|
|||
|
21 Mayıs 2009 |
İsnâd (124-152) Merfû’ 124. İsnâd metne götüren yoldur; metin ise isnâdın nihayet bulduğu sözdür. Buna göre bir isnâd ya Rasululah’ta nihayet bulur ve onun sözlerinin ya sarîhan yahuttahukmen olmasını iktiza eder. Aynı zamanda bu isnâdla nakledilen hadîs, ya Rasûlullah’ın sözüdür; ya fiilidir; yahutta takrîridir. İşte bu şekilde, isnâdı Rasûlullah’da nihayet bulan hadîse merfû’ denilmiştir. Rasûlullah’ın sözlerinden sarîhan olan merfû’’un misâli, sahâbînin semi’tu Rasûla’llah (s.a.)yakûlu keza, yahut haddesena Rasülu’llah (s.a.) keza, yahutta ‘an Rasüli’llah (s.a.) ennehu kâle keza ve buna benzer sözler söylemesidir. 125. Rasûlullah’ın fiillerinden sarîhan olan merfû’’un misâli, sahâbînin ra’aytu’n-Nebiyye(s.a.) fe’ale keza, yahutta yine sahâbî veya başka bir kimsenin kâne Rasülu’llah (s.a.) yef’alu keza demeleridir. Rasûlullah’ın takrirlerinden sarîhan olan merfû’un misâli, sahâbînin fe’altu bi-hazrati’n-Nebiyyi (s.a.) keza yahut yine sahâbî veya bir başkasının fe’ale fulân yahut fu’ıle bi-hazrati’n-Nebiyyi (s.a.) keza demeleri ve Rasûlullah’ın, huzurunda yapılan bu şeyleri reddettiğine dair hiç bir şey zikretmemeleridir. Rasûlullah’ın sözlerinden hukmen olan merfû’un misâli, sahâbînin, isrâîliyyâttan almadığı, içtihâd eseri olmıyan ve bir lûgatın beyanına veya garîb bir kelimenin şerhine taallûk etmiyen, Fakat yaratılışın mebdei ve Peygamberler gibi geçmişe ait haberlerle, fiten (dahili harpler), kıyâmet gününün ahvâli ve melâhım (diğer harpler) gibi geleceğe ait haberleridir. 126. Keza, bir fiilin yapılmasıyle hasıl olacak sevap veya ıkâb hakkındaki sahâbî haberi de böyledir ve bu gibi haberler merfû’ hükmüne sahiptir. Çünkü sahâbînin bunları haber vermesi, o sahâbîye haber veren bir başkasının bulunmasını iktiza eder. İctihâd eseri olmayan haberlerde de sahâbeyi bunlara vâkıf kılan Rasûlullah’dan başkası olamaz. Yahut eski kitaplardan aldıkları haberleri nakleden bazı kimseler de vardır ki, 26 sözün başında bunlar bahis konusu edilerek, haberin isrâîliyyâttan alınmış olmaması şart koşulmuştur. İşte, sahâbeyi haber verdiği şeyler hakkında yalnız Rasûlullah’ın muttali kıldığı anlaşılan bu gibi haberler, sahâbenin kâle Rasûlu’llah (s.a.) diyerek rivâyet ettikleri haberler hükmündedir ve sahâbî bunları ister doğrudan doğruya Rasûlullah’dan işitmiş olsun, ister bir vâsıta ile ondan almış olsun, hepsi de merfû’dur. 127. Rasûlullah’ın fiillerinden hukmen olan merfû’un misâli, sahâbînin ictihad eseri olmıyan bir işi işlemesidir. Öyle ki, sahâbîde görülen bu işin Rasûlullah’dan geldiği hükmüne varılır. Güneş tutulması hâlinde Hz. ‘Ali’nin her rek’atta ikiden fazla rükû’ ile kıldığı namaz hakkında eş-Şâfi’înin haberi bu cümledendir. Rasûlullah’ın takrîrlerinden hukmen olan merfû’un misâli, sahâbînin Rasululah zamanında yaptıkları işleri haber vermesidir. Bunlar hakkında da merfû’ hükmü verilir; çünkü sahâbenin dinleriyle ilgili bir çok meselelerde Rasûlulllah’a sual sormalarını gerektiren sebeplerin çokluğu dolayısıyle, Rasûlullah’ın, sahâbenin fiillerine muttali olması kadar tabii birşey yoktur. Aynı zamanda bu devir vahyin gelmekte olduğu bir devirdir. Bu bakımdan sahâbe her neyi yapmış ve yapmakta devam etmişlerse, o yapılan şey, yapılması yasaklanmıyan şeylerdendir. 128. Nitekim Câbir ve Ebû Sa’îd’in “azl” in câiz olduğu hükmünü istidlâl etmeleri, bunun en güzel örneğini teşkil eder, bu işi (yani azli) yapıp duruyorlardı ve Kur’anın nüzûlü de henüz sona ermiş değildi. Eğer “azl” yasaklanan fiillerden olsaydı herhalde Kur’an-ı Kerim bunu yasaklardı. Hukmen merfû’ olduğunu belirttiğimiz haberlere, Rasulullah’a nisbeti, dolayısıyle sarîh sigaların kullanılması mümkün olan yerlerde kinâye sigasıyle rivâyet olunan haberler de dâhildir. Meselâ tâbi’înin sahâbîden rivâyet ederken yerfe’u’l-hadîs (hadîsi ref eder), yahut yenvîhi(hadîsi nisbet eder), yervîhi (hadîsi rivâyet eder), rivâyeten (rivâyet ederek), yebleğu bihi(hadîsi iblağ eder), yahutta ravâhu (hadisi rivâyet etti) sigalarını kullanması bu cümledendir. 129. Bazan da sözün asıl sâhibini hazfederek rivâyette kısaltma yaparlar ve bununla Rasûlullah’ı kasdetmiş olurlar. İbn Sîrîn’in Ebû Hureyre’dan rivâyetle kale: tukatilüne kavmen demesi böyledir. El-Hatîbu’l-Bağdâdî’ye göre kâilin hazfi usulü Basralılara has bir ıstılahtır. Sahâbînin mine’s-sunneti keza (şu şey sünnettendir) sözü, hem merfû’ hem de mevkûf olma ihtimali bulunan sigalardandır. Hadîsçilerin çoğu bunun merfû’ olduğu görüşündedirler. İbn ‘Abdi’l-Berr, bu görüş üzerinde ittifak bulunduğunu ileri sürmüş ve “sahâbîden başkası da bu ibareyi kullansa sunnetu’l-Omereyn ibaresinde olduğu gibi sunnet lâfzını sahibine izafe etmedikçe yine hukmen merfû’dur” demiştir. 130. Ancak, İbni Abdi’l-Berr’ın bu görüş üzerinde ittifak bulunduğu yolundaki iddiası ihtilâflı bir konudur. Eş-Şâfi’îden bu konu ile ilgili olarak iki görüş nakledilmiş, şâfi’ıyyeden Ebû Bekr es-Sayrefî, hanefiyyeden Ebû Bekr er-Râzî ve zâhiriyyeden İbn Hazm, merfû’ olmadığı görüşüne zâhib olarak, sunnetin Rasûlullah’la diğerleri arasında mütereddit olmasını delil göstermişlerdir. Şu var ki, bunlara cevap olarak, sunnet bahis konusu olduğu zaman, bununla Rasûlullah’ın sunnetinden başkasının kastedilmiş olmasının uzak bir ihtimal olduğu da ileri sürülmüştür. Nitekim el-Buhârî, Şahîh’inde İbn Şihâb ez-Zührî tarîkıyle Sâlim ibn Abdillah ibn ‘Omer’in babasından naklettiği el-Haccâc ile olan bir kıssasını zikretmiştir. Bu kıssaya göre Sâlim ibn ‘Abdillah ibn Omer, el-Haccac’a: 131. Eğer sunnete göre amel etmek dilersen öğle ve ikindi namazlarını cemederek kıl. Demiş; İbn-i Şihâb da Sâlim’e: “Rasûlullah bunu yapıyor mu idi?” diye soruncu, Sâlim “Rasûlullah’ın sünnetinden başka bir şeye mi tâbi olurlar?” cevabını vermiştir. Medine ehline mensub, fukahâ-i seb’adan ve 27 tabi’un hâfızlarından olan Sâlim, sahâbenin sünnet lâfzını kullandıkları zaman, bununla yalnız Rasûlullah’ın sünnetini kasdettiklerini mezkur haberinde açıklamıştır. 132. Bazılarının “madem ki bu merfû’dur; o halde niçin burada kale Rasulu’llulah (S.A.) demiyorlar?” sözüne verilecek cevap ise şudur: Onlar bu şekilde kesin bir tâbir kullanmayı, günahtan sakınmak ve ihtiyatlı olmak maksadıyle terketmişlerdir. Nitekim Ebû Kılâbe’nin Enes ibn Mâlik’ten rivâyet ettiği (….) hadîsi bu cümledendir ve hadîs, el Buhârî ve Müslim tarafından Sahîh’lerinde nakledilmiştir. Ebû Kılâbe, bu hadîsle ilgili olarak şöyle demiştir: “Eğer dileseydim, Enes’in, hadîsi Rasûlullah’a ref ettiğini söylerdim ve bunu söyleseydim yalan söylemiş olmazdım; çünkü mine’s-sünnet sözünün mânası ref’tir; fakat sahâbenin zikrettiği siga ile hadîsi rivâyet etmek daha iyidir. 133. Sahâbenin umirna bi-keza (şu şeyle emrolunduk) ve nuhiyna ‘an keza (şu şeyden nehyolunduk) sözleri de bu kabildendir. Bu sözlerle ilgili olarak ortaya çıkan ihtilâf, bundan önceki mine’s-sünneti sözüyle ilgili olan ihtilâf gibidir; çünkü bu emir ve nehiy mutlak zikrolunduğu zaman, zâhiri, o emir ve nehyin sahibi olan bir kimseye delâlet eder ki, bu kimse de Rasûlullah’dan başkası değildir. Bununla beraber bazı kimseler, bu görüşe de muhalefet etmişler ve bu emir ve nehiyden maksadın Kur’an emri, yahut icma, bazı hâlifelerin emir ve nehiyleri, yahutta ictihad ve istinbat olduğu ihtimali üzerinde durmuşlardır. Bu itiraza ise şu cevap verilmiştir: Asıl olan ilkidir; diğerleri ise ihtimaldir ve asla nisbede ikinci planda kalır. Bu, tıpkı bir reisin emri altında bulunan bir şahsın “emrolundum” dediği zaman, ona emredenin reisinden başka birinin olmayışı gibidir. 134. Emir olmayan bir şeyin emir zannedilmesi ihtimalini ileri süren kimselerin sözlerinin ise bu mesele ile hiçbir ilgisi yoktur; Öyle ki, bu ihtimal, râvinin: “Rasûlullah bize şunu emretti” şeklindeki açık ifadesinde bile mevcuttur. Onun için bu ihtimal zayıftır. Sahâbe, âdil ve kullandığı dili iyi bilen kimselerdir; bir şey emir olarak tahakkuk etmedikce buna emir ıtlâk etmiyecekleri aşikardır. Sahâbînin kunna nef’alu keza (biz şöyle yapardık) sözü de, yukarıda zikredildiği gibi hukmen merfû’dur. Keze sahâbînin, herhangi bir fiil hakkında Allah ve Rasulüne tâat veya masiyetle hükmetmesi de böyledir. Mesela ‘Ammâr’ın ……… sözü bu kabildendir ve ref ile hükmedilmiştir; çünkü sahâbînin, bu sözü Rasûlullah’dan aldığı açıkça anlaşılmaktadır. Mevkûf 135. İsnâd, Rasûlullah’da nihayet bulduğu gibi, sahâbîde de nihayet bulur ve yukarıda zikrolunduğu şekilde sahâbîden nakledilen haberler ya onun sözü, ya fiili, yahutta takrîri olması itibariyle lâfız tasrîhi iktiza eder. Ancak burada, yukarıda zikrolunanların hepsi değil belki çoğu caridir ve her iki kısım arasında benzerlik yönünden bir eşitlik de şart koşulmamıştır. Bu küçük kitap, hadîs ilminin bütün çeşitlerini içine aldığına göre, burada sahâbînin tarifini de zikretmek icab etmektedir: Sahâbî kimdir? Sahâbî, Rasûlullah’a mü’min olarak mülâkı olan, sahîh olan görüşe göre araya irtidad devri girmiş olsa bile müslüman olarak ölen kimsedir. 