Bu hususta buyurmuşlardır ki, Resûlüllah Efendimiz mücamaat (cinsel ilişki) hususunu en mükemmel şekilde yapardı. Yâni şu derecede eylerdi ki, onun konulmasından kasdedilmiş olan şeyler hâsıl olsun. Meselâ sıhhatin korunması, lezzetin hâsıl olması ve nev’in bekası niyetleri gibi... Çünkü aslında cimâm konulması üç nesne içindir:

1. Hak teâlâ hazretlerinin takdir ettiği müddete varıncaya kadar insan nev’inin devam ve bekasıdır ki, doğurma ve üreme yoluyla hâsıl olur.

2. İnsan mizacında toplanan ve hapsolan meniyi savmaktır ki, faziletli hekimlerin kavlince sıhhatin korunması sebeplerinden biridir. Zira meni meydana gelip hapsedilmiş olarak tutulursa bundan vesveseler, cinnetler, sar’a vesair hastalıklar doğar. Onun def edilmesiyle bunlardan kurtuluş hâsıl olur.

3. Lezzetin hâsıl olmasıdır ki, cennette murad olunan sadece budur. Zira orada üreme ve hapsolunma yoktur ki, onlar için bu işe girişilmiş olsun.

Fakat insana lâyık değildir ki, üreme isteğinden yahut hapsolmuş meniyi çıkarmak arzusundan başka bir şey için onu israf etsin... Zira çoklukla çıkarılması son derece zayıflık ve ihtiyarlık getirir. Akıllı kimse odur ki, itidal haddini aşmaz.

Şeyh Nizamî buyurmuştur ki:

“Ne çok cima edici ol, ne de çok yeyici ol,

Zira ondan beden zayıflığı hâsıl olur,

Bundan da hazım bozukluğu meydana gelir.”

Bundan da murad, lezzet elde etmeye aldanıp kuvvet ve kudretinin mertebesini aşmamaktır. Ancak kudreti kemâl derecesinde olup sıkıştırması sonucu def’i uygundur.

Buyurmuşlardır ki, faydaları cümlesinden biri de gözün doyup harama bakmaktan kurtulmaktır. Nefsi men edip haramdan perhizkârlık hâsıl etmektir. Dünyasında ve âhiretinde kendi nefsine ve hâtununa menfaatler hâsıl etmektir. Hatunlarla muamele etmek, tanınmış âdet ve beğenilmiş tabiat olmaktan hâli olmamıştır. Onun için Fahr-i Âlem Efendimiz’in o tâifeye meyil ve muhabbeti kemâl derecesinde idi.

Nitekim İmâm-ı Taberanî Evsaf ta ve İmâm-ı Nesâî Sünerı’de Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) rivâyet etmişlerdir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz: “Bana dünyanızdan kadın tâifesi, güzel kokulu nesneler ve namaz içinde gözlerimi yabana bakmaktan korumak sevdirildi,” diye buyurmuştur.

İmâm-ı Ahmed’in naklinde şu da vâki olmuştur ki:

“Yemekten ve içmekten sabrederim. Nisâ tâifesinden sabredemem,” buyrulmuştur.

O halde bundan anlaşılıyor ki, kadına ve nikâha meyil ve muhabbet insanın kemâlinden imiş, diye buyurdular.

Hazret-i İbrahim Halilullah gerçek dîne kuvvetle bağlı olanların İmâmıdır. Yanında âlem kadınlarının en güzeli olan Sâre Hatun varken Hâcer’e muhabbet eyledi.

Sa’d bin İbrahim, Amir bin Sa’d’dan, o da babasından rivâyet etmiştir ki, Hazret-i Halil aleyhisselâm, muhabbetinin çokluğundan ve sabrinin azlığından, bir günde Şam diyarından buraka binip Hicaz’da Hâcer’i ziyaret etmeye gelirdi, diye buyurmuşlardır.

Hazret-i Dâvud aleyhisselâm’ın doksan dokuz hanımı varken öbür hatuna da muhabbet edip aldı; onunla yüz tamam oldu.

Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, bir gece doksan hatunu dolaşırdı. Kadınlara muhabbetin, nebilerin âdeti ve en temizlerin tarikati olduğunda şüphe yoktur. Hususiyle Resûlüllah Efendimiz, onların muhabbetini tasrih buyurup bu hususta onlardan bahseden nice rivâyetler gelmiştir.

Keşşâf da Âl-i îmrân sûresinin tefsirinde, İhyâu Ulûm’da ve fıkıh kitaplarının nicesinde şöyle vâki olmuştur ki: “Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi,” buyurdular. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri “üç şey” dedi, ama ikiden fazlasını zikretmedi. Biri kadın, biri de güzel koku dediler. Belâğat erbabı katında böyle etmeğe tayy (çıkarma) ismi verilir. Yâni bir topluluğu zikrederler, sonradan bâzısını dile getirir, bâzısını sâkit geçerler. Bir maksat için böyle ederler. Tayym faydası, o zikredilmeyeni çoğaltmaktır. Yâni onu çok ve küllî bir şey kabûl etmektir, dediler. Ancak hadîs âlimlerinden bâzıları “Uç şey” kelimesi vârid olmamıştır, dediler.

Şeyhülislâm İbn-i Irakî Emâlis’inde: “Üç şey kelimesi hadîs kitaplarının hiç birinde vâki olmadı. Zira mâna fâsid olur. Namaz dünya işlerinden değildir,” dedi. Ancak İbn-i Irakî’nin muradı “Dünyanızdan üç şey” ibaresi vârid olmadı demek olsa gerektir. Zira İbn-i Kayyum öyle demiştir. Mânanın fesadını şu bakımdan beyan edip: “Namaz, dünyaya izafe olunacak nesnelerden değildir” demiştir.

Gerçekten eğer hadîs kitaplarında vâki olan “Dünyanızdan üç şey” ibaresi vârid olmadı ise zâit olduğu kesinleşir. Aksi halde namazın dünyaya izafe ve nisbet edilmesine cevap vermek kolaydır:

— Vukuu ve durması dünyada olduğu için dünyaya nisbet olundu, denilir. Doğrusunu Allah bilir...

Ibnü’l-Hâc: “Hadîs-i şerifte ‘Sevdirildi’ buyrulup ‘Sevdim’ denilmemesi ve ‘Dünyanız’ diye dünyanın muhatabına izafe olunması, şuna işaret eder ki, Fahr-i Âlem Efendimiz’in kendi muhabbeti Hak teâlâ hazretlerine mahsustu. Dünyaya karşı alâkası yoktu. Onun için “Ben sevdim” demedi, “Bana sevdirildi” dedi. Ve “Sizin dünyanız” diye buyurdu. “Kurretü ayn’ım (gözümün nuru) namaz içinde kılındı” demesi de şundan dolayıdır ki, sevinç ve safâsı namaz içinde idi. Zira Hazret-i Hakk’a ittisal ve muamele o zaman içindedir. Namaz içinde yakınlığı bütün hallerden daha ziyade idi. Gerçi zâhiri beşeriyet âleminde idi. Fakat bâtını melekût âleminde, yâni gayb âleminde idi. Beşeriyet hallerinden kendisinden sâdır olan her hal, ümmetine meşru olması içindi. Kendinin ihtiyacından değildi, dediler.”

Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin güzel vasfında: “O insandır, ama diğer insanlar gibi değildir. Nitekim yâkut da taştır, ama diğer taşlar gibi değildir,” diye buyurmuştur.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin şerefli şânında Şeyh’in bu sözü, onun hakikatini anlamaya yaklaştırıcı bir sözdür. Böylece işaret eder ki, o Hazret, melekiyyü’lbâtın (içi meleklik vasfında) imiş. Bir kimsenin bâtını melekî olursa o nefsine mâlik olur, demişlerdir..

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz, bu cihandan kendisine üç nesnenin sevdirildiğini beyan edip:

“Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Kadın ve güzel koku. Gözümün nurunu namazda buldum,” diye buyurdu.

