Ana Menü (Fihrist)

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

21 Mayıs 2009

Nuzhetu’n-Nazar fî Şerhi

Nuhbetu’l-Fiker

Ahmed ibn Alî

İbn Hacer el- Askalânî

(ö. 852 / 1448)

Mukaddime (1-7)

Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle…

1. Hamd, Alîm, Kadîr, Hayy, Kayyûm, Basîr olan Allah’adır. Tek bir Allah’tan başka ilâh olmadığına, şeriki bulunmadığına şehâdet ederim ve onu tekbir ederim. Cennet nimetleriyle müjdeleyici ve Cehennem azabıyla uyarıcı olarak tüm insanlığa gönderdiği efendimiz Muhammed(sallallahu aleyhi ve sellem)’e âline ve ashabına da Allah salat ve selam eylesin.

2. Muhaddislerin kullandıkları ıstılahları hakkında eski ve yeni imamlara ait eserler oldukça fazladır. Bu hususta ilk kitab tasnif eden,

Kâdî Ebû Muhammed Râmehurmuzî (rahimehullah) olup kitabına “el-Muhaddisu’l-Fâsıl” adını vermiştir; ancak bu kitap, bütün mevzû’ları ele almamıştır.

Râmehurmuzî (rahimehullah)’dan sonra Hâkim Ebû Abdillah Nisâbûrî (rahimehullah) gelir. Fakat o da kitabını tertib ve tehzib etmemiştir.

Hâkim’i, Ebû Nu’aym İsbehânî (rahimehullah) takip etmiş ve onun kitabına bazı ilâvelerle yeni bir kitap ortaya koymuş, bir çok şeyleri de kendinden sonrakilere bırakmıştır.

3. Bunlardan sonra Hatîb Ebû Bekr el-Bağdâdî (rahimehullah) gelmiş, “el-Kifâye” adını verdiği rivâyet kaideleriyle alakalı ve bir de “el-Câmi’ li âdâbi’ş-şeyh ve’s-sâmi’” adını verdiği rivâyet adabıyla alakalı birer kitap tasnif etmiştir. Hadîsle ilgili ne kadar ilim varsa, o konuda bir kitap vücuda getirdiği için Hâfız Ebû bekr ibn Nukta (rahimehullah) onun hakkında “Her insaf sahibi bilir ki, Hatîb’ten sonra gelen muhaddisler onun kitaplarına istinad ederler” demiştir.

Hatîb (rahimehullah)’dan çok sonra diğer bazı kimseler daha gelmiş ve bu ilimden nasiblerini almışlardır.

4. Kâdî İyâd (rahimehullah) küçük bir kitap cemetmiş ve ona “el-İlma’ fi ma’rifeti usuli’r rivaye ve takyidi’s-sem’a” adını vermiştir.

Ebû Hafs Meyyânicî (rahimehullah) bir cüz cemetmiş ve “ma la yesa’u’l-muhaddise Cehluh” diye isimlendirmiştir. Bunlar gibi şöhret kazanan, verdiği bilgi çok olsun diye değişik konuları içine almış, anlaşılması kolay olsun diye kısa tutulmuş daha birçok kitaplar tasnif edilmiş ve bu, Hâfız, Fakih, Takiyyuddin Ebû Amr Osman ibn Abdurrahman ibn Salâh Şehrezûrî (rahimehullah) gelinceye kadar bu şekilde devam etmiştir. İbn Salâh (rahimehullah) Dımaşk’ta yaşamıştır. Eşrefiye Medresesinde hadîs öğretimiyle görevlendirildiği zaman meşhûr kitabını toplamış; hadîs usulü ilminin muhtelif konularını tehzib ile bunları yeri geldikçe talebelerine de yazdırmıştır. Bu yazdırma münasebetiyle olsa gerek, kitabın tertibi istenilen kemale ulaşamamıştır.

5. İbn Salâh, daha ziyâde yukarıda zikrettiğimiz Hatîb Bağdâdî’nin muhtelif kitaplarına itina göstermiş, dağınık mevzû’larını bir araya getirmiş, başka ziyâdelerde bulunmuş, faydalı olanlarını seçmiş ve bu suretle başka kitaplarda dağınık olan meseleler, onun kitabında biraraya gelmiştir. Bu sebepledir ki halk, bu kitaba eğilmiş ve onun yolunda gitmiştir. Niceleri onu nazmetmiş, niceleri ihtisar etmiş, niceleri üzerine Müstedrekler yazmış, niceleri iktisar etmiş, niceleri onun leh ve aleyhinde bulunmuş; bunlar saymakla bitmez.

Bazı dostlar, kendileri için bu kitabı ihtisar etmemi benden taleb ettiler. Ben de onu küçük bir kitap hâlinde özetledim ve “Nuhbetu’l-fiker

2

fi mustalahı ehli’l-eser” adını verdim. Bu işi yaparken, bazı nadir ve faydalı ilâveler yaparak onu kendime has bir üslupla tertib ve izah ettim.

6. Sonra yeniden bende bir heves uyandı ve bu ilme yeni başlayanlar için gizli taraflarını beyan eden, faydalı taraflarını gösteren ve müşkillerini halleden bir şerh yazmak fikri uyandı.

Nihayet, bu yola girmek temennisiyle dostların isteklerine icabet ettim. İzah ve tevcih yönünden metnin şerhinde büyük gayret sarfettim; anlaşılmayan taraflarına işarette bulundum; çünkü ev sahibi evin içindekini başkasından daha iyi bilir. Bende şu düşünce de belirdi ki, şerhi yazarken konuyu genişletmek daha uygun ve metin arasına koymak daha faydalı olacaktır. İşte bu maksatla gideni az bulunan bu yola girdim.

7. Allah’tan muvaffakıyet temennisiyle ben derim ki:

Haberler (8-40)

Haber ve Hadîs

8. Bu ilimle meşgul olan ulema indinde, haber hadîsle muradif yani eş anlamlıdır. Bazıları da, Peygamberden gelen şeylere hadîs, başkalarından gelen şeylere ise haber demişlerdir. Bu sebepten tarih ve benzeri ilmlerle meşgul olanlara ahbârî, Sunnet-i Nebeviye ile meşgul olanlara da muhaddis denilmiştir.

9. Bazıları ise haberle hadîs arasında umum husus ilişkisi bulunduğunu söylemişlerdir. Buna göre, her hadîs bir haberdir ama her haber hadîs değildir. Burada, bize gelişi itibariyle daha şumullü olması bakımından, söze “haber” lâfzıyle başlanmıştır.

Haberin Çeşitleri

10. Haberin bir çok tarîkleri, yani isnâdları bulunabilir.

Öyle ki, adet bu çokluğun yalan üzerinde kasden birleşmelerini mümkün kılmaz. Keza kasıd olmasa bile, onlardan itifakla yalan çıkması da mümkün değildir.

Mutevâtir Haberler

Sahîh olan görüşe göre, tevâtürde haberi rivâyet edenlerin sayısını tayin etmeye lüzum yoktur.

11. Bununla beraber, bazıları sayıyı tayin ederek dört kişinin rivâyetiyle haber mutevâtir olur demişlerdir. Bazılarına göre bu sayı beş, bazı larına göre yedi, on, oniki, kırk, yetmiş vb. dir. Bu rakamları ileri sürenlerin her biri, içinde o rakamın geçtiği bir delile istinad etmiş ve bu sayıda gelen haberin ilim ifade edeceğini söylemiştir. Fakat bu türlü rakamları, onların içinde geçtikleri meseleye has olmaları dolayısıyla başka yerlerde tekrarlamaya lüzum yoktur.

12. İşte haber, bu şekilde rivâyet edilir ve buna, Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) devrinden zamanımıza kadar haberin rivâyetinde mezkur çokluğun eşit bir şekilde devamı da eklenirse, bu da tevâtürün şartlarından biri olur.

Buradaki eşitlikten maksat, bazı tabakalarda mezkur çokluğu artmaması değil, eksilmemesidir. Zira bu meselede artış evleviyetle matlubtur.

Tevâtürün diğer bir şartı da nihayetinin akla dayanan bir kadiyye değil, gözle görülen bir olay veya kulakla işitilen bir haber olmasıdır.

13. İşte bu dört şart:

Adeten yalan üzerinde birleşmelerini imkânsız kılan kalabalık,

Bu kalabalığın başlangıcından sonuna kadar kendileri gibi bir başka kalabalıktan rivâyeti,

Nihayette dayandıkları şeyin akıl değil his olması ve

Bu şekilde rivâyet edilen haberin dinleyenler için ilim ifade etmesi

bir araya gelirse, bu habere mutevâtir denir.

Eğer bu şartlardan biri olan haberin

3

ilim ifade etme keyfiyeti tahakkuk etmezse, bu haber sadece meşhûr olur. Bu sebeple her mutevâtir meşhurdur; ama her meşhûr mutevâtir değildir. Bazan denilir ki, dört şart hasıl olursa umm de husulü gerekir. Bu, çok defa böyledir; fakat bazan da, herhangi bir engel dolayısıyla ilmin hasıl olmadığı görülür.

14. İşte bu izahla, tevâtürün tarifi anlaşılmış olmaktadır. Bunun hilâfı, bazan da yine tahditsiz, fakat diğer bazı şartların yok olmasıyla ortaya çıkar.

15. Haber, mutevâtirin şartlarını cemetmeyecek şekilde ikinin üstünde, yani üç veya daha fazla, yahut yalnız iki, yahutta yalnız bir kişi ile tahdit edilmiş olarak gelir. Haberin iki kişi ile varid olması sözünden kasdımız, ikiden az kimse tarafından rivâyet edilmemesidir; tek bir isnâdın bazı yerlerinde ikiden fazla kimse tarafından rivâyet edilmiş olsa bile zarar vermez; çünkü bu ilimde az, çok üzerine Hâkimdir.

16. İşte bunlardan birincisi, yani yalan üzerinde birleşmeleri adeten mümkün olmayan ve sayısı tahdit edilmeyen bir kalabalığın rivâyet ettiği haber, mutevâtirdir ve zikri geçen diğer şartlarıyle birlikte ilmi yakin ifade eder. İlmi nazarî, biraz sonra da izah edileceği vechile bunun dışında kalır. Yakinden maksat, gerçeğe uygun, kesin itikaddır ve tarifte mutemed olan da budur.

17. Zira mutevâtir haber, Zarûrî ilim ifade eder ki, reddi mümkün olmaması dolayısıyla, insan, bunun kabulünde muzdar kalır.

Bazıları da mutevâtir haberin ancak ilmi nazarî ifade ettiğini söylemişlerdir ki, bu görüş gerçeğe uygun değildir. Çünkü tevâtürle, avam tabakasına mensup araştırma ehliyetine sahip olmayan bir kimse için de ilim hasıl olur. Nazar (tetkik ve araştırma), malum ve maznun şeylerin tertibi olup, bununla malum ve maznuna ulaşılır; avama mensup kimsede ise bu ehliyet yoktur. Eğer, tevâtürle kazanılan ilim nazarî olsaydı, avam için bu ilim hasıl olmazdı.

18. Bu açıklama ile, ilm-i zarûrî ile ilm-i nazarî arasındaki fark anlaşılmış olmaktadır. Buna göre Zarûrî, istidlâl olmaksızın ilim ifade eder; nazarî de ilim ifade eder, fakat istidlâl ile… Zarûrî, haberi işiten herkes için hasıl olur; nazarî ise, ancak bu sâhada ehliyeti olan kimseler için hasıl olur.

Metinde, tevâtürün şartlarını mübhem bıraktım; zira bu hâliyle mutevâtir, isnâd ilminin konularından değildir; isnâd ilminde hadîs râvilerinin sıfatları ve rivâyet şekilleri yönünden amel edilmesi veya terkedilmesi için hadîsin sıhhatinden veya zafiyetinden bahsedilir.

Mutevâtirde, hadîsin ricâlinden bahsedilmez; ancak onunla amel edilir.

19. Burada faide olmak üzere şuna işaret etmek yerinde olur: İbn Salâh yukarıda açıklanan mutevâtire misâl göstermenin güç olduğunu ve bunun ancak “kim benim adıma yalan söylerse…” hadîsi hakkında ileri sürülebileceğini iddia etmiştir. Gerek İbn Salâh’ın bu şartları ihtiva eden mutevâtirin nadir bulunduğu ve gerekse başkalarının hiç bulunmadığı yolundaki iddiaları yersizdir. Çünkü bu gibi iddialar, isnâdların çokluğuna ve âdeten yalan üzerinde birleşmelerini, yahut yalanın onlardan ittifakla hasıl olmasını imkânsız kılan ricâlin ahval ve sıfatlarına gerektiği şekilde muttali olunmamaktan neşet etmiştir. Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)in hadîsleri arasında mütevâtirin çok denecek kadar mevcut olduğunu ortaya koyan delillerin en güzeli, doğuda ve batıda ilim ehlinin ellerinde dolaşan ve Mûsannıflarına nisbetlerindeki doğruluğu kesinlikle bilinen bir çok meşhûr hadîs kitabı bir hadîsin ihraç ve rivâyetinde ittifak ettiği ve

4

bu hadîsin turuk, ve isnâdları, diğer şartların tahakkuku ve birlikte yalan üzerin de ittifak etmelerini âdeten imkânsız kılacak bir şekilde çoğaldığı zaman, o hadîsin söyleyenine nisbetindeki doğruluk hakkında ilm-i yakin hasıl olur. Meşhûr kitaplarda bu şekilde hadîsler pek çoktur.

Meşhûr Haberler

20. İkincisi ki budur ve âhadın ilk kısmıdır ve ikiden çok râvi ile tahdit edilmiş turuku bulunan haber olup, muhaddislere göre meşhurdur. Fıkıh imamlarından bir cemaatin görüşüne göre de bu habere mustefîd denir. Haberin bu şekilde isimlendirilmesi yayılması dolayısıyladır. Nitekim su dökülüp yayıldığı zaman “Fâda’l-mâu yefîdu feydan” denir. Bazıları mustefîd’le meşhûrarasında ayırım yapmışlar ve mustefîd’in, başından sonuna kadar eşit sayıdaki mahdut çoğunluk tarafından rivâyet edildiğini söylemişlerdir. Meşhûr ise bundan daha umumîdir. Bazıları da ikisi arasında başka yönlerden ayırım yapmışlardır; ancak bu, hadîs ilminin konularından değildir.

Meşhûr tâbiri, burada tarif olunan haberlere itlâk olunduğu gibi, bir veya daha fazla isnâdı olan yahut hiç isnâdı olmayan ve halk dilinde şöhret kazanan haberlere de itlâk olunmuştur.