136. Mülâkı olmaktan maksat, mücaleset (bir arada oturmak), mümâşat (beraber yürümek), birbiriyle konuşmasalar bile birinin diğerine kavuşması gibi tâbirlerden daha umumî mânaya gelen bir kelimedir. Bu mânanın içine, ister yalnız başına olsun, ister başkasıyle birlikte olsun, birinin diğerini görmesi de girer. 28 Bu bakımdan sahâbînin tarifinde mülâkat tâbirini kullanmak, bazılarının, “sahâbî Peygamberi gören kimsedir” demelerinden daha iyidir. Çünkü görme lâfzıyla yapılan tarif, İbn Ummi Mektûm ve bunun gibi ama olan kimseleri sahâbî olmaktan çıkarır; Hâlbuki bunlar da tereddütsüz sahâbelerdendir. 137. Tarifte geçen “mü‘min olarak” sözünden maksat, kendileri için mülâkat hasıl olan, fakat kâfir oldukları hâlde Rasulullah’a mülâkı olanları tarifin dışına çıkaran ayırt edici bir ibaredir. “Hazreti Peygambere” delâlet etmek üzere kullanılan “ona” tâbiri ise, ikinci bir ayırt edici ibâre olup, Peygamberden başka Peygambere inanmış olarak ona mülâkı olanları tarif dışına çıkarır. Ancak Peygambere, onun Peygamber olacağına inanıp da Peygamberlik devrine yetişmeyenleri tarif dışına çıkarıp çıkarmayacağı, üzerinde ayrıca durulacak bir konudur. “Müslüman olarak ölen” sözü de diğer bir ayırt edici ibâredir ve Peygambere mü’min olarak mülâkı olduktan sonra irtidat eden ve bu hâl üzere ölen kimseleri tarif dışına çıkarır. Meselâ Ubeydullah ibn Cahş ve İbn Hatalbunlardandır. 138. “Araya irtidad devri girmiş olsa bile” sözü ile, Rasûlullah’a mü’min olarak mülâkı olmasıyle Peyğamberin vefatı arasında irtidad edip sonradan tekrar müslüman olanlar kastedilmiştir. Bu gibi kimseler, ister Peygamberin hayatında İslâm’a dönsünler, ister ikinci defa ona mülâkı olsunlar, ister olmasınlar, bunlar için sohbet ismi bakidir. “Sahîh olan görüşe göre” sözü ise, bu meseledeki ihtilâfa işaret olup, Eş’as ibn Kays’ın hikâyesi bu görüşün doğruluğuna delâlet eder; Bu zat, irtidad eden kimselerdendi. Ebû Bekr es-Sıddîk’a esir olarak getirilmiş ve onun eliyle İslâm’a dönmüştü. Ebû Bekr de onun İslâm’a girişini kabul ederek kız kardeşiyle evlendirdi. Bundan sonra hiçkimse onu sahâbî olarak zikretmekten ve hadislerini müsned ve diğer eserlerde nakletmekten geri kalmadı. 139. Peygamberle daima beraber bulunan, onunla harplere giren veya sancağı altında şehit edilen sahâbîlerin, onunla daima beraber bulunmayan, onunla birlikte harplere iştirak etmiyen, onunla az konuşan, az yürüyen, yahut onu uzaktan gören, yahutta sadece çocukluğunda gören sahâbîlere üstün olduklarına şüphe yoktur. Her ne kadar sohbet şerefi, hepsi için ve hatta rivâyet yönünden Peygamberden hiç hadîs işitmiyen ve hadîsleri mürsel olan kimseler için hâsıl olsa bile, birincileri diğerlerinden üstündür. Bununla beraber ru’yet (görme) şerefine nâil olmaları dolayısıyle hepsi de sahâbeden sayılır. 140. Bir kimsenin sahâbî olduğu tevâtür ve istifaza yahut şöhret yoluyla bilindiği gibi, diğer bazı sahâbenin veya bazı güvenilir tabi’unun haberleriyle de bilinir. Yahutta sahâbî, bizzat kendisinin sahâbî olduğunu beyan eder; ancak onun bu iddiası imkân dâhilinde olduğu zaman muteberdir. Şu var ki, hadisçilerden bir grup, bunu “ben âdil bir kişiyim” diyen kimsenin iddiasına benzeterek tereddütle karşılamışlardır. Bu tereddüt ise, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur. Maktu’ 141. İsnâd, sahâbîde son bulduğu gibi, bazan da tabi’ide son bulur. Tâbi’î, yukarıda zikrolunan sahâbîye mülâkı olan kimsedir. Şu var ki bu şartlar, iman hariç, mülakata taallûk eden ve mülâkatla birlikte zikrolunan diğer hususlardır; îman bunların dışındadır ve sadece Peygambere mahsustur. Tâbi’înin tarifinde muteber olan görüş bu olmakla beraber, bazı kimseler bu görüşe muhalefet etmişler ve tabi’inin, sahâbîyle uzun müddet beraber bulunmasını yahut hadîs sema’ının sıhhatini, yahutta temyiz için gerekli yaş haddine erişmiş bulunmasını şart koşmuşlardır. Burada, sahâbe ile tabi’un arasında bir tabaka daha vardır ki, bunların sahâbe ve tabi’undan hangisine ilhak edilmeleri hususunda görüş ayrılığı mevcuttur. Muhadram denilen bu kimseler, hem cahiliyye, hem de İslâm devirlerini idrak etmişler, fakat Peygamberi görmemişlerdir. 29 İbn ‘Abdi’l Berr bunları sahâbeden addetmiş, el-Kâdı İyâd ve diğer bazı kimseler de, İbn Abdi’l-Berr’ın bunlara sahâbe dediğini ileri sürmüşlerdir. Ancak onların bu iddiaları, münakaşaya değer bir konudur; zira İbn Abdi’l-Berr, kitabının mukaddimesinde birinci asırda yaşamış olanları biraraya toplamak ve hepsini de şâmil olmak üzere, bunlar arasında muhazramları da zikrettiğini açıkça belirtmiştir. 142. Gerçek olan şudur ki, muhadramlar, meselâ en-Necâşî gibi her hangi birinin Peygamber devrinde müslüman olduğu bilinsin veya bilinmesin, hepsi de kibâr-ı tabi’inden sayılır. Bununla beraber mi’râc gecesi, Peygambere yeryüzünde bulunan kimselerin hepsinin keşfedilmiş olduğu ve Peygamberin onların hepsini gördüğü sabit bulunursa, onun hayatında mü’min olan kimselerin, ona mülâkı olmasalar bile, onun tarafından görülmüş olmaları itibariyle sahâbeden sayılmaları mümkün olur. 143. İşte, isnâdla ilgili olarak zikrettiğimiz bu tamamlayıcı bilgiden sonra diyebiliriz ki: Yukarıda zikri geçen üç kısımdan birincisine, yani ister muttasıl, ister munkatı’ olsun isnâdın sonu Peygamberde nihayet bulan hadîse merfû’, ikincisine yani sonu sahâbîde nihayet bulan hadîsemevkûf, üçüncüsün de yani tâbi’îde nihayet bulan hadîse de maktû’ denilmiştir. Keza tâbi’îden sonraki etbâ’ut-tâbi’î ve daha sonraki tabakalarda son bulması hâlinde de yine tâbi’îde son bulan isnâd gibi maktû’ ismini alır. Bunlar hakkında mevkûf tâbirinin kullanılması da mümkün olmakla beraber, bu kullanış sadece “fulân üzerinde mevkûf”…..“Mevkûfun an fulân” denilmesi hâlinde doğru olur. 144. Bu açıklama ile, maktü ve munkatı’’ arasındaki ıstılahla ilgili fark da belirmiş olmaktadır. Munkatı’’, daha önce de zikrolunduğu gibi, isnâda müteallık bahislerdendir. Maktü’ ise, biraz önce görüldüğü gibi metinle ilgilidir. Bazıları da maktü’ ve Munkatı’ı’ bazen aynı şeyler hakkında kullanmışlardır; ancak bu, kelimelerin sadece lugat yönünden kullanılışıdır. Hadisçiler arasında bu son iki şekle, yani mevkûf ve maktu’a eser de denilmiştir. Musned 145. Hadisçilerin hēzē hadîsun musnedun (bu musned bir hadistir) sözünde geçen musned tâbiri, zâhiri muttasıl bir isnâdla gelen sahâbî merfû’una delâlet eder. Bu tarifte kullandığımız merfû’ tâbiri cins, sahâbî tâbiri ise fasl makamında olup, bununla, tabi’inin veya daha sonrakilerinkâle Rasulullah (s.a.) diyerek ref ettikleri hadîs şekli tarifin dışına çıkarılmıştır; çünkü tabi’inin ref ettiği hadîs mursel, diğerlerinin ki ise mu’dal veya mu’allaktır. 146. Musnedin tarifinde kullandığımız zâhiri muttasıl ibaresiyle de, zâhirinde inkıta bulunan hadisler tarif dışında kalır. Şu var ki, mursel-i hafî gibi ittisal ve inkıta ihtimali olan hadis bu tarife dâhildir. Ancak kendisinde gerçek ittisal bulunan hadisin tarifte yer alması, ihtimale nisbetle daha kuvvetlidir. Tarifte ittisalin zâhir lâfzıyle takyîd edilmesinden, mudellisin ve şeyhine mülâkı olup olmadığı tesbit edilemiyen muâsırın an’anesi gibi gizli olan inkita’ın, hadisi musned olmaktan çıkarmayacağı anlaşılır. Nitekim musned hadisleri ihrâc eden imamların ittifakı, tarifini verdiğimiz bu hadis şekli üzerinde olmuştur. 147. Musned’in bu tarifi, aynı zamanda el-Hâkim’in yaptığı tarife de uygundur. El-Hâkim’e göre musned, muhaddisini, sema’ı zâhir olarak bir şeyhten, keza bu şeyhin de kendi şeyhinden olmak üzere sahâbîye ve Peygambere kadar muttasıl bir şekilde rivâyet ettiği hadistir. El-Hatîb da musnedi muttasıl lâfzıyle tarif etmiştir. Bu tarife göre, mevkûf hadîs muttasıl bir senedle geldiği zaman musned olur. Şu varki el-Hatîb, müttasıl senedli mevkûfun nadiren geldiğini de beyan etmiştir. İbn Abdil’-Berr ise, musnedin merfû’ olduğunu söylemekle daha uzak bir tarif yapmış ve isnâda hiç iltifat etmemiştir. 30 Ona göre isnâd ister mursel olsun, ister mu’dal veya munkatı’ olsun, hadisin metni merfû’olduğu zaman bu hadis musneddir. Ancak ondan başka bu görüşe sahip olan kimse yoktur. Âli ve Nâzil isnâdlar 148. Bir hadîsin isnâdını teşkil eden râvi sayısı, aynı hadîse ait diğer bir isnâdın râvi sayısına nisbetle az olursa, bu az râvi ile isnâd, ya Peygamberde nihayet bulur; yahutta Şu’be, Mâlik, Sufyân, eş-Şâfi’î, el-Buhârî, Müslim ve benzerleri gibi hâfıza, zabt, fıkıh ve tasnifyönünden tercihi gerektiren yüksek sıfat sahibi hadîs imamlarından birinde nihayet bulur. Birincisine, yani Peygamberde nihayet bulan isnâda uluvv-i mutlak denir. Uluv, senedin sahîh olmasıyle birleşirse, bu iki yüksek vasfa sahip isnâdla gelen hadis, sıhhat yönünden en üstün mertebededir. Hadis mevzû’ olmamakla beraber sahîh vasfına sahip değilse isnâdda uluv vasfı yine bâkidir; ancak mevzû’ olan hadîsin isnâdına uluv ıtlâkı yersizdir ve bu, ma’dum (olmayan bir şey) gibidir. 