Hazret-i Ebû Bekir Sıddık da (radıyallahü anh):

“Ya Resûlâllah! Bana da dünyadan senin yüzüne bakmak, sana harcamak için mal toplamak ve senin karabetini sana vesile edinmek sevdirildi,” dedi.

Ondan sonra Hazret-i Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh):

“Ya Resûlâllah! Bana da dünyadan mârufla emretmek, münkerden nehyetmek ve Allah’ın emriyle kıyam etmek sevdirildi,” dedi.

Ondan sonra Hazret-i Osman bin Affân (radıyallahü anh):

“Ya Resûlâllah! Bana dünyadan aç doyurmak, susuz kandırmak ve çıplak giydirmek sevdirildi,” dedi.

Ali bin Ebî Tâlib kerremallahü veçhe de:

“Ya Resûlâllah! Bana da dünyadan, yaz günü oruç tutmak, konuk önüne yemek getirmek ve senin uğrunda düşmana kılıç vurmak sevdirildi,” dedi.

İmâm Taberî zikredilen birkaç hadîsi yazmıştır. Sırların keşfi diye isimlendirilmiş olan bâzı tefsirlerde yazılmıştır ki, Cebrâil aleyhisselâm da:

“Bana da dünyadan üç şey sevdirildi: Ağaç dikmek, kâfirleri katletmek ve iyiler için çalışmak,” dedi.

Ondan sonra eflâke çıkıp yine indi ve dedi ki:

— Ya Resûlâllah! Rabbin sana selâm eder ve buyurur ki:

“Ben de onlardan üç nesneyi severim: Tevbe edenlerin tevbesini, temizlerin temizliğini, zaruret ve ihtiyaç erbabinin duasını.”

Hak teâlâ hazretlerinin bu üç hasleti sevdiğine, kerîm kitabı ve azîm Kur’anında: “Innallahe yühıbbü’t-tevvâbîne ve yühıbbü’lmütetahhirîne — Gerçekten Allah tevbe edenleri sever ve temizlenenleri de sever,” (Bakara sûresi: 2/232) buyurması ve yine: “Üd’ûnî estecib leküm — Benden isteyin, istediğinizi size vereyim,” (Mü’min sûresi: 40/60) buyurması kesin delildir.

Yine Peygamber Efendimiz hazretlerinin, peygamber nev’i içinde onların hepsinden seçkin ve üstün olduğu hususunda gelen hadîs-i şeriflerden biri de İmâm-ı Taberânî’nin naklinde Enes’in (radıyallahü anh) rivâyet ettiğidir ki:

“insanlar üzerine ben, dört hasletle üstün kılındım: Cömertlikle, yiğitlikle, cimâm (kadınlara yaklaşmanın)* çokluğuyla ve tuttuğu şeyi sımsıkı tutmanın şiddetiyle,” diye buyurmuştur .

Sert tutmanın şiddetinden maksat, düşmanı sımsıkı ve sağlamca tutmaktır. Öyle ki: “Benim yakaladığım düşman selâmetle elimden kurtulamaz,” demek olur.

İmâm-ı Taberanî, Katâde tarikiyle Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: “Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin on bir hatunu vardı. Yâni dokuzu nikâhlısı, ikisi cariye idi. Geceleyin bir saat içinde hepsini devrederdi,” diye buyurmuştur.

Katâde der ki: “Enes hazretlerine sual edip:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri buna tâkat getirir miydi? dedim.

Enes hazretleri:

— Biz sahâbe-i kirâm ile konuşurduk. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine otuz kişinin kuvveti verilmiştir, derdik, diye buyurdu.”

Otuz kişinin kuvveti verilmiştir demekten murad, kuvvetin üstünlüğünü bildirmektir ki, her kişi kendi düşüncesine göre bir tahminde bulunmuştur. Onun içindir ki, İbn-i Sa’d’ın naklinde Tâvus ve Mücâhid’den: “Cimâ’da Resûlüllah Efendimize kırk kişinin kuvveti verilmişti,” diye rivâyet olunmuştur.