Azîz Haberler

21. Hadîslerin üçüncü nev’i azîzdir. Azîz ikiden az kimselerin ikiden az kimselerden rivâyet etmemesidir. Haberin bu şekilde isimlendirilmesi, ya az bulunduğu içindir, yahutta başka isnâdla geldiği için kuvvetlenmesi dolayısıyladır.

Azîz, bazılarının iddiası hilâfına, Sahîh hadîsin şartı değildir. Bu iddianın sahibi muteziledenEbû Ali Cubbâîdir ve Hâkim Ebû Abdillah’ın “Ulumu’l-Hadîs” adlı kitabındaki şu sözü buna işaret eder:

Sahîh, kendisinden cehâlet ismi zail olmuş sahâbînin rivâyet etmesi olup; şehadet üzerine şehadet misâli, haber bize ulaşıncaya kadar hadîs ehlinin aldığı iki râvisi olan haberdir.”

22. Kâdî Ebû Bekr ibn Arabî, Buhârî şerhinde, hadîsin en az iki râvisi olması keyfiyetini Buhârî’nin şartı olarak ileri sürmüş ve bu yüzden üzerine vâki olacak bir itiraza da, düşünmeye değer şu cevabı vermiştir:

Ameller ancak niyetlere göredir” hadîsinin ferddir, çünkü onu Ömer İbnu’l-Hattâb’tan başkasının rivâyet etmediği, Ömer’den de yalnız Alkame’nin naklettiği söylenirse deriz ki: Ömer, bu hadîsi minberde iken sahâbenin huzurunda irad etmiştir.

Eğer sahâbe, hadîsi bilmemiş olsalardı inkar ederlerdi.

23. Kâdî bu cevabını takiben şu itirazı ileri sürmüştür. Sahâbenin hadîsi inkar etmemeleri, yahut bunu sükut ile karşılamaları, onu başkalarından da işitmiş olmalarını gerektirmez. Bu, Ömer İbnu’l-Hattâb hakkında doğru olsa bile, yani sahâbenin, hutbede irad ettiği hadîsi inkar etmemelerinden, onu daha önceden bildikleri neticesini çıkarmak bile, “Alkame’nin Ömer’den, sonra Muhammed ibn İbrahim’in Alkame’den sonra da Yahya ibn Sa’id’in Muhammed ibn İbrahim’den rivâyetlerinde vâki olan teferrüdlerini bu cevap halletmez. Çünkü mezkur hadîsin rivâyetinde, bu râvilerin şeyhlerinden teferrüdü, muhaddisler arasında Sahîh ve ma’rûftur. Bu itiraza cevap olarak, teferrüd eden râviler için mutabaat bulunduğu ileri sürülse bile, zayıflıkları dolayısıyla itibar edilmez. Hasılı, Kâdî Ebûbekr ibn Arabî’nin cevabı mezkur itirazı karşılamaya kâfi gelmediği gibi, Ömer’in hadîsinden maada Buhârî’nin Sahîh’inde bulunup da râvileri tek kalmış hadîslerde de tam bir cevap teşkil etmez.

24. İbni Ruşeyd, bu konuda şöyle demiştir:

Buhârî’nin, kitabında ihraç ettiği hadîsler için en az iki râvi tarafından rivâyet edilmesini şart koştuğu yolunda Kâdî Ebû bekr tarafından ileri sürülen iddianın batıl olduğuna Sahîh’te mezkur ilk hadîsin delâleti kâfidir.

İbn Hibban ise, Kâdî Ebû Bekr’in iddiası hilâfına şu görüşü ileri sürmüştür: “Sonuna kadar, iki kişinin iki kişiden rivâyeti asla bulunmaz”.

25. Biz de deriz ki: “Eğer yalnız iki kişinin yalnız iki kişiden rivâyetinin asla bulunmayacağını murad ediyorsa, kabulü mümkündür. Fakat bizim kaydettiğimiz azîz şekli, iki kişiden az ol mayan kimselerin

5

iki kişiden az olmayan kimselerden rivâyet etmesiyle mevcuttur.

Bunun misâli Şeyheyn’in Enes’ten ve Buhârî’nin Ebû Hureyre’den rivâyet ettikleri şu hadîstir:

26. “Ben, içinizden birine anasından babasından ve çocuğundan daha sevgili olmadıkça iman etmiş sayılmaz.” Bu hadîsi, Enes’ten Katade ve Abdu’l-Azîz ibn Suheyb; Katade’den Şu’be ve Sa’id; Abdulazîz’den İsmâîl ibn Uleyye ve Abdulvâris; ve herbirinden de bir cemaat rivâyet etmişlerdir.

Âhad Haberler ve Kısımları

27. İşte, yukarıdan beri zikrolunan dört kısımdan birincisi, yani mutevâtir müstesna, diğerleri âhaddır. Bunların her birine haber-i vâhid denir. Haber-i vahid, lugatta, bir tek şahsın rivâyet ettiği haber demektir; ıstılahta ise, mutevâtirin şartlarını taşımayan haber demektir.

Âhad haberler, makbul ve merdûd olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Birincisi makbuldür ki ekser ulemâ indinde, ameli gerektiren haberlerdir. Merdûd ise, râvisinin doğruluğu kabul edilmeyen haberlerdir.

Âhadın makbûl ve merdûd olmak üzere iki kısma ayrılması, onunla istidlâlin, râvilerinin adâlet ve zabıt yönlerinden ahvallerinin araştırılmasına mütevakkıf olması dolayısıyladır.Mutevâtir haberler ise bunun aksinedir; zira mutevâtir haberler, râvilerinin doğruluğu hususunda kesinlik ifade etmesi dolayısıyle hepsi de makbüldür. Âhad haberler ise böyle değildir ve onlardan yalnız makbul olanlar ameli gerektirir. Çünkü bunlarda, ya kabul sıfatının esasını teşkil eden râvinin doğruluğu sübut bulmuştur; ya da red sıfatının esasını teşkil eden râvinin yalancılığı sübut bulmuştur; veyahut da ne kabülünü ne de reddini gerektiren herhangi bir husus mevcuttur.

28. Bu takdirde birincisinde, râvisinin doğruluğu sübut bulduğu için haberin de doğruluğu zan üzerinde galebe çalar ve haber kabul edilir.

İkincisinde, râvisinin yalancılığı sübut bulduğu için haberin de yalan olduğu zan üzerinde galebe çalar ve haber atılır.

Üçüncüsünde ise, eğer haberi bu iki kısımdan birine ilhakını mümkün kılacak bir karine mevcutsa, haber o kısma iltihak eder; böyle bir karine mevcut değilse, haber üzerinde tevaffuk olunur; yani

Garîb Haberler

Dördüncüsü garîbtir ki bir şahsın rivâyetiyle teferrüd ettiği haber olup, senedin hangi tarafında bu teferrüd vukubulursa, ona göre garîb-i mutlak veya garîb-i nisbî kısımlarına ayrılır ve onunla amel edilmez. Amel olunmayan haber ise, merdûd haber gibidir; ancak onun merdûd olması, haberde red sıfatının sübutu dolayısıyle değil, kabulü gerektiren sıfatın bulunmaması dolayısıyladır.

İşte, az evvel meşhûr, azîz ve garîb olmak üzere üç kısma ayrılmış olan âhad haberler içinde, bazan, mevcut karineler sebebiyle ilmi nazarîyi ifade eden haberler de yer alır. Bazı muhâlif görüşe sahip olanların bulunmasına rağmen tercih edilen doğru görüş budur.

29. Bununla beraber, bu ihtilâf aslında lâfzidir; çünkü âhad ile hasıl olan şeye “ilm” lâfzının ıtlâkını tecviz edenler, bu “ilm” i “nazarî” ise, istidlâl ile hasıl olan ilimdir. Hâlbuki “ilm” lâfzının ıtlâkını tecviz etmeyenler, bu lâfzı sadece mutevâtir haberlere tahsis etmişler, mutevâtirin dışındaki haberler için “zannî” lâfzını kullanmışlardır. Ancak bunlar, bir takım karineleni ihtiva eden haber-i âhadın, bu karinelerden hâli olan haberlerden daha kuvvetli ve tercihe şayan olduğunu reddetmemişlerdir.

30. Karineleri ihtiva eden âhad haberlerin muhtelif çeşitleri vardır. Bunlardan biri, Şeyhân (el-Buhârî ve Müslim)’in Sahîh’lerinde naklettikleri mutevâtir derecesine ulaşmayan haberi âhadtır. Bu haberleri bir takım karineler kuşatmıştır ki, bunlardan biri, el-Buhârî ve Müslim’in bu sâhada ki üstünlükleri, başkalarına nisbetle Sahîhi sahtesinden ayırmak hususundaki titizlikleri ve kitaplarının ulemâ arasında birinci derecede kabul görmesidir. Yalnız bu karine, yani kitaplarınm ulemâ arasında birinci derecede kabul görmesi bile, ilim ifade etmesi yönünden

6

mutevâtir derecesine ulaşmıyan mücerred turuk çokluğuna nisbetle daha kuvvetlidir.

31. Ancak bu, her iki kitapdaki hadîsler arasında hâfızlardan birinin tenkidine uğramayan ve mânaları arasında tercihi mümkün olmayacak şekilde tenakuz bulunmayan haberlere mah sustur; zira birbirine muhâlif iki haberden birini diğerine tercih etmedikçe, iki mütenakızın doğruluğu hakkında ilim hasıl olması imkânsızdır. Gerek ulemanın tenkidine uğrama yan ve gerekse tercihi mümkün olmayacak mânaları birbirine zıt olarak nakledilenlerin dışındaki haberlerin sıhhati üzerinde icma hasıl olmuştur. Ancak burada bir itiraz vâki olur ve ulemanın, Sahîhan’daki haberlerin sıhhati üzerin de değil, onlarla amel etmenin vücubu üzerinde ittifak ettikleri söylenirse, deriz ki; Buhârî ve Müslim, kitaplarında nakletmemiş olsalar bile, Sahîh olan her haber ile amel etmenin vucûbu üzerinde ulemâ ittifak etmiştir. Ancak, onların ittifakı, yalnız amelin vücubu üzerinde vâki olsaydı, Sahîhan için bu ittifaktan hiçbir meziyyet hasıl olmazdı. Hâlbuki icma veya ittifak, her iki kitabın sahip oldukları sıhhate râci meziyyetleri üzerinde de hasıl olmuştur.

32. El-Buhârî ve Müslim’in naklettikleri haberlerin ılm-i nazarî ifade ettikleri, üstad Ebû İshak el-Isferâyînî, hadîs imamlarından Ebû Abdillah el-Humeydî, Ebû’l-Fazl ibn Tâhir ve diğerleri tarafından tasrih edilmiştir.

Burada şuna da işaret etmek yerinde olur ki, yukarıda bahis konusu edilen meziyyet için, el-Buhârî ve Müslim’in, kitaplarında naklettikleri hadîslerin “Sahîhin en Sahîhi olmalarıdır” denilmesi bile muhtemeldir.

33. Karineleri ihtiva eden haber çeşitlerinden bir diğeri, ayrı ayrı turuku olan, râvi zayıflığından ve illetlerden sâlim bu lunan meşhûr haberlerdir. Bu haberlerin de ilmi nazan ifade ettikleri, üstad Ebû Mansûr el-Bağdâdî, üstad Ebû Bekir ibni Fûrek ve diğerleri tarafından açıklanmıştır.

34. Karineleri muhtevi diğer bir haber çeşidi, hıfz ve itkân (titizlik) yönünden tanınmış imamlarla muselsel olan haberler dir; öyle ki, böyle bir haber, Ahmed ibn Hanbel’in rivâyet ettiği isnâd yönünden garîb olmayan bir hadîs gibidir. Meselâ Ahmed ibn Hanbel bir hadîs rivâyet ettiği zaman bir başkası aynı hadîsi eş-şâfi’îden rivâyetle ona ve bir başkası da Mâlik ibn Enes’ten rivâyet ederek eş-Şâfi’îye eş olur. İşte bu çeşit bir haber râvilerinin üstünlüğü yönünden istidlâl yoluyla işitenleri için ilim ifade eder. Çünkü bu râviler, kabulü gereken öyle üstün sıfatlara sahiptirler ki, bunlar, bir hadîsin kabulünde bazan başlıca amil olan râvi çokluğu (aded-i kesîr) yerine geçerler.

35. Bu sebeple, hadîsçilerin ve tarihçilerin haberleriyle en az mümaresesi bulunan bir kimse dahi, Meselâ kendisine Mâlik ibn Enes tarafından şifâhen bir şey haber verilmiş olsa, Mâlik’in bu haberdeki doğruluğu hakkında hiçbir şüphe ve tereddüde düşmez. Eğer bu haberi vermek hususunda Mâlik ibn Enes’e kendi seviyesinde biri daha katılacak olursa, mezkur haber, sıhhat yönünden bir kat daha kuvvetlenmiş, aynı zamanda hata ve unutkan korkusundan da uzak kalmış olur.

36. Yukarıda zikrettiğimiz karinelerle kuşatılmış üç haber çeşidinden olan bir haberin doğruluğu hakkındaki ilim, yalnız hadîsi iyi bilen, bu konu’da mütebahhir ve mütehassıs olan, râvilerin hallerine vakıf ve illetlere muttali bulunan kimseler için hasıl olur. Bu kimseler dışında kalanlar için, bu çeşit haberlerin doğruluğu hakkında ilim hasıl olmaması, yukarıda saydığımız vasıfların bu kimselerde bulunmaması sebebiyledir. Fakat bu gibi kimseler için ilim hasıl olmaması, hadîse vakıf kimseler için bu ilmin husul bulmasına engel teşkil etmez.

37. Zikrettiğimiz bu üç kısımla ilgili olarak şu neticeye işaret edebiliriz. Bu kısımlardanbirincisi Sahîhan’a mahsustur. İkincisi, müteaddit turuku bulunan haberi meşhura, üçüncüsü ise, imamların rivâyet ettikleri hadîslere mahsustur. Bazan, her üç karinenin de tek bir hadîs üzerinde birleşmesi mümkündür; bu takdirde hadîsin doğruluğu kesinlikle sübut bulmuş olur.

Ferd-i mutlak, Ferd-i nisbî

Garabet ya senedin aslında bulunur, -senedin aslından maksat, turuku ne kadar çok olursa olsun, isnâdın üzerinde dönüp dolaştığı yer, yani sahâbînin bulunduğu taraftır- yahutta senedin aslında değil, ortasında bulunur;

7

öyle ki, sahâbeden birçok kimse o haberi rivâyet eder, sonra bu kimselerden birisinden yalnız bir şahıs rivâyetiyle tek kalır.

