24-BÖLÜM:024:
Toprak unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını,
sükûn ve kararını, parçalarını korumasını, vâdi ve
dağlarını; yerkürenin iki tabakaya bölünmesini ve yeni dünyanı ortaya çıkmasıyle
çizilişini; kaynakların fışkırmasını ve yerin
sarsılmasını dört madde ile hâkimâne açıklar.
Toprak unsurunun mahiyetini, faydalarını,
özelliklerini, keyfiyetini,
durumlarını ve görünüşünü; vadilerini ve
dağlarını, sükûn ve kararını,
parçalarındaki çekiciliği bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar ittifakla
demişlerdir ki: Dört unsurdan dördüncüsü ve esası toprak unsurudur ki, o,
bir basit cevher; keyfiyet ve tabiatı soğuk ve kuru
olduğundan, diğer unsurlara muhaliftir. Mutlak ağır ulunduğundan, tabiî yeri
unsurların altı olup, kendi parçalarını çekme ve kurumayla yerinde sükun ve
karar etmiştir. Bu toprak unsuru, bir tek yüzeyle çevrili küre bir cisimdir.O kürenin
merkezi, âlemin merkezi ve bütün ümmetlerin ayağının
altıdır. Yüzeyi, vâdiler ve dağlarla girintili-çıkıntılı olup,
üzerinde bulunan su küresi ve hava küresinin alt yüzeylerine temas etmiştir. Felekler ve
unsurlar, yerkürenin etrafında hareket edici olup, feleğin dönüşü, o
süratli hareketiyle bu unsuru her yönden ortaya itip, sâkin tutmuştur. Nitekim bir
şişe içine bir taş konulup, o şişe sürat ve kuvvetli döndürülse, o
taş, şişenin ortasında hareket etmeyip sâkin
olur. Bunun gibi yer, feleğin ortasında sâkin olur. Bir karar üzere karar etmiştir. Gerçi bazıları
demişlerdir ki, yerküre, hem güneş etrafında, hem kendi etrafında daima hareket
edicidir. Felekler ve yıldızlarsa, sürekli sâkin ve sâbit olup, ancak yerin
dönmesiyle dönücü ve hareketli sanılmıştır. Nitekim yürüyen bir
gemiye binmiş olan kimseye, denizin sahili hareket ediyor görünür. Bu konunun bir miktarca açıklanması, dokuzuncu bölümde, yeni astronomi
nâmıyle beyan olunacaktır. Lakin bu görüş, zayıf ve çoğunluğa
aykırı bulunmuştur. Çünkü bu kitapta Alemin durumlarını açıklamaktan muradımız,
ancak cihanın yaratıcısını tanımaktır, cihan değildir. Şu halde âlem, ne yapıda olursa olsun ve ne yöne hareke kılarsa
kılsın, hepsi o göklerin ve yerin yaratıcısının kudretinin kemâline ve azametine
delalet eder. Bizlere de lazım olan ancak bu ibret bakışıyle kemâl
kazanmaktır.
Toprak unsuru da, ötekiler gibi,
oluşu ve bozuşumla çeşitli suretler bulmaya kabiliyetlidir. Zira ki, kendi
yerindeyken bile, diğer unsurlara dönüşüp,
başkalaşır. Bu toprak unsurunun soğukluk ve
kuruluğunun birlikte bulunmasına sebeb,
katılık ve yapışma olduğundan; sırtı
canlılara yer ve sığınak, karnı
maden ve bitkilere başlangıç ve kaynak bulunmuştur. Şeklinin
küre olduğu nice delillerle
ispatlanmıştır. Bütün yeryüzünde ikibuçuk fersahtan ziyade yüksek dağ
olmadığı yakinen bilinmiştir. Çünkü dağların en fazla yüksekliğinin yerin
çapına oranı, bir arpa eninin bir ziraa oranı gibidir. Şu halde bu dağlar,
yerin küre olmasına mâni değildir. Mesela bir yuvarlak elma üzerinde pirinç
tanelerini saplansa, tanelerin yarıları dışarıda bulunsa,o
elmanın yuvarlaklığına onlar zarar vermediği gibi, dağlar dahi yerin küreliğine zarar verme ve veremez.