İmâm-ı Ahmed ve Nesaî’nin nakillerinde Zeyd bin Erkam (radıyallahü anh) merfuan rivayet etmiştir ki: “Cennet ehlinden bir kişiye yemede, içmede, cima’da ve şehvette yüz kişinin kuvveti verildi,” diye buyrulmuştur.

İbn-i Sa’d’ın naklinde Safvân bin Süleym (radıyallahü anh) merfuan rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

Cebrâil aleyhisselâm bana bir çömlek getirdi. İçindekinden yedim. Bana kırk kişinin kuvveti verildi,” diye buyurmuştur.

Bu hususta Resûlüllah Efendimiz hazretlerine diğer insanlardan daha fazla kuvvet ve kudret verildiğine göre hâtûn almakda da diğerlerine caiz olmayan derecenin ona mübah kılındığına şüphe yoktur.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri:

“Evlenin. Zira gerçekten bu ümmetin en hayırlısı, hâtûnları en çok olandır,” diye buyurmuştur.

En hayırlı’dan muradı, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleridir, dediler. “Bu ümmetin en hayırlısı” demesi de Hazret-i Dâvud ve

Süleyman’ı (Aleyhimesselâm) hariç bırakmak içindi, dediler. Zira onların hatunları pek çoktu. “Bu ümmetin” diye sınırlandirilmiş olmasaydı onların üstünlüğü anlaşılabilirdi.

Ancak İmâm-ı Taberanî’nin naklinde: “Evlenin. Çünkü bizim en hayırlımız, kadını en çok olanımızdır,” buyrulmuştur. Bu takdirde bâzıları dediler ki: “En hayırlıdan murad, ümmet içinde hatunu en çok olandır.”

Ebû’l-Fazl Askalânî dedi ki: “Açık olan şudur ki, İbn-i Abbâs hazretlerinin hayırdan muradı, yine Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleridir. Ümmetten muradı da büyük ashâbıdır. Zannederim ki, bu sözde, evlenmenin, evlenmeyi terkten daha üstün olduğuna işaret vardır. Zira eğer onun terki daha üstün olsaydı Resûlüllah Efendimiz onu ihtiyar ederdi. Mâdemki o, Hak teâlâ hazretlerinden korkmakta ve onu bilmekte herkesten daha ziyade iken evlenmede çokluğu tercih etti, o halde bundan, onun üstün olduğu anlaşılır. Çokluğu tercih etmelerinin maksadı, erkeklerin, hakkında bilgi sahibi olmadıkları hükümleri tebliğdi. Aynı zamanda açık seçik mucize göstermekti. Zira kendinin yeme ve içme hususunda bolluk ve genişliği yokken, olduğu zaman da çok defa oruçlu bulunurken ve orucunu bir iki güne ulaştırırken yine bir gecede bütün hatunlarını dolaşmasının beşer takatinin dışında olduğunda şüphe yoktur. O halde bu hâlin, Peygamber Efendimiz’in açık seçik mucizelerinden olduğu meydana çıkar.”

Bâzı âlimler Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine diğer insanlardan fazla hatun almanın mübah kılınmasının açıklaması hususunda dediler ki: “Hür olan kimsenin, köle olan kimseden daha ziyade alması daha üstün ve şerefinden dolayı caiz olduğu gibi Resûlüllah Efendimize de ümmeti üzerine üstünlüğünden ötürü başkalarına caiz olandan fazlasını almak mübah kılındı.

Bunun faydalan cümlesinden biri: Üzerinde resullük vazifesini yerine getirmenin meşakkati varken kadın işine kıyamla daha fazla külfet altına girip meşakkatini çok, ecir ve faziletini daha büyük etmekti.

Biri de şudur ki: Nikâh, Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında ibadet idi.

Biri de mucizeler göstermekti. Şu cihetten ki, mü’minlerin analarının babalan, kardeşleri ve diğer yakınları, gayretlerini ortaya koydular ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli hizmetine rağbet gösterdiler. Çünkü Hak teâlâ hazretlerinin hidayetiyle O’nun bâtınî halleri hakkında bilgi sahibi olup nebîliğinin doğruluğuna kesinlikle inandılar.”