38. Bu iki şekilden birincisine, yani garabetin senedin sahâbî tarafında olması şekline ferdi mutlak denir. Rasûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) velâ’ın satışını ve hibe edilmesini yasaklayan hadîsi böyledir. Bu hadîsi, İbn Ömer’den rivâyetinde Abdullah İbn Dînâr tek kalmıştır. Bazan tek kalan râviden nakleden bir başka râvinin de tek kaldığı olur. Rasûlullah’ın şu’abu’l-îman hadîsi gibi. Bu hadîsi Ebû Hureyre’den Ebû Sâlih, Ebû Sâlih’ten de Abdullah ibn Dînâr rivâyetleriyle tek kalmışlardır. Bazen de bu teferrüd, haberin bütün râvileri boyunca veya çoğunda devam eder. El-Bezzâr’ın Müsned’in de ve et-Taberânî’nin el-Mu’cemu’l-Evsat’ında bunun pek çok misâlini görmek mümkündür.

39. İkincisine, yani garabetin senedin ortasında olması şekline gelince, buna da ferd-i nisbî denir. Nisbî denmesinin sebebi, teferrüdün muayyen bir şahsa nisbetle hasıl olması dolayısıyledir; bu gibi hallerde hadîs meşhûr cinsinden olsa bile farketmez.

Ferdiyyetin ferdi nisbî üzerine itlâkı nadirdir; çünkü garîb ve ferd kelimeleri, her ne kadar lügat ve ıstılah yönünden müteradif iseler de, ıstılahçılar, kullanılışlarındaki azlık ve çokluk bakımından aralarını ayırmışlar ve ferd kelimesini, çok defa, ferdi mutlaka, garîb kelimesini de ferdi nisbîye itlâk etmişlerdir. Tabiatiyle bu, onlara isim vermek yönün dendir. Hâlbuki bu kelimelerden türemiş fiillerin kullanılışı cihetinden herhangi bir ayırım yapmamışlar, haber mutlak olsun nisbî olsun teferrede bihi fulân “fulân, bu hadîsi teferrüd etti”, veya ağrebe bihi fulân“fulân, bu hadîsle garîb (tek) kaldı” demişlerdir.

40. Hadîsçilerin Munkatı’ ve mürsel haberler hakkındaki ihtilâftan da buna benzer: Munkatı’ve mürsel, ayrı ayrı şeyler midir, yoksa aynı mı? Hadîsçilerin çoğu, isimlerin itlâkı hâlinde ayrı şeyler olduğu görüşündedirler; fakat bunlardan türeyen fiillerin istimalinde yalnız irsal’i kullanmışlar ve haber mürsel olsun Munkatı’ olsun erselehu fulân: Fulân, hadîsi irsal etti demişlerdir. Bu sebepten, onların kelimeleri kullandıkları yerleri hesaba katmıyan kimseler, hadîsçilerden çoğunun mürselle Munkatı’ arasını ayırtetmediklerini ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki bu, zannettikleri gibi değildir ve bu konudaki inceliği anlayan çok az olmuştur.

Makbul Haberler (41-82)

Sahîh Haberler

41. Haber-i âhad, şâz ve illetten sâlim ve senedi muttasıl olduğu hâlde zabtı tam, âdilkimselerin nakli ile Sahîh li-zâtihi olur. Bu, makbul haberlerin dört çeşit olarak ilk taksimidir. Çünkü, makbul haberler, ya makbul sıfatının en üst derecesini şâmil olurlar ve bunlara Sahîh li-zâtihi denir. Yahut bazı kusur sebebiyle kabul sıfatının en üst derecesini şâmil olmaz; ancak, turukunun veya isnâdının çokluğu gibi, bu kusurları icbar veya izale eden bazı hususiyetleri bulunur; bu çeşit haberler de Sahîhtir, fakat li zâtihi değil li gayrihidir. Eğer bu kusurları izale den bir hususiyet yoksa bunlara da hasen li zâtihi denir. İsnâd yönünden tevakkuf olunan hadîste, kabul tarafını tercih ettiren bir karine bulunursa, bu da hasendir, fakat hasen li-zâtihideğil hasen li-gayrihidir. Burada Sahîh li-zâtihi ile söze başlanması derecesinin yüksekliği sebebiyledir.

Sahîh li-zatihinin tarifi yapılırken “şâz ve ılletten sâlim ve senedi muttasıl olduğu hâlde zabtı tam âdil kimselerin naklettiği haberdir” denilmişti.

42. Bu tarifte geçen adl veya âdilden murad, takva ve mürüvvete bağlanmayı sağlayacak bir melekesi olan kimsedir. Takva ise, şirk, fısk ve bid’at gibi kötü işlerden sakınmaktır.

Zabt, göğüsün zabtıdır. Yani insanın, işititği bir şeyi dilediği zaman hemen hatırlayabilmesini mümkün kılacak bir şekilde hıfzetmesidir.

Kitabın zabtı ise,

8

işittiği ve tashihini yaptığı andan, içindeki hadîsleri eda veya rivâyet edin ceye kadar korunmasıdır.

43. Burada zabt, en üstün derecesine işaret olmak üzere “tam” kelimesiyle kaydolunmuştur.

Muttasıl: Ricâlinden her birinin, haberi şeyhinden işitmiş olması dolayısiyle sükuttan (râvi düşmesinden) sâlim olan isnâdın vasfıdır.

Sened: Tarifi önceden yapılmıştı.

Mu’allel: Lügat yönünden kendisinde illet bulunan şey dir.

Istılah yönünden ise, kendisinde kadih (hadîsi za’fa uğratan) gizli bir illeti bulunan haberdir.

Şâz: Lügat yönünden “ferd” mânasına gelir; ıstılah olarak da râvinin, kendisinden daha güvenilir bir kimseye muhâlif rivâyetidir.

Bunun başka bir izahı daha vardır; ileride, üzerinde ayrıca durulacaktır.

44. Kuvvet yönünden sıhhati gerektiren bu vasıfların farklı oluşu dolasıyle, Sahîhin dereceleri de farkılılık gösterir.

Çünkü bu evsaf, sıhhatin medarı olan hadîs ricâli ile ilgili bilginin ifadesi olunca, takviye edici amiller hasebiyle sıhhatin de birbirinin üstünde dereceleri olmasını gerektirir.

45. Buna göre, tercihi gerektiren adâlet, zabt ve sair sıfatlar yönünden râvileri en yüksek derecede olan bir hadîs, râvileri aynı sıfatlar yönünden daha aşağı derecede olan hadîse nisbetle daha Sahîhtir. Bazı imamların, ennehu asahhu’l-esânid “bu, isnâdların en Sahîhidir” sözü ile tavsif ettikleri rivâyetler, bu babta en yüksek derecede olanlardandır.

Meselâ ez Zührî’nin Sâlim b. Abdillah b. Ömer’den onun da baba sından; Muhammed b. Sirin’in Ubeyde b. Amr es-Selmanî’den onun da Ali’den; İbrahim en-Nahaî’nin Alkame’den onun da İbn Mes’ûd’dan rivâyetleri gibi. Bu mertebenin altındakiler Meselâ Burayd ibn Abdillah b. Ebî Burde’nin ceddinden onun da babası Ebû Mûsa el-Eş’arî’den, Hammâd b. Seleme’nin Sâbit’ten onun da Enes’ten rivâyetleri gibi.

Bu mertebenin altındakiler ise, Suheyi ibn Ebi Sâlih’in ba basından onun da Ebû Hureyre’den; el-Ala ibn Abdirrahman’ın babasından onun da Ebû Hureyre’den rivâyetleri gibi. Bunların hepsini de adâlet ve zabt isimleri şâmildir; ancak birinci mertebede bulunanların makbul sıfatları, rivâyetlerinin onu takip eden ikinci mertebedekilerin rivâyetlerine takdimini gerektirir. Keza ikinci mertebede bulunanların zabt kuvveti yönünden sahip oldukları sıfatlar, onların rivâyetlerinin, müteakib üçüncü mertebedekilerin rivâyetlerine takdimini gerektirir. Üçüncü mertebe ise, teferrüd ettiği hadîs hasen olan kimselerin rivâyetine tekaddüm eder.

Muhammed ibn İshak’m Asım ibn Ömer’den onun da Câbir’den ve Amr ibn Şu’ayb’ın babasından onun da ceddinden rivâyetleri gibi.

Diğer benzerleri bu mertebelerle kıyas edilebilir.

46. Yukarıda zikredilen rivâyetlerdeki birinci mertebe, bazı imamların asahhu ‘l-esânîd “isnâdların en Sahîh” adını verdikleri mertebedir. Doğrusu, muayyen bir terceme dolayısıyle böyle bir isim verilmemesidir. Fakat, imamların asahhu’l-esânîd dedikleri rivâyetlerin hepsinden, bunların, böyle bir ad vermedilkleri rivâyetlere üstünlüğü anlaşılır. Sahîhin derecelerinden olan bu üstünlüğe Şeyhân (el-Buhârî ve Müslim)ın, naklinde ittifak ettikleri hadîsin, ikisinden birinin nakliyle infirad ettiği hadîse, ve el-Buhârî ‘nin infirad ettiği (yani naklinde tek kaldığı) hadîsin, Müslim’in infirad ettiği hadîse nisbetle üstünlüğü de iltihak eder. Çünkü, el-Buhârî ve Müslim’den sonraki ulemâ,

9

onların kitaplarının kabulünde ittifak etmişler; bazıları da, hangisinin daha üstün olduğunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Buna göre, ulemanın ka bulü dolayısıyle el-Buhârî ve Müslim’in ittifak ettikleri ha dis, ittifak etmedikleri hadîsten daha üstündür.

47. İslâm ulemasının çoğu, Sahîhu’l-Buhârî’nin sıhhat yö nünden önde olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Fakat bunun aksi olan bir ifade hiç kimseden nakledilmemiştir. Ebû Ali En-Neysâbûrî ‘ den rivâyet edilen “yeryüzünde Müslim’ in kitabından daha Sahîh bir kitap yoktur” sözü ile bazı Mağrib imamlarının, Müslim’in kitabını el-Buhârî’nin kitabından üstün sayan görüşleri, sadece, Müslim’in uslubü ile, yaz ve tertibindeki güzelliğe râci hususlar dolayısıyledir. BunlardanEbû Ali en-Neysâbûrî, Muslim’ in kitabının el-Buhârî’nin kitabından daha Sahîh olduğunu tasrih etmemiş, sadece, Müslim’in kitabından daha Sahîh bir kitabın mevcüdiyetini nefyetmiştir. Burada nefyolunan, “daha Sahîh” mânasmı veren tafdil sigasının gerektirdiği sıhhat fazlalığıdır ve Müslim’in kitabıyle sıhhat yönünden aynı derecede olan bir kitap, bu fazlalık ve Müslim’den üstünlük kazanır. Yoksa, Ebû Ali, bu sözü ile eşitliği nefyetmiş değildir. Netice itibariyle, hiç kimse bu üstünlüğün asahhiyyete râci olduğunu açıklamamıştır. Eğer bunu açıklamış olsalardı, mevcut kitapların şehadeti bunu reddederlerdi. Zira, el-Buhârî’nin kitabında sıhhatin istinad ettiği sıfatlar, Müslim’in kitabında istinad edilen sıfatlardan daha mükemmel ve daha şiddetlidir; ve el-Buhârî’nin sıhhat için ortaya koyduğu şartlar, daha kuvvetli ve daha serttir.

48. El-Buhârî’nin ittisal yönünden üstünlüğü, râvinin hadîs rivâyet ettiği kimseyle mülâkatının bin defa da olsa, sabit olmasını şart koşması dolayısıyledir. Hâlbuki Müslim, sadece muasaratla, yani râvi ile şeyhinin aynı asırda yaşamış olmalarıyla iktifa etmiş, aynı zamanda el-Buhârî’nin, ortaya koyduğu mülakat şartı dolayısıyle an’aneyi kabul etmemesi lâzım geldiğini ileri sürmüştür. Hâlbuki Müslim’in el-Buhârî’yi bu hususta ilzam etmesine lüzum yoktur. Çünkü râvinin bir defa şeyhine kavuştuğu sabit olunca, naklettiği hadisi ondan işitmemiş olması ihtimali câri değildir; aksi hâlde onun mudellis olması gerekir ki, üzerinde durduğumuz mesele mudellisin dışında olup Sahîh hadîs râvileriyle ilgi lidir.

49. Sahîh-Buhârî’nin adâlet ve zabt yönünden üstünlüğüne gelince; Müslim’in ricâli arasmda cerh edilenlerin sayısı, el Buhârî’nin ricâlinden cerh edilenlerin sayısına nisbetle da ha çoktur.

Buna ilâveten el-Buhârî, bu cerh edilenlerin hadîslerinden fazla sayıda nakletmemiştir; sonra bunların çoğu, Müslim’in hilâfına, kendilerinden aldığı ve hadîslerine karşı alışkanlık kazandığı kendi şeyhlerindendir.

Sahîhi Buhârî’nin şâz ve illetten sâlim olması yönünden üstünlüğüne gelince; el-Buhârî’de tenkide uğrayan hadîs sayısı, Müslim’in tenkide uğrayan hadîs sayısından daha azdır.

Buna ilâveten ulemâ, ilim yönünden el-Buhârî’nin Müslim’den daha üstün ve hadîs sanatı yönünden daha bilgili olduğunda ittifak etmiştir.

Müslim, onun tilmizi olup, dizi dibinde yetişmiş, ondan istifade etmiş, onun eserlerine tabi ol muştur.

Bu sebepledir ki, ed-Dârekutnî “eğer el-Buhârî, olmasaydı, hadîs ilminde Müslim ortaya çıkmaz ve bu mertebeye ulaşmazdı” derniştir

50. İşte yukarıdan beri zikredilen el-Buhârî şartlarının üstünlüğü dolayısıyle Sahîh-i Buhârî, hadîs ilminde tasnif olunan diğer kitaplara takdim ve tercih olunmuştur.

Sonra, ulemanın kabul etmesi yönünden el-Buhârî’ye müşareket eden Sahîh-i Müslim,

10

daha sonra da, asahhıyet yönünden el-Buhârî ve Müslim’in şartlarına uyan diğer kitaplar derecelerine göre yer almışlardır. Burada zikrolunan el-Buhârî ve Müslim’in şartlarından maksat, her ikisinin râvileriyle birlikte, bir hadîsi Sahîh yapan diğer şartlardır. İslâm uleması gerek el-Buhârî’nin ve gerekse Müslim’in, kendilerinden hadîs naklettikleri râvilerin ta’dili üzerinde ittifak etmişler ve rivâyetlerini diğer râvilerin rivâyetlerinden üstün saymışlar dır. Bu, hadîs ilminde bir asıldır ve aksini isbat edecek bir delil bulunmadıkça bu aslın dışına çıkılmaz.