Lakin yerküre fazla büyük olduğundan, düz görünür. Onun için felsefeden habersiz
olanların aklı, gözünün gördüğünü geçmeyip, olduğu yeri düz
gördüğünden, yerin tamamı düz yüzey zanneder. Halbuki gerçeğe uygun değildir.
Yerkürenin ortasında bir hayalî nokta vardır ki, âlemin
merkezi ve gerçek dip odur. Bütün yönlerden ağır cisimler ona meyledip,
engeller olmasa, varıp onu bulur. Her yönden yerin göğe uzaklığı
eşit olduğu halde, ağır cisimler biribirini itme sebebiyle veya merkezin çekmesi yoluyle, bu toprak
unsuru unsurların ortasında yerleşmiştir. Şu
halde insan, yeryüzünün her ne yerinde dikilirse, onun tepesi sürekli gök tarafına gelip,
ayağı merkeze doğru olur. Ona göğün yarısı görünür. Zira ki, onun ufku
dairesinin merkezi, kendi ayağı altında bulunur. Yerin hangi
tarafına, ne miktar hareket etse, ona, göğün o miktarı o taraftan meydana çıkar.
Öteki tarafından o iktar gök, gizlenmiş olur. şu halde yirmiiki fersah mesafe ki,
yaklaşık yerin bir derecesidir, her o kadar
hareket için, göğün dahi bir derecesi meydanda olup,
karşısında bir derecesi görünmez. Zira ki, yer, kendi
kuşağının üçyüzaltmış
cüzünden bir cüzü olduğu gibi, göğün dahi bir derecesi öyledir. Şu halde yerin bir
derecesi, karşısında ve paralelinde bulunan göğün bir derecesine uygun ve
eşit sayılmıştır. Gerçi yer dairesinin kavsinden, gök dairesinin kavsi uzun
bulunmuştur. Lakin bu kıyas ile bütün dereceler, feleklerin kuşağı ve yıldızların
yükseklik alçaklığı bilinmiştir.
İkinci Madde
Toprak unsurunun iki tabaka bulunduğunu ve bazı
filozofların görüşlerine,
bazı âyet-i kerime
ve hadis-i şeriflere bu durumun bir yönden uyduğunu
bildirir.
Ey aziz malum olsun ki,
filozoflar ve kelamcılar demişlerdir ki: Bu toprak unsuru, bir küre iken
iki tabakaya bölünmüştür. Önceki tabakası çamur tabakasıdır
ki; bütün madenler, bitkiler, hayvanlar, kaynaklar, zelzeleler, buharlar, onun üst
nahiyesinde oluşup, vücuda gelmiştir. bu topak unsuru renksizken, onlarla
karıştığından nice muhtelif renklerle
renklenmiştir. Bu tabakanın
kalınlık ve derinliğini, Hindistan filozofları, bal
mumları yakıp, çeşitli fenlerle
değişik yerlerde derin kuyular kazmak, inceleyip, denemişlerdir. Nice
sahralarda yedibin kulaçtan fazla ve deniz yakınında onbeşbinbeşyüz
kulaç ki, takriben beş fersah mesafedir. O kadar yerin dibini kazdıkta,
çamur tabakasının sonunu bulmuşlardır Ve halis renksiz ve kuru toprağa
ulaşmışlardır. Halen o kuyuların dördü,
Hindistan'ın sonu olan Kenkeder
sahrasındadır. Şeddad kuyusu, Şam'da, Altın Çeşme
semtinde, Zeydanî
sahrasındadır ki, ona Haviye kuyusu derler. O semtin halkı, onu temaşa etmek için giderler. Yağlı
hırkalardan deve kadar büyük demetler bağlayıp, ateş ile
şulelendirip,o kuyuya atarlar. O zaman o şuleyi seyredip görürler ki, kuyunun içine indikçe
küçük görünüp, ta yıldız kadar olur, derler. Sabittir ki, geceleyin bir
dağda, deve büyüklüğünde yanan ateş, beş fersah mesafeden, bir yıldız
miktarı görünür. Şu halde bu kıyasla, çamur tabakasının mesafesi bilinir.
bu tabaka, ateş tabakasına nispetle altıncı tabaka sayılır.
