus olan fazilet ve şereflerin tafsilâtı nice kitaplar gerektirir ki, bir miktarı söz ve yazı sayfalarına sığdırılabilsin.
“İşte bu, Allah’ın lûtfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, çok bütük lütuf sahibidir.” (Hadîd sûresi: 57/21)