149. İsnâdın, meşhur imamlardan birinde nihayet bulan ikinci şekline de ‘uluvv-i nisbîdenilmiştir. Bu şekil, mezkûr imamdan isnâdın sonuna kadar sayısı çok olsa bile, bu imama kadar olan râvi sayısı az olan bir isnâd şeklidir. Muahhar hadisçiler arasında uluvv-i isnâda o kadar büyük rağbet olmuştur ki, bunlardan çoğu, uluv adına ondan daha mühim şeylerle meşgul olmayı bile ihmal etmişlerdir. Hâlbuki uluv, sıhhata daha yakın ve hatası daha az olması dolayısıyle rağbete değer bir şeydir. Çünkü isnâdı teşkil eden her bir râvinin, rivâyetinde hata yapması ihtimali yok değildir. Bir hadisin rivâyetinde vasıta ne kadar çok ve sened ne kadar uzun olursa, hata ihtimali de o kadar çok olur; fakat ricâli az, dolayisıyla senedi de kısa olan hadiste hata ihtimali yine o nisbette azdır. Şu var ki,uluvvün mukabili olan nüzûlde, râvilerinin daha güvenilir, yahut daha hâfız, yahut daha fakîh olmaları, yahutta ittisalin daha açık olması dolayısıyle uluvve nisbetle üstün bir meziyet bulunursa, nüzûlün daha üstün olduğunda şüphe ve tereddüde mahal kalmaz. 150. Fakat bir kimse, meşakkati gerektiren araştırmanın çokluğu dolayısıyle sevabının da büyük olacağını düşünerek mutlak nüzûlü tercih edecek olursa, bu tercîh, hadîsin sıhhat ve zaafiyetiyle ilgili olmıyan bir tercih olur. Uluvv-i nisbînin çeşitli şekilleri vardır ve bunlardan biri muvâfakattır. Muvâfakat,Musannıflardan birinin şeyhine, o Musannıfa ulaşan yolla değil, bir başka yolla ulaşmaktır. Meselâ el-Buhârî, Kuteybe tarîkıyle Mâlik’ten bir hadîs rivâyet etmiştir. Biz, el-Buhârî tarîkıyle bu hadisi rivâyet etmiş olsak, bizimle Kuteybe arasında sekiz râvi bulunacaktı. Hâlbuki, aynı hadîsi, el-Buhârî tarîkıyle değil de Ebû’l-‘Abbâs es-Serrâc tarîkıyle rivâyet ettiğimizde, bizimle Kuteybe arasında yedi râvi bulunur. İşte bu rivâyette, bizim için el-Buhârî’yle beraber onun şeyhinde muvâfakat hâsıl olmuştur; aynı zamanda bizim isnâdımız, el-Buhârî’ye ulaşan işnada nisbetle âlidir. 151. Uluvv-i nisbînin diğer bir şekli bedeldir. Bedel, Musannıfın şeyhinin şeyhine aynı şekilde ulaşmaktır. Yani daha önce zikri geçen isnâdda, bir başka tarîkla, meselâ el-Ka’nebî vasıtasıyla Mâlik’e varan aynı hadisin isnâdı vâki olsa, el-Ka’nebî bu isnâdda Kuteybe’den bedel olur. Muvâfakat ve bedelde, çok defa uluvve yakın oldukları zaman itibar ederler. Aksi hâlde, bazan muvâfakat ve bedel isimleri uluvsüz vâki olur. Uluvv-i nisbînin bir başka şekli de Musâvat, 31 yahut isnâdın sonuna kadar, râvi sayısının Musannıflardan birinin isnâdındaki râvi sayısına eşit olmasıdır. Meselâ en-Nesâ’î bir hadis rivâyet eder ve onunla Peygamber arasında onbir ravi vardır. Aynı hadis, Peygambere ulaşan bir başka isnâdla bize gelir ve bu isnâdda bizimle Peygamber arasında da onbir râvi vardır. Bu suretle en-Nesâ’îye has bir isnâdın âli mertebede bulunmasını mülâhaza etmeksizin, râvi sayısı bakımından en-Nesâ’î ile aramızda Musâvat vardır, denir. 152. Uluvv-i nisbînin bir başka şekli Musafâhadır. Bu, yukarıda açıklandığı şekilde, Musannıfın tilmizi (talebesi) ile olan Musâvattır. Musâfaha denilmesi, karşılaşan iki kişi arasında çok defa Musâfaha yapılmasının adet olması yünündendir. Biz, yukarıda zikredilen misâlde sankien-Nesâ’î ile karşılaşmış ve Musâfaha etmiş olduk. Uluvvun yukarıda mezkûr kısımlarıyle birlikte mukabili olan isnâd şekline nüzûl denir ve uluv kısımlarından her biri nüzûlün kısımlarından birine tekâbül eder. Bununla beraber bazı kimseler, buna muhâlif olarak uluvvun, nüzûle tabi olmaksızın vâki olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hadîs Râvileri ve Rivâyet Şekilleri (153-181) Rivâyetu’l-akrân, Mudebbec 153. Râvi ile kendisinden hadis rivâyet ettiği kimse, yaş ve mülakat gibi rivâyete müteallık meselelerde birleşirlerse, bu kısma rivâyetu’l-akrân (aynı yaşta olan kimselerin rivâyeti) denir. Akrân olan râvi ile şeyhi birbirinden rivâyet ederlerse, bu da mudebbec ismini alır. Mudebbec akrâna nisbetle daha hâs bir mânaya sahiptir. Bu bakımdan her mudebbec akrân olduğu hâlde, her akrân mudebbec değildir. Ed-Dârekutnî mudebbecle, Ebu’ş-Şeyh el-Isbahânî de akrânla ilgili birer kitap tasnif etmişlerdir. 154. Ancak şeyh, talebesinden hadîs rivâyet ettiği zaman -ki bu durumda her ikisi de birbirinden hadîs almış olmaktadır- buna mudebbec denilip denilmiyeceği münakaşa edilebilir; fakat zâhir olan şudur ki, bu kısım mudebbec değil, büyüklerin küçüklerden rivâyeti kısmına girer. “Tedbic” kelimesi, yüzün iki yanı mânasında dibace’den alınmıştır. Buna göre, râvi ve şeyhin iki yönden birbirine eşit olması iktiza eder. Bu husus gözönünde bulundurulursa, yaşça büyük olan şeyhin, küçük olan talebesinden rivâyeti bu kısma girmez. Rivâyetu’l-ekâbir ani’s-sağa’ir 155. Râvi, yaşça yahut mülâkat veya miktar yönünden kendinden aşağı olan bir kimseden hadis rivâyet ederse, bu, rivâyetu’l-ekâbir ‘ani’s-sağâ’ir (büyüklerin küçüklerden rivâyeti) denilen kısmı teşkil eder. Rivâyetu’l-âbâ’ ani’l-ebnâ’ 156. “Babaların oğlullardan rivâyeti” denilen bu kısım da “büyüklerin küçüklerden rivâyeti” denilen kısım cümlesin dendir. Ancak gerek bu kısım ve gerekse sahâbenin tabi’undan ve şeyhin talebesinden rivâyeti büyüklerin küçüklerden rivâyetlerine nisbetle daha hususi bir mahiyet arzeder. Bu çeşit rivâyetlerin aksi, yani küçüklerin büyüklerden rivâyeti hadis rivâyetinde asıl yol olması dolayısıyle diğerlerinden daha çoktur. Zikrettğimiz bu kısımların bilinmesindeki fayda, râvilerin derecelerini birbirinden ayırmak ve her birini kendi derecesine indirmektir. El-Hatîbu’l-Bağdâdî, babaların oğullarından rivâyetiyle ilgili bir kitap tasnif ve sahâbenin tabi’undan rivâyetine de ayrıca küçük bir cüz tahsis etmiştir. Müteahhırûndan Hafız Salâhu’d-Din el-‘Alâ’î ise, 32 babası ve ceddi vasıtasıyle Peygamberden rivâyet edenleri büyük bir cild içinde toplamış ve bunları kısımlara ayırmıştır. Bu kısımlardan biri, isnâdda geçen “an ceddihi” ibâresindeki zamirin râviye râci olduğu kimselere aittir. Diğer bir kısımda ise, mezkûr zamirin râvinin babasına râci olduğu kimseleri zikretmiş, bunları beyanla her birini tahkik etmiş, tercemesini verdiği kimselerin rivâyetlerinden örnek olarak birer hadis vermiştir. Biz, bu kitabı hülâsa ile daha birçok râvi tercemesi ilâve ettik. Mezkûr kitapta yer alan rivâyetlerin çoğu, babadan on dört batın ecdada kadar teselsül etmektedir. Sâbık ve Lâhık 157. İki râvi bir şeyhten rivâyet etmek hususunda birleşir ve sonra ikisinden birinin ölümü diğerinden önce olursa, bu kısma da sâbık ve lâhık adı verilmiştir. Bizim bildiğimize göre, ölümün vâki olduğu iki râvi arasındaki en uzun müddet 150 senedir. Bu da: Hâfız es-Silefî’den, şeyhlerinden biri olan Ebû ‘Ali el-Burdânî, büyüklerin küçülderden rivâyeti kabilinden hadis işitmiş ve rivâyet etmiş Hicretin 500. senesi başlarında da ölmüştür. Es-Silefî’nin hadis sema’ındaki son talebesi, torunu Ebû’l-Kâsım ‘Abdurrahman ibn Mekkî olmuştur. Bunun vefatı ise 650 senesine tesadüf eder. Bu suretle Es-Silefî’den rivâyet eden iki râvinin vefatları arasında 150 senelik bir zaman farkı meydana gelmiş olur. 158. Bunun daha eski bir misâli de şudur: El-Buhârî talebesi Ebu’l-Abbâs es-Serrâc’tan tarih ve diğer bazı şeyler rivâyet etmiş ve 256 senesinde ölmüştür. Es-Serrâc’tan semâ’ ile rivâyet edenlerin sonuncusu ise, Ebû’l-Huseyn el-Haffâf’tır ve 393 senesinde vefat etmiştir. Bir şeyhten rivâyette iştirak eden iki râvinin vefatları arasında bu kadar uzun müddet bulunmasının sebebi, kendisinden hadis işitilen şeyhin, râvilerden birinin ölümünden sonra daha uzun müddet yaşamasıdır. Öyle ki, bazı küçük yaştaki kimseler de ondan hadis işitir ve uzun müddet yaşarlar. Bu suretle şeyhin, ilk râvinin vefatından sonra hayatta geçirdiği müddet ile ikinci râvinin ölümüne kadar geçen zamanın toplamından, iki râvinin vefatları arasındaki bu uzun müddet hâsıl olur. Muhmel 159. Bir râvi, yalnız ismi, yahut bu isimle birlikte baba veya ced isimleri, yahutta nisbetleri aynı olan iki şeyhten rivâyet eder, ve bu iki şeyh, kendilerine has bir sıfatla birbirinden ayırt edilemezse, râvinin iki şeyhten birine has olan yakınlığıyle muhmel anlaşılmış olur. Birbirinden ayırt edilemeyen iki şeyhin her ikisi de sika (güvenilir) kimselerden olursa, ayırt edilememeleri bir mahzur teşkil etmez; çünkü maksat kendisinden hadis alınan kimselerin sika olmalarıdır. Meselâ el-Buhârî’nin Ahmed tarîkiyle İbn Vehb’ten rivâyeti bu kabildendir. El-Buhârî, Ahmed’i gayr-i mensûb olarak zikretmiştir. Bu şahıs, ya Ahmed ibn Sâlih’tir; ya da Ahmed ibn Îsa’dır. Keza, yine gayr-i mensûb olarak Muhammed tarîkıyle Iraklılardan rivâyeti de böyledir. Muhammed, ya Muhammed ibn Selam’dır; yahutta Muhammed ibn Yahya ez-Zuhlî’dir. Bu çeşit isimleri, el-Buhârî üzerine yazdığımız şerhin mukaddimesinde zikrettik. Bunlar arasında tam bir ayırım yapmak isteyen kimselerin, râvisinin iki şeyhten birine olan yakınlığını bilmeleri gerekir. Bu, yakınlıkla da anlaşılmaz, veya şeyhler ayırt edilemez, yahut ravinin her iki şeyhle de yakınlığı bulunursa, müşkilin hâlli güçleşir; bu takdirde ayırımı mümkin kılacak kuvvetli zan ve karinelere müracaat edilir. 