Toprak unsurunun ikinci tabakası,
halis topraktır ki, merkezi kuşatan aslî unsurdur. O, tamamen soğuk ve
kurudur ve renksizdir ki, renklenmiş değildir. Ziraki aslî unsurların rengi
olmaz. Nitekim suyun rengi, kabın
rengidir Bu halis tabakanın
derinliği merkeze varıncaya dek binikiyüz altmışyedi fersah
mesafe hesap
olunmuştur. zira ki, yerkürenin kuşağı, sekizbin fersah
mesafe olduğundan,
çevreden merkeze varıncaya dek yarıçapı, binikiyüz
yetmişiki fersah mesafe bulunmuştur. Şu halde yerin
yarıçapından beş fersah çamur tabakasının kalınlığı
çıkarıldıkta, kalan halis tabakanın
kalınlığı olur. Şu halde ay feleğinin altında ateş
tabakası, onun altında duman tabakası, onun içinde soğu tabaka, onun içinde buhar tabakası,
onun içinde su tabakası ve onun altında çamur tabakası, onun
içinde de hâlis tabakadır ki, yedinci tabakadır. Bu yedi tabaka biribirini
kuşatmıştır ve "Allah yedi göğü ve bir o kadar da yeri yarattı," (65/12)
âyetine uygun gelmiştir.
İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) hazretlerinden
naklolunan boğa ve balık kıssası gerçeklik kazandığı
takdirde; boğa burcu ve balık burcu ile tevcih olup ona uygun olmuştur. Zira ki Ashab-ı
Kiram'ın bu tür işlerden akla uygun yorumları galiba İslâm'ın
başlangıcında din işleri henüz yerleşmeden, felsefî görüşlere halk meşgul olup,
İslam dininin kaidelerini zabt ve rivayetten kalmasınlar diye, din işlerinden
olmayan suallere: "İnsanlara akılları seviyesinde
söyleyin," hadisince hakimâne cevaplar vermişlerdir. Elbette peygamberlerin ve ashab-ı
kiramın görevi, halka din işlerini öğretmek olup; eşyanın hakikatlerinin
açıklanması onları vazifesi olmadığından, kendilerine ayın
değişik şekillerinden sorulduğunda: "Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlary insanların
muameleleri ve hac için vakit ölçüleridir," (2/189) buyurulmuştur. Ta ki halk, onlardan soracaklarının
ne olduğunu bilsin ve din işlerinden olmayan durumları onlardan sual etmesin.
Nitekim hurma ağacının dikilmesi ve aşılanması konusunda, Peygamberimiz
sallallahü aleyhi vesellem: "Siz dünya işlerini daha iyi
bilirsiniz," buyurmuştur. Yerkürenin iki kutbu doksanıncı enlemlerdir ki,
yukarıda açıklandığı üzere, altı ay gece ve
altı ay gündüzdür. Şu halde
Hızır ve İskender karanlığı, kuzey kutbunda olan
altı ay geceden ibarettir. Yoksa
sürekli karanlık olan yer, bilim adamları katında sabit değildir. Ye'cüc
ve Me'cüc seddi, yedinci iklimin doğu semtinde, eski Tataristan'ın
kuzeyinde bir yerdedir. Bazı eski kitaplarda, yerin mesafesi beşyüz
yıllık yol ve yerle göğün arası beşyüz yılık
yol yazılıp, Sümmüvâ'ta bu
anlamları içine alan hadis-i şerif dahi rivayet olunmuştur. Lakin murat, ancak
mesafenin çokluğunu belirtmektir, sayı değildir. Zira ki elli,
yetmiş, beşyüz, yediyüz, bin, ellibin, yetmişbin, yüzbin... sayıları hep çokluk
makamında kullanılmıştır. Nitekim: "Ey resulüm, o müafıklar için ister
mağrifet dile, ister dileme. Onlar için yetiş kere mağrifet istesen
de, Allah onları asla bağışlayacak değil..." (8/80) âyet-i kerimesinde sayı
tayini murat olunmayıp, çokluktan kinaye bulunmuştur. Şu halde bunun
gibi tevillerle, ilim adamlarının birçok görüşleri dine uydurulmuştur.