Ümmü Habîbe (r. anhâ) Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hizmetini seçip nikâhı altına öyle bir halde girmişti ki, babası Ebû Süfyân, en şiddetli düşmanlıkla Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin düşmanı olup gece gündüz Lât ve Uzzâ uğruna çalışmakta idi. Babasının bâtıl dinine binlerce nefret ve lânetler okuyarak geldi, nübüvvet hanedanında karar ve temkin buldu.

Safiyye’nin (r. anhâ) babasını, amcasını ve kocasını katletmiş iken gelip Resûlüllah Efendimizle evlendi. Safiyye, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine öyle bir değer vererek meyil, muhabbet, itâat ve teslimiyet üzere oldu ki, bütün akraba ve yakınlarının katline rıza verdikten başka kendini de kurban etmek dilese yoluna can verirdi. Hep bunlar, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mucizelerinin eserleridir ki, beşer tabiatinin iktizası kişinin kendi ecdad ve akrabasının taraflarını tercih etmesi iken onlar bu tarafı tercih edip teslimiyet gerdanını tâat toku ile süsledi, irade ayaklarını itâat halhali ile bezediler.

Evlenmek ve çoğalmak yönlerini rağbetlendirme hususunda hadis İmâmlarından Ebû Dâvud ve Nesaî, Muğaffel bin Yesâr’dan merfuan rivâyet etmişlerdir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

“Çok doğuran ve kocasına çok muhabbet eden kadınla evlenin. Zira gerçekten ben, diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla galip gelirim,” diye buyurmuştur.

İbn-i Mâce’nin naklinde Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) şu ibare ile rivâyet edilmiştir:

“Evlenin! Çünkü ben sizinle çoğalırım.”

Bu hadîs-i şerif, halk lisanında meşhur olanın mânasıdır ki:

“Birbiriniz arasında nikâh ve nesil peyda edin. Zira ben, diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar ederim,” diye buyrulmuştur.

Ama bâzı hadîs âlimleri, “Bu kelimelerle hadîs kitaplarında bulamadık,” demişlerdir.

Bazıları:

Ummet-i Muhammed’in sayısını çoğaltmak niyetiyle evlenmek, oruç tutmaktan daha üstündür, dediler.

Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) hazretleri der ki: “Ben haz duyucu değilken karımla cimâ’ ederim. Tâ ki, Muhammed ümmeti çok olup kıyâmet gününde Peygamber Efendimiz hazretleri onların çokluğu ile diğer ümmetlere galebe ve iftihar etsin.”

“Lâ ruhbaniyete fi’l-islâm — İslâm’da ruhbanlık yoktur,” hadîsi şerifinde ruhbanlıktan murad, kadını terketmektir, dediler. Eğer onu terk etmek daha üstün olsaydı, dinlerin en hayırlısı olan bizim dînimiz bunu meşru kılardı. Halbuki kadınlara yaklaşmak peygamberlerin iftiharı olagelmiştir.

Sahîh-i Buhârî’de rivâyet edilmiştir ki, Süleyman aleyhisselâm bir gecede yüz hatununu dolaşmakla iftihar ederdi, diye buyrulmuştur. Rivâyet olunur ki, üç yüz hatunu ve bin cariyesi vardı. Bu kudret, Hazret-i Süleyman’ın mu’cizelerindendi. Zira insanın bu dereceye tâkat yetiştiremediği açıktır.