160. Bir râvi şeyhten bir hadis rivâyet eder, fakat şeyh bu hadîsi “benim üzerime yalan söyledi” veya “bunu ben rivâyet etmedim” diyerek, yahutta buna benzer sözler ileri sürerek kesin bir dille inkâr ederse, bu hadîs, şeyh ve râviden birinin bu meselede yalan söylemiş olması ihtimaliyle reddedilir. Fakat bu hadise, aralarındaki bu ihtilâf ve zıddıyet dolayısıyle her hangi birinin kadhını gerektirmez. Ancak, şeyhin hadisi inkârı, “bunu hatırlamıyorum” yahut “bilmiyorum” şeklinde ihtimal yoluyle olursa, 33 sahîh olan görüşe göre, bu hadîs kabul edilir. Çünkü bu ihtimal, şeyhin hadîsi rivâyet ettiğini unuttuğuna delâlet eder. Bununla beraber bazı kimseler, bu hadîsin kabul edilemiyeceğini ileri sürmüşlerdir; çünkü, bunlara göre, hadîsin isbatında fer’, asla tabidir. Eğer asıl, hadîsi isbat ederse, fer’in rivâyeti de isbat olunur. Bu, nefiyde de fer’in asla tabi olmasını gerektirir. Ancak bu görüş, bazıları tarafından itirazla takip olunmuştur. 161. Bunlara göre fer’in adâleti onun doğruluğunu gerektirir. Aslın hadîsi bilmemesi, fer’in doğruluğunu nefyetmez; aynı zamanda onu kesin dille isbat eden, ihtimal üzere nefyedenden önce gelir. Bu meselenin şehadetle kıyası fasiddir; çünkü fer’in şehadeti, aslın şehadeti üzerindeki kudretine rağmen dinlenmez. Hâlbuki rivâyet bunun aksinedir ve aralarında fark vardır. Ed-Dârakutnî, bu konu ile ilgili olarak Men haddese ve nesiye adlı bir kitap tasnif etmiştir. Bu kitapta, yukarıda mezkûr sahih görüşü takviye eden deliller mevcuttur. Bu delillerden anlaşıldığına göre, hadis rivâyet eden bir çok kimse, rivâyet ettikleri hadisler, kendilerine arzedilince bunları hatırlamamakta, fakat kendilerinden rivâyet eden râvilere itimadları dolayısıyle, o hadisleri râvileri tarîkıyle yine kendilerinden rivâyet etmektedirler. Suheyl ibn Ebî Sâlih’in babasından, onun da Ebû Hureyre’dan merfû’ olarak rivâyet ettiği şâhid ve yemin kıssasıyla ilgili hadisi bunlardandır. Abdul-Azîz ibn Muhammed ed-Derâverdî der ki: Bu hadîsi bana Rabî’a ibn Ebî Abdirrahmân, Suheyl’den rivâyet etmişti. Bir gün Suheyl’le karşılaştım ve ona bu hadîsi sordum, bilemedi. Bunun üzerine ona “Rabî’a, hadisi senden bana bu şekilde rivâyet etti” dedim. Bundan sonra Suheyl aynı hadîsi rivâyet ederken şöyle demeye başladı: … “Rabî’a, hadîsi benden bana rivâyet etti; ona da ben babamdan rivâyet ettim.” Bunun benzerleri pek çoktur. Muselsel 162. Râviler, her hangi bir isnâdda semi’tu fulânen kâle: Semi’tu fulânen yahut haddesana fulânun kâle: Haddesena fulânun ve bunun gibi rivâyet sigaları üzerinde, yahut semi’tu fulânen yakûlu: Eşhedu bi’llâhi lekad haddesenî fulânun gibi kavli, yahut dahalna ‘alâ fulânun fe-et’amena temren gibi fiili, yahutta haddesenî fulânun ve âhızun bi-lihyetihi kâle: Amentu bi’l-kaderi… gibi hem kavli hem fiili hallerde ittifak ederlerse, bu çeşit rivâyetleremuselsel adı verilir. Muselsel, isnâda ait sıfatlardandır. 163. Bu teselsül, çok defa isnâdın başından sonuna kadar devam ettiği hâlde, bazen da isnâdın büyük bir kısmında görülür. Meselâ evveliyetle muselsel olan hadiste silsile, Sufyân ibn Uyeyne’de nihayet bulmuştur. Her kim mezkûr hadîsi sonuna kadar muselsel olarak rivâyet ederse vehme düşmüş olur. Rivâyet sigaları 164. Yukarıda işaret olunan rivâyet sigaları sekiz mertebeden ibarettir. Birincisi semi’tu ve haddesenî’dir. Sonra ahbaranî ve kara’tu aleyhi sigaları gelir ki bunlar da ikinci mertebede yer alırlar. Kuri’e aleyhi ve ene esma’u sigası üçüncü, enbe’enî dördüncü, nâvelenî beşinci, şâfehenî (icâzeti şifâhî olarak beyan) altıncı, ketebe lî (icâzeti yazıyle beyan) yedinci ve nihayet an ve benzerleri ki kâle, zekere ve ravâ gibi semâ’a ve icâzete yahut adem-i semâ’a muhtemel olan sigalar da sekizinci mertebeyi teşkil ederler. Bu rivâyet sigalarından ilk ikisi, 34 yani semi’tu ve haddesenî lâfızları, şeyhin sözlerini tek başına işiten kimselere mahsustur ve bu şekilde alınan hadîslerin rivâyetinde bunların kullanılması daha doğru olur. Tahdîsin, şeyhin sözlerini işiten kimselere tahsisi hadisçiler arasında şuyû’ bulmuş bir ıstılahtır. Aslında tahdis ile ihbar arasında lugat yönünden hiç bir fark yoktur ve fark bulunduğunu iddia etmek rivâyette güçlük çıkarmaktan başka bir mânaya gelmez. Fakat ıstılah mânasının yerleşmesinden sonra kelime, örf yönünden hakiki bir mâna kazanmış ve lûgattaki hakiki mânasının önüne geçmiştir. Bununla beraber bu ıstılah, şarklı hadisçiler arasında şuyû’ bulmuş, garplıların çoğu ise kullanmamışlardır. Onlara göre ihbar ve tahdis aynı mânadadır. 165. Eğer râvi, ilk sigayı cemi sigasıyla kullanır ve haddesenâ fulânun yahut semi’nâ fulânen yakûlu, derse bu, onun hadisi başkalarıyle birlikte işittiğine delâlet eder. Bazan bu sigalardaki cemi nunu azamet ve büyüklük için kullanılır; ancak isnâdlarda bu nâdiren görülür. Yukarıda zikrolunan mertebelerin ilki olan semi’tu lâfzı onu ri’vayetinde kullanan râvinin şeyhinden semâ’ına delâlet etmesi bakımından, rivâyet sigalarının en açığıdır; çünkü bu lâfzınbil-vâsıta semâ’a ihtimali yoktur. Hâlbuki haddesenî lâfzı, bazan icâzette tedlîse de ıtlâk olunmuştur. Yine mezkûr sigaların en yüksek ve en üstünü, rivâyetin daha güvenilir bir şekilde tesbit ve muhafaza edildiği imlâda vâki olanıdır. 166. Ahbaranî olan üçüncü ve kara’tu aleyhi olan dördüncü mertebedeki sigalar, kendi başına şeyhe okuyan kimselere aittir. Eğer râvi bunları cemi sigasıyle kullanır ve ahbaranâ yahut kara’na aleyhi derse, bunlar aynen beşinci sırada yer alan kuri’e aleyhi ve ene esma’u gibi bir mânaya sahip olur. Bundan da anlaşılıyor ki, şeyhe okuyan kimse için kara’tu tâbirini kullanmak,ahbaranî tâbirini kullanmaktan daha iyidir; çünkü bu tâbir, hal şekline uyan en açık tâbirdir. 167. Şeyhe kıra’at, hadisçilerin ekseriyetine göre tahammül yollarından biridir; yani bir nevi hadîs alma usûlüdür. Bununla beraber Irak ehlinden bazıları bu usûlü benimsememişler ve bu sebepten Malik ve diğer Medine imâmlarının şiddetli muhalefetiyle karşılaşmışlardır. Hatta bazıları daha ileri giderek şeyhe kırâ’atı, şeyhin lâfzından semâ’a tercih etmişlerdir. Aralarında el-Buhârî‘nin de bulunduğu büyük bir cemâat ise –Sahîh-i Buhârî’nin başlarında nakledildiğine göre – şeyhin lâfzından sema ile şeyhe kırâ’atın sıhhat ve kuvvet yönünden aynı olduğunu, aralarında hiç bir fark bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. 168. Enbe’enî lâfzının aslı olan inba kelimesi, lûgat ve mütekaddimûnun ıstılâhı yönünden ihbar mânasındadır. Ancak mütekaddimûnun örfünde an lâfzı gibi icâzete aittir; çünkü an onlara göre icâzette kullanılır. Mu’asırın an’anesi, yani râvinin muasırı olan bir şeyhten an fulânin diyerek hadis rivâyet etmesi, râvinin o hadisi şeyhinden işitiğine hamledilir. Fakat muasır olmayanın an’anesi bundan ayrıdır ve böyle bir rivâyet ya mursel, yahuttaMunkatı’ olur. Bu bakımdan an‘anenin sema’a hamlindeki şart, muasaratın sabit olmasıdır. Muasırın an’anesi sema’a hamledilmekle beraber, mudellis olan kimsenin an’anesi sema’a hamledilmez. Bazıları ise, muasırın an’anesinin sema’a hamledilebilmesi için, şeyh ile ondan rivâyet eden râvinin, bir defa da olsa birbirlerine mülâkı olmalarının sübut bulmasını şart koşmuşlar ve bu şartı, râvinin mursel-i hafî cinsinden olan diğer an’anelerinden emin olmak için ileri sürmüşlerdir. 35 Ali İbnu’l-Medînî, el-Buhârî ve diğer bazı imâmların görüşlerine uygun seçkin mezheb budur. 169. Hadisçiler, yukarıda zikrolunan rivâyet sigalarından şefâhenî fulânun ibaresini şifâhî olan icâzete, ketebe ileyye fulânun ibaresini ise yazılı olarak verilen icâzete tahsis etmişlerdir. Mükâtebe, müteahhırûndan çoğunun ibarelerinde mevcut olduğu hâlde, mütekaddimûn, bu lâfzı, şeyhin, yalnız icâzet için değil, fakat rivâyetine ister izin versin ister vermesin, talebeye yazdığı hadisler için de kullanmışlardır. 170. Hadisçiler, munâvele yolu ile hadis rivâyetinin sıhhati için, munâvelenin rivâyet iznine bağlı olmasını şart koşmuşlardır. Bu şartın tahakkuku ile munâvele, rivâyet izni verilen şahsın tayin ve tesbitinden dolayı icâzetin en yüksek çeşitlerinden biri sayılır. Munâvelenin şekli şeyhin, aslını, yani hadîslerini yazdığı kendi nüshasını, yahut bu aslın yerini tutacak başka bir nüshayı talebeye vermesi, veya talebenin şeyhe ait bir nüsha ile ona gelmesi ve bu iki şekilden hangisi olursa olsun, şeyhin talebeye “bu kitap, benim fulândan rivâyetimdir. Sen de onu benden rivâyet et” demesidir. 