Yeni dünyayı (Amerika)
bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, astronomi
âlimlerinden Nasîr Tusî ve ondan önce gelen filozofla demişlerdir ki:
Güneşitleyici daire ile ufuk dairesinin kesişmesinden yerkürede hâsıl
olan dört kısmın, iki kuzey kısmından birisi mamurdur ki, böylece dünyanın
dörtte biri meskun olmuş olur. Geri kalan dörtte üçünün durumu meçhuldür: Ya
mamur ve meskun veya okyanusla doludur. Lakin sonraki bilginler, okyanusu
gemiyle dolaşarak, kalan dörtte üçünü bütün durumlarını keşf
ve ispat etmişlerdir. Eskilerin bilmediği yerler bulunup, mamur yerleri dörtte bire
hasretmeye mecal kalmamıştır. Zira ki, miladî tarihin bindörtyüz doksaniki
senesinde, ki hicrî tarihin dokuzyüzüçüncü senesiydi, Endülüs
memleketinden, cebir ilminde mahir bir mühendis korsan ki, namına Kolon (Kristof Kolomb) derlerdi.
O, okyanusun durumlarını incelemek için iç denizin dış
denize döküldüğü Sebte boğazı dışında, İspanya limanından üç gemide
yüzyirmi adam ile yelkenler açıp, batı tarafına doğru salmıştır.
Devamlı yengeç dönencesinden yirmi derece kuzeyi almıştır. Yani kırküç derece enleminde
giderdi. Zira ki iki tarafından sıcaklık ve soğukluk altına
düşmekten çekinirdi. Sürekli güneşin batışını gözetip, otuzüç gün
seyretmiştir. O müddet içinde okyanusun sahilinde tamam üçbin sekizyüz mil
mesafe kat etmiştir. Nice defa yanındakiler pişmanlıkla
geri dönmeyi kastetmiştir. Gemilerde bulunanlar ona, nice kere itap edip: bizi bela
girdabına uğrattın ve hepimizi bu engin deniz içinde kaybettin, diye Kolomb'a
hücum ettiklerinde, o, onlara cevap etmiştir ki: Sizin
kurtuluşunuz, ancak denizi bilir ve astronomi âletleri kullanabilir adamla olur. Siz beni
öldürürseniz, hepiniz denizde kalıp, helak olup gidersiniz, diye kâh müjde
kah korkutma ile onları yatıştırırdı.
Kurtuluştan ümidi kesip, şaşırmış
kalmışken, ansızın hoş bir ada görünmüştür ki, akan nehirleri
ve yüksek ağaçları vardı. O zaman canları bir miktar rahat bulup,
Kolomb'a teslim olmuşlardı. Altı gün yine günbatımına doğru gidip,
altı boş ada bulmuşlardı. Hepsinden büyük olan adaya, İspanyol adını
vermişlerdi. Buradan geçip sekizyüz mil dahi karayel üzere gitmişlerdi. O zaman bir
sahile yetmişlerdi. Nice günler o sahilin etrafında kuzey ve güney
taraflarına seyretmişlerdi. Onun ada olduğunu bilmişlerdi. Orada bir kavim
bulmuşlardı ki, bunların seyrine gelip, toplanıp sahile
yetmişlerdi. Bunlar sahile yaklaştığında, onların
hepsi firar etmişlerdi.