51. Hadîs kitapları arasındaki bu tertibe göre, bir haber, el Buhârî ve Müslim’in şartlarına uygun olursa, Müslim ve emsâli imamların naklettikleri haber mertebesinden aşağı olur. Eğer haber, el-Buhârî ve Müslim’den yalnız birinin şartına uygun olursa, yalnız el-Buhârî’nin şartına uyan haber, yalnız Müslim’in şartına uyan habere tercih edilir. Bu tasniften karşımıza altı kısım çıkar ki, bunların her biri, sıhhat yönünden diğerine nisbetle bir farklılık arzeder. Bir de yedinci kısım vardır; bu da, ne el-Buhârî ve Müslim’in beraberce, ne de ikisinden birinin yalnızca şartına uyan haberdir.

52. Bu kısımlar arasındaki farklılık, yukarıda zikrolunan sebepler yönündendir. Bununla beraber, bu kısımlardan biri, sıhhat yönünden tercihi gerektiren başka sebeplerle üstündeki diğer bir kısma tercih olunursa, bu tercih olunanı diğerinden üstün kılan bir şeyin ona ârız olması dolayısıyledir ve alttaki derecede bulunan kısım üstündekine takdim olunur; yani tercih olunan bir alt derecedeki hadîsle amel edilir, üst derecedeki hadîs ise terkolunur.

53. Meselâ, Müslim’in Sahîh’indeki bir hadîs, tevâtür derecesine ulaşmamış olduğu hâlde, bir takım karinelerle meşhûr olup ilim ifade etse, bu hadîs, el-Buhârî’nin ferd-i mutlak olarak ihraç ettiği hadîse takdim olunur.

Keza, el-Buhârî ve Müslim’in ihraç etmedikleri bir hadîs, Meselâ Mâlik an Nâfi an ibn Ömer gibi isnâdların en sahihi olarak tavsif edilen bir tercemeden gelmiş olsa, bu hadis de, el-Buhârî ‘eya Müslim’den birinin, rivâyetiyle tek kaldığı hadîse takdim olunur. Hele bu hadîsin isnâdında, hakkında söz edilen bir de râvi bulunursa, bu takdimde hiçbir şüpheye mahal kalmaz.

Hasen Haberler

54. Yukarıda tarifi yapılmış olan Sahîh haberin şartlarından yalnız “zabt” şartı hafifler, yani azalırsa, bu habere hasen li zâtihi denir. Metinde azalma karşılığı olarak haffe fiili kul lanılmıştır ve kalle demektir. Haffe’l-Kavmu denildiği zaman kallu mânası anlaşılır. Zabtın azalmasıyle hadîsin hasen olması, harici bir sebep dolayısıyle değildir. Harici sebepten maksat, mestur, yani hâli mechûl olan râvinin hadîsinin, turuku çoğalarak kuvvet kazanıp hasen olması gibi, zayıf bir hadîsi Sahîh mertebesine yükselten amillerdir. Sahîhin tarifinde geçen şartların bâki kalarakhasende yalnız zabtın azalmasının şart koşulmasıyle zayıf hadîsler mezkûr tarifin dışında bırakılmıştır. Hasenin bu kısmı, Sahîhe nisbetle daha aşağı derecede, ve birbirinin üstünde çeşitli mertebelere ayrılması bakımından Sahîhe benzer olsa bile, dinde delil olarak kullanılması yönünden Sahîh gibidir.

55. Hasen, turukunun çoğalmasıyle Sahîh olur; yani sıhhati ne hükmolunur; çünkü turuku, çokluğunun toplu şeklinde, hasen râvisinin zabtını Sahîh râvisine nisbetle kusurlu bırakan miktarı izale edecek bir kuvvet vardır.

56. Sahîh ve hasen lâfızları, et-Tirmizî’nin hadîsun hase nun Sahîhun sözü gibi, bir hadîsin vasfında birleşirse, bu, müctehidin râvi hakkında hasıl olan tereddüdü dolayısıyle dir: “Bu râvide sıhhat şartları bir araya glemiş midir, yok sa kusurlu mudur?” Bu tereddüd ise, râvinin bu rivyetle teferrüd etmesi sebebiyle hasıl olur. Böylece, iki vasfın birleşmesindeki mânayı anlatmakta güçlük gören ve “hasen, sahihe nisbetle kusurludur;

11

iki vasfın birleşmesinde ise bir taraftan bu kusurun isbatı, diğer taraftan nefyi vardır” diyen kimselere verilecek cevap da bilinmiş olur.

57. Bu cevap şudur: Hadîs imamlarının bir râvinin hâli üzerinde tereddüd etmeleri,müctehidin, onu iki vasıftan biri ile vasfetmemesini zorunlu kılar. Bu itibarla râvi hakkında şöyle denir:

Bazılarına göre hasen vasfı itibariyle hasen, bazılarına göre de Sahîh vasfı itibariyle Sahîhtir. Ancak bu cevaptan anlaşılan mâna şudur ki, bu iki vasfın birleşterilmesi hâlindeHasenun ev Sahîhun demek gerekirken teredüdd harfi olan ev kaldırılmış ve Hasenun Sahîhundenilmiştir. Bu harfin kaldırılması, bundan sonra zikredilecek olan diğer bir şekilde – ki atıf harfinin kaldırılması gibidir.

58. Bu iki vasfın birleşmesi hâlinde, hakkında hasenun sahihun denilen haber, yalnızSahîhun denilen habere nisbetle daha aşağı derecededir; çünkü hakkında kesinlikle hüküm verilen birşey, tereddüdle hüküm verilen şeye nisbetle daha kuvvetlidir.

İki vasfın tereddüd harfiyle bir hadîste birleştirilmesi hakkındaki bu açıklama, hadîsin tek isnâdı bulunması hâlindedir.

59. İsnâd tek değilse, iki vasfın beraberce bir hadîse itlâkı, biri Sahîh, diğeri hasen iki isnâd yönünden olur. Buna göre, hakkında Hasenun Sahîhun denilen haber, ferd olup ta hakkında yalnız Sahîhun denilen habere nisbetle daha yüksek de recededir; çünkü isnâdın çokluğu haberi kuvvetlendirir.

60. Eğer “et-Tirmizî, hadîsin bir başka yönden de rivâyet edilmesini hasenin şartı olarak açıklamıştır; nasıl olur da bazı hadîsler hakkında: Bu hadîs, hasen garîbtir ve onu yalnız bu yönden biliyoruz; demiştir” denirse,

bu suale verilecek cevap şudur:

Et-Tirmizî, hasenin mutlak bir tarifini değil, sa dece kitabmda yer alan hasenin bir çeşidinin tarifini yapmıştır. Bu da, bir başka sıfatla birleştirilmeksizin yalnız hasen dediği hadîstir.

Zira et-Tirmizî, bazı hadîsler hakkında hasen, bazıları hakkında Sahîh, bazıları hakkında garîb, bazıları hakkında hasen garîb, bazıları hakkında Sahîh garîb, bazıları hakkında da hasen Sahîh garîb vasıflarını kullanmıştır,

61. Onun tarifini yaptığı hasen çeşidi ise, sadece bu vasıf ların ilki olan hasendir. Nitekim kitabının sonlarında yer alan sözü buna delâlet eder. Et-Tirmizî burada der ki: “Bizim, kitabımızdahadîsun hasenun dediğimiz hadîs, bize göre isnâdı hasen olan hadîstir. Rivâyet olunan bir hadîs,şâz olmaz ve râvisi de kizb (yalancılık) ile itham edilmezse, bize göre hasen hadîstir”.

62. Görülüyor ki et-Tirmizî bununla, hakkında sadece hasenun dediği hadîsi tarif etmiş, fakat, yalnız sahîhun, yahut yalnız garîbun dediği hadîslerin tarifine girişmediği gibi, hasenun sahîhun, yahut hasenun garîbun, yahutta hasenun Sahîhun garîbun dediği hadîsleri de tarif etmemiştir. Belki de, Sahîh ve garîbin hadîs uleması arasındaki şöhreti dolayısıyle, bunların tarifine lüzum görmemiş, fakat, açık olmaması, yahutta yeni bir ıstılah olması dolayısıyle kitabın da yalnız hasenin tarifini vermekle iktifa etmiştir. Bunu yaparken de “bize göre” kaydını koymuş,el-Hattâbî gibi hadis ehline nisbet etmemiştir.

Bu açıklama ile bahsi uzayıp gidecek olan karışık ve anlaşılması güç görüşler izale edilmiş olmaktadır. Hamd, ilham ve in’am eden Allahü teâlâya mahsustur

Hadîste Ziyâde

63. Sahîh ve hasen râvisinin hadîste olan ziyâdesi, bu ziyâdeyi yapmayan ve daha güvenilir olan bir başka râvinin rivâyetine aykırı düşmedikçe makbuldur. Çünkü hadîsdeki ziyâde,

12

ya bu ziyâdeyi zikretmeyen kimsenin rivâyetine aykırı olmaz; bu takdirde, ziyâdesi bulunan hadîs mutlaka kabul edilir. Çünkü bu, güvenilir bir râvinin rivâyetiyle tek kaldığı mustakil bir hadîs hükmündedir ve bu hadîsi başkası şeyhinden rivâyet etmemiştir. Yahutta bu ziyâde, diğer rivâyete aykırı düşer ve kabul edilmesi hâlinde diğer rivâyetin reddi gerekir. İşte böyle bir durumda, ziyâdeyi ihtiva eden rivâyetle, onun zıddı olan diğer rivâyet arasında tercih yapılır:Râcih (üstün olan) kabul, mercûh (daha aşağı derece de olan) reddedilir.

64. Ziyâdenin tafsile gitmeksizin mutlak kabulü ile ilgili görüş, hadîsçilerle fukahanın ekseriyeti arasında şöhret kazanmıştır. Ancak, hadîsin şâz olmamasını Sahîhte şart koşan, sonra da şâz güvenilir bir râvinin kendisinden daha güvenilir bir râviye muhalefeti olarak tefsir eden hadîsçiler yönünden tafsile gitmeksizin ziyâdenin mutlak kabulü doğru olmamak gerekir. Aksi hâlde sahîhi red, buna karşılık şâz olan hadîsi kabul etmek icabeder. Bununla beraber Sahîhin ve hatta hasenin tarifinde, şâzdan sâlim olmaları şartını itiraf ettikleri hâlde, ziyâdenin kabulünde bu şarttan habersiz görünmeleri hayret vericidir. ‘Abdurrahman ibn Mehdî, Yahya el-Kattân, Ahmed ibn Hanbel, Yahya ibn Ma’în, Ali İbnu’l-Medînî, el-Buhârî, Ebû Zur’a, Ebû Hâtim, en-Nesâî’i, ed-Dârakutnî ve bunlar gibi mütekaddimûndan olan hadîs imamları, muhalefeti gerektiren ziyâde ve benzerlerine müteallik hususlarda tercîhe itibar etmişlerdir ve bunların hiç birinden alelitlâk ziyâdenin kabul edileceğine dair herhangi bir haber bilinmemektedir.

65. Bundan daha garîbi, Şafi’iyyeden çoğunun güvenilir râvinin ziyâdesinin kabulü görüşünde olmalarıdır; Hâlbuki eş-Şâfî’inin hükmü bunun aksine delâlet eder. İmam eş-Şâfî’i,zabt yönünden râvinin hâlini muteber kılan vasıflardan bahsederken şöyle derniştir:

Bir hadîsin râvisi, rivâyetiyle bir hâfıza iştirak ettiği zaman, ziyâde ve noksanla ona muhâlif olmamalıdır. Eğer muhalefet eder ve bu muhalefeti rivâyetinde yaptığı noksanlıkla olursa, bunda, hadîsin mahreci itibariyle Sahîh olduğuna bir delil vardır; fakat râvi, ne zaman vasfettiğimiz şeye muhalefet eder, yani hadîsi, hâfız olan kimsenin rivâyetinden noksan olmayıp ziyâde olursa, işte bu muhalefet râvinin hadîsi için zararlıdır.” Eş-Şâfiî’nin sözü burada bitmektedir.

66. Bu sözden anlaşıldığına göre, bir râvi hâfızlardan birine muhalefet edip de hadîsini hâfızın hadîsine nisbetle ziyâde edilmiş bulursa, bu ziyâde ile muhalefeti, hadîsi için zarar teşkil eder. Bu aynı zamanda, eş-Şâfi’îye göre âdil olan râvinin ziyâdesini mutlaka kabul etmek gerekmediğine ve ancak hâfızın rivâyetinin kabul edileceğine delâlet eder. Zira eş-Şâfi’î, muhâlifin hadîsinin, muhalefet ettiği hâfızın hadisine nisbetle noksan olmasına itibar etmiş ve râvinin hadisteki noksanını hadisin sıhhati için delil saymıştır. Çünkü bu noksanlık, râvinin hadîs hakkında araştırma yaptığına delâlet eder. Eş-Şâfi’î, bunun dışındakileri râvinin hadisi için zararlı addetmiştir ki, bunlar arasında ziyâde de var dır. Eğer ziyâde, eş-Şâfi’î nazarında mutlaka makbul olsaydı, onu yapanın hadîsi için zararlı sayılmazdı.

Mahfûz, Şâz

67. Bu râvinin hadîsine, ya zabt fazlalığı, yahut adet çokluğu, yahutta diğer tercih sebeplerinden birisi dolayısıyle kendinden daha üstün bir başka râvi yönünden muhalefet vâki olursa, Râcihe (daha üstün olana) mahfûz, mukabiline (yani mercûha) de şâz denir. Et-Tirmizî, en-Nesâî ve İbn Mâce’nin İbn Uyeyne tarîkiyle Amr ibn

13

Dînâr’dan, onun Avsece’den, onun da İbn Abbâs’tan rivâyet ettikleri “Rasûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) devrinde bir adam vefat etmiş ve azad ettiği bir köleden başka vâris bırakmamıştır.” hadîsi buna bir misâl teşkil eder.

Bu hadîsin İbn Abbâs’ a bağlanmasmda İbn Cureyc ve diğerleri İbn Uyeyne’ye tâbi olmuşlar: Hammâd ibn Zeyd ise bunlara muhalefet etmiş ve hadîsi Amr ibn Dînâr vasıtasıyla Avsece’den nakletmiş, İbn Abbâs’a zikretmemiştir.

68. Ebû Hâtim der ki: “Mahfûz olan İbn Uyeyne’nin hadîsi dir. Hammâd ibn Zeyd adâlet vezabt ehlindendir; bununla beraber Ebû Hâtim, sayı bakımından Hammâd ibn Zeyd’e nisbetle daha çok olan kimselerin rivâyetini tercih etmiştir. Bu açıklamadan anlaşıhyor ki şâz, makbul olan râvinin kendisinden üstün olan kimselere muhâlif olarak rivâyet ettiği hadîstir. Istılah yönündenşâzın muteber olan tarifi budur.”