171. Munâvelenin bir şartı da, şeyhin, ya kitabı talebeye temlik etmek, yahutta talebenin onu istinsah veya kendi nüshasıyle mukâbele edebilmesi için ona iareten vermek suretiyle faydalanmasını sağlamaktır. Fakat şeyh, kitabı verir ve hemen geri alırsa, munâvelenin rivâyet iznine bağlı en yüksek bir icâzet şekli olduğu tebeyyün etmez. Bununla beraber bu munâvelenin, şeyhin muayyen bir kitabın rivâyeti için rivâyet keyfiyetini de tayin ederek icâzet vermesinden ibaret olan muayyen icâzet (icâzet-i muayyene) üzerinde bir meziyyeti vardır. Munâvele izinden hâli olduğu, yani şeyh talebeye bir kitap veripte “bu kitabı benden rivâyet et; bunun için sana izin verdim” demediği zaman, ekseriyet nazarında bu munâvele ile rivâyet muteber değildir. Fakat bunun muteber olduğu görüşünde bulunan kimseler, şeyhin talebeye bu çeşit bir munâvele ile kitap vermesinin, bu kitabın bir beldeden diğer beldeye gönderilmesi mahiyetinde olduğu kanaatındadırlar. Nitekim imâmlardan bir cemâat, rivâyeti izne bağlı olmasa bile, bu çeşit munâvelede mevcut bir karineyle iktifa ederek, mücerred kitâbetle rivâyetin sıhhatine zâhib olmuşlardır. Bizim nazarımızda da, şeyhin, kitabı talebeye elden vermesiyle, ona, bir yerden diğer bir yere göndermesi arasında, her iki şekilde de izin bulunmadıkça, kuvvetli bir fark yoktur. 172. Hadisçiler, munâvelede olduğu gibi vicâde ile rivâyette de izni şart koşmuşlardır. Vicâde, bir kimsenin, yazarını tanıdığı hatla yazılmış bir kitap bulması ve bu kitabın içindekileri “fulânın hattıyle buldum” diyerek rivâyet etmesidir. Ancak bu kitaptan rivâyeti için izin olmadıkça rivâyetinde ahbarani lâfzının kullanılması doğru olmaz; izinsiz bu lâfzın kullanılmasındaki hata meydandadır. Keza kitapla vasiyyette de, diğerlerinde olduğu gibi izin veya icâzet şart koşulmuştur. Vasiyyet bir kimsenin, ölümü veya bir sefere çıkması hâlinde kitabını veya kitaplarını muayyen bir şahsa vasıyyet etmesidir. Mütekaddimûna mensup imamlardan bir cemaat, kendisine vasıyyet edilen şahsın, bu mücerret vasıyyet ile kitapları ondan rivâyet etmesini câiz görmüşlerdir. Ekseriyet ise, bunun ancak, vasıyyet eden şahsın diğerine icâzet vermesi hâlinde câiz olacağını ileri sürmüşlerdir. 173. İ’lâmda da rivâyet için izin şart koşulmuştur. İ’lam, şeyhin, talebelerden birine “ben, fulân adlı kitabı fulân kimseden rivâyet ediyorum” diye haber vermesidir. Eğer şeyhin talebeye rivâyetle ilgili bir icâzeti varsa bu i’lama itibar edilir; aksi hâlde icâzetsiz i’lâm ile rivâyet muteber değildir. Nitekim hakkında icâzet verilen hadis değil de, kendileri için icâzet verilen kimselerle ilgili olan icaze-i amme de muteber sayılmamıştır. İcâze-i âmme, yani umumî icâzet, şeyhin “bütün müslümanlar için icâzet verdim” yahut “hayatımı idrak edenler, yani yaşadığım devre yetişenler için”, yahut “fulân iklimin”, yahutta “fulân beldenin ahâlisine icâzet verdim” demesidir. Bu sonuncusu, bir beldeye tahdidi dolayısıyle sıhhate daha yakın sayılmıştır. 36 Mübhem ve mühmel olmaları dolayısıyle mechûl kimselere ve henüz dünyaya gelmemiş olan ma’duma “fulânın doğacak çocuğuna icâzet verdim” denilerek verilen icâzetler de tıpkı icâze-i âmme gibi muteber değildir. Ancak bazıları, şeyhin “sana, doğacak çocuğuna icâzet verdim” demek suretiyle ma’dûmu mevcûda atfetmesi hâlinde bu icâzetin sahih olduğunu ileri sürmüşlerdir; fakat bu da diğerleri gibi sahih değildir. Şeyhin “fulân kimse dilerse sana icâzet verdim”, yahut “dilediğin takdirde sana icâzet verdim” demeyip “fulânın dilediği kimse için icâzet verdim” diyerek başkasının arzusuna bağlamak suretiyle mevcut veya ma’duma verdiği icâzet de diğerleri gibi muteber değildir. İcazetle ilgili olarak yukarıda zikrolunan bütün görüşler sahih mezheb üzerine mebnidir. Bununla beraber el-Hatîbu’l-Bağdâdî, kendisinden neyin murad edildiği anlaşılmıyan mechûl müstesna, diğerlerinin hepsinde rivâyeti tecviz ve bunu kendi şeyhlerinden olan bir gruptan nakletmiştir. 174. Kudemâdan Ebû Bekr ibn Ebî Dâvud ile Ebû Abdillah ibn Mende, ma’dum için verilen, yine onlardan Ebû Bekr ibn Ebi Hayseme arzuya bağlanan icâzeti kullanmışlar, kalabalık bir cemaat de icaze-i amme ile hadis rivâyet etmişlerdir. Hatta bazı hafızlar, bu yolla rivâyet edenleri bir kitapta toplıyarak çoklukları dolayısıyle isimlerini alfabetik sıraya göre tertip etmişlerdir. Bunların hepsi de, İbnu’s-Salâh’ın dediği gibi, rıza gösterilmiyen bir genişlikten ibarettir. Çünkü normal olan ve hususî bir şahsa verilen muayyen icâzetler bile, kudema arasında sıhhati üzerinde kuvvetli ihtilâf bulunan meselelerdendir. Fakat müteahhırun arasında, bunların muteber sayılarak onlarla amel edilmesi kesinleşmiş olsa bile, bil-ittifak sema’ın dunundadır. Normal icâzet böyle olunca, yukarıda zikredilen durumlarda onun nasıl muteber sayılacağı düşünmeğe değer bir konudur. Maamafih, şu da var ki icâzet, hadisi mu’zal olarak rivâyet etmekten hayırlıdır. Muttefik ve Mufterik 175. Râvilerin şahısları ayrı olmakla beraber isimleri, baba isimleri ve daha fazlasıyle dede ve geriye doğru ced isimleri ittifak ederse, bu ittifak ister iki râvi arasında olsun, ister daha fazla râvi arasında olsun keza ister isimleri ittifak etsin, ister künyeleri, hadis ilminde bu kısma muttefik ve mufterik adı verilir. Bunun bilinmesindeki fayda, iki ayrı şahsı, isimlerinin aynı olması dolayısıyle tek bir şahıs zannetmemektir. El-Hatîbu’l-Bağdâdî, bu konuda büyük bir kitap tasnif etmiştir. Biz, onun bu kitabını hulasa ile ona daha bir çok şeyler ilâve ettik. Bu kısım, daha önce zikri geçen ve muhmel denilen kısmın aksidir. Çünkü muhmelde, tek şahsın iki ayrı şahıs zannedilmesinden korkulur. Bunda ise, iki ayrı şahsın aynı şahıs zannedilmesi bahis konusudur. Mu’telif ve Muhtelif 176. Râvilerin isimleri hat yönünden ittifak, fakat nutk veya telâffuz yönünden ihtilâf ederse, bu ihtilâf ister nokta ister şekil yönünden olsun bu kısma da, hadîs ilminde mu‘telif ve muhtelif denilmiştir. Bu kısım, hadîs ilminin en mühim konularından birini teşkil eder. Ali İbnu’l-Medînî, en şiddetli tashifin isimlerde vâki olduğunu söylemiş, bazıları da, böyle bir tashif vukuu hâlinde, o ismin ne mâkablinin, ne de mâba’dinin onun doğrusuna delâlet etmiyeceği itibarla, bu işte kıyâsın dahli bulunmıyacağını ileri sürerek Ali İbnu’l-Medînî’nin sözünü teyid etmişlerdir. Bu konu ile ilgili olarak Ebû Ahmed el-Askerî bir kitap tasnif ve bu kitabı, yine kendisine ait olan Kitabu’t-tashif içinde zikretmiştir. Fakat Abdu’l-Ganî ibn Sa’îd, bu konuya müstekıl iki kitap tahsis ederek, 37 birisinde, isim diğerinde ise neseb yönünden benzer olanları biraraya getirmiştir. Keza Abdu’l-Ganî’nin şeyhi olan ed-Dârekutnî, aynı konuda büyük bir kitap telif etmiş, el-Hatîbu’l-Bağdâdî de bu kitaba bir zeyl hazırlamıştır. Ebû Nasr ibn Mâkûlâ ise el-İkmâl adını verdiği kitabında yukarıda zikri geçen bütün kitapları toplamış, ayrı bir kitapta da, mezkûr kitaplar üzerine istidrak yaparak müelliflerinin hatalarını beyan etmiştir. Bu bakımdan İbn Mâkûla’nın kitabı, bu konuda telif edilen kitapların en mufassalı ve kendisinden sonraki bütün muhaddislerin yegâne dayanağı olmuştur. 177. Ebu Bekr ibn Nukta, İbn Mâkûla’nın atladığı bazı noksanlıkları da ilâve etmek suretiyle büyük bir cild meydana getirmiş; Mansûr ibn Selîm ve Ebû Hâmid es-Sâbûnî ise, aynı kitaba küçük bir cild hâlinde zeyl yazmışlardır. Aynı konuda ez-Zehebî, cidden muhtasar bir kitap telif etmiş, ancak bu telifte kalemlezabta itimadı dolayısıyle pek çok hataya düşmüş ve kitabın konusuna aykırı olarak tashifatta bulunmuştur. Ancak Allahü teâlâ bize, mezkûr kitabın hata ve tashiflerini Tabsîru‘l-muntebih bi-tahrîri‘l-muştebih adını verdiğimiz bir kitapta açıklamayı müyesser kılmıştır. Bu kitabı bir cilt hâlinde alfabetik sıraya göre tertip ve ez-Zehebî’nin ihmal ettiği, yahut üzerinde durmadığı bir çok şeyleri de ona ilâve ettik. Bu sebepten Allah’a hamdederiz. Muteşâbih 178. İsimler, hat ve nokta yönünden ittifak, fakat baba isimleri hat yönünden aynı olsa bile nokta yönünden ihtilâf ederse -meselâ Muhammed ibn Akîl ………. ve Muhammed ibn Ukayl……… gibi; birincisi Neysâbûrî, ikincisi ise Firyâbî olup her ikisi de meşhurdur ve birbirlerine yakın devirlerde yaşamışlardır – yahut isimler, nokta yönünden muhtelif, hat yönünden müttefik; Keza baba isimleri de nokta yönünden müttefik olmak suretiyle ilk şeklin aksi olursa, -Meselâ Ali ibn Ebî Tâlib’ten rivâyet eden tâbi’î Şurayh İbnu’n-Nu’mân ……… ile el-Buhârî’nin şeyhi Süreyc İbnu’n-Nu’mân ……….. gibi- bu kısma da muteşâbih adı verilir. 