19-BÖLÜM:
Yapısında oluşum ve bozuşum olan sülfî
cisimlerin mahiyet ve keyfiyetini, yani dört unsurun yerlerini ve durumlarını; üç
bileşiğin vasıflarını ve hallerini ve esirilerin etkileriyle olan şekil
değişikliklerini; Türklerin yılının hükümleriyle olan keyfiyetlerin
değişimini; yeni astronominin bazı makalelerini on bölümle hakîmâne tafsil eder.
Ateş unsurunun mahiyetini, tavır ve
durumlarının keyfiyetini dört madde ile açıklar.
Ateş küresinin bazı durumlarını
bildirir.
Ey aziz, malim olsun ki, astronomlar demişlerdi ki: Basit
cisimler: Ateş, hava, su ve topraktır. Bu
dördünden, üç bileşik (mevalid-i selâse) olan bileşik cisimler,
bileşmiş ve doğmuş olup, yine dörde
ayrıştıkarından, bunlara: Unsurlar derler. Bu dört unsurun bir araya gelmesinden ve
biri birine dönüşüp kaynaşmasından bileşiklere oluşum
ve bozuşum ârız olduğu için bunlara dört esas (erkan-ı erbaa) derler. Bu unsurlar ve dört
esas, ay feleğinin altında yani ayın alt yüzeyinin
altında, yukarıda açıklanan tertip üzere, biri birinin içinde, her biri kendi yerinde karar
etmiştir. Tümünün en latif ve en yüksek olanı, ateş unsurudur ki, paralel
iki yüzeyle kuşatılmış basit bir cisim ve üre bir
cevherdir. Üst yüzeyi, ay feleğinin alt yüzeyine ve alt
yüzeyi havanın üst yüzeyine teğettir. Ateş küresinin yeri, ay feleğinin
altında ve hava küresinin üstündedir. Kendisi mutlak ulvî, latif, halis ve
diğer unsurlar gibi renksiz ve hepsine üstüdür. Onu göz idrak edemez. Güneşin
sıcaklığının etkisiyle topraktan ve sudan her ne kadar katı
dumanlar, yoğun buharlar yükselip, ateş küresine erişirse de, o,
hepsini yakıp,
hâlis ateş eder. Eğer ateş küresi, bizim yanımızda
olan ateş gibi renkli ve
ışıklı olsaydı, yıldızlar ve felekler
âlemini seyretmekten gözümüzü men ederdi. Bu
unsurun tabiatı, kendi yerinde sükû ve karar iken ay feleğinin günlük
hareketine uyarak, onu teşyî edip, âlemin merkezi çevresinde doğudan
batıya gider ve bütün parçaları birlikte bir karar üzere sürekli döner.
Ateş küresinin
tabiat ve kabiliyetini, uzaklık ve büyüklüğünü bildirir.
Ey aziz, malûm olsun ki
astronomlar demişlerdir ki: Ateş unsurunun tabiatı, sıcaklık ve
kuruluk olup, mutlak ulvi bulunduğundan, öteki unsurlara muhaliftir. Yakma ve
kapanma kabul ettiğinden, oluşum ve bozuşma, muhtemel şekiller almaya
kabiliyetlidir. Nitekim yukarıda açıklandığı üzere,
kendi yerinde inen
parçaları, diğer unsurlara dönüşüp, başkalaşır,
bu açıktır. Rasatçılar,
geometriciler ve matematikçiler ittifak üzere demişlerdir ki: Ateş küresinin üst
yüzeyinin yeryüzünden uzaklığı, yaklaşık
kırkbirbin dokuzyüz yirmialtı
fersah ölçülmüştür. Alt yüzeyin yer yüzünden uzaklığı, yaklaşık
onbeşin yirmialtı fersah bulunmuştur. ateş küresinin
kalınlığı ve derinliği,
yaklaşık altıbin dokuzyüz fersahtır.
Ateşi
çeşitlerini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki,
filozoflar demişlerdir ki: Ateş cinsi nice çeşittir. İlk
olarak bu ateş unsurudur ki, bunun tesiri yakıcıların çeşitlerinin tümünden kuvvetlidir.
Sıcaklığı şiddetlidir. Çünkü Hak Taala Kelam-ı Kadim'inde: "O Allah ki, yedi kat gökleri ve
bunlar kadar da yer yarattı." (65/12) buyurmuştur. Şu alde
filozoflar, suflî unsurları, bu ayet-i kerimenin mazmununa tatbi için, hava unsurunu üç tabaka ve
toprak unsurunu iki tabaa farzetmişler. Tamamına yedi tabaka
itibar edip, ateş küresini birinci tabaka saymışlardır. ikinci
olarak, demirde, taşta ve yeşil ağaç ta gizli olan ateştir ki, sert demiri ve
katı taşı eritip toprak eder. Bitkileri ve ağaçları yakıp, kül eder. O
halde, karanlık, soğuk ve kesif olan bu üç cisimden, latif bir cisim olan sıcak ve
nuranî soğuk ve kesif olan bu üç cisimden, latif bir cisim olan sıcak ve
nuranî ateşi çıkarmak, şaşılacak bir hikmet ve garip bir
sanattır. Üçüncü olarak yıldırım ateşidir ki, latif cisimlerden geçip, kesif cisimleri yakar.
Dördüncü olarak haramen ateşidir ki; o, gök gürültüsü,
şimşek ve bulut olmadan geceleyin gökten parlardı. Onun
ışığında Benî Tay kabilesi, üç günlük mesafeden develerini görürdü. Bu ateş, kendisine yakın
olanları yakıp; gündüzleri duan görünüp, geceleri ateş olurdu. İsmail
aleyhisselam evladından Halit bin Binan, derin bir kuyu
kazdırıp, o ateşi, buraya kapatmıştı. Bir zamanlar halk onu seyran ederdi. Bundan sonra, o nar, o kuyu içinde kayboldu. Beşinci olarak şihab-ı
kabesdir ki, halk onu yıldız parlaması sanır. Halbuki o, yerden havaya
çıkıp, soğukluktan etkilenmeden ateş tabakasına ulaşan dumandı.
Altıncı olarak, cehennem ateşidir.
Ateşin ışığa bitişmesine,
ruhun bedene bağlanmasının birkaç yönden
benzerliğini bildirir.
Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hayvanî
ruhun bedende yüreğe bağlılığı ve
bitişikliği aynen ateşin lambanın fitiline
bağlılık ve bitişikliği gibidir. Nitekim bu
bağlılığın ibtali bir nefesle kolay olduğu gibi, ruhun bağlılığının iptali de
bir çekiştirmeyle kolay olur. Lambanın yağı bittiğinde, ateş ayrılıp,
söndüğü gibi, bedenin tabii rutubeti bitiminde, nefes ondan ayrı düşer. Her yerde ki,
ateş hava alıp sönmez, orada insan dahi hava alabilip ölmez. Ateşin
söndüğü yerde, insan dahi helak olup, nefes
alamaz. Şu halde, madenciler ve kazıcılar, bir mağaraya girmek isteseler; önce
bir uzun asanın ucuna bir kandil asıp, mağaranın içine sokarlar.
Eğer o kandil sönmediyse, onla dahi yürüyüp, içeri girerler. Eğer
kandilin şulesi söndüyse, hemen geri dönerler, kaçarlar. Nitekim kandilin
yağı, fitilinde bittiğinde, iki üç defa şulesi hareket edip,
ışık verir, ondan sonra söner. Ayı şekilde insan da ölüm
anında kuvvetlenir ki, bu duruma ölüm sıhhati derler. Sonra, ruhu
bedenden ayrılır.