Ma’rûf, Münker

69. Muhalefet za’f ile olursa daha üstü olana ma’rûf, mukabiline de münker denir.

İbn Ebi Hâtim’in, kırâat imamlarından Hamza ibn Habib ez-Zeyyât’ın kardeşi Hubeyyib ibn Habîb tarîkiyle Ebû İshâk’tan, onun el-Ayzâr ibn Hureys’ten, onun ibn Abbâs’tan, ibn Abbâs’ın da Rasûlullah’dan rivâyet ettiği “kim namazı kılar, zekâtı verir, hacceder, oruç tutar ve misafiri de ağırlarsa cennete girer” hadisi misâl olarak zikredilebilir.

Ebû Hâtim der ki: Bu hadîs münkerdir. Çünkü diğer güvenilir râviler mezkur hadîsi Ebû İshâk’tan mevkûf olarak rivâyet etmişlerdir; ma’rûf olan da budur.

Bundan anlaşılıyor ki, şâz ile münker arasında tek yönlü umum husus vardır; yani aralarında, daha güvenilir râvilere muhalefet olması bakımından birlik; şâz râvisinin sika(güvenilir, yahut sadûk (sözü doğru), münker râvisinin ise zayıf olması yönünden ayrılık vardır. Ara larında eşitlik olduğunu söyleyenler hataya düşmüşlerdir.

Mutâbi’, Şâhid, İ’tibar

70. Daha önce zikri geçen ferd-i nisbî, ferd olduğu zannedildikten sonra, başka hadîsçinin ona muvâfakat ettiği görülürse, bu ikinci hadîse mutâbi’ denir. Mutâbeatın çeşitli merlebeleri vardır. Eğer mutâbeat, râvinin bizzat kendisi için hâsıl olursa buna mutâbeat-ı tâmme, râvinin şeyhi ve üstündekiler için hâsıl olursa, buna da mutâbeat-ı kâsıra denir. Mutâbeattan, ferd zannolunan hadîsin takviyesi yönünden istifâde olunur.

71. Mutâbeata misâl olarak, eş-Şafiî’nin, Kitâbu ‘l-Umm’da Mâlik ibn Enes’ten, onun Abdullah ibn Dinâr’dan, onun İbn Örner’den, İbn Ömer’in de Rasûlullah’dan rivâyet ettiği “ay 29 gündür (fakat 30 gün olduğu da vâkidir. Bu itibarla) hilâli görmedikçe oruca başlamayın ve yine hilali görmedikçe orucu bozmayın. Eğer hilal, bulut v.s, dolayısıyle örtülü olur görülmezse, sayılı günleri otuza ta mamlayın” hadîsi zikredilebilir.

Bazı kimseler, bu lâfızlarla gelen hadîsi, eş-Şafi’înin Mâlik’ten rivâyetiyle tek kaldığı bir hadîs zannetmişler ve onu eş-Şafiî’nin garîb hadîslerinden saymışlardır.

Çünkü Mâlik’in ashâbı aynı hadîsi, yine bu isnâdla “Fein gumme aleykum fekdurû lehu” şeklinde Mâlik’ten rivâyet etmişler dir. Fakat sonradan eş-Şâfi’î için bir mutâbi’ bulduk; o da, Abdullah ibn Mesleme el-Ka’nebî’dir.

El-Buhârî, el-Ka’nebî tarîkiyle Mâlik’ten aynen eş-Şâfiî’nin hadîsi gibi rivâyet etmiştir. İşte bu, mutâbeat-i tâmmedir.

72. İbni Huzeyme’nin Sahîh’inde eş-Şâfi’î için bir de mutâbeat-ı kâsıra bulunmaktadır. Bu hadîsi, İbn Huzeyme, Asım ibn Muhammed tarîkiyle babası Muhammed ibn Zeyd’ten, o da ceddi Abdullah ibn Ömer’den “Fekemmilû selâsiyn” lâfzıyle nakletmiştir. Bir başka mutâbeat-ı kâsıra da Müslim’in Sahîh’inde Ubeydullah ibn Ömer rivâyetiyle Nâfi’den gelmiştir; Nâfi, hadîsi “Fakdurû selâsiyn” lâfzıyle Ibn Ömer’den rivâyet etmiştir.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, mutâbeat ister tâmme olsun, ister kâsıra olsun, lâfzen gelmesi şart değildir. Aynı sahâbînin rivâyetinden olmak suretiyle mâna yönünden ittifak hâsıl olmuşsa, bu, mutâbeat için kâfidir.

Eğer bir başka sahâbînin

14

hadîsinden rivâyet olunan ve hem lâfız, hem de mâna yönünden, yahutta yalnız mâna yönünden öbürüne benzeyen bir başka metin bulunursa, buna da şâhid denir.

73. Bunun bir örneği, yukarıda verdiğimiz hadîsin en-Nesâî rivâyetidir. En-Nesâî bu hadîsi Muhammed ibn Huneyn tarîkiyle İbn Abbâs’tan, o da Rasûlullah’dan almıştır ve aynen Abdullah ibn Dînâr’ın ibn Omer’den rivâyet ettiği şekilde zikretmiştir. Bu, lâfız yönünden benzerliktir. Mâna yönünden benzerliğe gelince, bu da, el-Buhârî’nin Muhammed ibn Ziyâd tarîkiyle Ebû Hureyre’den “Fe in gumme aleykum fe-ekmilû ıddete şa’bâne selâsiyne” lâfzı ile rivâyet ettiği hadîstir.

Bazı kimseler, mutâbeatı, ister bu sahâbî rivâyetinden olsun, ister başka sahâbî rivâyetinden olsun, lâfız yönünden, şâhidi de mâna yönünden benzer olanlara tahsis etmişlerdir.

Bazen de mutâbeat, şâhide, şâhid de mutâbeata ıtlâk olunmuştur; bu konu basittir.

74. Şu da bilinmelidir ki, ferd zannolunan bir hadîsin mutâbi’ı bulunup bulunmadığının anlaşılması için, o hadîsin turuk veya isnâdlarının câmi, müsned ve cüz denilen hadîs kitaplannda araştırılmasına i’tibâr denir. İbnu’s-Salâh’ın Ulûmu’l-Hadîs adlı kitabında başlık olarak kullandığı “i’tibar, mutâbi’ât ve şevâhid bilgisi” sözünden, i’tibârın, diğer ikisinin bir kısmı olduğu vehmine düşülür. Hâlbuki bu yanlıştır. Çünkü i’tibâr, diğer ikisine uaşmak için takip edilen bir yoldur.

Makbûl haberlerin yukarıda zikrolunan bütün kısımları, haberler arasında birbirine aykırılık vuku bulduğu zaman, derecelerine itibar etmek bakımından fayda sağlar.

Muhkem, Muhtelif

75. Makbûl haberler, amel olunan ve amel olunmayan haberler olmak üzere de kısımlara ayrılırlar. Eğer bir haber muârazadan sâlim bulunursa, yani ona zıt bir haber gelmezse bu haberemuhkem denir. Bunların misâli çoktur. Fakat, bir haberin muârızı veya zıddı bulunursa, bu muârızı da ya kendisi gibi makbûl olur; yahutta merdûd olur. İkincisinin hiç bir eseri yoktur; zira zayıf hadîsin muhâlefeti, kuvvetli haber üzerine tesir etmez. Eğer muâraza, sıhhat yönünden kendisi gibi bir hadîsle olursa, ya iki hadîsin mânaları arasında uzak bir tevile gitmeksizin cem ve telif mümkün olur; yahutta bu mümkün olmaz. Eğer cem mümkün olursa, bu muhtelifu’l-hadîs denilen kısmı teşkil eder.

76. İbnu’s-Salâh bu kısma, “sirayet yoktur; kuşlarla ve Safer ayı ile teşe’üm ve tefe’ülde bulunmak da yoktur” hadîsi ile “cüzzama yakalanmış kimseden, aslandan ka çar gibi kaç” hadîsini misâl olarak zikretmiştir. Her iki hadîs de, Sahîh hadîslerdendir ve görünüşleri itibariyle bir birine zıttır. Aralarını cem ve telif etmenin yolu ise şöyle dir: Bu hastalıklar, tabiatları itibariyle sirayet etmezler; fa kat Allahü teâlâ, bu hastalıklara yakalanmış olan bir kimsenin sıhhatli olan bir kimse ile temasını, hastalığının sıhhatliye geçmesi için sebep kılmıştır. Diğer sebeplerde olduğu gibi, bazan bunun da sebebe aykırı düştüğü görülür. Ibnu’s-Salâh, başkalarına tâbi olarak iki hadîs arasını böyle cemetmiştir. Fakat bu konuda en uygun cem şekli şöyle demektir: Rasûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) sirâyeti nefyi, umumu üzerine bâkidir; yani hastalıkların sirâyeti, ne tabiatları itibariyle ve ne de sebebiyet yolu iledir. Nitekim Rasûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), Sahîh olan bir hadîsinde “birşey birşeye sirâyet etmez” buyurmuştur. Keza deri hastalığına yakalanmış bir devenin sağlam develer arasına girmesiyle hastalığını onlara da geçirdiğini ileri sürerek kendisiyle münakaşa eden bir Araba “o hâlde ilk deveye bu hastalığı kim verdi” dediği de sahih hadîsler arasında marûftur. Rasûlullah bu hadîsiyle, Allahü teâlânın hastalığı ilk devede nasıl başlattı ise, ikinci devede de aynı şekilde başlattığını beyan etmiştir.

15

Cüzama yakalanmış kimseden kaçmakla ilgili olan emir ise, sedd-i zerâi’ cümlesindendir; yani nefyolunan sirâyet yolu ile değil de, Allah’ın takdiriyle bu hastalığa yakalanan şahsın, hasta olan bir şahısla teması neticesinde bu hastalığa yakandığını zannetmemesi ve sirâyetin sıhhatine inanarak günaha girmemesi içindir. İşte buna istinaden Rasûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) sağlam kimsenin hasta kimseden uzak durmasını emretmiştir. Doğrusunu yine en iyi bilen Allahü teâlâdır.

77. Bu konu ile ilgili olarak İmam eş-Şafi’î Kitâbu ihtilâfi’l-hadîs’ini telif etmiştir. Ancak eş-Şafi’î, bütün muhtelif hadisleri bu kitapta toplamayı gaye edinmemiştir. Daha sonra İbn Kuteybe, et-Tahâvî ve başkaları aynı konuda kitap telif etmişlerdir.

Nâsih, Mensûh

78. Birbirine zıt mânalarda varid olan hadîsler arasını cemetmek mümkün olmazsa, onların vürûd tarihlerini bilmek iktiza eder. Eğer bu tarih bilinir veya bu tarihle, yahutta tarihten daha açık bir nassla muahhar olan tesbit edilirse, bu, nâsihtir, diğeri ise mensûhtur.

Nesh, mükelleflere taallûk eden şer’î bir hükmün, sonradan gelen şer’î bir delil ile kalkmasıdır. Nâsih ise, mezkûr kaldırmaya delâlet eden hükümdür. Bu hükmün Nâsih olarak isimlendirilmesi mecâzîdir; zira asıl Nâsih Allahü teâlâdır.

79. Nesh çeşitli şekillerde bilinir. En açık olanı, Müslim’in Sahîh’inde de yer alan Büreyde hadîsi gibi nass ile varid olanıdır: “Sizi kabirlerin ziyaretinden menetmiştim; fakat onları ziyaret ediniz; zira kabirler âhireti hatırlatır.

Neshe delâlet eden şeylerin bir başkası, sahâbînin birbirine zıt olan iki hadîsten birinin muahhar olduğunu kesin bir şekilde belirtmesidir. Câbir’in şu sözü gibi:

Rasûlullah’ın iki emrinden sonuncusu, ateşte pişirilmiş bir şeyin yenmesi sebebiyle abdestin bozulmayacağı hakkında olanıdır.” Bu hadîs Sünen sahipleri tarafından nakledilmiştir.

80. Neshe delâlet eden şeylerin üçüncüsü vürûdları tarihle bilinen hadîslerdir. Bunların sayısı çoktur. Ancak, İslâm’a sonradan girmiş bir sahâbînin kendinden önce müslüman olmuş bir başka sahâbîye zıt rivâyeti, bu ikincisinden de önce müslüman olan diğer sahâbîden işitmiş ve sonra da bu işittiğini irsal etmiş olması ihtimali dolayısıyle bu guruptan değildir. Şu varki, İslâm’a sonradan giren sahâbînin, müslüman olmadan önce Rasûlullah’dan hiç bir hadîs almamış olması şartıyle, o hadîsi Rasûlullah’dan işittiğine dair bir sarâhat bulunursa, o zaman bu hadîs neshe delâlet eder.

81. İcmâ Nâsih olmayıp belki neshe delâlet edebilir; yani ilk hükmün, ikinci bir hükümle neshedildiğini ve Nâsihin hangi hüküm olduğunu gösterebilir.

Eğer birbirine muhâlif iki hadîsin vürûd tarihleri bilinmezse: Bu takdirde metne yahut isnâda taallûk eden tercih yollarından birinin yardımıyle iki hadîsten birini diğerine tercih etmek iktiza eder. Tercih mümkün olursa takip edilecek yol anlaşılmış olur. Fakat tercih de mümkün olmazsa, her iki hadîsle de amel edilmez.

82. Netice itibariyle, zâhiri mânaları birbirine zıt olan hadîsler hakkında yapılacak işlem şu sıraya göredir: Eğer iki hadîs arasında cem mümkün olursa cemedilir. Bu mümkün olmazsa, hadîslerin vürûd tarihlerine bakılarak Nâsih ve mensûh bulunur. Bu da mümkün olmazsa, iki hadîsten biri tercih edilir. Tercih de mümkün olmadığı takdirde, hadîslerle amel olunmaz; bir başka ifade ile hadîsler amelden tevakkuf olunur. “Tevakkuf” tâbirinin kullanılması, iki muârız hadîsin hükmen sâkıt olması tâbirinin kullanılmasına nisbetle daha uygundur; çünkü ikisinden birinin diğerine tercihinde olan gizlilik, başkaları için açık olması ihtimaliyle birlikte sadece o gizliliği ortaya koyan kimsenin durumuna nisbetledir.

Merdûd Haberler (83-123)

Mu’allak

83. Bir haber ya isnâdından râvi düşmesiyle, yahutta bu isnâddaki râvilerden birinin ta’nedilmesiyle merdûd olur; ve bu ta’n, râvinin diyânet ve zabtına taallûk eden herhangi bir hâl dolayısıyle olmaktan daha umumî bir mânaya sahiptir.