179. El-Hatîb, bu konuda bir kitap tasnif etmiş ve ona Telhîsu’l-muteşâbih adını vermiştir. Yine aynı müellif, mezkûr kitaba atladığı bazı şeyleri de ilâve etmek suretiyle bir zeyl yazmıştır. Bu kitap, faydası çok bir kitaptır. Eğer ittifak, ravi ismiyle baba isminde olur, fakat nisbetleri ihtilâf ederse, bu kısım da müteşabihten sayılır. Yukarıda zikrolunan müteşâbih ile, önceki kısımda zikrolunan mu’telif ve muhtelifin birleşmesi hâlinde başka kısımlar ortaya çıkar. Bunlardan biri, ittifak ve iştibâhın, mesela râvi ismiyle baba isminde, bu isimlerden birinin veya her ikisinin bir harfinde, yahutta iki veya daha fazla harflerinde hâsıl olmasıdır; bu da iki kısımdan ibarettir. Birincisi, iki tarafta da harf sayısının sabit olmasına rağmen, ihtilâfın tağyirle meydana gelmesi; ikincisi ise, ihtilâfın yine tağyirle olmasına rağmen, harf sayısı yönünden bazı isimlerin diğer bazılarından noksan olmasıdır. 180. Birinciye misâl, aralarında el-Buhârî’nin şeyhi el-Avekî’nin de bulunduğu bir cemaatı teşkil eden Muhammed ibn Sinân ………. ismindeki kimselerle, Yine aralarında Omer ibn Yûnus’un şeyhi el-Yemâmî’nin yer aldığı Muhammed ibn Seyyâr ……… ismindeki kimselerdir. Keza İbn Abbâs’tan rivâyet eden tabi’i Muhammed ibn Huneyn ………….. ismindeki kimselerle, 38 yine meşhûr tâbi’î Muhammed ibn Cubeyr ……… ; Kûfe’li meşhur Mu’arrif ibn Vâsıl ………… ile Ebû Huzeyfe en-Nehdî’nin şeyhi Mutarrıf ibn Vâsıl ……………; İbrâhim ibn Sa’îdin yakınlarından Ahmed İbnu’l-Huseyn ………….. ile Abdullah ibn Ahmed el-Bîkendî’den rivâyet eden ve el-Buhârî’nin şeyhi olan Ahyed İbnu’l-Huseyn ……………; Mâlik ibn Enes’in tabakasından meşhûr şeyh Hafs ibn Meysere ………….. ile Abdullah ibn Mûsa el-Kûfî’nin şeyhlerinden Ca’fer ibn Meysere …………… bunlardandır. 181. İkinciye misâl, aralarında ezân sahibi Abdullah ibn Zeyd’in de bulunduğu aynı isimdeki bir cemâattir. Sahâbî Abdullah ibn Zeyd’in ceddinin ismi Abdi Rabbih’tir. Keza vudû (abdest) hadîsinin râvisi de aynı isimde olmakla beraber, ceddi Âsım’dır ve her ikisi de ensârdandır. Bu ismin benzeri, bir ya harfinin fazlasıyle Abdullah ibn Yezîd olup bu isimde olanlar da bir grup teşkil ederler. Sahâbe arasında Ebû Mûsa olarak künyelenen el-Hatmî bunlardan olup hadisi Sahîhân’da yer almıştır. Yine bu kısma misâl olarak Abdullah ibn Yahya …………….. ismindeki kimselerin teşkil ettiği bir grupla Ali ibn Ebî Tâlib’ten rivâyet eden ma’rûf tâbi’î Abdullah ibn Nuceyy …………… zikredilebilir. Müteşâbih ile mu’telif ve muhtelifin birleşmesi neticesinde ortaya çıkan kısımlardan biri de, ittifakın hat ve nutk yönünden olduğu hâlde, ihtilâf yahut iştibahın, ya her iki ismin tam olarak takdim ve tehiriyle, yahutta bu takdim ve tehirin yalnız bir isimde ve benzer olduğu isme nisbetle bazı harflerinde vâki olmasıdır. Birinci şekle misâl, el-Esved ibn Yezîd ile Yezîd İbnu’l-Esved, Abdullah ibn Yezîd el-Hatmî ile Yezîd ibn Abdillah; İkinci şekle misâl ise, Eyyûb ibn Seyyâr ile Eyyûb ibn Yesâr isimleridir. Bu sonuncudan ilki, hadiste kuvvetli olmayan Medineli meşhur, diğeri ise mechûl bir kimsedir. Sonuç (182-210) 182. Muhaddisler arasında râvi tabakalarının bilinmesi mühim meselelerden birini teşkil eder. Çünkü müteşabih isimlerin birbirine karışmasından emin, hadisin rivâyetinde tedlis bulunup bulunmadığına muttali ve an’ane ile rivâyetten kasdedilen mânaya vakıf olmak, ancak bu tabakaların bilinmesiyle mümkündür. Hadîsçilerin ıstılahında tabaka kelimesi, aynı yaşlarda olan ve aynı şeyhlere kavuşan kimseleri şâmildir. Bir şahıs, bazan iki sebep itibariyle iki tabakadan sayılır. Meselâ Enes ibn Mâlik, Peygamberle sohbetinin sabit olması dolayısıyle Aşere-i Mübeşere tabakasma dâhil olduğu gibi, 39 yaşının küçüklüğü dolayısıyle de Aşere”yi takip eden tabakadan addedilir. Bu itibarla sahâbe, Peygamberle söhbetleri yönünden nazarı dikkata alındıklarında, hepsi de aynı tabakadan sayılır. Nitekim İbn Hıbbân ve diğer bazı müellifler, tabakaları bu yönden tesbit etmişlerdir. Fakat sahâbeyi İslâm’a girişlerindeki öncelik ve bazı gazvelere iştirak gibi fazilet ve üstünlüğü artırıcı sebepler yönünden mütalaa edenler, onları muhtelif tabakalara ayırmışlardır. Tabakat müellifi Ebû Abdillah Muhammed ibn Sa’d da bu tarafa meyletmiştir. Kitabı, bu konuda telif edilen kitapların en genişidir. 183. Sahâbeden sonra gelen tâbi’ûnda da durum aynıdır. Onları, sadece bazı sahâbeden hadis almaları yönünden mütalâa eden kimseler, yukarıda zikri geçen İbn Hıbbân’ın yaptığı gibi, hepsini de tek bir tabakadan saymışlardır. Fakat bazı sahâbeye mülâkı olmaları yönünden ele alanlar ise, Muhammed ibn Sa’d gibi muhtelif tabakalara ayırmışlardır. Hadîs ilminin mühim konularından biri de, râvilerin doğum ve ölüm tarihlerinin bilinmesidir. Çünkü bu sayede, bazı kimselerin, diğer bazılarına mülâkı olmadıkları hâlde mülâkı oldukları iddiasından emin olunur. Diğer mühim bir konu, râvilerin doğup büyüdükleri ve yerleştikleri yerlerin bilinmesidir. Bu sayede, neseb yönünden ayrılsalar bile, iki ismin ittifakı hâlindeki karışılıktan emin olunur. 184. Diğer mühim bir konu, râvilerin cerh, ta’dil ve cehâlet yönünden hallerinin bilinmesidir. Çünkü bir râvinin ya adâleti bilinir ve âdil olduğuna hükmedilir; ya fıskı bilinir, fâsık olduğuna hükmedilir, yahutta râvi hakkında bunlardan hiç bir şey bilinmez, yani râvi meçhul kalır. Cerh ve ta’dîlle ilgili bu konuların en mühimi ise, râvinin cerh ve ta’dîl yönünden hallerine vakıf olduktan sonra, bu cerh ve ta’dîlin mertebelerini bilmektir. Çünkü hadis imamları, bazan bir şahsı bütün hadislerinin reddini gerektirmeyen sebeplerle cerh ederler. Bunları daha önceki bahislerimizde zikretmiş ve on madde hâlinde geniş bir şekilde açıklamıştık. Burada, hadisçilerin ıstılâhında bu mertebelere delâlet eden lâfızları bahis konusu edeceğiz. 185. Cerhin çeşitli mertebeleri vardır. Bunların en kötüsü ve en açığı, mübalâğaya delâlet etmek üzere râvinin ef’al veznindeki bir sıfatla tavsif olunmasıdır: Ekzebû’n-nâs (insanların en yalancısı) gibi. Keza ileyhi’l-munteha fi’l-vad’ (hadis vaz’ında son mertebeye vasıl olmuştur), ve ve huve ruknu’l-kizbi (o kizbin-yalancılığın bir rüknüdür) tâbirleri de bu mertebede yer alır. 186. Bundan sonra deccâl, vaddâ’ ve kezzâb tâbirleri gelir. Her ne kadar bunlarda da mübalağaya delâlet eden bir mâna varsa da, yukarıda zikrolunan mertebenin aşağısındadır. Cerhe delâlet eden tabirlerin en hafifi leyyinun, seyyi’u-l-hıfz ve fîhi ednâ makâl sözleridir. Cerhin en şiddetli mertebesiyle en hafifi arasında apaçık mertebeler vardır. Metrûkun, sâkıtun yahut fâhışu’l-galat, yahutta munkeru’l-hadîs sözleri, da’îfun yahut leyse bi’l-kaviyy, yahutta fîhi makâlun sözlerinden daha şiddetlidir. Hadis ilminde bilinmesi gerekli olan mühim konulardan biri de ta’dîlin mertebeleridir. Ta’dîlde bu mertebelerin en yükseği ve en açığı, yine cerhte olduğu gibi, râvinin, mübalağaya delâlet eden ef’al veznindeki tâbirle tavsifidir: Evsaku’n-nâs, yahut esbetu’n-nâs, yahutta ileyhi’l-muntehâ fi’t-tesebbut gibi. Ta’dîlin ikinci mertebesi, ta’dîle delâlel eden sıfatlardan birinin tekrarı yahut bir başka sıfatla kuvvet kazanmasıdır: sika sika, yahut sebtun sebtun, 40 yahut sikatun hâfızun, yahutta adlun dâbıtun ve buna benzer tâbirler gibi. 187. Ta’dîlle ilgili mertebelerin en aşağısı, cerhin en hafifine yakın olduğu anlaşılan tâbirlerle ifade edilir. Şeyhun, yurva hadîsuhu, yu’teberu bihi ve benzerleri gibi. Ta’dîlin zikredilen bu mertebeleri arasında başka mertebeler de vardır. Bu konu ile ilgili diğer bazı meseleleri, bahsin tamamlanması bakımından şöyle sıralayabiliriz: Tezkiye veya bir râvi hakkında husn-i şehâdet, ancak bunun sebeplerini bilen kimselerden çıktığı zaman kabul edilir; fakat bu sebepleri bilmeyen ve tezkiyeye mümaresesi bulunmayan kimselerin, râvinin hallerini tetkik etmeden ilk anda kendilerine zâhir olduğu şekliyle mücerred tezkiyede bulunmamaları için, bu gibi kimselerin tezkiyeleri makbul sayılmamıştır. 188. Aslında tezkiye; bir kişiden sâdır olsa bile, sahih olan görüşe göre yine makbuldür. Fakat bu görüşe muhalefet eden bazı kimseler, tezkiyeyi şehâdetten sayarak en az iki kişiden sadır olmasını şart koşmuşlardır. Hâlbuki tezkiye ile şehadet arasında fark vardır ve birincisi râvi hakkında hüküm menzilesinde olup adet şart koşulmaz. Şehâdet ise, hâkim huzurunda şâhidden vâki olur ve bir şâhidin tezkiyesinin, ikinci bir şâhidle tezkiye edilmesi mânasını taşır; bunun içindir ki, birincinin kabulü, onu takip eden diğer şâhidlerin sayısına bağlıdır. 189. Eğer denilirse ki, râvi hakkındaki tezkiye, onu tezkiye edenin kendi ictihadına, yahutta başkalarından yaptığı nakle istinad etmesi dolayısıyle iki kısma ayrılır ve bu kısımlar birbirinden farklıdır. Bu farklılık dolayısıyle de, yukarıda zikrolunan ihtimal ortaya çıkar. Çünkü birinci şıkta, yani tezkiyenin ictihada müstenid olması hâlinde adet şart koşulmaz; zira burada müzekki hâkim mevkiindedir. Hâlbuki ikinci şıkta, yani tezkiyenin nakle müstenid olması hâlinde mezkûr ihtilâf ortaya çıkar. Buna cevaben denilir ki: Bu halde dahi müzekki sayısının şart olmadığı aşikârdır. Çünkü hadis rivâyetinin aslında râvi sayısı şart koşulmamıştır; asıl böyle olunca, onun fer’i olan bir meselede de sayının şart olmadığı kolayca anlaşılır. 