Bu mânadan, Süleyman aleyhisselâm’ın Resûlüllah Efendimiz hazretlerine üstün olması lâzım gelmez. Zira Hazret-i Süleyman’ın hatun ve cariyelerinin çokluğu mülk ve saltanatinin gereklerinden idi. Öyle bir saltanat, “Bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir hükümdarlık ver,” (Sâd sûresi: 38/35) gereğince kendinden sonra kimseye müyesser olmamıştı. Peygamber Efendimiz hazretleri ise hükümdar nebi olmakla kul nebi olmak arasında muhayyer kılınıp kendisi kulluğu ihtiyar eylediği vakit o vâdide hârikulâde olan derece verildi ki, o kadar oruç ve riyazet, türlü mihnet ve meşakkat içinde iken bu hususta tâkat ve kudretin en üstün derecesi üzre idi. Bu hâlin beşer kudreti dahilinde olmadığı idrâk ehline gizli değildir. Böylece Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mu’cizesinin kemâl derecesine en yakın olduğu açıkça anlaşılır

4. Kısım

Peygamber Efendimizin İstirahat Miktarı

Rivâyet olunur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, gecenin başlangıcında, yâni yatsı namazından sonra yatıp uyurdu. Gecenin ikinci yarısının başında kalkarak  misvâk kullanıp abdest alırdı. Uykuyu, ihtiyaç miktarından fazla etmezdi. İhtiyaç derecesinden nefsini men de etmezdi. Tâat ve ibadete kuvvet kazanmak için itidal haddine riayet ve onu âdet ederdi.

Güzel âdetleri şu idi ki, Allah’ı anarak sağ yanına yatardı. Tâ mübarek gözlerine uyku galebe edinceye kadar anmaktan hâli kalmazdı. Yedikleri tamamen hazmolma derecesine yakın olmadan yatmazdı. Zira tok halde yatmanın zararları malûmdur.

Sağ yanı üzerine yatmalarının sebeplerinden biri şudur ki, bütün hallerinde sağ yanını ihtiyar etmek güzel âdetlerindendi. Biri de şudur ki, kendini uykuya çok vermemek için öyle ederdi. Zira insanın kalbinin yeri sol yanıdır. Kişi sol yanına yatınca gayet rahatlık üzere yatar. Ama sağ yanına yattığı zaman kalb kendi yatağından ayrılıp başka bir semte düşer ve mustarip olup kendi yerine çekilmekten uzak kalmaz. Bu sebeple kişi rahata ermeyip uyanmak gerektiğinde kolaylıkla uyanır.

Böyle etmesinden şerefli muradı, uyanmak hususunda kendinin bu duruma ihtiyacı olduğundan değildi. Zira İmâm-ı Buhârî’nin naklinde: “Tenâmu aynî ve lâ yenâmu kalbi — Gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz,” buyurduğu Hazret-i Âişe’den (r. anhâ) rivâyet edilmiştir. Belki bundan maksadı ümmetini irşâd idi ki, onlar sünnetine riayetle uyanmağa kolaylık bulsunlar...

Bâzı âlimlerden nakledilmiştir ki, sol yanına yatmakta gerçi rahatlık daha fazladır, fakat bunun kalbe zararı vardır. Şu bakımdan ki, kalb kendi yerinde olunca bütün âzalar ona meyledip fazlalıkların döküldüğü yer olur, yâni artık maddeler kalbe dökülür, dediler.

Uykunun kötüsü, arka üstü yatıp uyumaktır. Zira dimağın fazlalıkları (artık maddeleri) burun yoluna gidemeyip sinirlere ve sîneye dökülür; nezle, sinir ağrıları, yarım inme ve bel ağrısı hâsıl eder. Eğer inmeyip dimağda kalırsa ağır basmak, sar’a ve sekte gibi hastalıklar getirir.

Yüzü koyun yatmak hekimlerin kavline göre kötü ve zararlı değildir. Hattâ hazma faydalıdır. Ama şerefli şeriat gereğince çirkin ve zemmedilmiş bir vaziyettir. Sünen-i İbn-i Mâce’de rivâyet edilmiştir ki, bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri mescidde bu vaziyette yatan bir kimsenin üzerine geldi de mübarek ayağı ile dürtüp:

— Kalk ve otur. Çünkü bu, cehennemliklerin yatışıdır, diye buyurdu.