İsnâddan râvi düşmesi,

16

ya Mûsannıfın tasarrufundan olarak, senedin baş tarafından olur; yahutta isnâdın sonundatâbi’îden sonra veya başka yerlerinde olur.

Birincisine, yani isnâdın başında râvisi düşmüş olan habere mu’allak denir. Düşen râvi sayısı bir olsun veya birden fazla olsun farketmez.

84. Mu’allakla aşağıda zikri gelecek olan mu’dal arasında tek yönden umum hususu vardır; ve bu fark, mu’dalda, isnâddan iki ve daha fazla râvinin düşerek mu’allakın bazı şekilleriyle birleşmesi, mu’allakta ise, isnâdın başından Mûsannıfın tasarrufu olarak düşmesi ve bu şekliylemu’daldan ayrılması yönündendir.

85. Mu’allakın çeşitli şekillerinden biri, bütün isnâdın hazfedilerek Meselâ “Hazreti Peygamber şöyle buyurdu” denilmesidir. Bir diğer şekli, sahâbî müstesna diğerlerinin, yahut sahâbî ve tâbi’î müstesna diğer râvilerin hazfedilmesidir. Yahuta hadîsi rivâyet eden kimsenin hazfedilerek rivâyetin onun üstündeki kimseye izafe edilmesidir. Eğer hazfedilen râvinin üstündeki kimse bu Mûsannıfın da şeyhi ise, buna mu‘allak denilip denilmeyeceği hususunda ihtilâf olunmuştur. Fakat burada mühim olan, meselenin vuzuha kavuşuturulmasıdır. Şöyle ki: Şeyhini hazfeden Mûsannıfın müdellis olduğu, hadîs imamlarından birinin nassı ile veya tetkik neticesi anlaşılacak olursa, ona göre hüküm verilir; yani hadîse muallak değil, müdelles denir. Eğer Mûsannıf müdellis değilse rivâyeti ta’liktir.

86. İsnâddan hazfedilen râvinin hâli mechûl olduğu için ta’lik, merdûd kısmında zikredilmiştir. Fakat hadîs, bir başka yönden mahzûf râvisinin ismi zikredilmiş olarak gelir ve hâli bilinirse, hadîsin sıhhatine hüknıolunur.

İsnâddan râvi isimlerini hazfeden kimse, “hazfettiğim kimselerin hepsi de güvenilir kimselerdir” derse, ta’dîl meselesi mübhem olarak gelmiş olur. Ekseri hadîsçiler, râvinin ismi zikredilmedikçe bu türlü ta’dili kabul etmemişlerdir. Bununla beraber, İbnu’s-Salâh’ın ifadesine göre: Eğer hazf el-Buhârî gibi sıhhati teslim edilmiş kitaplarda vâki olur ve Meselâ “Rasûlullah şöyle dedi” yahut “şu sahâbî böyle dedi” gibi kesinlik ifade eden kelimelerle haber nakledilirse, bu, haberin tam isnâdının onun nazannda sabit ve ma’rûf olduğuna ve isnâdın herhangi bir maksatla hazfedildiğine delâlet eder. Fakat haber, “rivâyet olundu”, yahut “zikrolundu” gibi kesinlik ifade etmeyen tâbirlerle nakledilmişse, bu haberin kabul edilip edilmeyeceği hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bunun misâllerini İbnu’s-Salâh üzerine vâki itirazları ihtiva edenen-Nuket adlı kitapta açıkladım.

Mürsel

87. İkincisi, yani senedin sonunda tâbi’îden sonraki râvisi düşmüş olan haber mürsel’dir. Mürselin şekli, yaşça ister büyük olsun, ister küçük olsun herhangi bir tâbi’înin “Rasûlullah(sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi”, “şöyle yaptı”, yahut “huzurunda şöyle yapıldı” diyerek hadîsi nakletmesidir.

Burada da ismi hazfedilen râvinin hâli meçhul olduğu için mürsel, merdûd haberler arasında zikredilmiştir. Zira hazfedilen râvinin sahâbî olması muhtemel olduğu gibi, tâbi’î olması da muhtemeldir İkinciye göre, yani tâbi’î olduğu takdirde zayıf olması muhtemel olduğu gibi, sika (güvenilir) olması da muhtemeldir. İkinci şıkka göre, yani sika olduğu takdirde, hadîsi bir sahâbîden almış olması ihtimali bulunduğu gibi, bir tâbi’îden almış olması ihtimali de vardır. İkinci şıkka göre, yani tâbi’îden aldığı takdirde, daha önce geçen ihtimal karşımıza çıkar ve bu ihtimaller aklın alabildiği kadar ila nihâye çoğalır; yahut ta tetkik neticesi, altı veya yediye kadar çıktığı anlaşılır ki, bu sayı, birbirinden nivâyet eden tâbi’ûnda çok görülen bir şeydir.

Eğer tâbi’înin âdeti olarak sika kimselerden hadîs irsal ettiği bilinirse, hadîsçilerin çoğu, yukarıda mezkûr ihtimallerin mevcudiyeti dolayısıyle tevakkufa zâhib olmuşlardır. Bu, aynı zamanda Ahmed ibn Hanbel’in iki görüşünden biridir.

İkincisi ise, mâlikîlerin ve kûfelilerin de görüşleri olup mutlaka kabul edilir.

88. Eş-Şâfi’î de bu konuda şöyle demiştir:

17

Haber, ister müsned, ister mürsel olarak, hazfolunan râvisinin güvenilir olduğu ihtimalinin kuvvetlenmesi için ilk tarîka zıt bir başka yönden gelirse kabul olunur. Hanefiyyeden Ebû Bekr er-Râzî ve mâlikiyyeden Ebû’l-Velîd el-Bâcî ise, râvinin hem sika, hem de sika olmayan kimselerden irsal ettiği bilinirse, onun mürselleri bil-ittifak kabul edilmeyeceğini nakletmişlerdir.

Mu’dal, Munkatı’’

89. İsnâddan râvi düşmesiyle ilgili üçüncü kısım: Eğer bu düşme, birbirini takip eden iki ve daha fazla râvi ile olursa, bu türlü hadîslere mu‘dal denir. Ancak düşme, birbirini takip etmeksizin, Meselâ iki ayrı yerde olursa bu da Munkatı’’dır. Keza yalnız bir, yahut birbirlerini takip etmemek şartıyle ikiden fazla râvi düşerse, bu hadîslere de Munkatı’’ denir.

90. Bazen râvinin, kendisinden hadîs rivâyet ettiği şeyhe muâsır olmaması dolayısıyle isnâddan bir râvinin düşmüş olduğu açık bir şekilde bilinir ve herkes tarafından kolayca anlaşılır. Bazan da bu düşme gizil olur ve bunu, hadîsin isnâdlarına ve isnâdlardaki illetlere vâkıf mütehassıs imamlardan başkası anlamaz.

Bu iki şıktan birincisi, yani açık olanı, râvinin şeyhin asrına yetişmemesi, yetişse bile onunla biraraya gelmemesi ve ondan aldığı bir icâzet veya vicâdeye sahip bulunmaması dolayısıyle aralarında herhangi bir mülâkatın olmaması yönünden anlaşılır. Bu sebeple, râvilerin doğum, ölüm tarihlerini hadîs öğrenmeye başladıkları vâkitleri ve bunun için giriştikleri seyahatları anlatan tarih kitaplarına ihtiyaç duyulmuş ve bu kitaplar sayesinde, bazı şeyhlerden rivâyet iddiasında bulunan kimselerin yalanları ortaya konulmuştur.

Müdelles

91. İkinci kısma, yani gizli olan düşmeye gelince, buna da müdelles denir. Râvinin, kendisine hadîsi rivâyet eden şahsı isimlendirmemesi, yahutta kendisine hadîs rivâyet etmeyen kimseden hadîs işittiği vehmini vermesi dolayısıyle buna müdelles denilmiştir. Kelimenin aslı delesolup, alaca karanlık dediğimiz karanlık ile aydınlığın karışması mânasına gelir.

Müdelles olan hadis, müdellis ile hadîsi isnâd ettiği kimse arasında karşılaşma ihtimalinin bulunduğuna delâlet eden an ve kâle gibi rivâyet sigalarından biri ile nakledilir; fakat ne zamanahbarana gibi açık ve kesin bir siga ile nakledilirse bu doğru değildir; çünkü yalan olur.

92. Kendisinde tedlis görülen kimsenin hükmü, eğer âdil bir kişi ise, sahîh olan görüşe göre, hadîsi o şeyhten işittiğine kesinlikle delâlet edecek açık bir siga kullanmadıkça rivâyeti kabul olunmaz.

Keza mursel-i hafi denilen hadîsin hükmü de aynen müdelles gibidir. Mürsel-i hafi, muâsırı olup da birbirleriyle karşılaşmayan ve aralarında bir vasıta bulunan kimseden rivâyet edilen hadîstir. Müdelles ve mürsel-i hafi arasında ince bir fark vardır ve bunu şu şekilde açıklamak mümkündür; tedlîs, kendisine mülâkı olduğu bilinen kimseden rivâyet eden şahsa âittir; fakat bu şahıs, o kimsenin muâsırı olur, fakat ona mülâki olup olmadığı bilinmezse, rivâyeti mursel-i hafidir. Bu bakımdan, likâı şart koşmaksızın muâsaratı tedlîsin tarifine sokan kimse, mürsel-i hafi’yi de tarifin içinde zikretmiş olur. Aslında her ikisini de birbirinden ayırmak gerekir.

18

93. Tedlîste muasarata değil, likâa da itibar edip şart koşulduğuna, hadîs âlimlerinin, Ebû Osman en Nehdî ve Kays ibn Ebî Hâzim gibi muhadramların Rasûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) rivâyet ettikleri hadîslerin tedlîs değil, mürsel-i hafi kabilinden olduğu üzerindeki ittifakları da delâlet eder.

Eğer tedlîste mücerred muasaratla iktifa edilmiş olsaydı, bu muhadramlar müdellis sayılırlardı; çünkü bunlar, Rasûlullah’a (sallâllahü aleyhi ve sellem) kesinlikle muâsarat etmişlerdir; fakat ona mülâki olup olmadıkları bilinmemektedir Tedlîste likâ’ı şart koşanlar arasında eş-Şâfi’î ve Ebû Bekr el-Bezzâr da vardır, El-Hatîb’in Kifâye adlı kitabındaki sözü de bunu iktiza eder. Esasen doğru olan görüş de budur.

94. Râvi ile şeyh arasındaki mülâkatın yokluğu, râvinin bumı kendisinden haber vermesiyle yahut buna muttali bir imamın açıklamasıyle bilinir. Şu var ki, hadîsin bazı turukunda râvi ile şeyh arasındaki râvi fazlalığı, mezidten olması ihtimali dolayısıyle tedlisle hükmetmeye kâfi gelmez ve bû şekilde ittisal ve inkıta ihtimalinin bulunması dolayısıyle de kesin bir hüküm vermek mümkün olmaz. El-Hatîbu‘l-Bağdâdî, bu konu ile ilgili olarak Kitabu’t-tafsîl li-mubhemi’l-merâsil ve Kitâbu’l-mezîd fi muttasıli’l-esânîd’i tasnif etmiştir.

Haberlerin merdûd sayılmalarına sebep olan râvi düşmesiyle ilgili kısım burada son bulmaktadır.

Diğer bir kısım ise, râvisi ta’n edilmiş haber olup bu da merdûd haberlerdendir.

95. Ta’n, kadh yönünden birbirinden şiddetli on şekilde olur. Bunların beşi adelete, beşi dezabta taallûk eder. Bu rada maslahat icabı, bir kısmı diğerinden ayırarak izahına itina gösterilmemiş, fakat ta’n çeşitlerinin en şiddetli olanlara göre tertibi uygun görülmüştür. Çünkü, reddi gerektirmek yönünden, en şiddetli olanın başa alınmasının ve derece derece aşağı inilmesinin daha faydalı olduğuna şüphe yok tur.

Ta’n ya Hazreti Peygamberin hadîsinde, râvinin onun söylemediği birşeyi kasden ondan rivâyet ederek yalan söylemesiyle olur;

yahutta bu hadîsin yalnız bu râvi cihetinden rivâyet edilmesi ve İslâm’ın malum kaidelerine aykırı olması dolayısıyle, râvinin yalancılıkla itham edilmesi şeklinde olur. Rasûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem)’in hadîslerinde yalanı görülmese bile, sair konuşmalarında yalancılığı ile tanınan kimseler de böyledir ve hadîste yalancılıkla itham olunurlar; ancak bu kısım, birinci kısmın dunundadır.

96. Yahutta râvi, hatasının çokluğu, gafleti, küfür derecesine varmıyan fiil ve sözlerinden dolayı fıskı yönünden ta’n edilir. Fısk ile kizb arasında umum husus mevcut olup, her türlü kızb, fısk olduğu hâlde her fısk, kizb içine girmez. Burada kizb, fısktan ayırt edilerek zikredilmiştir; çünkü bu ilimde kizbile ta’n çok daha şiddetlidir. İtikad yönünden fısk ise, ileride ayrıca zikredilecektir.

Ta’n sebeblerinden biri, râvinin vehmi olup tevehhüm yolu ile rivâyet etmesidir. Bir diğeri, râvinin sika olan râvilere muhâlif rivâyetidir. Bir başka ta’n sebebi, râvinin cerh ve ta’dîl tadîlyönünden bilinmemesi dolayısıyle cehâleti, yani mechûl kalmasıdır. Bir başkası râvinin bid’atıdır.Bid’at, Rasulullah’dan bilinen dinle ilgli bir hususun hilâfına sonradan ihdas olunan birşeye itikad etmektir; ancak bu itikad inadlıkla değil, bir nevi şüphe üzerinedir. Nihayet ta’n sebeplerinin sonuncusu, râvinin sû-i hıfzı, yani kötü hâfıza sahibi olmasıdır. Bu da hadîsteki hatasının sevabından çok olmasından ibarettir.

İşte, yukarıda zikredilen on çeşit ta’n sebebinden her biriyle muttasıf râviler tarafından nakledilen hadîsler, bu vasıflara uygun ayrı ayrı isimler alırlar.

Mevzû’

97. Birinci kısım, Rasûlullah’ın hadîsi olarak rivâyet edilip, râvisi kizb (yalancılık) ile ta’nolunanlardır ki, bunlara mevzû’ adı verilmiştir. Râvi hakkında vaz’ ile hüküm vermek, ancak galip bir zan yoluyla olup kesin değildir; çünkü,

19

bazan çok yalancı olanların da doğru söyledikleri vâkidir. Fakat hadîse vakıf olan ilim erbâbı kuvvetli bir melekeye sahiptirler ve bu meleke sayesinde râvinin doğru söyleyip söylemediğini ayırt ederler. Bunu da ancak anlayışı tam, zihni parlak, kavrayışı kuvvetli ve râvinin yalan söyleyip söylemediğine delâlet eden karinelere ait köklü bilgisi olan kimseler yapabilir.