190. Cerh ve ta’dilin, âdil ve müteyakkız kimselerden kabul edilmesi lâzımdır. Bu sebeple cerhte ifrata giden ve bir hadisin reddini gerektirmeyen sebeplerden dolayı râvisini cerheden kimselerin bu türlü cerhleri, râvinin hâlindeki mücerred görünüşe istinad eden tezkiye gibi makbul değildir. Nitekim hadis ricâlinin tenkidi hususunda tam bir tetkik ve tetebbu sahibi olan ez-Zehebî, bu konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: “Bu ilme mesup ulemadan iki kişi, ne zayıf bir râvinin tevsîkinde, ne de sika olan bir râvinin tazyifinde kat’ıyyen birleşmemişlerdir.” Bundan dolayıdır ki, bir hadisin terki üzerinde bütün ulema ittifak etmedikçe, o hadisi terketmemek en-Nesâî’nin mezhebi olmuştur. Bu ilimde cerh ve ta’dîl ile meşgul olanların, işin kolay tarafına kaçmaktan çekinmeleri şarttır. Eğer âlim, bir şahsı, hakkındaki kanaatı kesinleşmeden ta’dîl ederse, sabit olmayan bir hükmü isbat etmiş kimse mertebesine düşer ve bu suretle onun, yalan olduğu zannedilen bir hadisi rivâyet edenler zümresine girmesinden korkulur. Ve eğer bir şahsı ihtiyatsız cerhederse, bundan beri olan bir müslümâna ta’netmiş ve üzerinde ilelebed kalacak kötü bir damga ile onu damgalamış olur. 191. Bu gibi âfetler, insana, bazan nefsin kötü arzularına uymak ve fasid gayeler gütmekten dolayı arız olur ki, mütekaddimun çok defa bunlardan uzak kalmıştır. Bazan da bu afetler, itikadi ihtilâfların bir neticesi olarak zuhur eder. Eskiden olduğu gibi, bugün de bunlar fazlasıyla mevcuttur. Hâlbuki akaid ihtilâflarından dolayı bir râviyi cerh etmemek lâzımdır. Mubtedi’ın rivâyetiyle ilgili bahislerde bu meselenin münakaşasını yapmıştık. 192. Cerh, sebeplerini bilen bir kimseden açık bir şekilde beyan edilmiş olarak sadır olursa ta’dile takdim edilir. Çünkü sebepleri açıklanmamış olan cerh, adâleti sabit olan kimse hakkında Kâdîh olamaz. Fakat cerhedilen kimse, bu cerhten önce ta’dil de edilmemişse o kimsenin cerhi, 41 sebepleri açıklanmamış bir şekilde mücmel olarak fakat bilen bir kimseden sadır olursa, sahîh olan görüşe göre, kabul edilir. Çünkü hakkında ta’dîl bulunmayan bir râvi mechûl hükmündedir ve bu gibiler hakkında cerhedenin sözüyle hareket etmek, onu terketmekten evlâdır. İbnu’s-Salâh bunlar hakkında tevakkufa meyletmiştir. 193. Hadis ilminde mühim sayılan hususlardan biri de, isimleriyle şöhret kazanmış olan kimselerin, bazı rivâyetlerde künyeleriyle zikredildikleri zaman bir başka şahıs oldukları zannedilmemesi için isimleriyle birlikte künyelerinin de bilinmesidir. Bunun gibi, bilinmesi gerekli diğer mühim konuları şöyle sıralayabiliriz: Biraz önce zikredilen kısmın aksine künyeleriyle şöhret kazananlar; Az olmakla beraber ismi, künyesi olanlar. Künyeleri üzerinde ihtilâf bulunanlar. Aralarında Ebu’l-Velîd ve Ebû Hâlid olarak iki künyesi olan İbn Cureyc gibi hadîsçilerin de bulunduğu çok künyeli kimseler. Sıfat ve lâkabları çok olanlar. 194. Etbâ’u’t-tâbi’inden Ebû İshâk el-Medenî gibi, künyesi babasının ismiyle aynı olanlar. Bu kısmın bilinmesiyle, rivâyeti, râvinin babasına nisbet ederek ahbarana İbn İshâk diyen kimse hatalı görülüp doğrusunun ahbarana Ebû İshâk olduğu iddia edilmez. Yahut bunun aksine İshâk ibn Ebî İshâk gibi, ismi, babasının künyesiyle uygun olanlar. İki meşhur sahâbî Ebû Eyyûb el-Ensârî ve Umm Eyyûb gibi, künyesi, zevcesinin künyesine uygun olanlar. 195. Şeyhinin ismi babasının ismiyle aynı olanlar. Er-Rabî’ ibn Enes ile şeyhi Enes gibi. Bütün rivâyetler er-Rabi’ ibn Enes an Enes isnâdıyla gelir ve er-Rabî’ın, babası Enes’ten rivâyet ettiği zannolunur. Nitekim Sahîh’de vâki olan Âmir ibn Sa’d’da Sa’d isnâdı böyledir ve Âmir’in şeyhi olan Sa’d, aynı zamanda onun babasıdır. Hâlbuki diğer isnâdda er-Rabî’ın şeyhi olan Enes onun babası değildir. Babası Bekri, şeyhi olan Enes ise Ensârî olup meşhur sahibi Enes ibn Mâlik’tir. Er-Rabî’, Enes’in evlâdından değildir. Babasından başka kimselere nisbet edilenler. El-Mikdâd İbnu’l-Esved gibi. Burada el-Mikdâd, el-Esvedu’z-Zührî’ye nisbet edilmiştir; çünkü el-Mikdâd onun evlâdlığıdır. Asıl nisbeti el-Mikdâd ibn ‘Amr’dır. Anasına nisbet edilenler. İbn Uleyye gibi. İsmi İsmâ’îl ibn İbrâhim ibn Miksem olup sikattandır. Uleyye, anasının ismidir ve bu isimle şöhret kazanmıştır. Ancak kendisi İbn ‘Uleyye denilmekten hoşlanmazdı. Bu Sebeple eş-Şâfi’î, ondan rivâyetlerinde “bize, İbn ‘Uleyye denilen İsmâ’îl haber verdi” derdi. 196. İlk anda hatıra gelen ismin dışında bir şeye nisbet edilenler. Meselâ el-Hazzâ’ bunlardandır. Hazzâ’, ayakkabıcı mânasma gelir. İsmi Hâlid olan bu şahsın Hazzâ’a nisbet edilmesiyle, onun ayakkabı sanatına veya satıcılığına mensup olduğu anlaşılır; hâlbuki böyle değildir. Sadece onlarla düşüp kalktığı için onlara nisbet edilmiştir. Suleymân et-Teymî de böyledir. Aslında Benu Teym’den değildir; fakat onların arasına girmiş ve yerleşmiş olduğu için onlara nisbet edilmiştir. Keza ceddine nisbet edilerek ismi ismine ve babasının ismi mezkûr ceddin ismine uygun olan kimselerle karışmasından emin olunamıyan kimseler de bu kabildendir. Kendi ismiyle babasının ve ceddinin ismi müttefik olanlar. El-Hasen İbnu‘l-Hasen İbni‘l-Hasen ibn Ali ibn Ebî Tâlib gibi. Bunun bazan daha çok uzağı da görülür. 42 197. Bu kısım, muselselin bir bölümüdür. Bazan da râvinin ismiyle babasının ismi, ced ve babasının ismiyle ittifak eder. Ebû’l-Yümni el-Kindî gibi. Bu şahsın ismi Zeyd İbnu’l-Hasen ibn Zeyd İbni’l-Hasan’dır. Kendi ismiyle şeyhinin ve şeyhinin şeyhinin, bazan daha gerilerdeki şeyhlerin isimleri müttefik olanlar. İmrân ’an İmrân isnâdında olduğu gibi, Birincisi el-Kasîr sıfatıyle ma’rûftur. İkincisi Ebû‘r-Recâ’ el-Utâridî, üçüncüsü ise sahâbî İbn Husayn’dır. Keza Suleymân an Suleymân an Suleymân isnâdı da böyledir. 198. Birincisi Suleyman ibn Ahmed ibn Eyyûb et-Taberânî, ikincisi Suleymân ibn Ahmed el-Vâsıtî, üçüncüsü de ibn Bint Şurahbîl ismiyle ma’rûf Suleymân ibn Abdirrahmân ed-Dımaşkî’dir. Bazan râvi ile babası ve ceddi ile ceddinin babası arasındaki ittifak, râvi ile şeyhi arasında beraberce vâki olur. Meselâ Ebû’l-Alâ el-Hemdânî el-Attâr’ın Ebû Ali el-Isbahânî el-Haddâd’tan rivâyeti meşhur olup bu kabildendir. Her ikisinin ismi de el-Hasen ibn Ahmed İbni’l-Hasen ibn Ahmed’tir. Ve bu isimde ittifak etmişler, fakat künyede, belde ve sanata nisbette birbirlerinden ayrılmışlardır. Ebû Mûsa el-Medînî, bu konuda mufassal bir cüz tasnif etmiştir. 199. Şeyhin ismiyle, kendisinden rivâyet eden râvinin ismi müttefik olanlar. Bu kısmın kendine has bir güzelliği vardır. İbnu’s-Salâh bu konuya temas etmemiştir. Faydası, isnâdda tekrar veya inkilab bulunduğunu zanneden kimselerden şüphenin kaldırılmasıdır. Misâli el-Buhârî‘nin Müslim’den ve Muslim’in el-Buhârî’den rivâyetidir. Aslında bu rivâyette el-Buhârî’nin şeyhi olan Muslim, Muslim ibn İbrâhim el-Ferâhidî el-Basrî’dir. El-Buhârî’den rivâyet eden Muslim ise, Sahîh sahibi Muslim İbnu’l-Haccâc el-Kuşeyrî’dir. Bunun aynısı Abd ibn Humeyd hakkında da vâki olmuştur. Abd, Muslim ibn İbrâhim’den, Muslim İbnu’l-Haccâc da Sahîhi’inde Abd’ten bu terceme ile bir hadis rivâyet etmişti. Keza Yahya ibn Ebî Kesîr’in Hişâm’dan, Hişâm’ın da ondan rivâyeti bu kabildendir. Ancak, Yahya’nın şeyhi olan Hişâm, Hişâm ibn Urve olup onun akranlarındandır. Yahya’dan rivâyet eden Hişâm ise, Hişâm ibn Abdillah ed-Destüvâ’îdir. 200. El-Hakem ibn Uteybe, İbn Ebî Leylâ’dan, İbn Ebî Leylâ da el-Hakem’den rivâyet etmiştir. Şeyhi, Abdurrahman ibn Ebî Leylâ, talebesi ise, Muhammed ibn Abdirrahmân ibn Ebî Leylâ’dır. Bunun gibi misâller daha pek çoktur. Hadis ilminde bilinmesi gerekli mühim konulardan biri de mücerred isimlerdir. İmâmlardan bir gurup, bu konu ile ilgili çeşitli kitaplar telif etmişlerdir. İbn Sa’dın Tabakât’ında, İbn Ebî Hayseme ve el-Buhârî’nin Tarihlerinde ve İbn Ebî Hâtim’in el-Cerh ve’t-ta’dîl’inde olduğu gibi bazıları hiç bir kayda tabi olmaksızın râvi isimlerini toplamaya çalışmışlar; el-Iclî, İbn Hıbbân ve İbn Şâhin gibi bazı imamlar yalnız sikatı toplamakla iktifa etmişler; İbn Adiyy ve İbn Hıbbân gibi bazıları da yalnız mecrûhları biraraya getirmişlerdir. 201. Bazı imâmlar ise, belirli bir kitabın ricâlini toplamayı gaye edinmişler; Meselâ Ebû Nasr el-Kelâbâzî, el-Buhârî’nin ricâlini, Ebû Bekr ibn Menceveyh, Muslim’in, el-Fadl ibn Tâhir, 43 hem el-Buhârî hem de Muslim’in ricâlini beraberce, Ebû Ali el-Ceyyânî, Ebû Dâvûd’un ve et-Tirmizî’nin, Mağrib imamlarından bir gurup en-Nesâ’înin, Abdu’l-Ganiyy el-Makdisî, Kitâbu’l-Kemâl adıyle Sahîhan, Ebû Dâvûd, et-Tirmizî, en-Nesâ’î ve İbn Mâce’den ibaret olan Kutub-i Sitte ricâlini toplamışlardır. El-Mizzî, Kitâbu’l-Kemâl’i tehzib ederek Tehzîbu’l-Kemâl ismini vermiştir. Biz de bu kitabı telhis ile ona birçok şey ilâve ettik ve Tehzîbu’t-tehzîb adını verdik. Bu kitap ihtiva etitği ilavelerle birlikte aslın üçte biri kadardır. 