Önce gemileri balık sanıp, temaşaya gelmişler, sonra insan olduklarını
bilmişler ve korkup kaçmağa kalkmışlardı. Zira ki onlar, gemi ve sandal bilmezler imiş. Bunlar
gemilerden çıkıp, onlara yetişip, bir kadın tutmuşlardı. Ona
çok hediyeler verip, gözetmişler, lisanını bilmediklerinden, kavmini getirmeyi
işaretle anlatmışlardı. O zaman o kadın, varıp kavmini gemiler
yanına gönderip; onlar dahi altın, gümüş, meyveler, ekmek ve çeşitli
kuşlarla ve hayvanlarla gelmişler, iskele yanına yetmişlerdi. Nice günle ve aylar
burada alış - veriş edip, oraya batı Hint deyip, orada kırk adam koyup, yine
doğuya doğru selametle gelip, gitmişlerdi. İspanya hâkimine
yeni dünya hediyelerini hediye etmişler. Bundan sonra ikinci ve üçüncü senelerde
varıp geldikçe yeni dünyalıların lisanlarını ve âdetlerini
tamam bilmişlerdir. Yolunu beşbin ikiyüz il deniz yolu bulmuşlardır. Lakin
okyanusun doğuya doğru hareketinden dolayı elli günde gidip, ancak beş ayda
gelmişlerdir. Sonra dördüncü senede Kolomb, bulduğu yeni dünyaya ulaştığında,
oranın Kâşk adlı hâkimi, Kolomb'u gemiden çıkmaya komayıp, menettiğinde; Kolomb'un ona
karşı koymaya kudreti olmadığından, hile yoluna sapıp, demiştir
ki: Siz, bize cefa eylediniz. Onun için rabbiniz size gazap etmiştir. Alameti odur ki,
yarın güneşin ışığını alsa gerektir. Meğer
ertesi günü, bize nispetle orada güneş tutulması, olup, Kolomb bunu bilmiştir. O zaman bu
sözden onlar vehme düşüp, sabahı beklemişlerdir. Kolomb'un haber
verdiği saatte güneş tutulduğu için, oradakiler korkuya düşüp, Kolomb'a
hediyelerle gelmişlerdir. Sulh edip, ona boyun eğip, itaat
kılmışlardır. Hepsi puta tapıcı iken, ahalinin çoğu dönüp, Kolomb'a uyup,
hıristiyan olmuşlardır. Kolomb, adamlarıyle yeni dünyada kalıp, yirmi senede
birçok yerini zabt edip almıştır. Kuzey yarısı ahalisini
beyaz ve esmer; güney yarısında oturanlarını, Habeşî ve siyahî, boylarını
ondört karıştan fazla uzun bulmuştur.
Yeni dünyanın birçok nehirleri, meyveli ağaçları,
yüksek dağları ve derin vâdileri vardır. Oranın rengârenk kuşları ve
vahşi hayvanları sayısızdır. Burasının büyüklüğü, dünyanın meskün olan
diğer dörtte bire kadardır ki, garip tavırları ve acayip halleri,
Yaratıcının sanatının eserlerini ve kudretini tasdik etmektedir. Önceki
kitaplarda sözü yedilmemiş ve hazreti Adem'den beri gidilmemiş olan bu
yeni kıta, yeni dünya adını almıştır. Burası o kadar geniştir ve o
kadar çeşitli dağları, ovaları vardır ki, tafsilini ancak Allah bilir. Kelam-ı
Kadiminde: "Onun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." (6/59)
buyurmuştur.