98. Hadîsin uydurulmuş olduğu, bazan onu uyduranın ikrarı ile bilinir. Bu konuda İbn Dakîkı’l-‘Iyd şöyle demiştir:

Ancak, ikrar eden şahsın, bu ikrarda da yalan söylemiş olması ihtimali bulunduğu için buna kesinlikle hükmedilemez.” Bazı kimseler bu sözden “bu ikrar ile asla amel edilmez” mânasını çıkarmışlardır. Hâlbuki İbn Dakîk’ın maksadi bu değildir; o, bununla sadece kesinliği nefyetmiştir; kesinliğin nefyi ile hükmün de nefyi lâzım gelmez; çünkü hüküm zannı galible vâki olur ve burada da böyledir. Aksi hâlde, adam öldürdüğünü ikrar edenin katli, zina işlediğini itiraf edenin de recmi, itiraf ettikleri şeylerde yalan söylemiş olmaları ihtimali dolayısıyle câiz olmazdı.

99. Hadîsin uydurulmuş olduğuna delâlet eden karineler den biri de râvinin hâlidir. Memûn ibn Ahmed’le ilgili şu hadîse, bunun bir örneğini teşkil eder: Bu şahsın yanında Hasan el-Basrî’nin Ebû Hureyre’den hadîs işitip işitmediği hakkındaki ihtilâf bahis konusu edilince Memûn, hemen Rasululah’a varan bir isnâd ileri sürmüş ve şöyle demiştir:

Hasan Ebû Hureyre’den işitti”. Bunun bir başka misâli de Gıyâs ibn İbrâhîm’le ilgilidir. Bu şahıs, Hâlife el- Mehdî’nin yanına girer ve onu güvercinle oynarken bulur. Bunu üzerine, hemen Rasûlullah’a ulaşan bir isnâd ileri sürerek der ki: “Müsabaka, yalnız demir ok, deve ve at gibi tırnaklı, güvercin gibi kanatlı hayvanlarla yapılır.

Gıyâs hadîsin sonuna ev cenahın (yahut kanatlı) ibaresini ilâve eder. Hâlife el-Mehdî ise, Gıyâs’ın kendisi için yalan söylediğini anlar ve güvercinlerin öldürülmesini emreder.

100. Hadîsin uydurma olduğu, bir de mervinin hâlinden anlaşılır. Ya Kur’an nassına, ya mutevâtir sünnete, ya kesin icmâa, yahutta sarîh akla aykırı olur.

Bazan da râvi, bazı selef-i sâlihin yahut hukemanın sözlerini alır;

İsrâîliyyâttan yahut isnâdı zayıf hadîslerden bazı şeyleri seçer ve onu tervic için sahîh bir isnâdla birleştirerek rivâyet eder.

101. Hadîs uyduranı uydurmaya sevkeden âmil, ya zındıklarda olduğu gibi dinsizlik yahut bazı âbidlerde olduğu gibi cehâletin galebe çalması yahut bazı mukallidlerde olduğu gibiasabiyyet, yahut bazı rüesâda olduğu gibi hevâî şeylere tabi olmak, yahutta şöhret kazanma kasdıyle garîb hadîs sahibi olmak arzusudur.

Bunların hepsi de, bu işle meşgul olan imamların icma’ı ile haramdır.

Ancak bazı kerrâmiye ve mutasavvıfadan, tergîb ve terhîb maksadıyle hadîs vaz’ının mubah olduğu görüşü nakledilmiştir. Bu, onu yapanın cehâletinden neş’et etmiş bir hatadır.

102. Çünkü tergîb ve terhîb, şer’î hükümlerin içinde mündemiç olup,

Müslümanlar, Hazreti Peygambere yalan isnâd etmenin kebâirden olduğu üzerinde müttefiktirler.

Hatta Ebû Muhammed el-Cuveynî daha ileri gitmiş ve Rasûlullah’a yalan isnâd edenleritekfîr etmiştir.

Keza, Rasûlullah:

Benden bir hadîs rivâyet eden ve onun yalan olduğu bilen kimse yalancılardan biridir.” sözü gereğince, mevzû’ hadîs rivâyetinin tahrîmi üzerinde ittifak edilmiştir.

20

Şu var ki, rivâyet edilen hadîsin mevzû’ olduğunun belirtilmesi hâlinde bunda bir beis görülmemiştir.

Metrûk, Munker

103. Râvinin yalancılıkla itham edilmesi sebebiyle olan ve merdûdtan sayılan ikinci kısım metrûk, muhalefet kaydını şart koşmıyan kimselerin görüşüne göre de, dördüncü ve beşincikısımlar, yani galat-ı fâhiş, gafleti çok ve fıskı zâhir olan kimselerin hadîsleri munker adını alır.

Mu’allel

Altıncı kısım olan vehme gelince, mursel veya Munkatı’ olan bir hadîsin muttasıl olarak rivâyeti yahut bir hadîsin bir başka hadîse idhâli ve bunun gibi hadîsi za’fa uğratan ve ancak çok tetebbuda bulunmak ve pek çok isnâd toplamak suretiyle bilinebilen bir takım rivâyet vehimlerinde bunlara delâlet eden karineler yardımıyle râvinin vehmi anlaşılacak olursa, bu hadîse mu’allel denir.

Mu’allel, hadîs ilimlerinin en karışık ve en ince kısımlarından biridir.

Bunu ancak Allahü teâlânın, parlak bir anlayış, geniş bir hâfıza, râvilerin mertebeleri hakkında tam bir bilgi, isnâd ve metinler hakkında kuvvetli bir meleke bahşettiği kimseler anlayabilir. Bu sebeple, hadîsçiler arasında pek az kimes bu sahada şöhrete ulaşabilmiştir. Ali İbnu’l Medînî, Ahmed ibn Hanbel, el-Buhârî, Ya’kub ibn Şeybe, Ebû Hâtim er-Râzî, Ebû Zur’a veed-Dârakutnî bunlardandır.

104. Nasıl bir sarraf altın veya gümüşten yapılmış paraların hakikisini sahtesinden ayırt ederken bu sahadaki bilgisine bu alışkanlığına dayanır, paranın sahte olduğunu nereden anladın, diyenlere herhangi bir delil ileri süremezse, mu’allil de kendi davasını isbat için delil ikame etmekten aciz kalır.

Mudrec

Yedinci kısım olan muhalefet, isnâdın sevki esnasında vâki bir tağyîr (değiştirme) sebebiyle meydana gelirse, bu değişikliği ihtiva eden hadîse mudrecu’l-isnâd denir. Mudrecu’l-isnâdın muhtelif kısımları vardır.

Birincisi: Bir cemaat çeşitli isnâdlarla bir hadîs rivâyet eder. Bir başka râvi de, aynı hadîsi bunlardan nakleder, fakat bütün isnâdları, bu isnâdlardan biri üzerinde toplar; ancak isnâdlar arasındaki farkları belirtmez.

105. İkincisi: Bir râvinin elinde bir isnâdla aldığı hadîs metninin bir kısmı, bir başka isnâdla da aynı hadîsin tamamı vardır. Bir başka râvi, bu hadîsi tam olarak ilk isnâdla ondan rivâyet eder.

Bu kısmın bir başka şekli de, râvinin, hadîsin bir kısmını şeyhinden bizzat, tamamını da bir başkası vasıtasıyle ondan işitmesi, sonra da bu vasıtayı hazfederek bütün hadisi şeyhinden rivâyet etmesidir.

Üçüncüsü: Râvinin elinde iki muhtelif isnâdla iki muhtelif hadîs metni bulunması, bir başka râvinin bu iki hadîsi isnâdlardan biriyle, yahutta iki hadîsten birini kendine has isnâdla rivâyet etmesi ve fakat diğer hadîsten, birincisinde bulunmayan şeyleri buna ilâve etmesidir.

106. Dördüncüsü: Râvinin isnâdı sevketmesi, fakat metni zikretmeden önce bir ârız dolayısıyle bir söz söylemesi; onu işiten bazı kimselerin de bu sözün dolayısıyle bir söz söylemesi; onu işiten bazı kimselerin de bu sözün o isnâdın metni olduğunu zannedip ondan rivâyet etmeleridir. Bunlar mudrecu’l-isnâdın kısımlarıdır.

Mudrecu’l-metn ise, metinden olmayan sözlerin ona girmesidir. Bu da bazan metnin başında, bazan ortasında ve bazan da sonunda olur. Sonunda olan diğerlerine nisbetle daha çoktur; çünkü mudrecu’l-metn, ya bir cümlenin diğer bir cümleye,

21

yahutta mevkûf denilen sahâbe sözlerinin veya sahâbeden sonrakilere ait sözlerin, hiç bir ayrıntı olmadan, merfû’ denilen Rasûlullah’ın sözlerine atfıyle meydana gelir.

107. İdrac, ya dercolunan miktarı asıl hadîs metninden ayıran bir başka rivâyetin gelmesiyle, ya bizzat derceden râvinin veya buna vakıf imamların açıklamasıyle yahutta dercolunan kısmın Rasûlullah tarafından söylenmesinin imkânsız olmasıyla bilinir.

El-Hatîbu’l-Bağdâdî, mudrec hakkında bir kitap tasnif etmiştir. Bu kitap, tarafımızdan hulasa edilmiş ve iki misli veya daha fazla yeni bilgi eklenerek genişletilmiştir.

Maklûb

108. Muhalefet, isimlerde, takdim ve tehirle olursa bu gibi hadislere maklûb denir. Murra ibn Ka’b ve Ka’b ibn Murra gibi. Takdim ve tehire uğramış olan bu isimlerden birinin ismi, diğerinde baba ismidir. El-Hatîb’in bu konuda şüpheleri izale eden bir kitabı vardır.

Bazen kalb, hadisin metninde de olur. Muslim’in Sahîh’inde yer alan bir hadîs buna misâl olarak gösterilebilir. Allahü teâlânın, Arşının gölgesinde gölgelendirdiği yedi kişi hakkındaki bir Ebû Hureyre hadîsinde şöyle denilmiştir: “Bir adam sadaka verir ve bunu gizler; öyle ki, sol elinin vediğini sağ eli bilmez”. İşte bu, ravilerden biri üzerine münkalib olmuş bir hadistir. Aslı Sahıhân’da da olduğu gibi “…öyle ki, sağ elinin verdiğini sol eli bilmez” şeklindedir.

El-Mezîd fi muttasıli’l-esânîd

109. Muhalefet isnâdın ortasında bir râvi ziyâdesiyle olursa, böyle hadîslere el-mezid fi muttasıli’l-esânîd denir. İsnâddaki bu muhalefet, ancak, ziyâdeyi yapmayan râvinin, zİyâdeyi yapandan daha titiz olması hâlinde bahis konusudur. Bunun da şatı, ziyâdenin yapıldığı yerdesema’a açık olarak delâlet eden bir siganın kullanılmasıdır. Sema’a delâlet etmeyen tâbirler kullanılmışsa, meselâ hadîs o yerde an’ane ile rivâyet edilmişse ziyâdeyi ihtiva eden rivâyet tercih olunur.

Muztarib

110. Muhalefet râvinin ibdâliyle olur ve iki rivâyetten birini diğerine tercih etmek mümkün olmazsa, böyle hadîslere muztarib denir. İztırab çok defa isnâdda bulunur; bazan da metinde olur. Fakat muhaddisin yalnız metindeki ihtilâfa nisbetle hadîsin muztarib olduğuna hükmetmesi nadirdir.

Bazan da ibdâl, hıfzı imtihan edilmek yahut ölçülmek istenen kimse için kasden yapılır. El-Buhârî, el-Ukaylî ve diğer bazıları hakkında bu şekilde ibdâller yapılmıştır. Ancak bu maksatla yapılan ibdâlin şartı, hadîsin ibdâl edilmiş olarak kalmaması ve maksat hasıl olduktan sonra onun da son bulmasıdır. Eğer ibdâl bir maksat için değil de meselâ rivâyete rağbeti artırmak için onu garîb kılmak kasdıyle yapılırsa, hadîs, mevzû’’un kısımlarından biri olur. Eğer ibdâl, hata neticesinde meydana gelirse hadîs, ya maklûbdan, yahutta mu’allelden sayılır.

Mûsahhaf, muharref

111. Muhalefet, yazı şeklinin bâki kalmasıyla birlikte bir harfin veya bazı harflerin değişmesi ve bu değişikliği noktaya nisbetle olması hâlinde, böyle, hadîse Mûsahhaf denir. Muhalefet, yazının şeklindeki değişikliğe nisbetle olursa, buna da muharref denir.

Bu konun büyük ehemmiyeti vardır. El-Askerî, ed-Dârakutnî ve diğerleri konuyla ilgili kitaplar tasnif etmişlerdir. Tashif ve tahrif çok kere metinlerde, bazan da isnâdlardaki isimlerde vâki olur.

112. Metin şeklinin kasden değiştirilmesi kat’ıyyen câiz değildir. Keza metni ihtisar etmek, lâfzı mürâdifi olan lâfızla değiştirmek de,

22

ancak lâfızların mânalarını bilen ve bu mânaları bozabilecek şeyleri anlayan kimseler için câizdir. Her iki meselede de sahîh olan görüş budur.

Çünkü bunları bilen kimse, hadîste ihtisar yaptığı zaman, metinde kalmasını Zarûrî gördüğü şeylerle ilgili olmayan lâfızları çıkartır; öyle ki, bu lâfızların çıkması, hadîsin ne delâlet ettiği mânada ihtilâfa ne de beyanın bozulmasına sebep olur; hatta metinden zikrolunan ibarelerde hazfolunanlar, iki ayrı haber vasfını kazanır; yahutta zikrettikleri hazfettiklerine delâlet eder. Fakat mânanın bozulmasına sebep olacak şeyleri bilmeyen kimse, haberden zikredeceği ibarelerle ilgili bulunan bir ibareyi de hazfetmek suretiyle mânanın bozulmasına sebep olur. Cahil bir kimsenin, bir ibare içerisinde geçen istisnayı terketmesi böyledir.

113. Hadîsin mâna ile rivâyetine gelince, bu konudaki ihtilâf da meşhurdur. Hadisçilerin çoğu, mâna ile rivâyetin câiz olduğu görüşündedirler ve bu husustaki en kuvvetli delilleri, İslâm şeri’atının yabancı milletler için kendi dilleriyle izahının cevazı üzerindeki icma’dır. Buna göre, dine taallûk eden bir şeyin yabancı dile çevrilmesi câiz olunca, aynı şeyin yine Arapçaya çevrilmesindeki cevaz evlâ olur.