Rivâyet olunur ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin yatak hususunda güzel âdetleri şu idi: Bâzan döşek üzerinde, bâzan deriden yaygı üzerinde, bâzan hasır, bâzan da kuru yer üzerinde yatardı. Arap diyarında mashiye denilen bir cins kıyafet olur ki, zâhidlerin giyeceğidir. Fahr-i Âlem hazretlerinin de o cinsten bir tanesi vardı. Bâza:n onu döşeyip üzerinde yatar, uyurdu, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri yattığı zaman mübarek elinin ayasını sağ yanağinin altına koyup:

“Ya Rab! Kullarını kabirden kaldırdığın günde beni azâbından sakla,” diye buyurdu.

Bir rivâyette, “Yevme tecıneu ibâdeke — Kullarım topladığın gün” diye gelmiştir ki, bunun da mânası haşir gününde demek olur.

Ebû Katâde (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz gece yatacak olsa sağ yanı üstüne yatardı. Sabaha karşı yatacak olsa mübarek iki kolunu dikip saâdetli başını ellerinin üzerine alırdı.” Hakikatte bu yatmak kısmından değildir, nihayet dinlenmeden ibarettir.

Huzeyfe’nin (radıyallahü anh) rivâyetinde döşeğine yattığı zaman:

“Allahım, ölümde ve dirilikte senin isminle...” diye buyururdu.

İmâm-ı Tirmizî’nin naklinde Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki, yattığı zaman:

“Hamd o Hak teâlâ hazretlerine ki, bizi yedirdi, içirdi, yeterli kıldı ve me’vâ (yer, yurt, yatak) verdi. Nice kimseler vardır ki, bunlardan yeterincesi ve sığınacak bir yeri yoktur,” diye hamd ederdi.

Bu zikrolunan hadîs-i şerifler hep Resûlüllah Efendimiz’den rivâyet edilmiştir ki, bâzan öyle, bâzan böyle buyururlardı. Kişi bunlardan herhangisini ihtiyar ederse sünneti yerine getirmiş olur.

Hazret-i Aişe’den (r. anhâ) rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem: Efendimiz Hazretleri, iki mübarek elini bir yere getirir, Kul hüvallahü ehad, Kul eûzü birabbi’l-felâk ve Kul eûzü birabbi’n-nâs sûrelerini okuyup ellerine üfürürdü. Ondan sonra mübarek başına, yüzüne ve şerefli vücudunun sair yerlerine sürerdi. Uç kere böyle ederdi, diye buyurmuştur.

Malûm olsun ki, Buhârî’nin naklinde vârid olan “Gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz,” hadîs-i şerifinden hâtıra şu gelirse ki:

Peygamber Efendimiz hazretleri, bir seferinde geceleyin sabaha yakın bir zamanda bir vâdi içinde sahâbe-i kirâm ile konakladılar. Hepsini gaflet basıp sabah namazını geçirdiler. Ta güneş kızmcaya kadar bu hâl üzre oldular. Sonunda Hazret-i Ömer uyanıp tekbir getirdi. Ondan sonra Peygamber Efendimiz hazretleri uyandı. Seçkin sahâbe ile orada abdest alıp sabah namazını kazâ ettiler. Ya bunun izah şekli nedir? denilirse âlimler bu şüpheye karşı birkaç şekilde cevap vermişlerdir.

Sahih cevaplardan biri şudur ki: Bunun olması namazın kazasının meşru kılınması işini düzenlemek içindi. Zira eğer kendinden namazın vaktinin geçirilmesi vâki olmasa da ümmetinden vâki olacağı muhakkaktı. Sehvedip sehiv secdesi etmesi de bu sebeptendi. Gerek bilerek gerek yanılarak Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden bir fiil sâdır oldu ise o muhakkak bir işi düzene koymak ve bir hayrı gerçekleştirmek içindi. Zira peygamber olarak gönderilmesinden maksat, şeriatın hükümlerini tamamlamak, din ve milletin kanunlarını kemâle erdirmekti. Bu mânaya şu delâlet eder ki, bütün ömründe bir kere vâki oldu; bu kadarı onun meşru kılınmasına yeterli olduğu için artık bir daha vâki olmadı. En iyisini Allah bilir.