Kaynakların
fışkırmasını ve yer sarsıntısını
hakîmâne bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar
demişlerdir ki: Kaynakların kaynamasının ve yerin
sarsılmasının sebebleri budur ki, yerin içinde oluşan buhar, orada hapsoldukta; bir tarafa
yönelip, orada soğuyarak suya dönüşür. Eğer az ise buhar
parçalarıyle karışıp kalır. kuyu suları budur. Eğer
fazla ise, yerin içine
sığmayıp, yerkabuğunun ince yerlerini yararak, çıkar
ki, kaynayan kaynaklar budur. Pınar ve kaynakların bir
sebebi dahi budur ki: Karlanan ve yağmurlardan dağların içine sızarak
akan sulardır. Zira ki, kar ve yağmurun çokluğu ile kaynaklar ve pınarlar
çoğalıp, onların azalmasıyle bunlar dahi eksilmiştir. Şu halde yeryüzünde akıp,
insan ve hayvanların hayat maddesi olan tatlı sular için Hak Taâlâ yerin
dağlarını hazineler kılmıştır. Zira ki yağmur ve kar
suları, dağların altında mağaralar ve taşlar içinde ve yeraltında toplanıp, dağlar
tarafından saklanmıştır. Bundan sonra dar yarıklardan azar azar
sızdırıp, ondan kullarına yetecek kadar pınarlar ve nehirler akıtmıştır. Ta
ki gelecek kışta yağmur ve karı dağların mağaralarına sızdırıp,
sularından, mağara ve taşlardan akan suların yerine dolduruncaya kadar, o taşların
altlarında olan küçük gözelerden yavaş yavaş sızan nehir ve kaynak
suları, insanlara ve hayvanlara yetmiştir. Fazlası, vâdilerde seller olup,
feryat ile denizlere gitmiştir. Şu halde o yüce Yaratıcı,
yeryüzünde olan yaratıklar için dağlara yağmur ve kar verip, nehirler ve kaynaklar
çıkarmakta dolap misali etmiştir. Bu dolapların dönüşü süreklidir ki,
kıyamete kadar sürer.
Yeraltında buharlardan oluşan veya yağmurdan
biriken sular, yerlerine sığmayıp, ince yerlerden kolaylıkla
çıktığında, eğer taşların veya temiz toprağın yakınında ise, o su, soğuk ve
tatlı olur. Eğer çorak yerlerden gelirse, o su tuzlu olur. Eğer
kükürtlü arazilerden ve madenlerden çıkarsa o su sıcak olur. Zira ki
kış mevsiminde havanın soğukluğu galip
olduğundan, güneşin
sıcaklığı yerin altına firar eder ki, iki zıt bir
yerde toplanmaz. Onun için yerin içi kış
günlerinde sıcak olup; kükürtlü araziler ve madenler,
sıcaklığı, çokluğuna ve azlığına göre
çekip, daima korumuşlardır. Bu sebebtendir ki, madenler çevresinde
kaynayan ılıca suların tatları ve kokuları ve hararetleri ve
özelliklerini almışlardır. Eğer bu suya, havanın soğukluğu
isabet ederse, donup civa olur. Zift, neft, şab veya tuz olur.
İsfahan ile
Şiraz arasında bir su çıkar ki, Allah'ın
şaşılacak sanatlarındandır.
Sığırcık suyu nâmıyle meşhurdur. Kaçan bir yere
çekirge istila edip,
mahsullerini yese; bir kimse varıp o sudan bir şişe alıp, arkasına bakmadan
ve şişeyi yere komadan o araziye getirse, o suya sayısız sığırcık
tâbi olup, o çekirgeleri öldürdüğünü tevatür ile naklederler.
Yerin içinde
oluşup, hapsolan buhar, öyle bir mertebe kalın olsa ki, yer kabuğunu yarıp
çıkması mümkün olmasa veya yerkabuğu kesif ve salp olup buharın
çıkmasına mâni olsa; yerin altında toplanıp
dışarı çıkmak isteyen o buhar, yeri
şiddetle yardıkta, o yer hareket eder ki, yerin
sarsıntısı odur. Yerin içinde
oluşan dumanların ve rüzgârları ahkâmı, atmosferdekilerin ahkâmı gibidir. Kâh olur ki bunlar oldukça
kuvvetli olup, yeri öyle hızlı yarar ki, ondan büyük gürültü hâsıl
olur. Kâh olur ki dumanın tabiatı gereği ateş almasına
neden olan şiddetli hareketlerle yerden ateş çıkar. Eğer ateş, bir madende
ortaya çıkarsa, onu tamam bitirinceye dek aylarca hatta yıllarca yanar,
demişlerdir. (En doğrusunu Allah bilir. Çünkü o, muhakkak
sebeblerin yaratıcısıdır.)