Bazılarına göre mâna ile rivâyet müfredatta câiz olduğu hâlde mürekkebatta câiz değildir. Bazılarına göre de, lâfızları hatırlayan ve bunlar üzerinde tasarrufa ehil olan kimseler için câizdir. Bazılan ise demişlerdir ki: Mâna ile rivâyet, yalnız, hadîsi hıfzeden, sonra lâfızlarını unutan ve sadece mânası hatırında kalan kimseler için câizdir. Bazıları ise demişlerdir ki: Mâna ile rivâyet, yalnız hadîsi hıfzeden, sonra lâfızlarını unutan ve sadece mânası hatırında kalan kimseler için câizdir. Böyle kimselerin, hüküm çıkarmak maksadıyle, hadîsi mânen rivâyet etmeleri lâzımdır; fakat lâfzı hatırlayan kimseler için bu câiz değildir.

Yukarıdan beri zikrolunan şeyler, mâna ile rivâyetin cevaz ve adem-i cevazına müteallık değişik görüşlerdir. Şüphe yoktur ki, bu konuda en doğru olanı tasarrufa gitmeksizin hadîsin lâfzan rivâyetidir. Nitekim el-Kâdî ‘Iyâz bu konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Eskiden ve halen, bir çok râvilerde vâki olduğu gibi, iyi rivâyet ettiğini zannedipte iyi rivâyet etmeyen kimselerin hadîse Mûsallat olmamaları için mâna ile rivâyet kapısını kapamak lâzımdır.

Garîbu’l-hadîs

114. Lâfzın az kullanılması dolayısıyle mâna vazıh olmazsa, garîb kelimelerin şerhi hususunda tasnif edilmiş kitaplara ihtiyaç duyulmuştur. Ebû Ubeyd el-Kasım ibn Sellâm’ın kitabı bunlardandır. Müretteb olmayan bu kitap, Şeyh Muvaffaku’d-Dîn ibn Kudâme tarafından alfabetik sıraya göre tertip edilmiştir. Ebû ‘Ubeyd el-Herevî’nin kitabı ise bundan daha mufassaldır. El-Hâfız Ebû Mûsa el-Medînî, bu kitaba itina göstermiş ve ona bazı ilâveler yapmıştır. Ez-Zemahşerî’nin de güzel tertip edilmiş el-Fâ’ik isminde bir kitabı vardır. Fakat İbnu’l-Esîr, yukarıda zikrolunan kitapların hepsini en-Nihâye adlı kitabında biraraya getirmiştir. Kitabı, ehemmiyetsiz bazı noksanlıklara rağmen, kullanış yönünden bu sâhadaki kitapların en kolayıdır.

Bazan da lâfız çok kullanılmakla beraber mânasında incelik olursa, bu takdirde, haberlerin mânalarını şerh, müşkilini beyan eden Mûsannaf kitaplara ihtiyaç duyulmuştur. Et-Tahâvî, el-Hattâbi, ibn Abdi’l-Berr ve daha bir çok kimseler de bu konuda kitap tasnif etmişlerdir.

Cehâlet

115. Ta’n sebeplerinin sekizincisi olan râviye cehâlet, başlıca iki sebebe istinad eder. Birincisi, râvinin isim, künye, lâkab, sıfat ve meslek gibi bir çok sıfatları bulunup, bunlardan yalnız birisiyle şöhret kazandığı hâlde, her hangi bir maksat dolayısıyle meşhûr olan isminden başka bir isimle zikredilmesi ve bu suretle onun başka bir şahıs olduğunun zannedilmesidir. Kim olduğu kesinlikle bilinmeyen bu şahsın adâlet ve zabt yönünden hâli hakkında da tabiatıylacehâlet hasıl olur.

23

Bu konuda, sıfatların cem ve tefrıkından hasıl olan vehimleri açıklayıcı kitaplar tasnif etmişlerdir. Bu kitapların en güzeli el-Hatîb’in kitabıdtr. Kitab telifi hususunda Abdu’l-Ganî, sonra da es-Sûrî el-Hatîb’in önüne geçmişlerdir.

116. Zikrettiğimiz sebep dolayısıyle meçhul kalan râvilere misâl olmak üzere Muhammed İbnu’s-Sâ’ib ibn Bişr el- Kelbî gösterilebilir. Bazıları, bu şahsı ceddine nisbet ederek Muhammed ibn Bişr demişlerdir. Bazıları Hammâd İbnu’s-Sâ’ib diye isimlendirmişler; bazıları künyesini Ebû’n-Nazr, bazıları Ebû Sa’îd, bazıları da Ebû Hişâm olarak zikretmişlerdir. Bu seretle şahıs tek bir kimse olduğu hâlde bilinmeyen isim ve künyelerle ayrı kimseler olduğu zannedilmiştir. Bu işin hakikatıni bilmeyen kimseler, tabiatıyle bundan hiçbir şey anlamazlar.

117. Râviye cehâletin ikinci sebebi, onun az hadîs rivâyet eden kimselerden olması ve dolayısıyle kendisinden az hadîs alınmasıdır. Bu konuda da Vuhdân denilen kitaplar tasnif etmişlerdir. Vuhdân, isimleri zikredilse bile, kendilerinden yalnız bir kişinin rivâyet ettiği kimselerdir. Muslim, el-Hasan ibn Sufyân ve diğer bazı müellifler, tasnif ettikleri kitaplarda böyle olan kimseleri toplamışlardır.

Cehâletin bir başka sebebi, râvinin, kendisinden rivâyet eden bir başka râvi tarafından ihtisâr olsun diye isminin zikredilmemesi ve “fulân bana haber verdi”, yahut “şeyh”, yahut “bir adam”, yahut “bazıları” yahut ta “fulânın oğlu” gibi ibareler kullanılmasıdır.

118. Mübhem olan ismin bilinmesi, onun başka bir tarîkdan isimlendirilmiş olarak gelmesiyle istidlâl olunur. Bu konuda da mubhemât denilen kitaplar tasnif edilmiştir. Mubhem olan kimsenin hadîsi, ismi zikredilmedikçe kabul olunmaz. Çünkü haberin kabul şartı, râvilerinin adâletidir; hâlbuki ismi mübhem bırakılan râvinin kim olduğu bilinmezse adâleti nasıl bilinir?

Keza bir râvi, kendisinden rivâyet ettiği râvinin ismini “bana sika olan bir kimse haber verdi” diyerek ta’dil lâfzıyle mubhem bıraksa, onun da haberi kabul edilmez; çünkü bu şahıs, onun nazarında sika olabilir; fakat başkalarının nazarında da mecruhtur.

Nitekim mürsel hadîs de, âdil bir kimse tarafından kat’i bir dil ile irsal edildiği zaman, aynen bu ihtimal dolayısıyle kabul edilmez. Bununla beraber, bazıları bu görüşün aksine, cerhin, aslın hilâfı üzerine mebni olduğunu ileri sürerek zâhire göre hüküm vermiş ve kabul edileceğini söylemişlerdir. Bazılarına göre de, bunu söyleyen kimse, sika olanla olmayanları ayırt edebilecek şekilde âlim ise, onun mezhebinde olanlar hakkında bu ta’dil kâfi gelir. Ne var ki bu görüş hadîs ilminin konularından değildir.

119. Eğer râvinin ismi zikredilir, yalnız, bir râvi de ondan rivâyetinde tek kalırsa, bu şahsamechûlu’l-‘ayn denir. Sahih görüşe göre, rivâyetinde ondan tek kalmayan başka bir kimse onu tevsik etmedikçe mechûlu’l-‘ayn mübhem gibidir. Fakat böyle bir kimse tevsîk ederse kabul edilir. Keza ondan rivâyetinde tek kalan kimse, tevsîk ehliyetine de sahipse yine kabul edilir. Eğer o kimseden iki ve daha fazla kimse rivâyet eder fakat tevsik edilmezse bu şahsa meçhûlu’l-hâl denir; bu aynı zamanda mestürdur.

Bazı kimseler, hiç bir kayıd ileri sürmeksizin mestûrun rivâyetini kabul, ekseriyet ise reddetmiştir. Gerçek şudur ki, mestûrda, mubhem ve mechülu’l-‘aynda olduğu gibi, adâlet ve adâletsizlik ihtimalinin bulunması dolayısıyle red ve kabulü değil, belki hâli açıkça bilininceye kadar onunla hükmolunmaması gerekir. Nitekim İmâm Harameyn bu görüşe sahip olduğu gibi,İbnu’s-Salâh’ın cerh sebepleri açıklanmaksızın cerhedilen kimseler hakkındaki sözleri de buna delâlet eder.

Bid’at

120. Râvi hakkında ta’n sebeplerinden dokuzuncusu bid’attir. Bu da, ya râvinin, küfrü gerektiren bir şeye inanması dolayısıyle mukeffir olur. Yahutta müfessik olur ve sahibini fıska götürür. Birincisini, yani küfrü gerektiren bid’atın sahibini ulemanın çoğu kabul etmemiştir. Bazıları, mutlaka kabul edilir, demişlerdir.

24

Bazıları da, mezhebinin muvaffak olması için yalan söylemeyi halal saymadığı takdirde kabul edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Gerçek olanı, bir bid’atle tekfir olunan herkesin reddedilmeyeceğidir. Zira her mezheb, muhâlifinin mubtedi olduğu iddiasında bulunur ve onu tekfir eder; öyle ki, bu itham alelıtlak kabul edilse ortada tekfir edilmemiş kimse kalmaz. Gerçek olan şudur ki, rivâyeti reddolunan kimse, şeri’atten mutevâtir olan ve dinden biz-zarûre bilenen bir şeyi inkar eden, yahut bunun aksine inanan kimsedir. Fakat bir kimse bu vasıfta olmaz, buna rivâyetindeki zabtıyle birlikte hıfzı ve takvası da inzimam ederse kabulüne hiç bir mani yok demektir.

121. İkincisi ise, bid’atı asla tekfîri gerektirmeyen kimse olup bunun da kabul ve reddi hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bazıları mutlaka reddedilir demişlerdir ki uzak bir görüştür. Reddi için çok defa ileri sürülen sebep, ondan yapılan rivâyetlerde mezhebini ve ismini zikrile şanını yüceltme bulunmasıdır. Buna göre, mübtedi olmayan bir kimsenin de rivâyetinde iştirak ettiği bir şeyi mübtedi’den rivâyet etmemek lâzımdır. Bazıları yukarıda da geçtiği gibi, yalan söylemenin helal olduğuna inanmadığı takdirde mutlaka kabul edileceğini söylemişlerdir. Bazıları da, kabulü için bir bid’ate davet edilen kimselerden olmamasını şart koşmuşlardır. Çünkü bid’atını medh ve tezyin, o kimseyi, rivâyetleri tahrife ve mezhebinin gerektirdiği şekle uydurmağa sevkeder. Doğru olan görüş de budur. İbn Hıbbân garîb bir şekilde ve tafsilat venneden, bid’atına davet etmeyen kimselerin kabul edileceği üzerinde ittifak hâsıl olduğunu idda etmiştir; ittifak yerine ekseriyet deseydi daha doğru olurdu.

Râvi, bid’atını takviye edecek bir şey rivâyet ederse, doğru olan görüşe göre reddolunur.Ebû Dâvud ve en-Nesâî’nin şeyhlerinden olan Ebû İshâk İbrâhim ibn Ya’kûb el-Cüzecânî,Ma’rifetu’r-ricâl adlı kitabında bu görüşü benimsemiş ve râvilerin sıfatları hakkında şöyle demiştir:

Bunlar arasında sünnetten sapmış olmakla beraber doğru konuşan kimseler de vardır. Bunların munker olmıyan ve bid’atını takviye etmiyen hadîslerini almaktan başka çare yoktur.”

El-Cüzecânî’nin sözü doğrudur; çünkü da’inin hadîsinin reddini gerektiren ıllet, bir hadîsi rivâyet eden mübtedi da’i olmasa bile, o hadisin zâhiri mübtedi’in mezhebine uygun olması hâlinde bu mervide de var demektir.

Sû-i hıfz

122. Ta’n sebeplerinin onuncusu sû-i hıfzdır. Sû-i hıfzdan maksat, râvinin doğru tarafının hatalı tarafına tercih edilememesi olup iki kısımdan ibarettir. Eğer sû-i hıfz, râvinin bütün hallerinde görülürse, bazı hadîsçilere göre bu râvinin hadisi şâzdır. Fakat sû-i hıfz, râviye, ya yaşlılığı dolayısıyle, ya gözlerinin görmemesi, yahutta daima itimad ve hıfzında müracaat ettiği kitaplarının yanması veya kaybolması dolayısıyle sonradan arız olursa, bu râviye muhtelit denir.

Muhtelitin hükmü: İhtilattan önce rivâyet ettiği hadîsler bilinir ve diğerlerinden ayırt edilirse kabul olunur; bilinmezse bunlar üzerinde tevakkuf olunur; bir başka ifade ile, kabul ve reddi hususunda hiç bir hüküm verilmez. Keza râvinin muhtelit olup olmadığı veya rivâyet ettiği hadîsleri ihtilattan önce mi yoksa sonra mı rivâyet ettiği kesinlikle bilinmezse bunlar üzerinde de tevakkuf olunur. İhtilat, ancak muhtelıttan hadîs alanlar yönünden bilinir.

123. Hâfıza yönünden kötü olan bir râviye, kendisinden aşağı olmayan, fakat kendisi gibi, yahut kendisinden üstün muteber bir râvi mutabi olursa,

25

keza hadîsleri ayırt edilemiyen muhtelıt, mestûr, mursel olan isnâd ve mahfûz râvisi bilinmeyen mudelles, yine muteber bir râvi tarafından mutâbeat olunursa, bunların merdûd cinsinden olan hadîsleri, mutâbi’ ve mutâba’ın mecmu’u itibariyle hasen li-gayrihi olur. Çünkü bunlardan her birine ait rivâyetin eşit olarak doğru veya yanlış olması ihtimali vardır; fakat bunlardan birisine uygun olarak gelen muteber bir rivâyet, zikrolunan bu iki ihtimalden birinin kuvvet kazanmasına veya tercih edilmesine yardımcı olur; bu ise, hadîsin mahfûz olduğuna delâlet eder; yani râvisi hâfıza yönünden kötü, yahut muhtelit, yahutta müdellis olması dolayısıyle tevakkuf olunan bir hadîs iken, bu dereceden kabul derecesine yükselmiş olur. Şu var ki, hadîs kabul derecesine yükselmekle beraber hasen li-zâtihi derecesinden aşağıdır. Bu sebeple bazıları ona hasen isminin ıtlâkından bile çekinmişlerdir.

Burada, kabul ve red yönünden metne taallûk eden bahis sona ermiş bulunmaktadır.

Devamı

Ana Sayfa