202. Hadis ilminin bilinmesi gerekli mühim konularından bir diğeri mufred isimlerdir. Hafız Ebû Bekr Ahmed ibn Hârun el-Berdîcî, konu ile ilgili bir kitap tasnif etmiş; ancak bu kitapta zikrettiği bazı isimler, diğer bazı müelliflerin itirazlarına uğramıştır. Bu isimlerden biri Suğdî ibn Sinân olup zayıf râvilerdendir. Okunuşu sad harfinin zammıyledir; bazan sin harfiyle değiştiği de olur. Bundan sonraki harfler harekesi sakin gayn, dal ve nisbet ya’sı gibi bir ya’dır. İsim, neseb lâfzıyle alem ismi olup mufred değildir. Nitekim İbn Ebi Hâtim, Kitabu’l-Cerh ve’t-ta’dîl’inde Suğdî el-Kûfî’yi ve Yahya ibn Ma’în’in onu tevsikini zikretmiş, aynı zamanda, bununla daha önceki ismi ayırdederek öbürünün zayıf olduğunu belirtmiştir. 203. El-Ukaylî ise, Târih’inde Katâde’den rivâyet eden Suğdi ibn Abdillah’ı zikretmiş ve hadisinin gayr-i mahfuz olduğunu söylemiştir. Zannıma göre bu şahıs, İbn Ebi Hâtim’in zikrettiği şahıstır. El-Ukaylî’nin onu zu’afadan addetmesi, ondan naklettiği bir hadis dolayısıyledir; fakat asıl afet bu şahıstan değil, belki ondan rivâyet eden Anbese ibn Ahdirrahmân yönünden gelmektedir. Ca’fer vezniyle gelen Sender ismi de, mufred isimler cümlesindendir. Sender, Zinbâ’ el-Cuzâmî’nin mevlâsı olup Peygamberle sohbeti ve ondan rivâyeti vardır. Ebû Abdillah olarak künyelendiği meşhurdur. Sender ismi, mufred isimlerdendir ve bildiğimize göre ondan başkası bununla isimlendirilmemiştir. Bununla beraber, İbn-i Mende‘nin Ma’rifetu’s-sahâbe adlı kitabı üzerine yazdığı zeylde Ebû Mûsa, Sender Ebû’l-Esved ismiyle ondan bir de hadis zikretmiştir. Ancak Ebû Mûsa’nın bu görüşüne itiraz edilerek bu Sender’in, İbn Mende’nin zikrettiği Sender olduğu ve mezkûr hadisi de, Muhammed İbnu’r-Rabî’ el-Cîzî’nin Mısır’a gelen sahâbîlerin tarihinden bahsederken Zinbâ’ın mevlâsı Sender’in tercemesinde rivâyet ettiği söylenmiştir. Biz de bu hususu sahâbeyle ilgili kitabımızda beyan etmiş bulunuyoruz. 204. Hadis ilminde bilinmesi gerekli konulardan diğer bazıları da, isimlerde olduğu gibi, mücerred ve mufred künyeler; Bir âfet veya meslek sebebiyle olan ve bazan isim, bazan da künye lâfızyle gelen lâkablar; Müteahhırûna nisbetle mütekaddimûnda daha çok görülen kabilelere, mütekaddimûna nisbetle müteahhirûnda daha çok görülen ve belde, karye, mahalle veya komşuluk tâbirlerinden daha umumî olan vatana, terzilik gibi sanat ve bezzâz gibi meslek kollarına nisbet edilmek suretiyle ortaya çıkan neseblerdir. Bazan neseblerde isimlerde olduğu gibi hat yönünden ittifak, Fakat nutk veya telâffuz yönünden ihtilâf görüldüğü gibi, bazan da bir nesebin, lâkab olarak ortaya çıktığı görülür. Meselâ Hâlid ibn Mahlad el-Katvânî bunlardandır. 44 205. Bu şahıs, aslında Kûfeli olup, Katvânî tâbiri, kendisinin de hoş karşılamadığı lâkabıdır. Keza bu lâkabların ve batini zâhirinin hilâfına olan neseblerin sebeplerini; yüksek dereceden olan, yani köle âzad eden ve efendi mânasında kullanılan mevlâ (cem-i: mevâlî) ile aşağı mertebeden olan, azaldı, yahut anlaşmalı, yahutta birisi eliyle İslâm’a giren ve köle mânasında kullanılan mevâlîyi bilmek de, hadîs ilminde gerekli görülen hususlardandır. Ali İbnu’l-Medenî gibi bazı kudemanın, hakkında kitap tasnif ettikleri ihve ve Ahavât (erkek ve kız kardeşler) meselesi ile hadîs rivâyet ve semâında şeyh ve tâlibin âdabı da aynı derecede mühim konulardandır. Bu ikincisinde gerek şeyh ve gerekse tâlib, niyetlerin düzeltilmesinde, dünyevi gayelerden arınmada ve ahlakın güzelleştirilmesinde birbirinden ayrılmazlar; yani bunlar, her ikisi için de müşterek olan âdabdandır. Fakat kendisine ihtiyaç hâsıl olduğunda şeyhin tâlibe hadis rivâyet etmesi de, şeyhe ait âdabtan sayılır. Şu var ki şeyh, yaşadığı şehirde kendisinden daha üstün bir başka şeyh varsa rivâyetten sakınır ve tâlibe o şeyhi tavsiye eder. Tâlibin fâsid bir niyeti bulunsa bile hadîs rivâyetini terketmez. 206. Keza şeyhin rivâyet sırasında temiz olması, mecliste vakar ile oturması, ayakta aceleyle ve muztar kalmadıkça yolda rivâyet etmemesi, hastalık veya İhtiyarlık dolayısıyle rivâyetinde hata yapmaktan, yahut Unutkanlıktan korktuğu zamanlarda rivâyeti terketmesi, imlâ için meclis topladığında uyanık müstemli seçmesi de şeyhe taallûk eden âdabdandır. Tâlibe taallûk eden âdab ise, Onun, şeyhi ta’zîm ve tebcîl etmesi, onu sıkacak veya rahatsız edecek sual veya Hareketlerde bulunmaması, şeyhten işittiği hadisler için başkalarını irşâd etmesi, hayâ veya Büyüklenme sebebiyle hadis sema’ını terketmemesi, iştiği hadisi tam olarak yazması, takyîd ve zabta itina göstermesi, hıfzettiği hadisin zihninde iyice yerleşmesi için onu müzakere etmesidir. 207. Hadis ilminde mühim sayılan diğer bir konu, hadis tahammül ve edasının başlangıç itibariyle muteber sayıldığı yaş haddidir. Sahîh olan görüşe göre, semâ’ yolu ile tahammülde temyizin, yani çocukta ayırt etme kâbiliyyetinin oluşuna itibar edilir. Muhaddisler arasında câri olan âdete göre, çocukları, beraberlerinde hadîs meclislerine götürürler ve “fulân mecliste hazır bulundu” diye yazarlardı. Ancak çocukların, bu şekilde, meclislere devam ederek işittikleri hadisleri rivâyet edebilmeleri için musmi’ olan şeyhin bir icâzeti bulunması gerekir. Hadîs talebinde muteber yaşın en doğrusu, çocuğun bu iş için ehil olduğu yaştır. Kâfir olan kimsenin hadis tahammülü de, İslâm’a girdikten sonra rivâyet etmesi hâlinde câizdir. Keza fâsık olan bir kimse de, kâfire nisbetle evlâ olarak, tövbe ettikten ve adâleti sabit olduktan sonra rivâyeti câiz olur. Edâ’ veya rivâyet ise, daha önce de zikredildiği gibi, muayyen bir zamanla değil, fakat buna ihtiyaç ve ehil bulunmakla mukayyed olup, şahıslara göre değişir. İbn Hallâd, elli yaşına gelmiş bir kimsenin hadis rivâyetine tam ehil olduğunu, bununla beraber kırk yaşında da rivâyete başlasa bunun inkâr edilemiyeceğini söylemişse de, Mâlik gibi bazı kimselerin, kırk yaşından önce rivâyet ettikleri ileri sürülerek İbn Hallâd’a itiraz edilmiştir. 208. Hadîs ilminde diğer mühim bir konu da, hadîs kitâbetinin sıfatı olup, hadîsi açık bir hat ile yazmak, muğlak olan kelimeleri harekelemek, yahut harfleri noktalamak, satır içinde yazılması unutulmuş bir kelimeyi, satırın devamı varsa sağ kenara, yoksa sol kenara yazmaktan ibarettir. Keza, musmi’ olan şeyhle, yahut güvenilir bir başka kimseyle, yahutta kısım kısım olmak üzere kendi kendine hadisi mukâbele etmekten ibaret olan arzın sıfatı; Yazı yazmak, konuşmak ve uyuklamak gibi şeyhi dinlemeğe mâni olan hâllere düşmemekten ibaret bulunan semâ’ın sıfatı; Yine bunlarla birlikte, rivâyetin, hadisi işittiği kendi nüshasından, yahut bu asıl nüsha ile mukâbele edilmiş bir başka nüshadan yapılması, bu mümkün olmadığı takdirde herhangi bir nüshadan, fakat ziyâde ve noksanlıklar dolayısıyle vâki olacak nüsha ihtilâfları için şeyhten mutlaka icâzet alarak yapılmasından ibâret olan ismâ’ veyatahdîsin sıfatı; 45 209. Önce kendi beldesindeki şeyhlerin hadislerini toplayıp bunları tamamladıktan sonra, yanında olmayan hadisleri toplamak için seyahata çıkmak ve dolaştığı şeyhleri çoğlatmaktan ziyade, şeyhlerden topladığı hadisleri çoğaltmaya itina göstermekten ibaret olan rihletin sıfatı; Topladığı hadisleri, ya her sahâbînin müsnedi olarak İslâm’a giriş sıralarına göre, veya kullanış bakımından daha kolay olan alfabetik sıraya göre tertip, Yahutta fıkhî veya diğer bablara göre ve her babda, o babın isbat ve nefiy yönünden hükümüne delâlet eden hadisleri tasnif etmekten; Veya bu tasnifi, hadislerin metin ve isnâdlarını zikredip râvilerinin ihtilâf ettikleri noktaları göstermek suretiyle illetlerine göre yapmaktan; Yahutta hadisleri, bakıyyesine delâlet etmek üzere bir taraflarını zikredip ya bütün isnâdlarını, Yahutta belirli bir kitâba bağlı kalarak yalnız o kitapta zikredilen isnâdları biraraya getiripatrâflar hâlinde toplamaktan ibaret olan tasnîfin sıfatı, hadis ilminde bilinmesi gereken mühim konulardandır. 210. Nihayet, hadisin sebebi vürûdunu da bu konular arasında zikretmek lâzımdır. El-Kâdı Ebû Ya’lâ ibn Ferrâ’ın şeyhlerinden Ebû Hafs el-Ukberî, sebeb-i vürûdla ilgili bir kitap tasnif etmiş, şeyh Takiyyuddin ibn Dakîkı’l-Îd de, her hâlde biraz önce ismi geçen el-Ukberî’nin tasnifini görmemiş olacak ki, bazı muâsırlarının bu konu ile ilgili haberleri toplamaya başladıklarını zikretmiştir. Hadis uleması, kitabımızın “Sonuç” kısmında zikret tiğimiz çeşitli konularla ilgili olarak birçok kitap tasnif etmişlerdir. Ancak biz, bu kısımda konuların mücerred tariflerini vermekle iktifa edip misal vermek lüzumunu hissetmedik. Bu itibarla, her bir konunun aslına vâkıf olmak için daha mufassal kitaplara mürâcaat etmek gerekir. Muvaffakiyyet ve hidâyet yalnız Allah’tandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Yalnız O’na dayanır, O’na güveniriz. 46 1352/1934 Mısır |